English - Turkish Dictionary
English language page.
- ab -- (önek) -(den.); abdicate feragat etmek.; (kıs.) Bachelor of Arts üniversite diploması; temmuz ortasında başlayan Musevî takvimindeki ay.
- abandon -- tamamıyle bırakmak; kendini tamamıyla vermek; kendini kaptırmak.
- abase -- alçaltmak
- abash -- utandırmak; gururunu kırmak.
- abate -- azaltmak; kısmen yahut tamamıyla kesmek; azalmak; hükmü kalmamak abatement azaltma; kesilmiş yahut indirilmiş meblâğ.
- abbreviate -- kısaltmak; özetleme; kısaltılmış yazı; (müz.) bir takım notaları gösteren remiz yahut işaret.
- abdicate -- -(den.) çekilmek; (özellikle hükümdarlıktan)tacını ve tahtını terk etmek abdica'tion tacını ve tahtını terk etme.
- abduct -- zorla almak
- abet -- söz ve davranışlarla cesaret vermek veya yardım etmek.(gen.) fina anlamda)
- abhor -- hor görmek; nefret edilen veya tiksinilen herhangi bir şey abhorrent nefret uyandıran; (to) ile karşı
- abide -- bir yerde kalmak; sabit durmak; tahammül etmek; ikamet etmek; itaat etmek durmak.
- abject -- sefil; gurursuz; köle gibi abjectly alçakça
- abjure -- yemin ederek vazgeçmek; kesin olarak feragat etmek
- ablaut -- (gram.) mana değişikliği ile sesli harfin değişmesi.
- able -- güçlü; istidadı olan; yetkili able-bodied vücudu sağlam olan güçlü able-bodied seaman gemici tayfa.
- abnegate -- inkâr etmek
- abode -- ev; kalma; (bak.) abide.
- abolish -- kaldırmak; ilga etmek
- abominate -- son derece iğrenç kabul etmek; iğrenç veya menfur şey; kötülüğe sebep olan herhangi bir şey.
- abort -- çocuk düşürmek; boşa çıkmak; bitirmeden durdurmak; başarısızlıkla bitmek.
- abortive -- vaktinden evvel doğmuş; boş; (tıb.) çocuk düşürmeye sebebiyet veren abortively akim kalarak.
- abound -- (gen.) in ile çok olmak
- abrade -- aşındırmak
- abridge -- kısaltmak; mahrum etmek abridgement kısaltma; azalma; bir eser; özet
- abrogate -- yetkisini kullanarak ilga etmek; kaldırmak
- abrupt -- birdenbire olan; ters; birbirini tutmaz; çok dik abruptly birdenbire; terslikle abruptness acele; sertlik
- abscess -- (tıb.) çıban
- abscond -- kaçmak
- absent -- çekilmek; nâmevcut
- absolve -- suç
- absorb -- içine çekmek; yutmak; işgal etmek
- abstain -- çekinmek
- absterge -- silmek
- abstract -- eşya veya fikirlerden soyut olan; soyut; dalgın; ideal; özet. abstract noun soyut isim abstract number soyut sayı; çıkarmak; çalmak; kimyasal usullerle ayırmak; özetlemek
- abuse -- kötüye kullanma; kötü muamele; zarar; fesat; küfür; Irza tecavüz.; kötüye kullanmak; suiistimal etmek; zarar vermek; sövüp saymak; şerefini lekelemek; Irza tecavüz etmek.
- abut -- dayanmak
- accede -- iktidara gelmek; razı olmak
- accelerate -- hızlandırmak; (fiz.) siklotron veya benzeri.
- accent -- aksan; aksan sareti; şive; hisleri belirtmek için cümlede belirli kelime veya hecelerin vurgulandırılması.; aksan vermek; önemle belirtmek.
- accentuate -- üzerine basarak okumak; önemle belirtmek accentua'tion aksan koyma
- accept -- kabul etmek; icabet etmek; onaylamak; anlamak
- access -- giriş; artma; (tıb.) nöbet have access yanına girebilmek
- accession -- vasıl olma; artma; cülus; (müzeye
- acclaim -- alkışlamak; bağırarak ilân etmek; bağırmak.
- accolade -- şövalyelik rütbesi verilirken kucaklama; mükâfat; övme; (müz.) rabıta.
- accommodate -- birbirine uygun hale getirmek; telif etmek; bir başkasının işini görmek; sağlamak; yerleştirmek
- accompany -- bir kimseye arkadaş olmak; (müz.) eşlik etmek; maiyetinde bulunmak; ilâve etmek
- accomplish -- başarmak; tamamlamak; hünerli; nezaketli.
- accord -- uzlaştırmak; teslim etmek; uymak; anlaşma; uyum; uygunluk; istek; (huk.) mahkeme haricinde uzlaşma
- accordion -- akordeon.
- accost -- yaklaşıp hitap etmek.
- account -- hesap vermek; cevap vermek; saymak; hesap; pusula; tarif; rivayet; önem; sebep
- accouter -- askeri giyecek vermek.
- accredit -- inanmak; itimatname vererek memur etmek accredita'tion (ABD) (bir okul
- accrete -- birleşmek; eklenip büyümek; eklemek; ekli; birleşmiş.
- accrue -- ziyadeleşmek; hasıl olmak; (huk.) hak olarak hissesine düşmek; gerçekleşmek
- accumulate -- yığmak; toplamak; birikmek
- accuse -- suclamak; töhmet accused sanık
- accustom -- alıştırmak accustom oneself alışmak
- ace -- as; zerre; beş düşman uçağı düşüren pilot; (spor) as oyuncu. ace in the hole (ABD) (argo) en son koz
- acerbate -- acılaştırmak; sinirlendirmek.
- acetify -- ekşitmek
- ache -- ağrı; ağrımak
- achieve -- başarmak; kazanmak; husule getirme; husule getirilmiş şey. achievement test başarı testi.
- acidify -- asit etmek
- acidulate -- mayhoş etmek
- acknowledge -- doğruluğunu kabul etmek; şükranla tanımak; gerçek veya kanuni olduğunu kabul etmek. acknowledgment teslim; senet
- acquaint -- haberdar etmek
- acquiesce -- kabul etmek
- acquire -- ele geçirmek
- acquit -- suçsuz çıkarmak; davranmak hareket etmek. acquit oneself well vazifesini iyi yapmak. be acquitted beraat etmek
- acquittance -- zimmetten kurtulma; ibra senedi
- acronym -- birkaç kelimenin baş harflerinin veya ilk hecelerinin bir araya gelmesiyle oluşan kelime: NATO
- act -- yapılan şey; kanun; resmi yazı; (tiyatro) perde. act of God (huk.) icbar edici sebep; rol yapmak; taklit etmek; yapmak; etkilemek; hareket etmek; temsil etmek
- action -- iş; (huk.)uk davası; etki; (tiyatro) bir oyundaki olaylar dizisi; harekete geçme (asker
- activate -- faal hale getirmek; (fiz.) radyoaktif hale getirmek.
- actuate -- kuvveden fiile çıkarmak; olumlu bir şekilde etkilemek.
- acuminate -- açmak; ucu uzun ve sivri.
- acupuncture -- (tıb.) iğne saplamak suretiyle teşhis ve tedavi.
- acute -- sivri; zeki; aşırı hassas; tiz; (Tıb) akut; hâd; şiddetle. acuteness zekâ keskinlik.
- adapt -- bir şeye uydurmak; (edeb.) adapte etmek. adapt oneself uymak; intibak eden ve ettiren şey veya kimse.
- add -- katmak; zammetmek; neticelenmek; (k.dili.) anlaşılmak
- addend -- katılan rakam veya miktar.
- addict -- tiryaki; alıştırmak. be addicted to alışmak
- addle -- bozmak; çürümek; çürük
- address -- adres; söylev; konuşurken takınılan tavır; hüner; söylev vermek; mektubun adresini yazmak.
- adduce -- getirmek
- adequate -- uygun
- adhibit -- koymak
- adjective -- sıfat; sıfat cinsinden olan
- adjoin -- bitiştirmek; bitişik olmak
- adjourn -- ertelemek; oturuma son vermek; dağılmak adjournment ertelenme; oturuma son verme; iki celse arasındaki müddet.
- adjudge -- hüküm vermek.
- adjudicate -- hüküm ve karar vermek adjudica'tion hüküm ve karar verme; hüküm. adjudicator hüküm ve karar veren kimse
- adjure -- Allah rızası için diye rica etmek; yemin.
- adjust -- düzeltmek; tanzim; düzen; uyma
- adlib -- (k.dili.) irticalen söylemek.
- administer -- yönetmek; vermek; hizmet etmek
- admire -- çok beğenmek; âşık. admiringly beğenerek
- admit -- kabul etmek; içeriye bırakmak; girme müsaadesi
- admonish -- öğüt vermek
- ado -- gürültü
- adopt -- kabul etmek; evlât edinmek. adoption kabul; evlatlığa kabul etme
- adore -- tapınmak
- adorn -- süslemek
- adulate -- yaltaklanmak
- adult -- reşit
- adulterate -- karıştırmak; karışık
- adumbrate -- ima etmek; gölgelemek. adumbra'tion ima; gölgeleme.
- advance -- ilerleme; fiyat yükselmesi; avans; (k.dili) açık verme; peşin olarak.; ilerletmek; artmak; avans vermek; teklif etmek. advanced ilerlemiş
- adventure -- tehlikeye atmak; cesaret etmek; cüretli; cesaret isteyen (bir iş); macera; spekülasyon
- adverb -- (gram) zarf. adverbial zarfa ait adverbially zarf cinsinden olarak.
- adverse -- zıt
- advert -- zikretmek
- advertise -- ilân etmek; reklâmını yapmak. advertisement ilân
- advice -- öğüt
- advise -- tavsiye etmek; öğüt veya nasihat vermek; haber veya bilgi vermek; danışmak
- advocate -- savunan kimse; savunmak
- aerate -- içine hava karıştırmak; havalandırmak
- aerify -- içine hava karıştırmak; gaz haline getirmek.
- affect -- etkilemek; müteessir etmek; taslamak. affect ignorance cahillik taslamak
- affection -- sevgi; etkileme; hastalık. play on one's affections karşısındakinin hislerine hitap etmek. win one's affection bir kimsenin sevgisini kazanmak. affectionate seven; sevgi gösteren.affectionately sevgi ile.
- affiance -- nişanlamak; nişan.
- affiliate -- yakın ilişki kurmak; evlât edinmek; (huk.) baba tanımak; aslını ve soyunu tayin etmek; bağlı şirket. affiliate wrth iltihak etmek; üye olmak. affilia'tion yakın ilişki; evlâtlığa kabul.
- affirm -- demek; (gram); teyit etmek; (huk.) tasvip etmek affirmable iddia olunabilir.
- affix -- ek; eklemek; takmak; koymak
- afflict -- keder vermek; müptela etmek
- afford -- para dayandırmak; işine gelmek; hâsıl etmek
- afforest -- orman haline getirmek
- affranchise -- azat etmek
- affray -- kavga
- affright -- ani korku.
- affront -- hakaret; kırmak
- afterthought -- sonradan akla gelen fikir.
- age -- yaş; yaşlanmak; yaşındaki .
- agglomerate -- toplamak; toplama; (jeol.) volkanik parçaların bir araya toplanması. agglomera'tion toplama; yığın; bir araya toplanmış şeyler.
- aggrandize -- büyütmek. aggrandizement büyütme; itibarını yükseltme; değer veya rütbesini yükseltme.
- aggravate -- ağırlaştırmak; (k.dili) kızdırmak; tahriş etmek; abartmak
- aggregate -- toplamak; hepsi; mecmu; kum; bütün.
- aggress -- saldırmak; kavga çıkarmak.
- aggrieve -- rencide etmek; zarar gören; (huk.) haksız hüküm yemiş olan.
- aghast -- şaşırmış
- agitate -- çalkalamak; altüst etmek; kışkırtmak; sıkıntı; fesat agitator kışkırtan kimse
- agonize -- can çekişmek; fazlasıyla eziyet ve ıstırap çekmek; bütün gücüyle mücadele etmek; ıstırap vermek
- agree -- razı olmak; (gram) uyuşmak. agree to bir konuda mutabık kalmak; münasip
- ague -- sıtma; sıtma nöbeti . aguish sıtmalı
- ah -- (ünlem) ey; Acayip ! Hayret (I.)
- ahoy -- (ünlem) Hey ! Hu ! Yahu ! Ship ahoy (I.) Hey gemi.
- aid -- yardım; yardım etmek
- ail -- rahatsız olmak; sıkıntı vermek
- aim -- maksat; nişan alma; hedef yönü; nişan tahtası; hedefe doğru çevirmek mermi; (gen.) at ile kastetmek; nişan almak; niyet etmek.
- air -- hava; (müz.) hava; tavır. air base hava üssü.air bladder (zool.) baIıklarda hava ile dolu bir kese; havadan nakledilen; uçmakta. air brake hava freni. air castle hayal edilen şey; (t) havalandırmak; güneşe sermek; ateşe göstermek; açmak. air one' views fikirlerini açmak.
- ajar -- aralık; ahenksiz.
- alarm -- tehlikeyi haber vermek; birdenbire korkutmak. alarmist etrafı telaşa veren kimse. alarmingly korku verecek surette.; korku; tehlike işareti; (ask.) silâh başına çağrı; tehlike işareti veya dikkati çekme tertibatı
- alarum -- bir tehlikeyi veya haberi bildiren işaret veya tertibat.
- alert -- tetik; alarm işareti the alert (ask.) "uyanık ol'' işareti. be on the alert gözünü açmak
- alias -- (Lat.) namı diğer
- alibi -- (huk.) suç işlendiği anda zanlının başka yerde bulunduğunu ispat etmesi; ABD
- alien -- yabancı; başka Irktan olan kimse; bazı hak veya imtiyazlardan mahrum olan kimse; hariçte bırakılan kimse; başkasına devretmek (mal v.b.); muhabbetini soğutmak. alienable satılabilir; yabancı uyruklu; yabancı özellikleri olan; yerleşmemiş; uymamış
- alienate -- diğerine feragat ve temlik etmek; soğutmak; diğerine feragat ve temlik etme; dini müesseselere ait mülkü ellere verme; akli dengesizlik. alienator diğerine feragat ve temlik eden kimse
- alight -- aydınlanmış; konmak (kuş v.b.); at veya arabadan inmek; on /e birdenbire bulmak.
- align -- sıraya dizmek; hiza çizgisi; iki nokta arasında muhayyel bir doğru çizgi çekme; (müh.) aynı hizada olma.
- aliment -- yiyecek; maişet
- aliquot -- (mat.)
- allay -- yatıştırmak
- allege -- iddia- etmek; delil göstermek
- allegorize -- remiz ve kinaye yolu ile öğüt verici hikâye haline getirmek; bir hikâyeyi remiz ve kinaye şeklinde yorumlamak. allegorist kinayeli hikâyeler meydana getiren kimse.
- alleluia -- (ünlem) sevinç if ade eden bir kelime
- alleviate -- hafifletmek; teselli.
- alliance -- anlaşma; evlenme ile hâsıl olan akrabalık; (zool.) birbirine benzeyen bir takım familyalar.
- alligator -- Amerika timsahı. alligator pear perse ağacı veya meyvası.
- alliterate -- bir satır veya cümlecikte aynı sesi tekrar etmek. allitera'tion bir cümlecikte aynı sesi tekrar etme. alliterative : aynı sesin tekrar edildiği par
- allocate -- tahsis etmek
- allot -- kur'a usulü ile tayin etmek; pay etmek; tahsis etmek. allotment hisse; tayin; tahsis; bölüştürme; tevzi .
- allow -- bırakmak; tasvip etmek; tasdik etmek; hesaba katmak; itiraf etmek; razı olmak; hesaplamak. allowable caiz
- allowance -- tahsisat; bırakma; karşılık; müsamaha; itiraf; (tic.) fiyat indirimi; tolerans; harçlık bağlamak.
- allude -- ima etmek; zikretmek
- allure -- cezbetmek; meftun eden veya cazip şey; sihir. alluring cazip
- ally -- müttefik; dost; yapısı veya bileşimi itibariyle başka bir şeye benzeyen şey; birleşmek; akraba olmak. ally oneself with veya to ile birleşmek.
- alphabet -- alfabe; unsurlar
- alter -- değiştirmek; hadım etmek; değişmek; (tıb.) bünyenin tabiatını değiştiren ve iyileştiren ilaç.
- altercate -- kavga etmek
- alternate -- münavebe ile birbirini takip etmek veya ettirmek; bir sıra takip etmek; karşılıklı; (bot.) karşılıklı olmayan; icabında başkasının yerini alabilen kimse
- alum -- şap.
- amain -- şiddetle
- amalgam -- malgama; karışım; iki şeyin birbirine karışması.
- amalgamate -- cıva ile başka bir madeni birbirine karıştırmak: karıştırmak; karışmak; karışma; millet; halita
- amass -- yığmak
- amaze -- hayran bırakmak
- amber -- kehribar; kehribar rengi .
- ambition -- hırs; heves; şiddetle arzu olunan şey. ambitious haris; çok istekli; başarma isteği olan; büyük işler peşinde koşan. ambitiously ihtirasla
- amble -- eşkin gidiş; binek hayvanlannın eşkin ve rahvan yürüyüşü; eşkin gitmek; avare avare gezinmek.
- ambulate -- gezmek; (tıb.) vücudun bir tarafından başka tarafına geçen; (tıb.) hastayı yatırmaya lüzum göstermeyen. ambula'tion gezme; gezmeye ait
- ambuscade -- pusu
- ambush -- pusu; tuzak kurmak
- ameliorate -- biraz ıslah etmek; iyileşmek; düzelmek
- amen -- (ünlem) âmin; (argo) Haklısınız (I.)
- amend -- ıslah etmek; (huk.) bir tasarı vb'ni tadil etmek; tamir etmek; değişiklik yapmak; iyileşmek; iyileşmeye yüz tutmak.
- amerce -- para cezasına çarptırmak
- americanize -- Amerikalılaştırmak.
- ammunition -- mühimmat
- amnesty -- genel af: genel af yoluyla serbest bırakmak.
- amortize -- (-ing) (-tise) (tic.) bir borcun anaparasını taksitlerle ödemek
- amount -- to ile; meblâğ; faizle beraber anaparanın yekunu; hulasa. amount brought forward (tic.) nakli yekun.
- ampersand -- (matb.) 've anlamına gelen işaret: &.
- amplify -- bollaştırmak; sesini kuvvetlendirmek; ayrıntıları ile söylemek veya yazmak; mübalâğa etmek. amplifier amplifikator; büyüten
- amputate -- bir uzvunu kaybetmiş olan kimse.
- amuse -- eğlendirmek
- anagram -- harflerin sırası değiştirilerek elde edilen yeni kelime.
- analyze -- (ing) analyse tahlil etmek; çözümlemek
- anastomose -- (anat.) anastomoz vasıtasıyle birleşmek
- anathematize -- anathematize (ing) (-tise) afaroz etmek
- anatomize -- (-ing) -mise teşrih etmek
- ancestor -- cet; iyi aileden gelme
- anchor -- demirlemek; (den) demir; iki duvarı birbirine tutturan demir; halat çekişme oyununda en arkada duran adam; çıkar yol; emniyet. at anchor demirli
- and -- (bağlaç.) ve
- anesthetize -- (tıb.) uyutmak.
- angel -- melek; ölmüş bir kimsenin ruhu; melek gibi adam; (k.dili.) bir piyes vb'nin masrafını üzerine alan kimse. angelfish maymunbalığı
- anger -- öfke; darıltmak
- angle -- olta ile balık avlamak. angler olta ile balık tutan kimse; başka balıkları yutan büyük ağızlı ve boynuzlu bir çeşit balık; açı; sivri köşe; görüş açısı; vecih; (argo) kâr. angle of incidence gelme açısı. angle of reflection yansıma açısı. angle of vision görüş açısı. acute angle dar açı. adjacent angles bitişik açılar. aIternate angles iç veya dış ters açılar. critical angle en küçük kırılma açısı; (hav.) zor iniş açısı. drift angle (den.) (hav.) akıntı açısı. abtuse angle geniş açı. plane angle düzlem açı. right angle dik açı. spherical angle küresel açı. angled açılı; köşeler yaparak dönmek; (k.dili) ima yoluyla bir şeyi veya fikri öne sürmek; el altından soruşturmak. angle iron köşebent demiri.
- anglicize -- İngilizleştirmek
- anguish -- Şiddetli ıstırap
- animadvert -- eleştirici bir şey söylemek
- animalize -- hayvanlaştırmak: hazım yoluyla besinleri hayvani madde haline getirmek. animaliza'tion hayvanlaştırma.
- animate -- hayat vermek; neşeli
- ankle -- ayak bileği. ankle bone (anat.) aşık kemiği
- anneal -- tavlamak
- annex -- ilâve; ek bina; ilhak etmek
- annihilate -- imha etmek yok etmek; bozmak; iptal etmek; iptal; tüketme; fena.
- annotate -- şerh etmek
- announce -- bildirmek
- annoy -- tâciz etmek; kızdırmak. annoyance sıkıntı
- annul -- bozmak
- annunciate -- ilan etmek
- anoint -- yağlamak; sıvamak. anointing
- answer -- cevap; (müz.) bir çalgının başka bir çalgıya cevap vermesi; hesabın doğru sonucu. answerless cevapsız.; cevap vermek; halletmek; mukabele etmek; ihtiyacı karşılamak; ödemek; to /e tekabül etmek; cevap verilebilir.
- ant -- karınca
- antagonize -- zıtlık yaratmak
- ante -- pokerde oyuna başlamadan evvel her oyuncu tarafından ortaya konulan para
- antedate -- bir mektuba veya senede geçmiş bir tarih atmak; daha evvel gelmek
- anthem -- şükran ve sevinç ilâhisi. national anthem milli marş.
- anticipate -- beklemek; önceden tahmin etmek sezinlemek; önce davranmak.
- antidote -- panzehir; herhangi bir (bedeni veya akli) bozukluğun etkisini giderici madde. antidotal panzehire ait.
- antiquate -- eskitmek.
- antique -- eski zamanlara ait; eski devirlerden kalma; sanatta eski Yunan ve Roma uslubu; bir çeşit matbaa harfi. antiqueness antikalık
- anvil -- örs.
- apartheid -- Güney Afrika'da ırk ayırımı.
- ape -- b kuyruksuz veya kısa kuyruklu maymun; maymun; mukallit kimse; taklit etmek.
- apocopate -- kelime sonundan bir veya birkaç harfi kaldırmak. apocopate son harfi veya sesi kaldırılmış (kelime) apocope kelime sonundan bir veya birkaç harfi kaldırma.
- apologize -- özür dilemek; yazılı veya sözlü olarak savunmak.
- apology -- özür; mazeret; savunma; yetersiz bir örnek veya taklit.
- apostate -- din değiştiren kimse; siyasi parti veya inancını değiştiren kimse; din değiştiren
- apostatize -- irtidat etmek; fikir veya prensiplerinde değişiklik yapmak.
- apostrophize -- bir söylevde hazır bulunmayan bir şahsa hitap etmek.
- appall -- (ing) appal dehşete düşürmek
- appanage -- kral tarafından hanedana mensup olanlara irat ve maaş olarak tahsis olunan arazi veya para; has; bir kimsede yaradılıştan mevcut olan kabiliyetler
- apparel -- esvap
- appeal -- münacat; cazibe; daha yüksek bir makama baş vurma; (huk.) temyiz; rica etmek; yardım talebinde bulunmak; (huk.) davayı daha yüksek bir mahkemeye devretmek; müracaat etmek; hoşuna gitmek; baş vurmak. appeal from the chair meclis başkanının kararına karşı gelerek meclise baş vurmak. appeal to the country (ing) halkın oyuna baş vurmak. ıt appeals to the eye.Göze güzel görünür. Göze hitap eder. Göz doldurur.
- appear -- gözükmek; belirmek; meydana çıkmak; aşikâr olmak; bizzat veya vekil vasıtasıyla mahkeme huzuruna çıkmak
- appease -- teskin etmek; tatmin etmek; bastırmak; (pol.) harp tehdidinde karşı tarafa taviz verme.
- append -- ilave etmek; iliştirmek.
- apperceive -- kavramak
- appertain -- ait olmak
- applaud -- alkışlamak; takdir etmek
- apple -- elma. apple blossom elma baharı. apple butter elma marmelâdı. apple green elma yaprağı renginde. applejack elma rakısı. apple juice elma suyu. apple of discord (mit) kavga tanrıçası tarafından tanrılara atılan ve Paris tarafından Venüs e hediye edilen elma. apple of the eve gözbebeği; k dili saçma
- apply -- yaklaştırmak; uygulamak; atfetmek; tahsis etmek; mahsus olmak; müracaat etmek
- appoint -- atamak; tesis etmek; kararlaştırmak; donatmak
- apportion -- eşit olarak bölmek; paylaştırma
- appose -- yan yana koymak; yapıştırmak.
- appraise -- değer biçmek; tahmin etmek. appraisement değer biçme; tahmin appraiser muhammin.
- appreciate -- paha biçmek; kadrini bilmek; fiyatı yükseltmek; ayırt etmek; fiyatı yükselmek
- apprehend -- vesayet altına almak; tutuklamak; anlamak; korkmak
- apprentice -- çırak; (den.) miço; usta yanına çırak olarak vermek
- approach -- yaklaştırmak; baş vurmak; başlamak; yaklaşma; methal; başlangıç; (spor) golf topunu yeşil meydana sokan vuruş. approachable müracaat edilebilir
- approbate -- resmen tasvip etmek
- appropriate -- almak; tahsis etmek; münasip; mahsus
- approve -- uygun bulmak; denemek
- approximate -- yaklaşık olarak; yaklaşmak; yaklaşma
- apricate -- güneşte ısınmak.
- apron -- önlük; tiyatro sahnesinin ön kısmı; (hav.) hangarın önündeki beton saha; makinelerin üzerindeki koruyucu metal kapaklar; kayışlı taşıyıcı; buzul eteği; örtü. tied to her apron strings aşırı derecede annesine veya karısına bağlı. aproned önlüklü.
- apt -- ...eğiliminde olan; çabuk kavrayan; uygun; çabuk kavrayış; eğiliminde olan
- aqualung -- su altında kullanılan oksijen tüpü
- aquaplane -- su kayağı
- aquatint -- (güz) (san) bakır levhaları kezzap ile özel bir şekilde işleyip suluboya resim gibi resim yapma metodu; bu şekilde yapılmış resim.
- arbiter -- hakem
- arbitrage -- (tic.) bir borsada satın alınan tahvilatı aynı zamanda diğer bir borsada kâr ile satma; arbitraj; hakem vasıtası ile bir davayı halletme.
- arbitrate -- hakem sıfatıyla dinleyip karar vermek; karar vermek; hakem kararıyla halletmek.arbitra'tion hakem kararıyla halletme. arbitration court (huk.) hakem mahkemesi. arbitrator hakem
- arch -- nazlı; (kıs.) archaic; kemer; ayak kemeri; kavis arch stone kemerin kilidi makamında olan taş. arch supporter ayak kemerine destek; kemer yapmak veya kemerlerle kapatmak; (sırt veya kaş) kabartmak.
- archetype -- asıl numune
- architect -- mimar.
- argue -- tartışmak; ispat etmek; out of ile caydırmak; for ile delil göstererek lehte söz söylemek; savunmak; against ile itiraz etmek
- argument -- tartışma; karşısındakileri ikna etmek için öne sürülen delil veya hususlar; bir kitabın savunduğu fikirlerin özeti. argumen'tal münakaşa veya delil göstermeye ait. argumenta'tion tartışma; yargılama; zıtlık ifade eden
- aright -- doğru olarak
- arise -- kalkmak; zuhur etmek; ortaya çıkmak
- arm -- silahlandırmak; silahlanmak; zırh giydirmek; silah; askeri kuvvetlerin bir kolu. arming silahlanma; silahlandırma; donatım teçhizat; kol; dal; mil: şube; pazı; koy; kuvvet; pazıbent; halis
- armature -- zırh; hayvan ve bitkilerde zırh; (elek) armatür; bobin endüvisi.
- armor -- (ing) armour zırh; silâh. armor-bearer silâhtar. armor-piercing zırh delen. armor plate zırhlı levha. armored zırhlı. armored car zırhlı otomobil
- armour -- (bak.) armor.
- aromatize -- kokulandırmak
- arouse -- uyandırmak; uyanmak
- arr -- (kıs.) arranged
- arraign -- (huk.) mahkeme huzuruna çağırıp cürüm isnat etmek; kusur bulmak. arraigning; kusur veya kabahat yükleme.
- arrange -- düzenlemek; bir konuda anlaşmaya varmak; kararlaştırmak; islah etmek; hazırlanmak; (müz.) aranjman yapmak. arrangement düzenlemi; hazırlık; anlaşma; tertip edilmiş şey; (müz.) aranjman.
- arras -- nakışlı duvar veya kapı halısı; halı dokuması.
- array -- saf; ordu; debdebe; muhteşem kıyafet.; dizmek; giydirip kuşatmak; giydirip kuşatma.
- arrest -- tutuklama; durdurma; kesme; durdurmak; (huk.) tutuklamak; çekmek; durdurulmuş.
- arrive -- gelmek; gelen kimse.
- arrogate -- iddia etmek; bir diğerinin üzerine atmak. arroga'tion haksız iddia.
- arrow -- ok. arrowhead ok başı
- arson -- kundakçılık
- arterialize -- (tıb.) oksijen vasıtasıyla ciğerlerdeki pis kanı temiz kan haline getirmek.
- article -- makale; bent; ey; kısım; (gram.) harfi tarif ve harfi tenkir : (zool.) boum; maddeler halinde tertip etmek; madde madde şikayetleri içine alan bir dilekçe vasıtasyyla bir kimseyi dava etmek; usta yanyna mukavele ile çırak vermek
- articulate -- mafsal ile birletirmek; mafsallarla bitişmek.; mafsallı; düzenli bir şekilde birbirine bağlı.; açıkça beyan etmek; telaffuz etmek; düşüncelerini rahatça ifade edebilen; konuşkan. articulately açıkça ifade ederek
- artifice -- oyun; hüner; hunerli iş; ustalık.
- ascend -- çıkmak; akarsu boyunca akıntıya karşı gitmek; artmak; üzerine çıkmak
- ascertain -- doğrusunu anlamak
- ascribe -- atfetmek
- ash -- dibudak ağacı veya kerestesi; kül. ash can kaloriferden alınan küllerin konulduğu varil. ash hole kül yeri
- ashen -- kül gibi; kül rengi; dişbudak ağacına ait veya ondan yapılmış.
- aspect -- görünüş; yüz; bakış; safha; (astrol.) gezegenlerin birbirine oranla durumları.
- asperse -- iftira etmek; serpmek. aspersion iftira
- asphalt -- maden zifti; asfalt; asfalt yol.
- asphyxiate -- boğmak; boğulmak.asphyxia'tion oksijen yokluğundan boğulmaya sebep olma
- aspirate -- "h" sesi ve ''h" harfi; "h'; "h" sesiyle telâffuz etmek; ''h" sesiyle telâffuz olunan.
- aspire -- yüksek bir gaye edinmek
- assagai -- Güney Afrika'da kullanılan hafif bir mızrak.
- assail -- saldırmak; tecavüz etmek
- assassin -- suikastçı; (bh) ismaili mezhebinin Haşşâşin denilen koluna mensup olan kimse.
- assassinate -- suikast yapmak; bir kimsenin şöhretini mahvetmek assassina'tion suikast
- assault -- saldırı; saldırmak
- assay -- tahlil; tecrübe; tartma; ayar için alınan madde.; denemek; tahlil etmek; değer biçmek
- assemble -- toplamak; parçaları yerli yerine takmak; toplanmak
- assent -- rıza; razl olmak
- assert -- ispat ve iddia ile beyan etmek; üzerinde durmak; demek
- assess -- tayin etmek (vergi
- asseverate -- beyan ve iddia etmek
- assign -- atamak; aylrmak; kararlaştırmak; atfetmek; (huk.) devretmek as(sig.)nable tayini mümkun; feragat edilmesi mümkün.
- assimilate -- benzetmek; özumsemek; benzesme; hazım; hazmedici
- assist -- yardım etmek; yardım assist at hazır bulunmak assistance yardım
- assize -- kurulda alınan karar; (çog)
- associate -- arkadaş; serik; uye; arkadaşlık etmek; ortak etmek; benzetmek; ortakllk kurmak; arkadas olan; tam üyelik haklanndan yararlanamayan; şeriklik
- assort -- tasnif etmek; uymak; çesitle
- assuage -- azaltmak; tatmin etmek.
- assume -- üzerine almak; farzetmek; var gibi göstermek; yetkisi olmadan bir vazifeyi üstüne almak. assumed farzolunan; hayali; takma; gasbedilmiş assuming kibirli
- assure -- temin etmek; ikna etmek; söz vermek; (sig.)orta etmek.assured önceden belli olan (ışur'idli) elbette
- asterisk -- yıldız işareti.
- astonish -- şaşırtmak
- astound -- aşırı derecede şaşırtmak
- astringe -- sıkmak; sıkıştırıcı büzücü.
- astrogate -- uzay aracında yön tayin etmek.
- asymptote -- (mat.)asimptot
- atom -- atom; çok küçük miktar.
- atomize -- (ing)-ise atomlara ayırmak.
- atone -- telâfi etmek
- atrophy -- (tıb.) gıdasızlıktan zayıflama; dumur
- attach -- takmak; bitiştirmek; (huk.) haczetmek; maiyete tayin etmek; vermek; sevdirmek attached bağlı; ilişik; tutkun.
- attack -- hücum etmek; laf atmak; işe koyulmak; tutmak; saldırı; (tıb.) yakalanma; birbirinin aleyhinde söyleme; işe koyulma; (müz.) bir notaya başlama tarzı.
- attain -- varmak; kazanmak
- attaint -- (huk.) idam hükmü verilmesi üzerine bir kimsenin vatandaşlık haklarını kaldırmak; lekelemek; Ieke; medeni hakların kaldırılması.
- attemper -- mülayimleştirmek; (içine bir şey katarak) ısıyı ayarlamak veya düzenli bir hale koymak; adapte etmek
- attempt -- kalkışmak; çalışmak; hayatına kastetmek; teşebbüs; deneme
- attend -- (toplantıya) iştirak etmek; kulak vermek; bakmak; eşlik etmek; hazır bulunmak; beklemek; on ile hazır bulunmak; to ile bakmak; ilgilenmek; meşgul olmak; kulak kesilmek
- attenuate -- ince; inceltmek; değerini düşürmek attenua'tion inceltme; incelme
- attest -- ( resmen ve açıkça söylemek; şahadet etmek; şahadet
- attire -- süslu veya gösterişli elbise; giydirmek; tezyinat.
- attitude -- tutum; vaziyet alış; (hav.) dünya ve ufka göre meyil tutumla tutumla ilgili
- attorn -- (huk.) başkasının kiracısı olmaya razı olmak; devretmek.
- attorney -- vekil; başsavcı; vekaletname attorneyship vekâlet
- attract -- çekmek
- attribute -- vermek; sıfat; ozellik; yetki; (gram) niteleyici.; (man.) yüklem; (gram) yüklem; sıfat veya benzeri.
- attune -- akort etmek; ahenk kazandırmak
- auction -- mezat; bir çesit iskambil oyunu; miizayede ile satmak
- audible -- işitileilir
- audit -- hesapların gözden geçirilmesi; hesapları kontrol etmek. auditor hesap kontrolörlüğü.; dinlemek; ABD dinleyici talebe olarak bir dersi takip etmek. auditive işitmeyle ilgili (şey) auditory işitme duyusu ve organları ile ilgili; (çog) dinleyiciler. auditory canal (anat.) kulak yolu.
- audition -- (opera; işitme hassası
- auger -- burgu
- aught -- sıfır.; şey; hiç bir şey; hiç; hiç bir şekilde For aught (I.) carel Umurumda deği.l Vız gelir tırıs gider. Bana ne !
- augment -- zam; ilâve harf veya hece (Yunan; büyütmek; uzatmak; büyümek; augmentable artırılması mümkün olan; (gram.) kelimenin anlamını büyüten (ek) augmented artmış
- augur -- eski Roma'da kuşlara bakarak kehanet etmekle görevli bir çeşit falcı; kâhin; kehanet etmek; yormak. augural kahinliğe ait. augury kehanet; fal; kehanet ayini.
- august -- Ağustos ayı.; muhterem
- auscultate -- (tıb.) stetoskop ile dinlemek.
- auspicate -- uğur getireceğine inanılan törenlerle açmak
- authenticate -- doğru olduğunu ispat etmek
- author -- yazar; yaratıcı; yazarın eserleri; yazmak
- authorize -- yetki vermek; yetkili olarak kurmak; izin vermek; ruhsat vermek; müsaade etmek; caiz görmek; teyit etmek
- autoclave -- otoklav
- autograft -- (tıb.) aynı vücuttan alınıp vücudun başka bir yerine yapıştırılan ekleme parça.
- autograph -- bir kimsenin kendi el yazısı; muharririn kendi eliyle yazılmış yazı veya müsvedde; bir kimsenin kendi el yazısı ile imzası; kendi el yazısı ile imza atmak.
- automate -- otomatikleştirmek
- automobile -- otomobıl.
- autopsy -- otopsi.
- avail -- yarar; yaramak
- avalanche -- (çığ) dağ1ardan yuvarlanan kar kümesi; heyelân.
- avaunt -- (ünlem)
- avenge -- intikam almak
- aver -- iddia etmek
- average -- ortasını bulmak; vasati olarak yapmak veya almak; vasati yekun tutmak.; vasati hesap; cari olan fiyat; adi ölçü; (den) hasar; muhammin
- averse -- to ile karşı; çekinen
- avert -- başka tarafa çevirmek; önlemek
- aviate -- uçak kullanmak.
- avoid -- sakınmak; (huk.) bertaraf etmek; bertaraf edilir; (huk.) iptal.
- avouch -- onaylamak
- avow -- açıkça söylemek
- await -- beklemek
- awake -- uyanık; uyandırıcı.
- award -- ödül müküfat; olarak vermek; hükmen vermek
- awe -- korkutmak; korku
- azure -- gökyüzü; gök mavisi; gökmavisi renkte.
- baa -- koyun melemesi; melemek.
- babbitt -- vaytmetal; buna benzer herhangi bir alaşım. babbitt bearings bu maden ile yapılan mil yatağı.
- babble -- anlaşılmaz sözler söylemek; gevezelik etmek; çağlama; manasız ve saçma bir şekilde if ade etmek; boşboğazlık etmek; boş laf; gevezelik; çağlayan (ırmak)
- baby -- bebek çocuk; bir ailenin en küçüğü; çocukça halleri olan kimse; (argo) bir kimsenin ovunmesine sebep olan icat veya eser; (argo) kız; bebek gibi; bebeğe ait; bebeğe yakışan; (k.dili.) küçük nispeten küçük; küçük çocuk muamelesi yapmak; şımartmak baby blue süt mavisi baby'sbreath bir cins uzun saplı
- bach -- (k.dili.) bekâr hayatı yaşamak.
- back -- bir şeye destek olmak; tarafını tutmak; geriye sürmek; sırtına binmek; (den.) güneşin aksi yönüne dönmek; desteklemek.; arka; belkemigi; futbolda bek; vazgeçmek; ihmal etmek.back scratcher kasağı.; geri; yine; gerilemek; tekne; arkadaki; arkaya doğru olan; eski. back country taşra; geri kalmış bölgeler. back formation ((dilb.) benzetme yolu ile bir kelimeden geriye gidilerek türetilen yeni kelime. back issue eski tarihli mecmua. back number günü geçmiş gazete; itibardan düşmüş şey veya kimse back taxes vergi borcu.
- backbite -- gıyabındaçekiştirmek
- backdoor -- gizli
- backdrop -- sahnede arka perde.
- backfire -- orman yangınını söndürmek için aksi yönde çıkartılan yangın; (mak.) geri tepme; bunsen lambasında fitil yanmadan gazın tutuşması; aksi yönde kasten yangın çıkarmak; geri tepmek.
- backgammon -- tavla oyunu; tavla oyununda yenmek
- background -- arka plan; (güz) (san) (fon); bir kimsenin geçmişteki görgü; muğlak
- backhand -- elin tersi öne gelecek şekilde yapllan vuruş; geriye doğru veya sola yatık olan el yazısı; elin tersi öne doğru olarak yapllan; dolayısıyle
- backlash -- şiddetli geri itme; makinede boşluk veya salgı; yeniliğe karşı umumun aksi tepkisi.
- backlog -- ABD ocakta arka tarafa konan iri kütük; destek veya yedek vazifesi gören herhangi bir şey.
- backscratch -- birbirini yağlamak back-scratcher sırt kaşıyıcısı; yagcılık yapan kimse. back-scratching birbirini yağlama.
- backset -- sekte; ters akıntı.
- backslide -- fena yola sapmak; doğru yoldan tekrar günaha dönmek. backslider fena yola sapan kimse; tekrar günaha dönen kimse.
- backspace -- daktiloda geri gitmek.
- backstitch -- iğneardl dikiş; iğneardı dikiş dikmek.
- backstop -- (A.B.D.) topun kaçmasnı önlemek için arka plana gerilen ağ veya parmaklık.
- backstream -- ters akıntı anafor.
- backstroke -- ters vuruş; sırt üstü yüzüş.
- backtrack -- geriye dönüş yapmak; söylediğini değiştirmek veya sözünü geri almak.
- backwash -- kayık küreklerinin veya gemi pervanesinin geriye attlğı su; kendisini yaratan olayın bitiminden sonra da devam eden durum.
- backwater -- bir set vasltaslyle geri çevrilen su; dümen suyu; durgun su; durgunluk; (den.) siya etmek
- bad -- (worse; değersiz; kifayetsiz; yanlış; geçersiz; bozuk; keyifsiz; pişman; şiddetli; çürük. in bad (k.dili.) güç durumda. be bad at something bir şeyi becerememek. bad debt şüpheli alacak
- badge -- nişan
- badger -- porsuk; porsuk kürkü; porsuk kılından yapılma fırça ve olta; kızdırmak; taciz etmek
- badinage -- takılma; istihza
- baffle -- şaşırtmak; engel olmak; boşa çıkarmak; beyhude yere mücadele etmek; su; hoparlör ekranı. be baffled şaşırmak.
- bag -- (-ged; kese; bir çanta muhtevası; inek memesi; (argo) bir paket esrar; torbaya veya çuvala koymak; torba gibi şişmek; şişirmek; yakalamak; avucunu yalamak. in the bag ABD (argo) emin; (colloq.) çantada keklik.
- bagel -- bir cins tatlı küçük ekmek.
- bagpipe -- gayda
- bail -- (huk.) kefil; kefalet; kefalete bağlanma; kefaletle tahliye; tahliye için kefalet; bir kimseye kefalet ederek tahliyesini temin etmek; mevkufu kefile teslim etmek; emanet etmek; kayıktan su boşaltmaya mahsus tas; çember kulp; tente desteği; ahır bölmesi; (kriket) oyununda kullanılan çubuk; kayığın suyunu boşaltmak. bail out tayyareden paraşütle atlamak. bailer kayığın suyunu boşaltan kimse; (kriket) sipere vuran top; (huk.) bir kimseye emanet para veren kimse.
- bait -- olta veya kapan için yem; aldatma; mola; oltaya veya kapana yem koymak; olta veya tuzak yemi ile cezbetmek; üzerine köpek saldırtmak (hayvan); eziyet etmek
- baize -- (çoğ.)unlukla yeşil renk olan ve özellikle bilardo masalarında kullanılan yumuşak; bu kumaştan yapılmış eşya.
- bake -- fırında pişirmek; ateşte kurutmak. baking fırında pişirme; bir pişim. baking powder krem tartar ve karbonat karışımı kabartıcı toz
- baksheesh -- bahşiş
- balance -- balance of trade ticaret dengesi; tartmak; eşit olmak; tereddüt etmek
- bald -- dazlak; çıplak; sade; gizli olmayan; (zool.) başında ak tüyler olan (hayvan) balding saçları dökülen. baldhead; aşikâr olarak. baldness kellik; açıklık. baldfaced beyaz yüzlü (hayvan); yüzsüz
- balderdash -- saçma sapan söz
- bale -- balya; balya yapmak
- balk -- bir engel karşısında duraklamak; yürümemekte ısrar etmek; mani olmak; kaçınmak; mania; hata; tarlada sürülmemiş kısım; kiriş; ( beysbol) topu atanın zamansız olarak topa vuruyor gibi davranarak yaptığı hata; bilardo masasının bir kısmı. balk line bilardo masasındaki çizgi.
- balkanize -- ing. -ise Balkanlaştırmak; birbirlerine düşman olan muhtelif ufak devletlere bölmek.
- ball -- top; bilye; yumak; top oyunu; (beysbol) istenilen şekilde ve yönde atılmayan top; (ask.) gülle; yumak haline koymak; yumak haline gelmek; (A.B.D.); bilyeli yatak. ball cock yüzen top ile işleyen kapama valfı. ball of the foot ayak parmaklarının kökü. ball peen hammer bir ucu yarım küre biçiminde olan çekiç. ball valve toplu valf. ball and chain ayak kösteği; balo. have a ball (argo) eğlenmek.
- ballad -- balad
- ballast -- (den.) safra; safra koymak; çakıl döşemek. in ballast yüksüz
- ballet -- bale; bale trupu.
- balloon -- balon; (kim) balon şişe; karikatür serilerinde şahısların sözlerini içine alan balon şeklindeki çizgi; balon ile uçmak; balon gibi şişip kabarmak; şişirmek. balloon foresail (den.) (çoğ.)unlukla yatlarda kullanılan bir cins balon yelkeni; balon gibi şişen ve fazladan kullanılan yelken. balloon sickness (tıb.) çok yüksek irtifalarda hası1 olan hastalık
- ballot -- oy pusulası; bir seçimde oyların toplamı; gizli oy usulu ile yapılan seçim; oy vermek; kura çekmek (yer için) ballot box oy sandığı. ballot paper oy pusulası.
- ballroom -- dans salonu
- ballyhoo -- (k.dili) heyecanlı ve göze batan propaganda veya yazı; gürultü
- balm -- ilâç olarak kullanılan birkaç çeşit yağ; belesan yağı; (bot.) melisa; kokulu merhem; ağrı veya sızıyı dindiren; merhem; bir cins Kuzey Amerika kavağı. balm honey kötü kokulu oğulotu.
- balsam -- belesan; pelesenkağacı; kınaçiçeği; bu ağacın tahtası sweet scented balsam yabani nane. balsamıc belesan gibiüzel koku verici
- bamboo -- hintkamışı; bambudan yapılmış.
- bamboozle -- (k.dili) aldatmak; şaşırtmak.
- ban -- beyanname; ortaçağda seferberlik ilanı. banns (çoğ.) nikâh ilânı; Hırvat ve Slovanya valisi.; yasaklamak; (eski) lânetlemek; yasak
- band -- takım; bando; dans müziği çalan orkestra; toplamak; bağlamak; şaşırtıcı olmak.; şerit; sargı; kemer; kayış; çizgi; çizgilerle süslemek.
- bandage -- sargı; sarmak
- bandicoot -- Hindistan'da bulunan bir cins büyük fare.
- bandit -- haydut
- bandoline -- bir çeşit saç yağı.
- bandy -- topa vurur gibi sağa sola vurmak; mukabele etmek; çarpık; ing. hokey oyunu; hokey kulubü. bandylegged çarpık bacaklı.
- bane -- zehir; afet; öIüm.
- bang -- gürültü; bir vuruş neticesinde çıkan ses; patırtı; enerji; (A.B.D.); (argo) uyuşturucu madde içitimi; çarpmak; hızla vurmak; gürültü yapmak; (argo) morfin yapmak; gürültülü bir şekilde
- bangle -- halka
- banish -- sürgün etmek; kovmak
- banjo -- (müz.) banco
- bank -- yığın; bayır; kıyı; kıyıdan açık kısımlarda deniz dibinin sığ olduğu bölge; (mad.) ocak agzı; bilardo masasının kenarı; kısa kürekçi sırası; piyano veya orgda tuş sıralanndan her biri; (matb.) küçük manşet; (matb.) gale yatağı; (hav.) yatış; yığmak; (hav.) dönerken yan yatmak; ateşin yavaş yanmasnı temin için küllemek; kümelenmek; orgda klavyelerden her bir bank of lights (tiyatro) grup; banka; (iskambil) banko; banka veya bankacılık vazifesini yapmak; bankaya para yatırmak; (k.dili) dayanmak; bir banka tarafmdan diğer bir banka üzerine çekilen poliçe. bankbook banka defteri; müşterilere gönderilen hesap hulasası. blood bank kan bankası. savings bank tasarruf sandığı tasarruf bankası. bankable bankaca muteber. banking bankacılık.
- bankrupt -- müflis (kimse); iflas ettirmek
- banner -- bayrak; (gazet.) manşet.
- banquet -- ziyafet; ziyafet çekmek.
- banter -- şaka; şaka etmek
- baptize -- vaftiz etmek; ad koymak vaftiz ayini ifa etmek; ilk defa kullanmak.
- bar -- çubuk; mania; bir nehir ağzında veya kıyıya paralel olan uzun kum ve cakıl seti; avukatlık mesleği; mahkemede dinleyicileri hakim; mahkemede sanık kürsüsü; içki satılan veya içilen yer; (müz.) ölçü çizgisi; (hane.) armada birbirine paralel iki serit. bar line (müz.) öIçü çizgisi. bar of soap sabun kalıbı. admit to the bar baroya kabul etmek. behind bars hapiste; kol demiri ile kapamak; parmaklığln arkasında tutmak; mani olmak; hariç tutmak; kumaş üzerine çizgi veya yollar yapmak.; (fiz.) bar; (edat.) maada; (kıs.) barometer
- barb -- (argo); olta çengeli; ok ucu; kanca; kuş tüyünün bir kılı; (bot.); kısa ve kalın gagalı güvercin; rahibelerin kullandığı boynu ve göğsü örten keten örtü; (eski.) sakal; Mağrip atı; ok
- barbarize -- ing. rise vahşileştirmek
- barbecue -- kuzu v.b.'nin bütün olarak çevrildiği açık hava toplantısı; bütün çevrilmiş koyun; bu işe mahsus portatif ızgara; baharatlı ve salçalı bir et yemeği; açık havada bütün hayvan çevirmek.
- barber -- berber; tlraş etmek. barbers itch birkaç cins parazit mantarın yüzde ve boyunda meydana getirdiği bir deri hastalığı. barbershop berber dükkanı.
- bard -- saz şairi; ing. fırında pişerken kurumasın diye rostonun üstüne konulan yağlı et.; at zırhını meydana getiren parçalardan biri; ata zırh giydirmek; donatmak.
- bare -- çıplak; sade; havı dökülmüş; ancak yetecek kadar; yüzsüz; soymak
- bargain -- pazarlık; muamele; işlem; kelepir; pazarlık etmek; kayıt ve şarta bağlamak
- barge -- mavna; saltanat kayığı; mavna ile taşımak; mavna gibi ağır hareket etmek; (k.dili); işe karışmak
- bark -- havlama; (k.dili) öksürük; havlamak; havlamaya benzer sesler çıkarmak; yüksek sesle konuşmak veya bağırmak; (argo) bir eğlence yerinin kapısında çığırtkanlık etmek; öksürmek. bark up the wrong tree yanlış kapı çalmak. His bark is worse than his bite Ne varsa dilindedir.; (bot.) kabuk; ağaç kabuğu; kabuğunu soymak; tabaklamak.
- barm -- biranın üstündeki köpük.
- barn -- ahır; ambara koymak. barn dance bir çiftlikte ambarda yapılan danslı toplantı. barn owl peçeli baykuş
- barnacle -- gemi diplerine veya kayalara yapışan midyeye benzer birkaç cins kabuklu deniz hayvanı; bir cins yabani kaz; (mec.) yapıskan huylu sırnaşık adam (fig.) çamsakızı. acorn barnacle beyaz kurt; (gen.) (çoğ.) at nallanırken burnuna takılan kıskaç
- barnstorm -- (A.B.D.) (k.dili.) taşrada temsil vermek; taşra halkını uçakla gezdirip para kazanmak.
- barrack -- kışlada oturtmak.; Avustralya ve ing.; bağlrarak tezahürat yapmak.
- barrage -- sulama işlerinde hendekteki suların yönünü veya seviyesini değiştirmek için hendeğe konulan geçici mânia.; (ask.)top ateşi ile yapılan mania; şiddetli hücum.barrage balloon uçak hücumuna karşı savunmada kullanılan ve yere bağlı olan balon.
- barrel -- varil; bir varilin içine alacağı miktar; top veya tüfek namlusu; fıçıya koymak; (A.B.D.) arabayı hlzlı kullanmak. barrel buoy fıçı şamandıra. barrel organ latarna. barrel roll uçuşta uçağın ekseni üzerinde tam bir devir yapması. barrel vault (mim.) beşik kemer
- barrette -- saç tokası.
- barricade -- barikat; mânia; siper yapmak; barikatla önünü kesip müdafaa etmek. barricader barikat yapan kimse.
- barrier -- herhangi bir yolu kapamak için yapılan mania; doğal mânia (sıradağlar v.b.); çit
- barter -- mübadele usulü ile alışveriş etmek; takas yapmak; mübadele
- base -- kaide; (bot.) sap dibi; (zool.) bir uzvun gövdeye bitiştiği noktaya en yakın kısmı; (spor) depart; (ask.) üs; (kim.) alkali; (spor) saha kenarı. base of a column (mim.) pabuç (sütun)base of operations hareket üssü. off base (A.B.D.); temel atmak; on veya upon ile bir esas üzerine bina ettirmek; dayandırmak.; alçak; korkak; değersiz; sahte; nikahsız doğmuş; zalim. basely alçakça. baseness alçaklık.
- bash -- (k.dili.) kuvvetle vurmak; şiddetli vuruş; kuvvetli darbe; ing.
- basil -- fesleğen
- bask -- güneşlenmek; zevk verici bir durumun tadınl çıkarmak; bir şeyi güneşe veya ateşe tutmak.
- basket -- sepet; sepet dolusu; (spor) sayı; basketbol topu.basket fern eğreltiotu
- bass -- levrek; hani; (müz.) alçak perdeden; pest; basso
- basset -- sepet; sepet işi çocuk arabası.
- bassoon -- (müz.) çifte kamışlı bir nefesli saz.
- bastard -- piç; (argo) alçak herif; gayri meşru (çocuk); sahte; alışılmışın dışında; (matb.) normal boyda olmayan. bastardy piçlik. bastardly gayri meşru olarak doğan; hileli; bayağı.
- bastardize -- ing. -ise piç olduğunu ispat etmek; alçaltmak; şerefi lekelenmek; değiştirip kıymetini bozmak.
- baste -- teyellemek; (ahçı.) eti pişerken tereyağı v.b. ile yağlayarak yumuşatmak; (k.dili.) dayak atmak; dövmek. basting teyelleme; azarlama.
- bastinado -- dayak; sopa; falakaya yatırmak; dayak atmak
- bat -- (spor) beysbol; pingpong ve tenis raketi; tokmak; (spor) beysbol sopası veya diğer bir değnekle vurmak; beysbol v.b. oyunlarda sopa ile vurma sırası gelince oynamak; kırpmak (göz) bat around (argo) dolaşmak; münakaşa etmek; şaşmadan.; yarasa
- batch -- bir fırın dolusu ekmek; bir defada alman miktar; takım; yığın.
- bate -- nefesini tutmak; azaltmak
- bath -- banyo; kaplıca; fotoğraf; ing. banyo etmek; tuvalet. bathtub banyo kuveti.; ibranilerde eskiden kullanılan bir sıvı öIçü birimi
- bathe -- yıkamak; ıslatmak; banyo yapmak; deniz banyosu almak; etrafı su veya diğer bir sıvıyla çevrili olmak bathing beach plaj.
- batik -- batik
- baton -- (fr.) rütbe veya mevki alameti olan asa; değnek; (müz.) orkestra şefinin değneği
- battalion -- (ask.) tabur
- batten -- ince tahta parçası; semirmek; başkalarının sırtından geçinerek lüks bir hayat sürmek; semirtmek
- batter -- sert darbelerle vurmak; dövmek; eskitmek tahrip etmek; hamle yapmak. battered baby büyükleri tarafından hırpalanmış küçük çocuk.; sulu hamur; (matb.) bağlanmış sayfa halindeki dizilmiş harflerde bozukluk; bu bozukluğun meydana getirdiği yanlış; (spor) topa vuran oyuncu.; (mim.) temelden yukarı doğru meyletmek; bu şekilde meyilli duvar.
- battle -- muharebe; dövüş; savaşa katılmak; mücadele etmek; (argo) huysuz kocakarı. battle cruiser ağır kruvazör. battle cry savaş narası; herhangi bir kampanyada kullanılan mücadele sloganı. battle fatigue harp görmüş kimselerde görülen ruhsal çöküntü. battlefield savaş meydanı. battle royal birkaç kişinin katıldığı kavga; büyük ve hararetli münakaşa. battleship zırhlı harp gemisi. join battle savaşmak; meydan okumak. pitched battle iki tarafm da bütün güçlerini seferber ettiği savaş. battlescarred savaşta alınmış yara izleri taşıyan.
- baulk -- (bak.) balk.
- bawd -- (eski) genelev patronu.
- bawl -- haykırmak; bağırarak satış yapmak (işportacı); yüksek sesle ağlamak; haykırış
- bay -- defne; zafer nişanesi olarak verilen defneden yapılmış taç; (çoğ.) şöhret; doru rengi; doru at; doru; uzun havlama sesi; havlamak; sıkışık durumda.; koy; pencere çıkması; duvar bölmesi; bölüm. bay window cumba.
- bayonet -- süngü; süngülemek. bayonet clutch bayonet kavramı. spade bayonet kazma şeklinde süngü. trowel bayonet mala şeklinde ufak süngü.
- be -- (kıs.); (önek) hakkında; olmak; varlığını göstermek; to be seen görünmek) be at bulunmak; meşgul olmak. be after peşinde olmak. be from -(den.) gelmek
- beach -- kumsal; (den.) karaya çekmek; okyanustan sahile vuran büyük dalga. beach flea kumsallarda rastlanan birkaç çeşit sıçrayan yengeç cinsi küçük hayvan. beachhead (ask.) çıkarma yapılan sahil. beach wagon (A.B.D.); karada vazifeli (denizci); kızağa çekilmiş.
- beacon -- fener; işaret vermek için yüksek yerlerde yakılan ateş; işaret kulesi; (hav.) yol ve mevkii gösteren ışık veya radyo sinyali; yol göstermek; işaret koymak; işaret vermek .
- bead -- boncuk; coğ tespih; hava kabarcığı; arpacık; boncukla süslemek; boncuk dizmek. bead tree tespihağacı
- beagle -- bir seşit küçük av köpeği.
- beak -- gaga; kaplumbağa ve diğer bazı hayvanların baş kısımlarında bulunan sert kısım; (argo) burun; ibrik ağzı; eski tip harp gemilerinde düşman gemisini tahrip etmede kullanılan sivri madeni burun; ing.
- beam -- kiriş; direk; terazi kolu; araba veya saban oku; şua; (den.) kemere; geyigin boynuz. kökü be on her beam ends (gemi) alabora olurcasına yana yatmak. on the beam doğru yönde; doğru; yanlış.; yaymak; parlamak; yayılmak; sevinç göstermek (yüz ifadesiyle) beaming parlak; (den.) orta kısmı geniş olan.
- bean -- fasulye; diğer bitkilerde tane (kahve v.b.); fasulyeye benzeyen şey. vanilla bean; (argo) baş; (k.dili.) çok uzun boylu kimse. broad bean
- bear -- ayı; ayıya benzer hayvan: ant bear; hantal kimse; (tic.) borsada fiyatlar düşecek ümidiyle ilerde alacağı tahvil ve senetleri evvelden satan kimse. the Bear Rusya. bearberry ayı üzümü; kargaşalık. bears-breech ayı pençesi; taşımak; tahammül etmek; üstüne almak; lâyık olmak; etrafa yaymak; aklında tutmak; (meyva) vermek (ağaç); doğurmak. bear down çabalamak; sıkıstırmak. bear on alakası olmak. bear out desteklemek
- beard -- sakal; (bot.); sakalını yolmak; sakalına yapışmak; siddetle karşı koymak; sakal yapıştırmak. beard grass (bot.) sıçan kuyruğu. bearded sakallı. beardless sakalsız.
- beast -- hayvan; hayvanca davranan kaba kimse beast of burden yük hayvanı. beast of prey yırtıcı hayvan; (k.dili) çok fena; ing.
- beat -- vuruş; darbeden ileri gelen ses; (müz.) tempo; ses; polis devriyesi; ilginç bir haberin rakip gazeteden evvel neşri; (fiz.) birbirine yakın iki sesin meydana getirdigi ritmik çatlşma sesi. beaten dövülmüş; mağlup; çok kullanılmış beater; (A.B.D.); dövmek; defalarca vurmak; çalmak (davul); yenmek; sürgün avında avı çıkarmak için çalılara vurmak; üstün olmak; (ask.) davul çalarak işaret vermek; atmak (kalp) beat about the bush bin dereden su getirmek. beat all hollow tamamen yenmek. beat a retreat geri çekilmek; havanda su dövmekş beat the bushes aramak. beat time tempo tutmak. beat to windward (den.) orsasına seyretmek. beat up (k.dili) dövmek
- beatify -- saadete ulaştırmak; (Kat.) öImüş bir kimseyi azizlik mertebesine çıkarmak. beatification (Kat.) öImüş birkimsenin ilk azizlik derecesine çıkarıldığının Papa tarafından ilân edilmesi.
- beautify -- güzellestirmek; güzelleşmek
- beauty -- güzellik; güzel bir kimse; güzel manzaralı yer.
- bebop -- bir çeşit dans ve bunun müziği.
- becalm -- teskin etmek; (den.) rüzgarsızlıktan yelkenliyi kımıldatamamak. becalmed yatışmış.
- bechance -- vaki olmak; zuhur etmek.
- beck -- başla yapılan işaret; birisini işaretle çağırmak. at one's beck and call birisinin emrinde
- beckon -- baş veya el işareti ile çağırmak.
- becloud -- bulutlandırmak; kaplamak; içinden çıkılması zor hale getirmek.
- become -- olmak: yakışmak
- bed -- yatak; çiçeklik; yığın; evlenme; nehir yatağı; tabaka; mezar. bed linen yatak takımları. bed and board yiyecek ve yatacak yer; yatak temin etmek; misafir etmek; dikmek (çiçek); gömmek; tabakalar halinde dizmek; yatmak. bed down at ve inek gibi hayvanlara samandan yatak yapmak.
- bedabble -- bulaştırmak.
- bedaub -- bulaştırmak; aşırı derecede süslemek.
- bedazzle -- gözünü kamaştırmak
- bedeck -- süslemek; donatmak.
- bedevil -- çileden çıkartmak; cinnet getirtmek; bozmak
- bedew -- çiğ taneleri ile ıslatmak
- bedight -- (eski) donatmak
- bedim -- karartmak
- bedizen -- (eski.) gösterişli ve kaba bir şekilde süslemek
- bedraggle -- kirletmek bulaştırmak
- bedrench -- sırılsıklam etmek
- beef -- sığır eti; sığır; (k.dili.) adale kuvveti; (A.B.D.) (argo) şikâyet; (argo) şikâyet etmek. beef up (argo) kuvvetlendirmek. beef extract et suyu hulâsasu. beef tea sığır eti suyu.
- beehive -- arı kovanı.
- beeline -- kestirme yol; düz çizgi
- beer -- bira; alkollü veya alkolsüz olarak bitki kökleri; ing. önemsiz kimse
- beeswax -- balmumu; balmumu sürmek
- beetle -- tokmak; ağır çekiç; tokmaklamak; sarkık; sarkmak; taşmak. beetlebrowed sarkık kaşlı; çatık kaşlı.; kınkanatlılar familyasından herhangi bir böcek. black beetle ing. hamamböceği
- befall -- olmak; başına gelmek.
- befit -- uygun olmak
- befog -- sisle kapamak; şaşırtmak
- befool -- aldatmak
- befoul -- kirletmek
- befriend -- dostça davranmak
- befuddle -- sarhoş etmek; şaşırtmak.
- beg -- dilenmek; dilemek
- beget -- babasl olmak; sebep olmak
- beggar -- dilenci; saka çapkın kimse; dilenciye çevirmek; eksik bırakmak
- begin -- başlamak; meydana gelmek; başlatmak
- begird -- kuşatmak
- begrime -- kirletmek; isletmek.
- begrudge -- çok görmek; vermek istememek. be grudging kıskanan. begrudgingly kıskanarak.
- beguile -- aklını çelmek; cezbetmek; hoşça vakit geçirmek.
- begum -- Hindistan'da Müslüman kadm lider; soylu Müslüman kadını
- behave -- davranmak; görgü kurallanna göre hareket etmek. behave oneself terbiyesini takınmak
- behead -- boynunu vurmak
- behest -- emir
- behold -- (ünlem) bakmak; gözlemlemek; görmek; (ünlem) işte! Hah !
- bejewel -- mücevherle donatmak; ziynet eşyasıyla süslemek.
- belay -- (den.) halatı volta etmek; bağlamak. belaying pin (den.) armadora çeliği
- belch -- geğirmek; püskürtmek; geğirme; fırlatma
- beleaguer -- muhasara etmek
- belie -- yalancı çıkarmak; iftira etmek.
- believe -- inanmak; iman etmek; zannetmek; "in" ile güvenmek
- belittle -- küçültmek; alçaltmak.
- bell -- çıngırak veya zil takmak; böğürmek; çan şekline girmek; kösnüme devresinde geyiklerin çıkardlığı ses; çan; çan şeklinde herhangi bir şey; zil; (den.) gemide saati belirtmek için çanın vuruş sayısı. bell buoy çanlı samandıra. bell jar çan şeklindeki kavanoz. bell metal çan yapımında kullanılan bakır ve teneke karışımı bir metal. bell pull
- bellow -- böğürmek; kükremek; yüksek sesle konuşmak; bağırmak; böğürme
- bellows -- (tek.); akciğer.
- belly -- karın; oburluk; rahim; herhangi bir şeyin içi veya Sişkin olan kısmı; (anat.) adalenin yumuşak (etli) kısmı; (müz.) keman veya benzeri bir sazın ön kısmı; şişmek; (argo) sızlanış; (argo) şikayet etmek; böyle dalmak. bellyful karın doyuracak bir miktar. belly laugh gürültülü kahkahalarla gülme. bellied karınlı.
- belong -- ait olmak
- belt -- kemer bağlamak; kuşatmak; etrafını çevirmek; kayışla dövmek. belted kuşaklı; kayış tertibatı.; kuşak; kayış (argo) darbe. belt buckle toka; şehrin etrafımı dolaşan demiryolu; (mec.) kahpece hareket etmek. cartridge belt fişeklik. cotton belt pamuk istihsal bölgesi. shoulder belt omuz kayışı. sword belt kılıç kayışı. tighten one' belt kemerleri sıkmak.
- bemire -- çamura batırmak
- bemoan -- birşeyden ağlayıp sızlayarak şikayet etmek; üzüntüsünü belirtmek.
- bemuse -- aklını karıştırmak. bemused şaşkın; dalgın.
- bench -- sıra; peyke; yargıçlık mevkii ve rütbesi; yargıçlar heyeti; tezgâh; üzerinde hayvanların teşhir edildiği platform; sıraya oturtmak; sıralar koymak (bir yere); (spor) oyun harici etmek
- bend -- kıvlrmak; yola getirmek (birisini); (den.) bağlamak; kıvrılmak; kuvvetini bir tarafa yöneltmek bend to veya towards aklı yatmak (bir şeye)on bended knee yalvararak; kıvtılma; dirsek; kavis; inhina; dönemeç; (den.) bağ
- benedict -- uzun bir bekârlık devresinden sonra evlenen adam; yeni evli adam; evli adam.
- benefice -- ing. maaşlı papazlık makamı; arpalık; arpalık sahibi olan.
- benefit -- fayda; menfaat için tertiplenen eğlence veya gösteri; hak; hayır işlemek; istifade etmek
- benumb -- uyuşturmak
- bequeath -- (huk.) vasiyet etmek
- bequest -- (huk.) ölüme bağlı tasarrufla yapılan bağışlama; menkul (bilhassa para) vasiyeti.
- berate -- azarlamak
- bereave -- mahrum etmek; merhametsizce elinden almak bereavement mahrumiyet. bereft mahrum edilmiş. the bereaved geriye kalan.
- berhyme -- Siir konusu etmek
- berm -- yolun kenarındaki toprak kısım; kalelerde siper ile hendek arasmdaki toprak.
- berry -- (bot.) tohumlardan oluşmuş yumuşak meyva; çilek; bu seçit meyvayı toplamak. hound' berry tilki üzümü
- berth -- yatak; (den.) manevra veya rıhtımda palamar yeri; gemici ranzası; iş; mevki; (den.) manevra yaparak yer vermek (gemiye); yatacak yer vermek; rıhtıma yanaşmak (gemi) give the land a wide berth karadan çok uzakta bulunmak. slive a wide berth to -den kaçınmaya dikkat etmek.
- beseech -- yalvarmak
- beseem -- uygun olmak munasip olmak; yakışık almak. beseeming yakışır
- beset -- kuşatmak; rahat vermemek; üzerine koymak
- besiege -- kuşatmak muhasara etmek; üstüne varmak. besiegement kuşatma. besieger kuşatan kimse.
- beslobber -- salya bulaştırmak.
- besmear -- bulaştırmak
- besmirch -- kirletmek; şerefine halel getirmek.
- besom -- çalı süpürgesi.
- besot -- sarhoş etmek; bunaltmak. besotted sarhoş.
- bespangle -- pul veya payet ile süslemek.
- bespatter -- çamur sıçratmak; zifos atmak; iftira etmek .
- bespeak -- Ismarlamak
- bespot -- benek benek lekelemek.
- bespread -- örtmek; kaplamak
- besprinkle -- serpmek
- best -- en iyi; en iyisi. best beloved en çok sevilen; çok sevgili. best man sağdıç. the best part yarısından fazla; hakkından gelmek; baskın çıkmak
- bestead -- yardım etmek; faydalı olmak; (eski) konmuş
- bestir -- harekete geçirmek
- bestow -- hediye etmek; ( kız) vermek. bestowal
- bestraddle -- bacaklarını ayırarak binmek.
- bestrew -- saçmak
- bestride -- bacaklarını ayırarak binmek; üzerinden geçmek.
- bestud -- kakma işiyle süslemek; pullarla süslemek
- bet -- bahse girmek; iddia etmek; bahis
- beta -- Yunan alfabesinin ikinci harfi (bilimsel sınıflandırmalarda ikinci olan bir şeyi ifade için kullanılır) beta particle (fiz.) beta ışınındaki elektron. beta rays (fiz.) radyoaktif maddelerden çıkarılan elektron ışınları.
- betake -- oneself ile gitmek; üzerine almak
- bethink -- düşünmek; hatırlamak; aklına getirmek; baş vurmak.
- betide -- (kimsenin) başına gelmek; ol (mak.)
- betoken -- göstermek
- betray -- hıyanet etmek; ihanet etmek; ele vermek; ifşa etmek; göstermek; yanlış yola saptırmak
- betroth -- nişanlanmak; nişanlı.
- better -- daha iyisi; (çoğ.) (akıl servet v.b.'nde) kendinden üstün kimseler; üstünlük; islah etmek; önüne geçmek. get the better of galip gelmek; daha iyi; daha çok; daha iyi bir şekilde
- bevel -- (mak.) iki yüzeyin 90° dışındaki herhangi bir eğimi; açı; iletki; şevlendirmek; şevli
- bewail -- feryat etmek; hayıflanmak; üzüntüsünü beyan etmek.
- beware -- (ünlem) sakınmak; dikkat etmek; b.h.
- bewilder -- şaşlrtmak
- bewitch -- büyü yapmak; tehir etmek; cezbetmek
- bewray -- (eski.) ağzından kaçırmak..
- bias -- meyil; şev; taraf tutma; verev; verev olarak; meylettirmek
- bib -- çocukların boynuna bağlanan mama önlüğü; iş yaparken takılan önlüğün üst parçası. bib and tucker (k.dili) giysi.; (kıs.) bible.
- bicker -- atışmak; titremek; münakaşa
- bicycle -- bisiklet; bisiklete binmek
- bid -- müzayedede fiyat arttırmak; (briç.); teklif vermek; teklif; kalkışma; (briç.) deklarasyon. bideler teklif veren kimse; (briç.) deklarasyon yapan kimse. bidding müzayedede fiyat artırma; deklarasyon serisi. bid in açık artırmada mal sahibi hesabına fiyat yükseltmek. bid up açık artırmada fiyat artırmak.; emretmek; demek; davet etmek; (k.dili.) davet. bid fair ihtimal dahilinde olmak. bid farewell veda etmek. do as one is bid boyun eğmek; davet
- bide -- dayanmak; oturmak
- biff -- (A.B.D.); vurmak
- bifurcate -- iki kola ayırmak iki kola ayrılmak; çatallanmak; iki kola ayrılmış
- big -- büyük; gebe; büyümüş; mühim; yüksek ruhlu; yuksek (ses) Big Ben ingiliz parlamento binasındaki büyük saat ve çanı. Big Brother diktatör. big business büyük sermayeli ticaret. big game büyük av; ağır ve tehlikeli teşebbüs. big-hearted eli açık
- bike -- (k.dili) bisiklet.
- bile -- (biyol.) öd safra; huysuzluk
- bilge -- (den.) sintine; (argo) saçmalık; fıçı karnı; (den.) delinmek; şişmek; bel vermek. bilge ejector sintine suyunu boşaltan cihaz. bilge keel yalpa omurgası. bilge pipe sintine borusu. bilge pump sintine tulumbası. bilge water sintine suyu.
- bilk -- dolandırmak; bir şeyden sıyrılmak; dolandırıcı; hile
- bill -- gaga; gagalarım birbirine sürterek sevişmek; bir çeşit balta; (den.) demirde tırnak ucu.; fatura; (A.B.D.) banknot; kanun layihası tasarı; afiş; dilekçe (bilhassa mahkemeye verildiği zaman); eğlence programı; (tiyatro veya konserde) basılı program; fatura çıkarmak; ilân etmek; programa dahil etmek. bill broker kambiyo tellâlı; manifesto. bill of rights insan hakları beyannamesi. bill of sale satış bordrosu
- billet -- (ask.) askerlere kışlalar dışında temin edilen ikametgâh; bu ikametgâhı temin için çıkarılan yazılı veya sözlü emir; iş; pusula; kütük; konaklatmak
- billingsgate -- ağız bozukluğu
- billow -- büyük ve kaba dalga; dalgalar halinde kabarmak
- bin -- ambar; ambarlamak
- binate -- (bot.) çift halinde bulunan.
- bind -- bağlamak yerine tespit etmek; dondurmak; tutmak; inkıbaz etmek; kenarını tutturmak ciltlemek; (huk.) senetle bağlamak; donmak; bağlayan şey. bind over veya down (huk.) mali kefaletle bağlamak
- bingo -- bingo oyunu.
- biography -- hayat hikâyesi
- biopsy -- biyopsi.
- birch -- huş ağacı; bu ağacın kerestesi; bu ağaçtan yapılmış falaka değneği; bu denekle sopa atmak.
- bird -- kuş; hindi gibi hayvanlar; bedmintın oyunundaki top; (argo) herif; yuha çekme; kuş tutmak; (k.dili) tayyareci
- birl -- yuvarlanmak
- birth -- doğum; soy; başlangıç; zuhur. birth control doğum kontrolü. birthday doğum günü .birthmark doğuştan var olan yüz veya vücuttaki leke. birthplace doğum yeri. birth rate nüfusa göre doğum oranı. birthright doğuştan kazanılan hak. birthstone bir kimsenin doğduğu ayı temsil eden ve kendisine uğur getirecedine inanılan taş. give birth to doğurmak
- bisect -- ikiye bölmek; (geom.) iki eşit parçaya ayırmak. bisection ikiye bölme. bisector (geom.) açıortay.
- bishop -- piskopos; (satranç) fil; sıcak ve baharatlı şarap; piskopos tayin etmek. bishop' miter shell firavun tacı
- bit -- bir aletin keskin olan ucu; matkap; gem; anahtarın kilide giren kısmı; gemlemek; tahdit etmek; parça; kısa zaman; bilgi iletme birimi; (sahnede) ufak rol; (A.B.D.); ing. pek az değerli ufak para; (A.B.D.) yirmibeş sentin yarısı: two bits yirmibeş sent; ufak; az .a bit biraz
- bitch -- dişi köpek veya kurt; kancık; (argo) Şirret kadın; kötü kadın; (argo) şikâyet etmek; acemice iş yapmak. bitchy orospu tabiatlı
- bite -- ısırmak; sokmak (arı v.b.); oltaya vurmak (balık); yakmak; aşındırmak; ısırık; diş izi; keskinlik (içki; acı.
- bitt -- (den.) geminin kablosunu biteye bağlamak; (den.)
- bitter -- acı keskin; sert; kötü. to the bitter end iş bitinceye kadar; ölünceye kadar. a bitter pill yenilir yutulur cinsten olmayan durum. bitterish acımsı. bitterly acı olarak. bitterness acılık.
- bitumen -- zift; ziftlemek.
- bivouac -- açık havada kurulan geçici ordugâh; açık hava ordugâhı kurmak; açıkta gecelemek.
- blab -- gevezelik etmek; ifşa etmek; geveze kimse
- black -- siyah renk; siyah boya; siyah elbise; zenci; siyah; karanlık; kirli; uğursuz; karartmak; kararmak; basılı şey; siyah beyaz resim. black art büyü. black belt judo'da en yüksek derece; (A.B.D.) siyahların beyazlardan daha çok olduğu bölge; (A.B.D.) toprağı siyah olan bölge. black body (fiz.) siyah cisim; içine bakılmadan kullanılacak cihaz. black coffee siyah kahve; morarmış göz; kara leke. blackeyed Susan öküzgözüne benzer bir çeşit sarı papatya. black face (tiyatro) zenci rolüne girmiş beyaz adam; (matb.) siyah baskı. black flag siyah flama korsan flaması. Black Forest Kara Ormanlar (almanyada) black hole hapishane koğuşu; cenaze arabası. black mark kara leke. black market kara borsa. black mass şeytana ibadet ayini. black medic kelebek otu; tiyatro v.b.'nde ışıkların sönmesi. black out karartma tatbikatı yapmak; geçici olarak şuurunu veya görme duyusunu kaybetmek. black pepper karabiber. black power zencilerin talep ettikleri toplumsal ve kanuni hakları temsil ve temin eden güç. black pudding kıyma; Faşist bir kurulusun üyesi black tea siyah çay. blackthorn karaçalı; smokin. black walnut bir nevi siyah ceviz .black widow zehirli bir örümcek; karanlık olma.
- blackball -- kırmızı oy; karşı oy kullanmak; toplum dışı etmek.
- blackberry -- böğürtlen; ayı dutu
- blackbird -- karatavuk
- blackboard -- kara tahta
- blacken -- karartmak; lekelemek
- blackguard -- alçak kimse; alçak; küfretmek
- blackjack -- cop; büyük içki bardağı; bir kâğıt oyunu; (bot.) bir çeşit küçük meşe; siyah korsan flaması.
- blackleg -- (bayt.) bir cins sığır vebası; dolandırıcı; ing. greve uymayan işçi.
- blacklist -- kara liste; kara listeye almak
- blackmail -- t. şantaj; tehditle birinden para koparma; şantaj yapmak. blackmailer şantajcı.
- blacktop -- asfalt; asfalt ile kaplamak. blackwater fever (tıb.) karasu humması.
- bladder -- (anat.) mesane; iç lastik. air bladder (zool.) hava kesesi. gall bladder safra kesesi.
- blade -- bıçak ağzı; kılıç; ince uzun yaprak; kalemtıraşın ağzı; kürek palası; delikanlı; pervane kanadı. blade bone kürek kemidi.
- blah -- (A.B.D.)
- blame -- ayıplama kabahat; azarlarnak; sorumlu tutmak. be to blame for suçlu olmak
- blanch -- ağartmak; sararmak; kabuğunu soyarak beyaz kısmını ortaya çıkartmak (badem v.b.); haşlayarak rengini açmak.
- bland -- yumuşak; şahsiyetsiz
- blandish -- yağcılık etmek. blandishment yağcılık; albeni
- blank -- boş; manasız; son şeklini almamış; şaşkın; boş ve açıklık yer; üzerinde yazı olmayan kağıt; piyangoda boş numara; nişan tahtasnın ortası; kurusıkı fişek; (argo) çok düşük kaliteli uyuşturucu madde; feshetmek; iptal etmek; ilga etmek; sövmek; (spor) hasmının sayı yapmasını önlemek. draw a blank neticesiz kalmak; hatıra getirememek. blankbook not defteri. blank cartridge kurusıkı fişek. blank endorsement açık ciro. blank verse kafiyesiz on heceli nazım şekli. blankly ifadesiz bir şekilde; anlamsızlık.
- blanket -- battaniye; ince bir tabaka halinde olan bir şey; birkaç şeyi veya durumu kapsayan; battaniye ile örtmek; üstüne örtü çekmek; geniş çapta içine almak; mâni olmak; geminin rüzgârını tutmak; battaniye içinde havaya atıp tutmak.
- blare -- boru sesi; yüksek ses; boru gibi ses çıkarmak; herkese ilân etmek
- blarney -- yaltaklanma
- blaspheme -- küfretmek
- blast -- ani esen rüzgâr; düdük sesi; yaprakların soğuk veya rüzgârdan kavrulması; patlama; (argo) gürültülü eğlenti; (argo) uyuşturucu maddenin kuvvetli etkisi; tahrip etmek; yakmak
- blat -- (k.dili.) düşünmeden söylemek; melemek.
- blather -- saçma sapan konuşmak; saçma laf.
- blaze -- büyük alev; parlaklık; alevlenme; atın alnındaki beyaz işaret; yolun kolayca bulunması için ağaçların gövdelerine kazılan işaret; (çoğ.); alevlendirmek; saçmak (ışık); ilân etmek; ağaçların gövdesine işaret koymak suretiyle yol göstermek.blaze away ateş etmeye devam etmek; herhangi bir işi hararetle devam ettirmek. Go to blazes! Cehenneme git ! Defol !
- blazon -- hanedan arması; armacılık; fiyaka; renklerle süslemek; arma çizmek
- bleach -- beyazlatmak; beyazlanmak; çamasır suyu
- blear -- ağrı vermek; karartmak; çapaklı
- bleat -- melemek; meleme
- bleb -- (tıb.) kabarcık.
- bleed -- kan kaybetmek; akmak; su boşaltmak; (matb.) sayfanın kenarına kadar basmak; bitkilerin özü gibi akmak; kan ağlamak; (k.dili.) para çekmek
- blemish -- bozmak; leke
- blench -- ürkmek; ağartmak. blencher tehlikeli veya tatsız seylerden çekinen kimse.
- blend -- karıştırmak; harman olmak; harman; (dilb.) yakın anlamlı iki ayrı kelimenin kaynaşmasından meydana gelen kelime.
- bless -- takdis etmek; Allahtan niyaz etmek; inayet etmek; mesut etmek.
- blight -- bitkileri kavuran ve mahveden yaygın birkaç çeşit hastalık; samyeli; herhangi bir felâket meydana getiren afet; soldurmak; kurutmak; bu hastalıklardan birine yakalanmak.
- blimp -- keşif balonu; sevk ve idare kontrolu olan herhangi bir balon.
- blind -- kör; anlayışsız; şuursuz; duygusuz; anlaşılması güç; gizli; çıkmaz; körü körüne olan; (k.dili.) sarhoş; kör etmek körleştirmek; gözünü almak; perde; pusu; neticesi ümitsiz görunen iş. blind date (k.dili.) karşı cinsten evvelce tanışmadığı bir kimse ile gezmeye gitme. blind side görmeyen gözün olduğu taraf (tek gözlülerde); basiretsizlik
- blinder -- körleten şey; siper teşkil eden herhangi bir şey; (A.B.D.) atın göz siperi.
- blindfold -- gözlerini bağlamak; salim kafayla düşünmesini engellemek; gözü bağlı; düşüncesiz; gözbağı.
- blink -- göz kırpmak; yarı kapalı gözlerle bakmak; göz atmak; pırıldamak; kaçınmak; göz kırptırmak; göz kırpma; bakış nazar; pırıltı.
- blinker -- ışıklı sinyal verirken kullanılan alet; atların arkalarını veya yanlarını görmelerini önlemek için takılan meşin göz siperi; (argo) göz; (çoğ.) güneş gözlüğü
- blip -- radar ışık aksi.
- blister -- kabarcık; yakı; (ask.) uçağın üsünde bulunan ve içine silah yerleştirilen saydam odacık; kabarmak; kabartmak; azarlamak. blistery kabarcıklı; azarlayıcı.
- blizzard -- tipi
- bloat -- şişirmek; balık tutsülemek; şişmek; (bayt.) hayvanın yediği yeşilliklerin mayalanmasından dolayı işkembe veya bağırsak yollarında gaz toplanması.
- blob -- su kabarcığı; damla; leke.
- block -- büyük parça (ağaç; bitişik bir sıra bina; blok; iki kavşak arasındaki mesafe; tahta tezgah; mezatlarda tellalın üzerinde satış yaptığı tahta; üzerinde kelle uçurulan tahta; şapka kalıbı; makara; (d.y.) sinyalleri beraber çalışan hat bölümü; engel; (psik.) bilinçdışı engel; tıkamak; döviz muamelesini kısıtlamak veya durdurmak. blockhead kalın kafalı kimse; (bir arabayı) tahtalar üzerine oturtmak. children' blocks kutu şeklinde oyuncak tahtalar. go to the block mezada çıkarılmak; idama gitmek
- blockade -- (den.); denizden abluka etmek; etrafını çevirmek. blockader abluka eden düşman gemisi. run the blockade ablukayı yarmak.
- blond -- açık renk; sarışın kimse; ipek tül veya dantel; bilhassa siyah veya beyaz ipek dantel.
- blood -- kan; bitkilerin suyu; kan dökme; mizaç; nesep soy; asalet; kan rabıtası; akrabalık; delikanlı. blood bank kan bankası. blood blister kan oturması. blood corpuscle (anat.) kan cisimciği. blood count kan sayımı.blood feud kan davası. blood group kan grubu. blood heat kan ısısı; diyet. blood poisoning kan zehirlenmesi .blood pressure tansiyon. blood relationship kan bağı. blood serum (biyol.) kanın renksiz sıvı kısmı; merhametsizce. of one blood aynı ırktan
- bloody -- kanlı; kan gibi; kana susamış; Ing.; kana bulamak
- bloom -- çiçek; çiçek açma; tazelik; yanakların pembeliği; meyva üzerindeki buğu; (mad.) dökülmüş demir kütük; çiçeklenmek; çiçek gibi taze ve sıhhatli olmak; çiçek açtırmak
- blossom -- çiçek; çiçek vermek; gelişmek; hali vakti yerinde olmak. in blossom baharı açmış
- blot -- leke; ayıp; silme (yazıda); lekelemek; karartmak; kurutma kağıdı ile kurutmak; gelişigüzel boyamak; lekelenmek; emmek (kurutma kağıdı)blot out bozmak; ortadan silmek; tavlada açık pul; herhangi bir meseledeki açık veya zayıf nokta.
- blotch -- büyük leke; derideki kabartı; lekelemek
- blouse -- bulüz; sarkmak
- blow -- darbe; hamle; ani gelen bela; rüzgar; (k.dili) övünme; esmek; üflemek; rüzgara kapılmak; çalmak; solumak; (k.dili.) övünmek; (A.B.D.); üfleyerek itmek; (cama) üfleyerek şekil vermek; (atı) yorgunluktan çatlatmak; (sinek) ette yumurtlamak; (argo) bol bol harcamak; (argo) tepesi atmak .blow great guns fırtına halinde esmek (rüzgar) blow hot and cold (k.dili.) kararsız olmak; (mad.) yakmak (ocak) blow off istim salıvermek; (argo) hiddetle parlamak. blow out üfleyip söndürmek; patlamak (lastiği); dinmek (fırtına); atmak (sigorta); üfleyip pisliğini çıkarmak. blow over dinmek (fırtına); unutulmak; havaya uçurtmak; (foto.) buyütmek; patlamak; patlak vermek (fırtına); (k.dili.) çok kızmak
- blowtorch -- lehim lambası
- blubber -- balina yağı; ağlayış; hüngür hüngür ağlamak; ağlarken (bir şeyler) söylemek; şişkin
- blue -- mavi renk; çivit; mavi üniformalı kimse; sembolü mavi olan bir zümrenin üyesi; mavi; katı kurallara dayanan; müstehcen; maviye boyamak; çivitlemek. black and blue çürük; yüksek okulların imtihanlarında kullanılan genellikle mavi kaplı defter; sınav; ingiliz parlamentosuna veya diğer bir resmi daireye ait mavi kaplı kitap. blue blood asil kan; aristokrat. blue cheese (iyi cins) mavi peynir. blue chip sağlam bir şirketin hisse senedi; kumarda en kıymetli olan mavi fiş. blue-collar işçi sınıfına ait blue devils yeis; şahsi davranışları sert bir şekilde tanzim eden kanunlar; hüzün duymak. out of the blue aniden; deniz; mavilik. the blues hüzün
- blueberry -- yaban mersini.
- blueprint -- mavi kopya; proje; mavi kopya çekmek; tasarlamak.
- bluff -- tok sözlü; sarp; kayalık; blöf yapmak; bir şeyi blöfle elde etmek; blöf
- blunder -- gaf; gaf yapmak; düşünmeden söz söylemek
- blunderbuss -- alaybozan tüfeği; aptal kimse.
- blunge -- kili su ile karıştırarak çamur hazırlamak.
- blunt -- kör; lafını sakınmayan; anlayışı kıt; hissiz; körletmek; açıkça. bluntness pervasızlık; keskin olmayış.
- blur -- bulanıklaştırmak; bulaştırmak; bulanmak; leke
- blurb -- ilan; kitap kapağındaki reklam.
- blurt -- ağzından kaçırmak
- blush -- kızarmak; utanmak; pembeleşmek (çiçek; kızartmak; kızarma; utanma; pembelik. at first blush ilk bakışta. blush rose pembe renkli bir çeşit gül; kırmızımsı bir renk. blusher yüzü kızaran kimse. blushful yüzü kızaran. blushingly yüzü kızararak.
- bluster -- şiddet ve gürültüyle esmek (rüzgar); yüksek sesle tehdit savurmak; patırtı etmek; gürültü; yüksekten atma
- board -- kereste; (çoğ.); oyun tahtası (satranç); mukavva; masa; yiyecek; idare heyeti; (den.) geminin yanı veya bordası; (den.) volta seyrinde bir rüzgara karşı gidilen yol. above board dürüst; kaybolmak (fırsat) on board gemide. tread the boards sahneye çıkmak; tahta döşemek; para karşılığında yiyecek içecek temin etmek; (vapur veya trene) binmek; pansiyoner olmak; denç borda etmek.
- boardwalk -- deniz kıyısında tahtalardan yapılmış kaldırım.
- boast -- övünmek; iftihar etmek; keski ile kabaca şekil vermek; övünme
- boat -- kayık; kayık tabak; sandalla gezmek; sandal ile taşımak
- bob -- hafifçe eğmek; kısa kesmek (saç); hafifçe vurmak; demet; şakul; kısa kesilmiş saç modeli (kadın ve çocuklarda); balık yemi; olta mantarı; hafif bir darbe; baş hareketi; ing.; (A.B.D.) bir çeşit kızak veya kayak.
- bobble -- (A.B.D.)
- bobtail -- kısa kuyruk; kuyruğu kesilmiş hayvan; kısa kuyruklu.
- bode -- (bak.) bide.; işaret olmak; (eski) kehanet etmek
- body -- beden; ceset; gövde; bir şeyin ana bölümü; karoser (araba); (geom.) üç buutlu cisim; yoğunluk; cisim. body corporate (huk.)uki şahıs. bodyguard muhafız asker. body politic hükümetin idaresi altında birleşmiş halk topluluğu. body snatcher ceset hırsızı. just keep body and soul together kıt kanaat geçinmek; şekil vermek; şekil yönünden temsil etmek.
- bog -- bataklık; bataklık bölge; bataklığa ömülmek veya batmak. bogbean su yoncası. bog down tecrübe sonucunda başarılı olamamak. bogland bataklık arazi bog moss bataklık yosunu. bog oak bataklıktan çıkarılan abanoza benzer meşe ağacı. bog ore bataklıklardan çıkarılan bir çeşit demir cevheri. bog rush bataklık sazı. bog spavin atın okçesinin iç tarafında hası1 olan şiş. bogtrotter bataklık arazide oturan kimse. boggy bataklıklı.
- bogey -- golfta başa baştan bir vuruş fazla.
- boggle -- ürkmek; iç acemilik; paniğe kapılma. boggler ürkek kimse.
- boil -- kaynamak; öfkeden köpürmek; haşlanmak; kaynatmak; kaynama; kısaltmak; öfke veya heyecanını bastıramamak; (tıb.) çıban.
- bold -- cesur; atılgan; arsız; çarpıcı; dik
- boll -- tohum kabuğu veya zarfı (pamuk
- bolo -- tek yüzlü uzun bir çeşit bıçak.
- bolster -- uzun süs yastığı; yastık; yastıkla beslemek; (gen.) "up" ile desteklemek
- bolt -- sürgü; kilit dili; cıvata; fırlama; top (kumaş; yıldırım; kısa kalın ok; kitabın kesilmemiş kenarları ve sayfaları; süngülemek; fırlamak; düşünmeden söylemek; çiğnemeden yutmak; top veya rulo haline koymak (kumaş; ansızın yerinden fırlamak; (A.B.D.); (partisine) destek olmaktan kaçınmak; ansızın; elemek; eler gibi dikkatle gözden geçirmek.
- bolus -- normalden daha büyük olan hap; topak
- bomb -- bomba; aerosol bombası; (jeol.) yanardağın dışarı püskürttüğü küre veya elips şeklindeki lav kümesi; bombardıman etmek; bomba patlatmak. bomb bay (ask.) uçakta bombanın atıldığı bölüm.
- bombard -- topa tutmak; üzerine varmak; en eski cins top.
- bombast -- abartmalı söz veya konuşma.
- bombproof -- bomba geçmez.
- bond -- bağ irtibat; ip; fertleri bir grup halinde bir araya getiren ilişki; yapışıklık; yapıştırıcı madde; mukaveler bono; gümrüğü ödenmemiş malların hükümette muhafaza edilme durumu; kefalet; örgü (duvar); kefalete raptetmek; ipotek etmek; duvar örmek. bondage kölelik; toprağa bağlı köylü. bond paper iyi cins mektupluk kağıt. bondservant köle. bondslave köle
- bone -- kemiklerini ayyrmak; gübre olarak toprağa ufalanmış kemik ilave etmek; balina geçirmek (korse; (argo) çok çalışmak; kemik; (çoğ.) iskelet; balina (korse için); (k.dili) zar. bone ash kemik kulu. boneblack yanık kemiklerden yapılan siyah boya. bone china icinde kemik külü olan tabaklar. bone-dry kupkuru. boneless kemiksiz. bone meal kemik tozu. bone setter çıkıkçı
- bonfire -- şenlik ateşi
- bong -- gong gibi ses çıkarmak; gong sesi.
- bongo -- tropikal Afrika ormanlarında yaşayan
- bonjour -- (Fr.) bonjur
- bonnet -- bağcıkları olan kadın ve çocuk şapkası; başlık şeklindeki kapak; ing. arabanın motor kapağı; başlık giydirmek.
- bonsai -- göze hoş görünmesi için çeşitli metotlarla fazla büyümesi engellenmiş ağaç; bu çeşit ağaç büyütme sanatı.
- bonus -- ikramiye
- boo -- (ünlem) Bööö !
- boob -- (A.B.D.)
- booby -- budala kimse; bir oyun veya müsabakada en kötü oyuncu; sınıfın en tembel talebesi. booby hatch (A.B.D.); gizli tuzak.
- boohoo -- hüngür hüngür ağlamak; hıçkırarak ağlama sesi.
- book -- deftere geçirmek; yer ayırtmak; tutmak; ismini kaydetmek; kitap; cilt; (müz.) livre; (tiyatro) senaryo; (iskambil) bir takımın kazandıgı el sayısı; (briç.) kazanılan ilk altı el; müşterek bahis defteri. the Book Kitabı Mukaddes. book of matches kibrit paketi. book club abonelerine indirimli fiyatla kitap satan firma. book muslin ince frenk tülbenti. book review bir kitabı inceleyen yazı; tam örnek. on the books kaydedilmiş; salahiyetsiz.
- bookmark -- kitapta sayfayı belirtmek için kullanılan kağıt; kitabın sahibini gösteren etiket
- bookplate -- kitabın iç kapağına yapıştırılan ve sahibinin ismini gösteren desenli kağıt.
- boom -- top gibi derin ve kuvvetli bir ses çıkarmak; vızıldamak; hamle yapmak; (A.B.D.) hızla büyümek; ileri gitmek; hızla ilerleme veya yükselme (ticaret; hamle; gürleme; vızıltı (arı; (den.) seren; akıntının kütükleri götürmemesi ve gemilerin seyrine engel olunması için set şeklinde konulmuş ve araları zincirli tomruk dizisi; bu sınırın içinde kalan bölge.
- boomerang -- Avustralya yerlilerince silah olarak kullanılan ve ileri doğru fırlatılınca geri gelen eğri bir değnek; ortaya atanın aleyhine dönen durum veya plan.
- boondoggle -- (A.B.D.); faydasız işlerle meşgul olmak.
- boose -- (bak.) booze.
- boost -- (A.B.D.) arkasından itmek; lehinde konuşarak yardımcı olmak; artırmak; destek; artma
- boot -- çizme; ing. (bot.); ayak ve bacağı sıkıştıran çizme benzeri işkence aleti; ing. arabanın bagajı; koruyucu tabaka; (A.B.D.) acemi deniz eri; tekme; (argo) azletme; tepeleyip geçmek.; çizme giydirmek; çizme şeklindeki aletle işkence yapmak; (argo) tekmelemek; futbolda tekme atmak; (argo) işten çıkarmak; (eski) veya (şiir) fayda etmek; yararlı olmak; (eski) fayda; çare. What boots it? Faydası ne? Neye yarar?. to boot ilaveten
- bootblack -- ayakkabı boyacısı
- bootjack -- çizme çekeceği.
- bootleg -- (A.B.D.) kaçak içki; kaçak olarak imal; kaçak; kaçakçılıkla ilgili.; içki kaçakçılığı yapmak; kaçakçılık etmek; satmak üzere üzerinde kaçak eşya bulundurmak.
- booze -- ing. booze; içki alemi; kafayı çekmek
- bop -- (argo) vurmak; (müz.) bap
- bo-peep -- saklanıp sonradan "boo" diye ortaya çıkarak oynanan cocuk oyunu.
- border -- kenar; hudut; bir resim veya yazının etrafındaki süs. borderer sınırda oturan kimse. borderland sınır bölgesi. borderline sınır güçlükle ayırt edilebilen.; sınır koymak; sınır meydana getirmek; sınırdaş olmak; benzemek; eğiliminde olmak.
- bore -- (bak.) bear.; can sıkmak; can sıkıcı kimse veya olay; delik açmak; delik; kalibre; kabarma sonucu oluşan yüksek tepeli dalga.
- borrow -- ödunç almak; (mat.) ödunç almak (çıkarma işleminde) borrow trouble önceden tasasını çekmek. borrowing başka bir dilden alınan kelime veya deyim.
- bosh -- (k.dili) saçmalık
- bosom -- göğüs; elbisenin göğsü kaplayan kısmı; samimi çok yakın; göğüse ait. bosom friend samimi dost; bağrına basmak; gizlemek
- boss -- (A.B.D.); (A.B.D.) patron amir; (A.B.D.) kendi seçim bölgesinde partinin örgütünü denetleyen politikacı; kontrol etmek; fazla otoriter ve sert olmak.; (bot.); (mim.) fildişi; kabartmalarla süslemek.
- botanize -- ing. -ise inceleme yapmak için kırlardan bitki toplamak; bitkileri yerinde incelemek.
- botch -- beceriksizce yamamak; kabaca tamir etmek; bozmak; kabaca yapılmış yama; beceriksizlik. botchy (kaba) yamalı
- bother -- sıkıntı; canını sıkmak; endişe etmek
- bottle -- şişe; emzik; bebekler için süt.; şişeye koymak; susturmak.
- bottleneck -- dar geçit; engel; iş1erin yürümesini engelleyen kimse veya durum.
- bottom -- dip; esas; vadi; (den.) karina; dayanma gücü; iskemlenin oturulacak yeri; (k.dili.) kıç; dip koymak; bir şeyin asIına inmek; tesis etmek; esasına dayanmak; dibine inmek
- boult -- (bak.) bolt.
- bounce -- sıçramak; gürültüyle veya hızla bir yere dalmak; sıçratmak; (A.B.D.); (argo) yol vermek; sıçrayış; (k.dili) hayatiyet; ing.; (argo) kovma
- bound -- sekmek; sektirmek; bağlı; ciltli; mecbur. bound to win mutlaka kazanacak. bound up in bağlı; sıçrayış; (gen.) (çoğ.) hudut; hudutlamak; kuşatmak; hudutlannı çizmek; hemhudut olmak; gitmeye hazır
- bourgeois -- (Fr.) burjuva; orta sınıf; orta sınıfa mensup; zarafet ve incelikten yoksun. bourgeoisie' orta sınıf
- bourgeon -- (bak.)burgeon.
- bout -- kuvvet gösterisi; nöbet; devre.
- bow -- baş; filikada pruvacı.; baş eğerek selamlama; başını eğerek selamlamak; eğmek; başını eğdirmek; başını eğerek yol göstermek; ezmek. bow and scrape yaltaklanmak.; yay; okçu; kavis; gökkuşağı; boyunduruk; fiyonk; (müz.) yay ile çalmak. bow tie papyon kravat
- bowdlerize -- bir eserden ahlaka aykırı olduğu düşünülen kısımları çıkarmak veya değiştirmek; ıslah etmek.
- bowel -- bağırsak; (gen.) (çoğ.)ç iç kısımlar; bağırsaklarını çıkarmak. bowel movement dışkı çıkarma; dışkıç
- bower -- etrafına kameriye yapmak; ihata etmek; iç "Euchre'' denilen iskambil oyununda bacak; (şiir) bahçe köşkü; (den.) pruvada iki lenger çapadan biri.
- bowl -- kase; tas; tahta top; birkaç tip top oyunu.; bir çeşit top oyunu oynamak; top gibi yuvarlamak; top atmak. bowl over vurup devirmek; şaşırtmak
- bowstring -- kiriş; iple boğarak öldürmek.
- box -- kutu; bir kutu dolusu miktar; hediye kutusu; loca; külübe (bakçi veya nöbetçiler için); av külübesi; at arabalarında arabacının oturduğu yer; yolcu veya yük kompartımanı; mil yatağı; müşkül durum; (gazet.) çerçeveli kıslm; (beysbol) oyuncuların topa vurdukları yer. box calf bir çeşit kahverengi buzağı derisi. box camera basit ve ayarsız fotoğraf makinası. boxcar kapalı yük vagonu; arkası bele oturmayan palto. box drain kapalı lağım. boxfish sandıkbalığı; (k.dili.) bir temsilden elde edilen hasılat. box pleat plikaşe. boxwood şimşir kerestesi; şimşir; el veya yumruk darbesi; tokat veya yumruk atmak (bilhssa kulağa); boks maçına girmek; boks yapmak. boxer boksör.; kutuya veya sandığa koymak; (gen.) "up" ile kutulara yerleştirmek; (den.) orsada boca ve pupa ederek gemiyi yeniden orsaya getirmek. box the compass (den.) pusulaya göre kerteleri sırayla saymak.
- boxhaul -- (den.) orsada boca ve pupa ederek gemiyi yeniden orsaya getirmek.
- boy -- erkek çocuk; delikanlı; (aşağ.) genç uşak. boy friend (k.dili) erkek arkadaş. boy scout erkek izci.
- boycott -- boykot yapmak; boykot.
- brace -- bağ; (mak.) matkap kolu; (den.) prasya; (gen.) (çoğ.); (tıb.) destek; ing.; çift; iki veya daha çok satırı birbirine bağlayan işaret; sağlamlaştırmak; birbirine tutturmak; (den.) prasya etmek. brace up (k.dili) kuvvet vermek; sıkmak
- brachiate -- (bot.) dalları geniş ve karşılıklı olan.
- bracket -- dirsek; altından destekle tutturulmuş raf; vergi değerlendirmesi için gelire göre yapılan ayırım; parantez; parantez içine almak; destek veya dirsek ile tutturmak; bir tutmak; hedefi makas içine almak.
- brad -- ince ve küçük başlı çivi.
- brag -- övünmek; övmek; övünme; övürlen kimse; ovünülecek şey.
- braid -- örmek; kurdele veya bant ile tutturmak; şerit veya sutaşı ile süslemek; örgü; şerit; kurdele; saç örgüsü şeklindeki motif veya süs.
- brail -- (den.) yelken ipi; istinga etmek.
- braille -- körlerin parmaklarıyla dokunarak okumaları için kabartma harflerden meydana gelen bir baskı sistemi.
- brain -- kafasını yarmak; beyin dimağ; (çoğ.) kavrayış; (k.dili.) ani gelen ilham. brain trust bir grup danışman. brainwash beyin yıkamak. brain wave (biyol.) beyin akımı; (k.dili.) birdenbire akla gelen parlak fikir. beat one's brain kafa yormak
- braise -- eti veya sebzeyi yağda çevirdikten sonra kendi suyuyla yavaş yavaş pişirmek.
- brake -- çalılık. braky çalıyla kaplı.; fren; keten ve kenevir liflerini ayırmak için kullanılan tokmak veya makina; fren yapmak; fren tertibatı takmak; iş1emek (keten veya keneviri) brake adjustment (oto.) fren ayarı. brake block tekerlek baskı takozu; bir çeşit büyük eğreltiotu
- branch -- dal; akarsu kolu: dal budak salmak; kollara ayrılmak; bölmek; elişi ile süslemek. branch off ikiye ayrılmak; konu dışına çıkmak. branch out geniş1emek
- brand -- marka; dağlama; namus lekesi; dağlamada kullanılan demir; yanan veya yarı yanmış odun parçası; (eski); dağlamak; lekelemek
- brandish -- sallamak; sallama
- brandy -- konyak. brandied konyağa yatırılmış.
- brash -- (A.B.D.) aceleci; yüzsüz; ufalanmış kaya parçaları; dalgaların sahile getirdigi buz parçacıkları; (leh.) hastalık krizi; sağanak.
- brass -- pirinç (madeni alaşım); pirinçten yapılmış alet veya eşya; (müz.) pirinçten yapılmış nefesli çalgılar; (A.B.D.); (argo) para; kendine güven; küstahlık; pirinçten yapılmış
- brattice -- bir maden ocağında hava deliği meydana getiren tahta v.b.'nden yapılmış bölme.
- bravado -- kabadayılık
- brave -- cesur; yağız; yiğit kimse; Kızılderili savaşçı; cesaretle karşı koymak
- bravo -- (ünlem) Aferin! Bravo!; haydut
- brawl -- gürültülü munakaşa; (A.B.D.); eski bir Fransız halk oyunu; kavga etmek; patırtı etmek; gürül gürül akmak.
- brawn -- iyi gelişmiş adale; adale kuvveti; haş1anmış yabani domuz eti.
- bray -- anırma; anırmak; gürültülü ve hoşa gitmeyen sesler çıkarmak.; ezmek
- braze -- pirinçle kaplamak; pirince benzer hale getirmek; pirinçten imal etmek; pirinç veya çelikle kaynak yapmak.
- brazen -- pirinçten yapılmış; pirinç gibi; utanmaz; yüzsüzlükle karşılamak; yüzünü kızdırmak. brazen a thing out işi pişkinliğe vurmak.
- breach -- kırık; ihlâl; bozulma; balinanın suda sıçraması; dalgaların sahile vurarak kırılması; (eski) yara; gedik veya rahne açmak. breach of the peace asayişi ihlâl etme
- bread -- ekmek; maişet; (argo) para breadbasket ekmek sepeti; (mec.) tahıl ambarı; (argo) mide. bread crumb ekmek kırıntısı; (k.dili.) geçim
- break -- kırmak; ihlâl etmek; bir yerini kırmak; bozmak; sona erdirmek; nüfuz etmek; iflâs ettirmek; bozdurmak (para); kaçmak; (elek.) devreyi bozmak; parçalanmak; kopmak (fırtına): kesilmek; birdenbire yön değştirmek; fırlamak; ilgisi kesilmek; sudan fırlamak (balık); top atmak; yiyeceği birlikte paylaşmak. break down işlemez hale gelmek; ruhen yıkılmak; kendinden geçmek; itiraf etmek; teslim olmak; yıkmak; tahlil etmek; kısımlara ayrılmak. break a fall düşüşü hafifletmek. break ground inşaatın ilk kazısını yapmak; başlangıç yapmak. break a habit kötü alışkanlıktan kurtulmak. break in zorla girmek; lafa karışmak; alıştırmak. break into tecavüz etmek; alıştıra alıştıra haber vermek. breakoff kırılıp ayrılmak; birdenbire durmak; ilişiğini kesmek. break open kırmak; (tıb.) dökmek (sivilce; (hapishane v.b.'(den.) firar etmek. break out in song birdenbire şarkı söylemeye başlamak. break a promise sözünden vaz geçmek. break a record rekor kırmak. break a strike grevi dağıtmak. break up dağılmak; dağıtmak; bozuşmak; (argo) kendini tutamayıp gülmek. break a will (huk.) vasiyetnameyi bozmak. break wind yellenmek; kırık; atılma; kaçış; ani kesiş; az bir miktar; (k.dili.) fırsat; (k.dili.) gaf; (elek.) devrenin bozulması; cazda solo bölüm; borsada ani fiyat düşüşü; (matb.) paragraflar arasındaki fasıla; (matb.)
- breakfast -- kahvaltı; kahvaltı etmek; kahvaltı çıkarmak
- bream -- çipura; çapak; sarıgöz; sarpa; (den.) karina yakmak
- breast -- göğüs; sine; göğüs germek; göğüslemek. breastband eyerin göğüs kayışı; (den.) iskandil atan neferin göğüs verip dayandığı halat. breastbone göğüs kemiği
- breathe -- nefes almak; hafifçe esmek; yaşamak; koku neşretmek; nefes alıp vermek; fısıldamak; ifade etmek; agzından püskürtmek; hayat vermek; nefes aldırtmak. breathe again veya freely rahat nefes almak.
- breech -- kuyruk takmak (tüfeğe); pantolon giydirmek.; kıç; top kuyruğu. breech block topun kuyruk kapağı
- breed -- doğurmak; çiftleştirmek; özel olarak yetiştirmek; sebep olmak; gelişmek; hâsıl olmak; türemek; cins; çeşit
- breeze -- ing. kok ve mangal kömürü artığı kul ve kömür parçaları.; hafif rüzgâr; ing.; (k.dili.) coşarak gitmek
- brevet -- subayların fahri ve salâhiyetleri sınırlı olarak atandıkları bir üst rütbe.
- brew -- mayalama yoluyla bira gibi içkiler yapmak; hazırlamak; bir defada çekilen miktar (bira); mayalanmak suretiyle hazırlanmış içki. be brewing patlamak üzere olmak.
- bribe -- rüşvet; rüşvet teklif etmek veya vermek. bribery rüşvetçilik.
- brick -- tuğla; (k.dili.) mert ve iyi bir kimse; tuğla döşemek; (k.dili.) hoşa gitmeyen söz veya tenkit
- bride -- dantel veya nakışta motifleri birbirine bağlayan (bağlaç.); süslü kadın şapkası şeridi.; gelin
- bridesmaid -- düğünde gelinin yanında bulunan genç kız.
- bridge -- köprü; kaptan köprüsü; (anat.) burun kemiği; (dişçi.) köprü; (müz.) köprü; gözlüğün buruna oturan kısmı; köprü yapmak; (iskambil) (briç.)
- bridle -- eyerin atın başına isabet eden kısmı; gem; bağ; (den.) iki gemi demirini birleştiren zincir veya halat. bridle hand dizgini tutan el; gem vurmak; hareketlerini sınırlamak; baş kaldırmak; karşı gelmek.
- brief -- kısa; özet; (huk.) dava özeti; lâyiha; üzerinde Papa'nın mührü bulunan mektup; özetlemek; ing.
- brigade -- tugay; ekip; bir araya getirmek; alayları tugaylara göre tanzim etmek.
- bright -- parlak; renkli; şeffaf; muhteşem; zeki; canlı; memnuniyet verici; parlak bir şekilde. brightly parlak bir şekilde. brightness parlaklık.
- brighten -- parlamak neşeli ve canlı olmak; parlatmak
- brilliantine -- briyantin; alpakaya benzer bir çeşit kumaş.
- brim -- bardak veya fincan gibi çukur bir kabın ağzı; dışarı doğru taşan veya çıkıntılı olan kenar; ağzına kadar dolu olmak; ağzına kadar doldurmak. brimful ağzına kadar dolu. brimmer ağzına kadar dolu kadeh veya kâse.
- brine -- tuzlu su; deniz; deniz suyu; tuzlu suya bastırmak salamura etmek.
- bring -- getirmek; hâsıl etmek; sevketmek; icbar etmek; beraberinde getirmek. bring an action; ayıltmak; doğurmak; sebep olmak. bring forward ileri sürmek; hesap yekününü nakletmek. bring home to ikna etmek; arzetmek; kazandırmak bring off başarı1ı olmak. bring on husule getirmek; neşretmek. bring over kandırmak; aklını başına getirmek; kendi buyruğuna tabi etmek. bring up yetiştirmek büyütmek: yaklaşmasını sağlamak. bring up the rear bir sıranın sonuna gelmek.
- brisk -- canlı; canlandırmak; canlanmak
- bristle -- kalın ve sert kıl; tüylerini kabartmak; diken diken olmak (saş; sert kılları andıran bir şeyle dolu veya kaplı olmak; dikeltmek. bristly kıllı; öfkeli.
- brit -- ufak ringa balığı; bir cins kabuklu ufak deniz hayvanı.
- broach -- matkap; delmek; fıçı açmak; çekmek; ortaya atmak; (den.) birdenbire orsaya gelip fazla yatmak.
- broadcast -- radyo ile yayınlamak; saçmak; etrafa yaymak (dedikodu v.b.); radyo ile yayın yapmak; saçma suretiyle tohum ekmek; radyo yayını; neşriyat; yayınlanmış; neşriyata ait; saçılmış; geniş bir alana yayılmak üzere. broadcaster radyo ile yayın yapan kimse veya firma; etrafa yayan kimse.
- broaden -- genişlemek
- broadside -- (den.) borda; borda ateşi: geniş taraf: kötü muamele: eskiden halka dağıtılan bir yanı basılmış el ilanı.
- brocade -- brokar; desenli olarak dokumak.
- brogue -- bir nevi erkek ayakkabısı; bir çeşit kaba ve sağlam ayakkabı.; ingilizce'de irlanda aksanı.
- broil -- ızgara yapmak; kızartmak; fazla ısıya maruz kalmak; sabırsızlık v.b.'nden tutuşmak; ızgara. broiler et veya balık pişirmeye mahsus ızgara veya tava; ızgaralık piliç.; münakaşa
- broke -- (bak.) break; (k.dili.) meteliksiz
- broker -- simsar
- bromate -- (kim.) bromat asidinin tuzu; bromin ile karıştırmak.
- bronze -- bronz; bronz rengi; bronzdan yapılmlş sanat eseri.; bronzlatmak; güneşte yakmak
- brooch -- broş
- brood -- kuluçkaya yatmak: derin derin düşünmek; damızlık. brooder kuluçka makinası; arpacı kumrusu; düşünceye dalan.
- brook -- çay; tahammül etmek
- broom -- saplı süpürge; katır tırnağı (bot.) Genista scoparia. butcher' broom Yalova mercam; tavşan memesi
- brother -- erkek kardeş; aynı cemiyette üye. brotherhood kardeşlik; bir kuruluş veya kuruma üye olanlar. brotherin-law enişte; kayınbirader: bacanak. brotherliness kardeşçe oluş. brotherly erkek kardeşe özgü
- brow -- kaş: alın: çehre
- browbeat -- sert bakış veya sözlerle gözünü korkutmak
- brown -- kahve rengi; kahverengi; güneşten yanmış; Malezya ırkına mensup; karartmak; esmerletmek; kızartmak. brown bread siyah ekmek. brown paper kahverengi veya diğer koyu renk bir ambalaj kâğıdı. brown study derin ve ciddi düşünceler
- browse -- (otlamak; (kitabı) gözden geçirmek; fidanların ve ağaçların taze sürgünleri veya dalları.
- bruise -- çürütmek; incitmek; dövmek (havanv.b.'de); çürük peyda etmek; incinmek; çürük; (k.dili.) kaba ve güclü adam.
- bruit -- etrafa yaymak
- brunch -- (A.B.D.)
- brunt -- darbe
- brush -- fırça; fırçalama: çok tüylü kuyruk; müfreze çarpışması; (elek.) fırça; fırçalamak; süpürmek; hafifçe dokunmak; aceleyle ve telâş1a hareket etmek. brush aside brush away bir kenara itmek; tozunu almak. brush up tazelemek.; çalıllk; yer yer meskun olan ormanlık bölge. brushwood çalı çırpı; sık çalılık
- brut -- sek.
- brutalize -- hayvanca veya gaddarca davranmak
- brute -- hayvan; hayvan gibi adam; insanların hayvanca arzu ve duyguları; düşüncesiz; hayvan gibi vahşi; zalim; şehvete ait
- bub -- (k.dili) kardeş
- bubble -- kabarcık; değersiz ve göz boyayıcı herhangi bir şey; sahte hareket; kaynayış; kaynamak; kaynatmak; coşkun.
- bubbler -- fıskıye
- buccaneer -- korsan
- buck -- sıçramak (at); sıçrayıp binicisini sırtından atmak; (A.B.D.); A.B..D.; (mad.) ezmek. buck for (A.B.D.); erkek geyik; erkek hayvan; aldırışsız delikanlı; (A.B.D.) (argo) dolar. buck bean su yoncası
- bucket -- kova; tulumba pistonu. bucket seat çanak biçiminde koltuk. bucket shop borsa hisseleri üzerinden vurgun yapan; meyhane gibi yer. kick the bucket (argo) nalları dikmek; kova ile taşlmak veya çekmek; dörtnala at koşturmak; borsa hisseleri üzerinden vurgun yapmak; süratle hareket etmek veya ettirmek.
- buckle -- toka; toka veya kopça ile tutturmak; ısı veya basınç ile bükülmek
- buckler -- kalkan; (den.) loça kapağı; muhafaza etmek
- buckram -- tela; suni ve fazla resmi tavır; tela ile beslemek.
- bud -- tomurcuk; gelişmemiş; sürmek; gelişme çağında olmak; tomurcuklandırmak; (bahç.) aşı yapmak; ABD
- buddy -- (A.B.D.)
- budge -- kımıldamak; kımıldatmak
- budget -- bütçe; bütçe yapmak
- buff -- (araba; cilt yapmak; kahverengimsi sarıya boyamak; tesirini azaltmak.; güderiye benzer kalın bir çeşit deri; özellikle askerlerin giydiği kalın deri palto; kahverengimsi sarı renk; bu deriden yapılmış; kahverengimsi sarı renkte. in the buff (k.dili)
- buffalo -- birkaç cins yaban sığırı; kara sığır; gözdağı vermek. buffalo grass boğa otu. buffalo moth bir cins bokböceği tırtılı. buffalo robe bizon derisinden yapılmış diz örtüsü. bull buffalo kara boğa. water buffalo manda; su sığırı
- buffer -- tampon; cilt yapmada kullanılan bir araç. buffer arm tampon kolu. buffer beam tampon kirişi. buffer letter kaynaştırma harfi buffer state tampon devlet.
- buffet -- tokat; şok tesiri yapan ani bir olay; tokatlamak; karşı gelmek; el ve yumruk darbeleriyle karşı koymak; büfe; şeklinde verilen hafif yemek.
- buffoon -- soytarı
- bug -- böcek; (k.dili.) mikrop; ing. tahtakurusu; Volkswagenin ufağı; (argo) gizli dinleme cihazı; (k.dili.) (makina; (k.dili.) gizli dinleme cihazı yerleştirmek; (argo) kızdırmak
- bugbear -- yersiz korku uyandıran gerçek dışı herhangi bir şey; (eski) yaramaz çocukları yiyen umacı.
- bugger -- kulampara; alçak herif; (argo) herif; kimse; kulamparalık etmek; bozmak. buggery oğlancılık.
- bugle -- boru; boru çalmak; boru çalarak çağırmak. bugler boru çalan kimse.; (bot.) mayasıl otu; (çoğ.)unlukla siyah olan ve elbiseleri süslemekte kullanılan uzun cam boncuk
- build -- bina etmek; (iskambil) elinde toplamak; inşaatçılık yapmak; plan yapmak veya kurmak; yapı; toparlanmak; gelişmek; evlerle doldurmak; göklere çıkarmak
- bulb -- çiçek soğanı; ampul
- bulge -- çıkıntı; (A.B.D.); bel vermek; çıkıntı yapmak; pırtlamak; dışarı uğratmak
- bulk -- şişmek; cüsseli veya önemli olmak; şişirmek; hacim; büyük kısım; ambalajlanmamış yük veya eşya. in bulk dökme halinde; toptan.
- bull -- boğa; diğer bazı hayvanların erkeği; boğa gibi kimse; vurguncu kimse; gaf; (A.B.D.); (argo) saçma; buldok cinsi köpek. bull calf erkek buzağı. bull market borsada fiyatların devamlı yükselişi. bull session (A.B.D.); tipik bir ingiliz. take the bull by the horns cesaretle zor bir işe girmek.; (kıs.) bulletin.
- bulldog -- buldok; büyük saplı tabanca.
- bulldoze -- üstünden buldozer geçirmek; (A.B.D.)
- bulldozer -- buldozer; (A.B.D.)
- bullet -- mermi; küçük top. bulletproof kurşun geçmez.
- bulletin -- bildiri
- bullock -- iğdiş edilmiş boğa
- bullwhip -- kalın kırbaç.
- bully -- (ünlem); (ünlem) Bravo ! Aferin !; konserve sığır eti.; kabadayı; zorbalık etmek
- bulwark -- siper; siper ile korumak
- bum -- (A.B.D.); ing. but; başkalarının sırtından geçinmek; ödünç alıp geri vermemek. on the bum (argo) bozuk çalıçmaz durumda; serseri hayatı yaşayan. bum' rush zorla dışarı atılış bum trip (argo) uyuşturucu maddelerin kötü etkisi.
- bumble -- acemice iş yapmak.
- bump -- vuruş; şiş; vurmak; yerinden olmak. bump off (argo) öldürmek
- bumper -- (oto.) tampon; ağzına kadar dolu kadeh veya bardak; mebzul
- bun -- çörek; çörek şeklinde kıvırımış saç.
- bunch -- demet yapmak; salkım halinde meyva vermek.; salkım; kambur. bunchflower (bot.) yabani çörek otu.
- bunco -- (A.B.D.)
- bund -- rıhtım; rıhtım caddesi.; (Al.) birlik; dernek.
- bundle -- paket; kundak; yığın; toplamak; acele olarak bir yere göndermek; (slang) sepetlemek; veda etmeden aceleyle gitmek; soyunmadan aynı yatakta yatmak. bundle up sarınıp sarmalanmak.
- bung -- tapa; fıçı deliği; tıpalamak; dövmek
- bungle -- acemice iş yapmak; acemice yapılan iş
- bunk -- ranza; (k.dili.) herhangi bir çeşit yatak; ranzada yatmak; rahatsız bir yerde yatmak. bunkhouse işşi yatakhanesi.; (A.B.D.)
- bunker -- yeraltı sığınağı; (den.) ambar; golf sahasında kumluk çukur veya toprak tümsek gibi topun gidişine engel olan kısım.
- bunt -- tos vurmak; (beysbol) topa hafifçe vurmak; tos; (beysbol) topa hafifçe vurma.; (den.) yelken eteğinin orta yeri; balık ağının şişen kısmı.; bir çeşit buğday hastalığı; bu hastalığın sebebi olan mantar
- buoy -- (den.) şamandıra; cankurtaran simidi veya yeleği; suyun yüzünde tutmak; su yüzüne çıkmak
- burble -- fıkırdamak; fıkırtı; (hav.) kanadın kenarındaki hava çalkantısı.
- burden -- yük; sorumluluk; yük taşıma kapasitesi; yüklemek; yüklenmek; üstüne çullanmak. burden of proof ispat kulfeti; esas konu; nakarat. burden of a song bir şarkının nakarat kısmı.
- burgeon -- tomurcuk; tomurcuk ve filiz vermek
- burglar -- ev soyan hırsız .burglar alarm hırsıza karşı konan alarm tertibatı.burglar proof hırsıza karşı emniyet tertibatı olan.
- burglarize -- k.ili ev soymak.
- burgle -- k.ili ev soymak.
- burke -- boğmak; dolambaçlı bir davranışla bir seyden sıyrılmak.
- burl -- kumaş veya iplikte rastlanan düğüm; yumru; dokunmuş kumaştan düğümleri temizlemek.
- burlesque -- hicvederek güldüren; gülünç; hicviye; hicvetmek
- burn -- yanmak; ışık saçmak; parıldamak; tutuşmak; yakmak; kavurmak; pişirmek : (A.B.D.); (A.B.D.); yanıp bitmek. His ears are burning Kendisi yokken methediliyor.; yanık; pişirme (tuğla veye kiremit); iskoç çay
- burnish -- cilalamak; parlatmak; cilâ; mühre perdah kalemi.
- burp -- (A.B.D.) (k.dili.) geğirme; geğirmek.
- burr -- bazı meyva tohumlarının dikenli kabuğu; kozak; sırnaşık adam; çapak; ayla; (dişçi) frez; kalem pürüzü; çiğ ipekten kalan iplik; "r" harfinin titrek olarak söylenmesi; bir çeşit sert değirmen taşı.
- burrow -- oyuk; barınak; tünel kazmak; bir oyuk veya yuvada gizlenmek.
- burst -- patlama; mermi atılması; bir el silah atımında yapılan atış; açılma; göz önüne serilme; yarılmak; boşanmak (göz yaşı; had safhaya gelmek; gözle görülür hale gelmek; patlatmak
- burthen -- (bak.) bur(den.)
- bury -- gömmek; gizlemek; bertaraf etmek. bury the hatchet geçmişi unutup barış yapmak. bury one's sorrows kederini saklamak
- bus -- otobüs; k.ili binek otomobili; otobüsle gezmek; otobüsle taşımak.bus bar elektrik bağlama çubuğu. bus boy lokantada kirli tabakları toplayan işçi.
- bush -- çalı; (mak.) zıvana; çalı ile örtmek; çalıdan yapılmış tarakla taramak. beat about the bush sadede gelmemek.
- bushel -- kile; ing. 4/5 kile. hide one's light under a bushel örnek olmak istememek; yeteneğini gizlemek.; (A.B.D.) biçimini değiştirmek
- busk -- korseyi dik tutan kemik veya madeni balina.
- buss -- (eski) ve (leh.) öpücük; öpmek.
- bust -- (k.dili.) patlamak; iflâs etmek; patlatmak; mahvetmek; orduda rütbesini tenzil etmek; vurmak; göğüs. bust; (argo) mahvolma; (slang) top atma; içki âlemi.
- bustle -- telâş etmek; acele ettirmek; telaş; eskiden kadınların eteklerini kabarık tutmasl için kalça kısmına taktıkları yastık gibi şey. hustle and bustle telâş
- busy -- meşgul; hareketli; işgüzar; meşgul etmek iş vermek; meşgul olmak
- but -- (edat.); (bağlaç.) fakat; sadece
- butcher -- kasap; katil; (A.B.D.) trenlerde şeker ve sandviç satışı yapan adam; kasaplık hayvan kesmek; zalimce öldürmek; berbat etmek
- butler -- bir evin baş erkek hizmetkârı; kethuda
- butt -- herhangi bir şeyin enli ucu veya sapı; dipçik; izmarit; (argo); alay konusu olan kimse; nişan talimi yapılan yerin arkasındaki duvar veya toprak yığını; bitişik olmak; bitişmek; iki şeyin enli uçlarını birbiriyle birleştirmek.; tos vurmak; kafa atmak; araya girmek; tos; fıçı (şarap; bir oylum ölçü birimi
- butter -- tereyağı; ekmeğe sürülen diğer yumuşak maddeler; tereyağı ilâve etmek veya sürmek; (k.dili.) yağlamak
- butterfly -- kelebek: kelebek gibi bir yerden bir yere gayesi oimaksızın dolaşan kimse
- button -- düğme; tomurcuk; küçük mantar; elektrik düğmesi; ar-go Kızılderililerin uyuşturucu madde niyetine çiğnedikleri dikensiz bir nevi kaktüsün ku-rutulmuş tepe kısmı; düğmelemek; düğme dikmek veya koymak
- buttonhole -- ilik; ilik açmak; yakasına yapışmak. button-holer ilik açan alet veya kimse.
- buttress -- payanda; desteklemek.
- buy -- satın almak; alıcı durumunda olmak; alış; ABDsatın alınan şey; ABD; hisse almak: sahibi için geri almak; (argo) üyeliğe kabul parası vermek. buy of rüşvetle elde etmek; satın almak. buy out bütün hisselerini almak. buy over rüşvetle (birini) satın almak. buy up tümünü satın almak
- buzz -- vızıltı; dedikodu; vızıldamak; fısıldamak; konuşmak; (ing); vızıltıya benzer bir ses çıkarmak; bir dedi-kodu veya şayiayı yaymak; vızıltıya benzer seslerle haberleşmek; (k.dili) telefon etmek; (hav.) alçaktan uçmak; alçaktan uçarak birisini selamlamak. buzz about bir iş yapıyormuş gibi ortada dolaşmak.
- cab -- taksi; tek atlı binek arabası; lokomotif veya kamyon sürücüsünün oturduğu üstü kapalı kısım.
- cabal -- fitne; gizlice çalışan küçük bir grup entrikacı; böyle bir grup kurmak; komplo hazırlamak.
- cabbage -- Iahana. drum-head cabbage top lahana; (ing) çalınmış bir şey; çalmak
- cabin -- kulübe; kamara; kabin veya kamarada yaşamak; küçük bir yere kapamak
- cabinet -- camlı ve raflı olan dolap; kabine; küçük özel oda; dolap ile ilgili; gizli. cabinetmaker ince iş yapan marangoz. cabinetwork ince marangozluk.
- cable -- kablo; (den.) gomene; kablo ile çekilen araba.; kablo ile raptetmek bağlamak; kablo döşemek sualtı kablosu ile telgraf çekmek. cablegram sualtı kablosu ile çekilen telgraf.
- cabob -- şiş kebabı.
- cache -- (Fr.) erzak; böyle bir yere gizlemek
- cachet -- (Fr.) mühür; alameti farika; kapsül
- cachinnate -- yüksek sesle gülmek; isterik kahkahalar atmak. cachinna'tion isterik kahkahalar.
- cackle -- gıdaklamak; kesik kesik gülmek; gürültülü bir şekilde konuşmak; gıdaklama; gevezelik cackler geveze kimse.
- caddy -- daha ziyade çay koymaya mahsus küçük kutu
- cade -- annesi tarafından terkedilmiş ve elde büyütülmüş (hayvan yavrusu); yabani ardıç
- cadence -- ritim; sesin yavaşlaması; (müz.) perdenin derece derece inmesi; ahenkli
- cadge -- (k.dili.) dilenmek.
- cage -- kafes; hapishane; asansör; iskele (inşaatlarda); kafese kapamak
- cajole -- aldatmak
- cake -- kalıplaşmak; katılaşmak; pasta; kalıp; küspe. take the cake (k.dili) birinci gelmek. That takes the cakel Aşk olsunl cakes and ale hayatın neşesi; rahat içinde yaşama.
- cakewalk -- Amerikan zencilelerinin oynadığı bir çeşit oyun; çalımla dolaşmak.
- calamine -- (min.) tutya taşı. calamine lotion kalamin losyonu.
- calcify -- kireç haline koymak; kireçlenmek; kalsiyum tuzları ile sertleştirmek; taş haline gelmek.
- calcimine -- badana; badana etmek
- calcine -- yakarak toz haline getirmek veya gelmek; kirecimsi bir hale gelmek.
- calculate -- hesap etmek; saymak; ayarlamak; ABD; düşünmek; tahminde bulunmak; upon veya on ile güvenmek; tahmin.
- calendar -- takvim. calendar year takvim senesi. Chinese calendar gün ve ayları altmışlık devrelerle ayarlanmış olan ve 12 kameri aydan meydana gelen eski bir
- calender -- perdah makinası; perdahlamak; kalender
- calenture -- (tıb.) tropikal memleketlerde görülen
- calibrate -- ayar etmek. calibra'tion ayarlama; öIçü işareti.
- calk -- buz mıhı; (bak.) caulk.
- call -- bağırma; ötüş ötme (kuş); boru (avcılıkta); boru sesi; kısa ziyaret; celp; lüzum ihtiyaç; hak iddia etme; yoklama. call girl fahişe.calling card kartvizit. call letters radyo istasyonlarını belirten harfler. call number kütüphanelerde kitapları sınıflandıran numara. close call dar kurtulma. direct call ara santralsız konuşma. local call şehir içi konuşma. long distance call şehirlerarası konuşma; bağırmak; davet etmek; bağırarak ilgi çekmek; çağrıda bulunmak; telefon etmek; isimlendirmek; ... olarak kabul etmek; haykırmak; ilgi çekmek için yüksek sesle konuşmak; uğramak; telefonla aramak; (iskambil) istemek.call at uğramak. call attention to dikkatini çekmek. call back geri çağırmak; arayan kimseye telefon etmek. call down niyaz etmek; (k.dili) azarlamak. call for istemek; gerekli olmak. call forth ortaya çıkmasına sebep olmak. call in toplamak (para; yüksek sesle okumak; iptal etmek. call out yüksek sesle konuşmak; işbaşına çağırmak; greve çağırmak. call to mind hatırlamak; askeri vazifeye çağırmak; telefon etmek.
- callus -- (çoğ.) -luses) nasır; kırık kemiğin etrafında hasıl olup kaynamasına yardım eden madde; (bot.) yaraları onaran doku; nasırlaşmak.
- calm -- sakin; sukunet; yatıştırmak; sakinleşmek
- calumniate -- iftira etmek
- calumny -- iftira.
- calve -- buzağı doğurmak; parçalara ayrılmak (buzul; buzağı doğurtmak; parçalara ayırmak
- calypso -- kalipso
- cam -- (mak.) kam
- camber -- kavis meydana getirmek; hafifçe bükülmek; dışbükey yapmak; kavis; (hav) kanadın bükümlülüğü.
- cameo -- kabartma hakkedilmiş kıymetli taş
- camouflage -- (ask.) kamuflaj; kamufle etmek
- camp -- bayağı veya gülünç hareketlerde bulunan kimse; adilik; bayağı eser; adi; dikkati çekmek için göz alıcı bir şekilde giyinmek ve davranmak; (argo) adileştirmek. campy yapmacık; adi.; kamp; ordugâh; kampa çıkma; kamp çadırları; askerlik hayatı; bir fikrin veya idealin taraftarları topluluğu. camp chair portatif sandalye. Camp Fire Girls ABD-de kız izci teşkilâtına benzeyen bir örgüt. camp follower orduyu takip eden sivil veya fahişe; yardakçı. camp meeting büyük çadırda dini toplantı; kamp kurmak konaklamak; kampa yerleştirmek; konaklatmak.
- campaign -- sefer; kampanya; belirli bir sonuca ulaşmak için mücadele: mücadele etmek; kampanyaya katılmak. campaigner kampanyaya katılan kimse.
- camphor -- kafur
- campus -- üniversite veya okul arazi ve avlusu; okulda kalma cezası vermek.
- can -- (ed; çöp tenekesi; ABD; (argo) yüznümara; (argo) kaba et; konserve yapmak; kutulara doldurmak; (argo) kovmak; (argo) filime veya teybe almak. Can it (I.) Yeter be (I.); (could) (-ebil-); yerine will be able to kullanılır); (k.dili.) izinli olmak: Can (I.) go ? Gideyim mi ?; (kıs.) Canada
- canal -- kanal; su yolu; (anat.) içinden damar
- canalize -- kanal açmak; kanallara sevketmek; (tıb.) kanal açarak cerahati akıtmak. canaliza'tion kanal açma.
- canary -- kanarya kuşu; kanarya sarısı; Kanarya adalarında yapılan bir çeşit tatlı beyaz şarap. canary flower kanarya çiçeği
- cancan -- kankan
- cancel -- üstüne çizgi çekmek; iptal etmek; geçersiz hale koymak; (matb.) çıkarmak; (mat.) kısaltmak; çizgi çekme; çıkarma. cancela; işaretleme; iptal olunan şey; çıkarma.
- candidate -- aday; talip. candidateship adaylık
- candle -- mum; (yumurtaları) ışığa tutarak muayene etmek. Peter doesn-t hold a candle to Mary. Peter; gece gündüz eğlenmek.
- candy -- şeker; şekerleme yapmak; şerbet içinde kaynatmak; şekerleme haline getirmek. candy pull akide şekerine benzer bir şekerin yapılışı nedeniyle gençlerin toplanması.
- cane -- baston; kamış; boğürtlen veya ahududunun sapı; baston ile dövmek; kamışla kaplamak
- canister -- (çoğ.)unlukla madenden yapılmış olan çay
- canker -- (tıb.) ağızda meydana gelen yara; yozlaştıran herhangi bir şey; atların tabanlarında hâsıl olan yara; bitkilerin gövdelerinde görülen bir hastalık; pamukçuk hâsıl etmek; çürütmek; pamukçuğa tutulmak; çürümek
- cannibalize -- bir diğerini tamir etmek için bozulmuş araba
- cannon -- top; (mak.) bir şaft üzerinde serbestçe hareket eden (mil); bilardo oyununda karambol; koşum takımında bir çeşit gem; (zool.) incik kemiği; topa tutmak; gülle gibi fırlatmak. cannon ball gülle. cannon bone incik kemiği. cannon fodder (ölmek ihtimali ile) savaşa giden askerler. cannon shot top ateşi; top menzili.
- cannonade -- top ateşi; topa tutmak; bombardıman etmek.
- canoe -- hafif sandal
- canonize -- öImüş bir kimseyi kilisece kabul edilen azizler listesine dahil etmek; takdis etmek; muteber addetmek. canoniza'tion azizlik mertebesine yükseltme.
- canopy -- gölgelik; gök kubbe; gölgelemek; kaplamak
- cant -- meyil; şiv; yatay kesit; eğmek; ani bir hareketle fırlatmak; eğilmek; dönmek.; yapmacık; riyakârlık; belirli bir zümre; (argo); riyakâr bir şekilde konuşmak: dinsel konularda samimiyetsizce davranmak; murailik etmek; dilenmek
- canter -- eşkin gidiş (at); eşkin gitmek; eşkin sürmek.
- cantilever -- (mak.) dirsek; binanın dışarıya çıkık olan kısmı. cantilever bridge her biri bir ayak üzerinde dengeli oturan iki parçadan ibaret köprü.
- cantillate -- tilâvet etmek
- cantle -- eyerin arka kaşı; köşe; parça bölüm.
- canton -- idari bölümlere ayırmak; (kanton ) askerleri konaklatmak. cantoral kantonlara ayırmayla ilgili.; Kanton. Canton crepe ince ve hafif bir cins krep ipekli kumaş. Canton flannel bir yüzü tüylü pamuklu kumaş. Cantonese' Güney; Güney çin dili.; kanton; bir bayrağın bölümü.
- canvas -- yelken bezi; çadır; yelken; kanaviçe; (güz) (san) tuval; tuval üzerine yapılmış resim. canvasback Kuzey Amerika'ya mahsus yabani ördek. under canvas; yelken açmış.
- canvass -- kapı kapı dolaşarak oy veya sipariş toplamak; tetkik etmek; soruşturmak; muzakere etmek; sipariş toplama; oy toplama; tetkik; soruşturma; seçim kampanyası. canvasser sipariş veya oy toplayan kimse; tetkik eden kimse.
- cap -- (kıs.) Civil Air Patrol.; kep; zirve; kapak (tüp; tabanca mantarı: tapa; (argo) uyuşturucu ilaç kapsülü. cap and bells saray soytarısının giydigi çıngıraklı kukuleta. cap in hand hürmetkarane. blasting cap dinamit tapası. a feather in one's cap koltukları kabartan başarı. set one's cap for (argo) tavlamaya çalışmak (erkegi); (-ped -ping) baş1ık geçirmek; örtmek; tamamlamak; daha iyisini yapmak; kapak veya örtü vazifesi görmek. cap the climax beklenileni aşmak; tepesine tüy dikmek.
- capacitate -- muktedir hale koymak; salahiyet vermek
- caparison -- eyerin veya dizginin üstüne örtülen süslü örtü; kıyafet; haşe örtmek; süslemek
- cape -- pelerin; burun. The Cape
- caper -- kebere; sıçramak; sıçrama; kaprisli davranış; (argo) soyma
- capitalize -- sermayeye katmak; büyük harf ile yazmak. capitalize on kendi menfaatine çevirmek
- capitulate -- teslim olmak; silâhları bırakmak.
- capon -- semizleşmesi için kısırlaştırılan horoz.
- capriole -- sıçrayış; atın durdugu yerde dört ayağı üstüne sıçraması.
- capsize -- alabora olmak; alabora etmek
- capsule -- kapsül; (bot.) tahıl veya tohumu içinde saklayan kuçük kese; (anat.); özlü. capsular kapsüle benzer; kapsül içinde. capsulated kapsül şekli verilmiş; kapsül içinde saklanmış.
- captain -- kaptan; şef; deniz albayı; kaptanlık etmek; liderlik.
- caption -- manşet; (huk.) kanuni vesikanın düzenlendiği zaman ve yeri gösteren başlangıç kısmı.
- captivate -- büyülemek
- captive -- esir; tutkun kimse; esir düsmüş; baskı altında; esarete ait; büyülenmiş. captiv'ity esaret; tutkunluk. captive audience ABD zoraki dinleyiciler.
- capture -- zaptetmek; esir etmek; zaptetme; esir
- caracole -- binicilikte yarım çark hareketi; bu hareketi yaparak at sürmek.
- caramel -- tatlılara renk ve lezzet vermede kullanılan yanmış şeker; karamela.
- caramelize -- yanmıs şeker haline gelmek veya koymak.
- caravan -- kervan; üstü kapalı büyük yolcu veya yük taşıyan araba; kamyon; (ing) arabanın arkasına takılarak çekilen tekerlekli seyyar ev.
- carbolize -- karbol asidi katmak.
- carbon -- (kim) karbon; kopya kağıdı
- carbonado -- ızgara et veya balık; ızgara yapmak; gelişigüzel kesmek; siyah elmas
- carbonate -- (kim) karbonat; kömür haline koymak; karbonata çevirmek.
- carbonize -- kömürleştirmek
- carboy -- damacana etrafında sepet örgü veya tahta muhafazası olan büyük şişe.
- carburet -- (kim) karbon ile birleştirmek veya doldurmak.
- carburize -- karbon ile birleştirmek. carburiza tion karbon ile birleştirme.
- card -- kart koymak (masaya); fişlemek; kart veya kartonlara yapıştırmak; (yünü; kart; tebrik kartı; kartvizit; üyelik kartı; giriş kartı; program; iskambil kağıdı; (çoğ.) kâğıt oyunları; (k.dili.) şakacı ve neşeli insan; yün
- care -- endişe; merak; gaile; dikkat; tedbir; (eski.) üzüntü; muhafaza etmek.; merak etmek; ilgilenmek; üstüne almak; hoşlanmak; beğenmek; arzulamak. (I.) don't care. Umurumda degil. Bana ne?
- careen -- (den) karinaya bastırmak; kalafat etmek; yan yatmak (gemi); ABD sarsılmak; karinaya bastırma
- career -- meslek; meslekte başarı kazanma; sürat; profesyonel. take up a career bir mesleğe girmek. career woman meslek sahibi kadın. in full career bütün hızı ile. careerist meslek bakımından ilerlemeye meraklı olan kimse.; hızla gitmek veya koşmak.
- caress -- okşama; okşamak
- carhop -- (A.B.D)
- caricature -- karikatür; karikatür sanatı; kötü taklit; karikatürünü yapmak; çizgilerle alaya almak. caricaturist karikatürcü
- carl -- (iskoç) iri yarı adam; (eski.) köylü
- carnify -- et haline gelmek; et gibi olmak. carnifica'tion et bağlama.
- carol -- neşeli şarkı; halk şarkısı; neşeyle şarkı söylemek; şarkı söyleyerek kutlamak. Christmas carol Noel ilahisi. caroler Noel şarkısı söyleyen gezginci kimse.
- carom -- bilardo oyununda karambol; geri tepme; karambol yapmak; çarparak geri tepmek.
- carouse -- içkili ve gürültülü eğlence; böyle bir toplantıya katılmak; içmek
- carp -- kusur bulmak; durmadan şikâyet etmek; tutturmak. carper kusur bulan kimse. carping fazla tenkitçi olan; yersiz tenkit. carpingly devamlı kusur bularak.; sazan (zool.) Cyprinus carpio. crucian carp havuz balığı
- carpenter -- marangoz; marangozluk etmek
- carpet -- halı; halı gibi bir örtü meydana getiren herhangi bir şey. carpet beetle güve gibi yün yiyen bir böcek. carpet sweeper halı süpürgesi. carpet tack halı çivisi. call on the carpet azarlamak.; halı döşemek; kaplamak; (ing) azarlamak
- carpetbag -- heybe carpetbagger Amerikan iç Savaşından sonra Kuzey'(den.) Güney'e giderek vurgun yapan kimse; vurguncu kimse
- carrot -- havuç
- carry -- taşımak; nakletmek; götürmek; çekmek; sürüklemek; -e hamile olmak; desteğini kazanmak; zaptetmek; satışa arzetmek; elde etmek; devam ettirmek; (mat.) geçirmek; menzili olmak; (mecliste) kabul edilmek; taşıyıcı vazifesi görmek; atıcı veya fırlatıcı kuvveti olmak (top); uzaktan duyulabilir olmak (ses); (başını) dik tutmak. carry a motion bir teklifi onaylamak. carry away asker olmak; silâh taşımak. carry away götürmek; büyülemek; (hesabı) yeni sayfaya nakletmek; öIümüne sebep olmak; başarmak; cesurca karşılamak; kazanmak (ödül) carry on devam etmek; deli gibi davranmak; ile meşgul olmak; flört etmek. carry out başarmak; tamamlamak; icra etmek. carry over aktarmak; tehir etmek. carry the day yenmek. carry three (mat.) elde var üç (toplama ve çarpmada) carry through bitirmek
- cart -- atlı yük arabası; el arabası; at arabası ile taşımak; taşımak. get the cart before the horse ters iş!er yapmak.
- cartel -- kartel; savaş halinde olan devletlerin esir mübadelesi için aralarında yaptıkları anlaşma; düelloya davet.
- carton -- karton kutu
- cartoon -- karikatür; seri halinde yayınlanan karikatür; hayvanların canlandırıldığı karton filim; büyük resim taslağı. cartoonist seri halinde karikatür çizen kimse.
- cartwheel -- el yardımı ile yanlamasına atılan takla.
- carve -- oymak; parçalara bölmek; oymalarla süslemek. carver oymacı.
- cascade -- şelale çağlayan; gorünüşü çağlayanı andıran havai fişek; çağlayan şeklinde dökülen herhangi bir şey; (elek) kademeli dizi.
- case -- durum; mesele; hasta; vaka; dava; (gram) ismin hallerinden biri; (k.dili.) garip bir kimse; (A.B.D); kutu; mahfaza; kın; kasa; çerçeve; matbaa tezgâhı; kutu veya mahfaza içine koymak
- cash -- para; peşin para; (çin ve doğu hint adalarında) ufak madeni bir para birimi. cash-and-carry peşin para ödeyip satın alınan. cash crop peşin para ile satılan mahsul. cash on delivery tesliminde ödenecek; (kıs.) (C.O.D) cash register otomatik kasa. payable to cash hamiline. petty cash küçük kasa; küçük masraf. ready cash eldeki para.; paraya çevirmek; tahsil etmek. cash in kumarda fişleri kasaya verip parasını almak; (A.B.D)
- cashier -- işine son vermek; veznedar
- cask -- varil; bir varil dolusu.
- casket -- (ABD) tabut; küçük kutu; kutuya koymak.
- casserole -- kapaklı toprak veya cam tencere; böyle bir tencerede pişirilen yemek; kimya laboratuvarlarında kullanlıan saplı küçük kap.
- cast -- (cast) atmak; cevirmek; olta atmak; yere yıkmak (güreşte); ayrılmak; dökmek (meyva; erken yavrulamak; bir kenara atmak; küreklemek; (oy) vermek; rol taksimi yapmak; döküm dökmek; toplamak; hesap yapmak; tasarlamak; göz onüne almak; bükmek; çarpıtmak; döküm kalıbı içinde şekil almak; kehanette bulunmak; kokuyu aramak (köpek); (den.) gemiyi rüzgarı arkasına alacak şekilde çevirmek. cast a horoscope yıldız falına bakmak. cast a shadow gölge yapmak. cast a spell upon büyü yapmak. cast a vote rey vermek. cast about düşünmek; ıssız adada bırakmak. cast down devirmek; canını sıkmak. cast off reddetmek; (den.) alarga etmek. cast up kusmak; sayıları toplamak; karaya vurmak. cast iron dökme demir; çok sert; atma; atılan şey; (kırık kemiğe) alçı; zar atma; zarda gelen sayı; artık sey; mesafe; balık ağı atma; (bir tiyatro oyunu veya filimde) rol alan kimseler; avcılıkta köpeklerin koku peşinden etrafa dağılmaları; şans; tertip; dökmecilik; döküm; kalıp; dış görünüş; çeşit; temayül; şaşılık; eğrilik; açık renk; az bir miktar. cast of mind düşunüş şekli.
- castigate -- paylamak; kınamak. castiga'tion paylama
- castle -- kale. şato; (satranç) kale. castle in the air; kaleye koymak veya kapatmak; (satranç) küçük veya büyük rok yapmak.
- castrate -- hadım etmek
- casuist -- ahlâk meseleleriyle ugraşan kimse. ahlâk kurallarını kendi isteğine göre yorumlamaya gayret eden kimse. casuis'(tic.) ahlâk kurallarıyla ilgili; ahlak kurallarınl kendi çıkanna göre yorumlayan. casuis'tically kendi çıkarına göre yorumlayarak.
- cat -- (kıs.) catalogue; kedi; kedigiller familyasından herhangi bir hayvan; dedikoducu ve kinci kadın; çelik çomak oyunu; yayın balığı; (den.) griva palangası; ABD.; denizde; (den.) bir çeşit duğüm. civet cat misk kedisi
- catalyze -- katalize etmek
- catapult -- mancınık; (ing) sapan; mancınık ile atmak; sapanla vurmak.
- catcall -- tiyatroda memnuniyetsizlik işareti olarak çalınan ıslık; ıslıklamak
- catch -- (caught) yakalamak; yetişmek (trene; suçustü yakalamak; vurmak; nefesini tutmak; takılmak (elbise; cezbetmek; büyülemek; yakalanmak; ateş almak; yayılmak; tutulmak; moda olmak. catch one' breath soluğunu tutmak; dinlenmek.catch one' eye dikkatini çekmek. catch up ani hareketle yerden almak; tutturmak; yetişmek; hatasını tespit etmek; dalmak.catch up to üstüne almak. catch-as-catch-can serbest güreş; fırsatları değerlendiren.; tutma; kilit dili; av; (k.dili.) müstakbel eş olarak düşünülen uygun kişi; parça; (k.dili.) bityeniği; (müz.) şarkının hatırda kalan bir iki mısraı
- catechize -- ilmihal öğretmek; sıkı sıkıya sorguya çekmek. catechizer ilmihal öğretmeni; sorguya çeken kimse.
- categorize -- sınıflandırmak; vasıflandırmak.
- catenate -- zincir gibi birbirine bağlamak
- cater -- yiyecek tedarik etmek
- caterwaul -- azgınlık zamanlarında kedilerin çıkardığı seslere benzer sesler çıkarmak; bu şekilde bağırmak; kediler gibi kavga etmek; azgın kedi sesi.
- catfish -- yayın balığı
- catholicize -- Katolikleştirmek; evrenselleşmek
- caucus -- (-ed; (ing) parti yönetim kurulu; parti disiplin kurulu; parti kurulu toplantısı yapmak.
- caudle -- hastalara içirilen (şarap
- caulk -- kalafat etmek; buz mıhı çakmak; macun. caulking hammer kalafat tokmağı. caulking iron kalafat kalemi
- cause -- sebep; harekete sevkedici unsur; gaye; (huk.) dava konusu. final cause asıl gaye. first cause asıl sebep. make common cause with işbirliği etmek; sebep olmak; doğurmak; netice meydana getirmek. causable bir sebebin neticesi olabilen.
- causeway -- ıslak veya bozuk arazide yayalar için yapılmış yol; şose; cadde; geçit yapmak.
- cauterize -- (ing)-ise (tıb.) yakmak
- caution -- tedbir; (eski.); ikaz etmek; ihtar etmek. cautionary uyarıcı.
- cavalcade -- süvari alayı; süvarilerin veya atlı arabalann geçit töreni.
- cavalier -- atlı; şövalye ruhlu kimse; kavalye; (bh) ingiltere kralı 1.Şarl taraftarı; kendini beğenmiş
- cave -- mağara. cave (man.) mağara adamı; (k.dili.) kaba ve hoyrat adam.; oymak; oyulmak; (k.dili.) teslim olmak
- caveat -- (huk.) alâkadar bir şahsın ilgili makamlara; ihtar
- cavern -- büyük mağara.
- cavil -- bahane aramak; bahane
- cavort -- ABD sıçramak
- caw -- karga sesi; karga gibi ötmek
- cease -- durmak; bitmek; bırakmak; durma; inkıta. without cease durmadan
- cede -- bırakmak; terk etmek; devretmek
- ceil -- tavan çekmek
- celebrate -- kutlamak; ilân etmek; ayin yapmak; bayram yapmak celebra'tion kutlama celebrator kutlayan kimse.
- celibate -- bekâr; özellikle dini sebeplerle evlenmeyen.
- cell -- hücre; küçük oda; ünite; (elek) pil. cell-block hapishanede birçok hücreden meydana gelen bölüm. cell fluid lenf. cell wall hücre çeperi. dry cell kuru pil. padded cell çok azgın deliler için duvarları pamukla kaplanmış hücre.
- cellar -- kiler; mahzen; bodrum; şarap mahzeni; şarap stoku. salt cellar tuzluk.
- cellophane -- selofan.
- cement -- yapıştırmak; beton ile kaplamak. cement good relations with.... ile dostluk kurmak.; çimento; tutkal; yapıştırma işinde kullanılan herhangi bir madde; (dişçi) dolgularda kullanılan alçı .cement block çimento briket. hydraulic cement su kireci. Portland cement Portland çimentosu .
- cense -- buhur yakmak
- censor -- sansürcü kimse; başkalarının ahlâki davranışlarını kontrol eden kişi; eski Roma cumhuriyetinde nüfus ve ahlâk meselelerine bakan yüksek rütbeli görevli; sansürcülük görevi yapmak; sansür koymak. censor'ial sansüre ait
- censure -- tenkit; itham etme; sert bir şekilde tenkit etmek; kabahatli bulmak; tasvip etmemek
- census -- sayım; eski Roma'da vergi sistemiyle ilgili olarak vatandaş ve (mal.) sayımı.
- centralize -- merkezileştirmek; hükümetin eli altında toplamak; merkezde toplanmak
- centrifuge -- santrifuj
- centuple -- yüz misli; yüz ile çarpmak; yüz misline çıkarmak.
- centuplicate -- yüz ile çarpmak; yüz misli; yüz katına çıkarılmış sayı veya miktar. centuplica'tion yüz ile çarpma.
- cere -- balmumlu beze sarmak; (eski.) balmumuna batırmak.
- cerebrate -- beyin faaliyeti göstermek; düşünmek.
- certificate -- belge; sertifika; ruhsat; diploma. birth certificate nüfus kâğıdı. health certificate sağlık belgesi. certificate of origin menşe belgesi; belge vermek; vesika veya sertifika sağlamak. certifica'tion belgeleme; ruhsat.
- certify -- tasdik etmek; referans vermek; teyit etmek; garanti etmek; deli olduğunu açığa vurmak.
- chafe -- ovarak ısıtmak; ovarak aşındırmak; taciz etmek; ısıtmak; ovmak; ovularak aşınmak; taciz olmak; tedirginlik; ovma neticesinde meydana gelen ısı; aşınma veya zedelenme. chafe at the bit işlerin geç kalmasından dolayı huzursuz olmak.
- chaff -- hububat kabuğu; saman; yem olarak kullanılan ufalanmış saman; önemsiz mesele; saçma ve anlamsız söz. chaffy kabuklu.; şakalaşmak; şaka
- chaffer -- pazarlık; pazarlık etmek; alışverişte bulunmak
- chagrin -- üzuntü
- chain -- zincir; (bağlaç.); öIçme zinciri. chain armor zincirden örülmüş zırh. chain belt zincir kayış. chain gang prangalı mahkumlar takımı. chain letter zincirleme mektup. chain lightning yılankavi şekilde görünen şimşek. chain of command komuta zinciri. chain of thought fikir silsilesi. chain reaction zincirleme reaksiyon. chain reactor atom reaktörü. chain smoker sigara tiryakisi. chain store aynı idareye bağlı mağazaların her biri. mountain chain dağ silsilesi. watch chain köstek.; zincirlemek; kayıt altına almak
- chair -- iskemle; makam; kürsü; başkanlık sandalyesi; elektrikli iskemle; sedye; tahtırevan; (d.y) rayı traverslere bağlamak için kullanılan bir cins destek. easy chair rahat koltuk. chair car koltuklu vagon. take the chair başkanlık makamına geçmek.; iskemleye oturtmak; makama geçirtmek; (ing) iskemleyle beraber omuzlarda taşımak.
- chairman -- (çoğ.)-men) başkan; tekerlekli iskemle sürücüsü chairmanship başkanlık.
- chalk -- tebeşirle yazmak veya işaret koymak; tebeşirle beyazlatmak; tebeşirle karıştırmak; rengini açmak. chalk up kazanmak; tebeşir; tebeşirle konan işaret; veresiye verilen her içki
- challenge -- meydan okuma; bir konuda açıklama yapmaya çağırma; (ask.) nöbetçinin "dur" emri veya kimlik sorması; (huk.) hâkim veya jüriyi reddetme; (ABD) oy pusulasının geçersizliğinin veya seçmenin yetersizliginin iddia edilmesi; meydan okumak; düelloya davet etmek; (fig.) 'hodri meydan' demek; (ask.) ''dur" emri vererek kimlik sormak; (huk.) hakim veya juriyi reddetmek; (ABD) oy pusulasının geçersiz veya seçmenin yetersiz olduğunu iddia etmek; iddia etmek; itiraz etmek; kokuyu bulunca havlamak (av köpeği) challengeable meydan okunabilir; tartışılabilir. challenger meydan okuyan kimse.
- cham -- (eski) kağan
- chamber -- oda; daire; saray veya resmi ikametgah odası; hâkimin oturum dışı konularda çalıştıgı oda; mahkeme; bölme; teşrii meclis; fişek yatağı (silâhlarda); odaya koymak; odaya kapatmak; oda vermek
- chamfer -- şev; oluk açmak
- chamois -- (çoğ.) chamois) dağ keçisi; bu hayvanın derisi
- champ -- (argo) şampiyon.; ısırmak; gürültü ile çiğnemek; ısırma ve çiğneme hareketleri yapmak; çeneyi ve dişleri çiğner gibi oynatmak.
- champagne -- şampanya; şampanya rengi; şampanyaya ait; bu renkte olan.
- champion -- savunmak; tarafını tutmak; şampiyon; savunucu kimse; mücadeleci kimse; galip. championship şampiyonluk.
- chance -- şans eseri olarak vaki olmak; tesadüfen meydana gelmek; rast gelmek; (k.dili.) . göze almak; denemek. chance on; talih; kader; ihtimal; fırsat; risk; riziko; şans eseri olan. by chance tesadüfen
- change -- değiştirmek; aktarma yapmak (tren vb); para bozdurmak; para değiştirmek; yatak takımlarını değiştirmek; değişmek; elbiselerini değışmek; yüzü solmak.change front (ask.) taarruz yönünü değiştirmek. change hands sahip değiştirmek.; değişim; sapma; yenilik; bir şeyin diğerinin yerini alması; bozukluk; aktarma; (müz.) çanlarla çalınan bir parçanın perde değişiklikleri. change of address adres değişikliği. change of air hava değişimi. change of life âdet kesilmesi; aynı konuyu değişik yollardan bıktırıncaya kadar anlatmak.
- channel -- kanala dökmek; kanal açmak; yatak (nehir); bir su yolunun derin kısımları; geniş boğaz; U demiri; (den) palasartalar; hat; oluk. the English Channel Manş Denizi. Channel Islands Angloormand Adaları.
- chant -- şarkı; tilavet; (müz.) nağme; monoton bir melodi; monoton ses tonu; şarkı söylemek; şarkı söyleyerek kutlamak; tilâvetle okumak (kur'an)
- chanticleer -- horoz.
- chap -- çatlak; cildi çatlatmak; toprağı; çatlamak; (k.dili.) adam
- chapel -- özel ibadet yeri; kilisenin özel törenlere ayrılmış bölümü; küçük kilise; bir okul; böyle bir kilisede yapılan ayin; kilise koro veya orkestrası; (eski) matbaa; bir basımevine bağlı olarak çalışan bütün matbaacılar.
- chaperon -- bir genç kıza veya gençler grubuna refakat eden kimse; himaye gayesiyle beraber gitmek
- chaplet -- başa takılan çelenk; bir dizi boncuk; tespihin üçte biri kadar olan küçük tespih.
- chapter -- bahis; ruhani meclis toplantısı; bölümlere ayırmak
- char -- bir cins alabalık.; (ing) hafif gündelik ev işi; yevmiye ile çalışmak.; (-red; yakarak kömür haline getirmek; kavurmak; ateşe tutmak; yanarak kömür haline gelmek
- character -- karakter; vasıf; hususiyet; şöhret; bonservis; statü; tip; (k.dili) garip kişiliği olan kimse; (tiyatro) karakter; işaret; alfabe. character actor karakter oyuncusu. character reference bonservis. in character karakterine uygun. Latin characters Latin harfleri. out of character karakterine aykırı.; oymak.
- characterize -- tanımlamak
- charcoal -- mangal kömürü; kara kalem; kara kalem resim.
- charge -- yüklemek; doldurmak (tüfek; doyurmak; (havayı) gerginleştirmek; (elek.) şarj etmek; emretmek; mükellef addetmek; fiyat talep etmek; hücum etmek; hesaba kaydetmek; emir verilince yere yatmak (köpek) charge off gözden çıkarmak; elden çıkarmak. charge with yüklemek; suçlamak; borçlandırmak.; yük; bir atışta kullanılan patlayıcı madde miktarı; görev; idare; emanet; mesuliyet; itham; masraf; ücret; vergi; (emir); borç; (elek.) şarj. charge account mağazada açık hesap. charge plate veresiye alışverişte gösterilen kağıt. in charge nezaret altında; amir; yönetici vasfında. take charge of mesuliyetini üzerine almak.
- chariot -- eski zamanlarda kullanılan iki tekerlekli savaş veya yarış arabası; dört tekerlekli hafif gezinti arabası; araba ile taşımak; araba ile gitmek; araba sürmek.
- charioteer -- savaş veya yarış arabası sürücüsü
- charleston -- çarliston dansı.
- charm -- cazibe; tılsım; muska; buyu; cezbetmek; sihirli bir güçle korumak; büyüleyici olmak
- chart -- (den) portolon; plan; çizelge; plan yapmak; harita yapmak. chartless haritasız.
- charter -- patent; gemi kira kontratı. charter member bir derneğin ilk üyelerinden biri; kiralamak; berat
- chase -- (t); kabartma işleri yapmak (maden üzerine); (matb.) harflerin muhafazasında kullanılan demir çerçeve; oluk.; kovalama; kovalanan herhangi bir şey; (ing) avlanabilinen alan; (ing) başkalarının arazisinde avlanabilme hakkı. give chase avlamak. the chase avcılık.; kovalamak; avlamak; (k.dili) koşmak
- chasse -- ç. yana doğru yapılan bir dans figürü; böyle dans etmek.
- chasten -- ıslah etmek için cezalandırmak; dersini vermek.
- chastise -- cezalandırmak dövmek chastisement döverek cezalandırma.
- chat -- teklifsizce konuşmak; gevezelik etmek; hoşbeş etmek; sohbet; birkaç cins ötücü kuş.
- chatter -- gevezelik; diş çatırdaması. chatter marks bir aletin titreşimi sonucu meydana gelen düzensiz çizikler.; gevezelik etmek; konuşur gibi sesler çıkarmak; çatırdamak (diş); (mak.) titreşim meydana getirmek; alelacele söylemek.
- chauffeur -- maaşlı hususi araba söförü; özel şöförlük yapmak.
- chaw -- (Ieh) çiğnemek: ağız dolusu.
- cheap -- ucuz; az zahmetle elde edilebilen; ucuzca; faizi ehven (borç para); bayağı
- cheapen -- ucuzlatmak; itibarını bozdurmak; ucuzlamak.
- cheat -- hile; oyun; (huk.) hile ile (mal.) alma; dolandırıcı; (slang) üç kâğıtçı; sahte bir şey.; hile yapmak; aldatmak; dolandırıcılık etmek; (ABD)
- check -- durdurmak; engel olmak; kontrol altına almak; kontrol etmek; kontrol işareti koymak; kare deseni ile kaplamak; emanet odasına teslim etmek; (satranç) şah çekmek; (boya tahta) çatlamak. check in otel veya uçak defterine kaydolmak. check up on soruşturmak; (ABD); soruşturmak; doğru olduğu açığa çıkmak; (mağazada) seçtiklerini kasada hesap ettirmek; işleyişini kontrol etmek.; engel; geciktirme; kontrol; kontrol işareti; ABD fiş; (lokantada) hesap; (kumaşta) ekose deseni; dama; (satranç) şah; tahtada hafif çatlak deseni. in check kontrol altında.
- checkerboard -- dama tahtası.
- checkmate -- (satranç) (mat.); tam yenilgi; (satranç) mat etmek; hünerle yenmek.
- cheddar -- yumuşak bir cins ingiliz peyniri.
- cheek -- yanak; (k.dili) cüret
- cheep -- cıvıldamak; cıvlltı.
- cheer -- alkış tutmak; neşelendirmek; teşvik etmek; tempo tutarak bağırmak; neşelenmek. cheer up moralini düzeltmek. Cheer up ! Keyfine (bak.) ! Gecmiş olsun !.; teşvik; neşe ve memnuniyet veren şey; ruh haleti; kıvanç; yiyecek; misafirperverlik.
- cheese -- peynir; bu şekilde herhangi bir şey. Cheese it ! (argo) Kaç ! big cheese (argo) önemli bir kimse.
- chef -- şef
- chequer -- (bak.) checker.
- cherish -- aziz tutmak; bağrına basmak: gütmek. cherisher aziz tutan kimse. cherishingly aziz tutarak.
- chest -- göğüs; sandık; kutu: bir kurumda para alınıp verilen yer: banka. chest of drawers çekmeceli dolap
- chevron -- assubay ve erlerin rütbelerini gösteren kol işareti; (mim.) zikzak çıta.
- chew -- çiğnemek: düşünmek; tütün çiğnemek; çiğneme; lokma. chew out azarlamak. chew the cud geviş getirmek. chew the rag çene çalmak. chewing gum çiklet.
- chicane -- hile; hile yapmak
- chick -- civciv; çocuk; (A.B.D.)
- chicken -- piliç; tavuk veya diğer kümes hayvanlannın eti; (k.dili) toy kimse; (A.B.D.); (argo) korkak; (argo)
- chide -- (chid veya chided
- chief -- şef; (argo) patron; (hane.) armanın en üst kısmı; en yüksek rütbede olan; belli başlı; başta olan. in chief baş
- chilblain -- (gen.); mayasıl.
- child -- (çoğ.) -children) bebek; çocuksu kimse; kız veya erkek evlât. childbed kadının doğum yapma hali. childbirth doğum. child labor çocukların çalıştırılması. child' play kolay iş. adopted child evlât edinilmiş çocuk
- chill -- üşümek; (mad.) donmak; üşütmek; soğutmak (şarap); ümidini kırmak. chillingly üşütücü bir şekilde. chillriess soğuk; soğuk davranış.; soğuk; titreme; soğuk davranış; soğuk döküm kalıbı; üşütücü; soğuk. take the chill off ıIıtmak. chill-cast soğuk kalıba dökülmüş. chiller soğutucu; korkunç hikâye.
- chime -- ahenkle çalmak (çan); şarkı söyler gibi konuşmak; harmonize etmek; ahenkli ses çıkarmak. chime in uymak; söz kesip konuşmaya katılmak.; ahenkli zil veya çan sesi; (müz.) madeni borulardan meydana gelen bir çalgı; müzik; akort
- chimney -- baca; lamba şisesi; krater
- chin -- çene; jimnastikte çeneyi çubuğun hizasına getirmek; (k.dili.) konuşmak; (k.dili.) çene hizasına kaldırmak
- chine -- omurga kemiği; sırttan çıkarılan et.
- chink -- ( (A.B.D.); yarık; (argo) temiz para; madeni ses; yarıkları doldurmak; şangırdamak
- chip -- yonga; ince dilim halinde kesilmiş yiyecek; (çoğ.); (iskambil) fiş; küçük kıymetli taş parçası; önemsiz bir şey; lezzetsiz kuru yiyecek; kurumuş tezek parçası; sepet örücülüğünde kullanılan hasır. a chip off the old block hareket ve konuşmasında ailesine benzeyen kimse. a chip on one' shoulder kavgaya hazır oluş; yontmak; (iskambil) fişle oyuna girmek; cıvıldamak (kuş) chip in (k.dili) iştirak etmek; sözü kesmek. chipped beef ince dilinmiş kuru sığır eti.
- chipmunk -- üstü çizgili birkaç çeşit ufak sincap.
- chipper -- (ABD); şık
- chirp -- cıvıldar gibi ses çıkarmak; cıvıldar gibi konuşmak; cıvıltı. chirpy cıvıltılı
- chirr -- (çekirge; bu şekilde ötmek; çekirge ve benzeri hayvanların ötüşü.
- chirrup -- neşe ile cıvıldamak; cıvıltı.
- chisel -- keski; kalemle kesmek; (argo) aldatmak; keski ile çalışmak. chiseled keski ile şekil verilmiş; güzel bir şekil verilmiş; keskin hatlı.
- chit -- yiyecek içecek masrafları için ödenen para makbuzu; (ing) not; çocuk
- chitchat -- Iaf; dedikodu.
- chivaree -- (bak.) charivari.
- chive -- yemeğe tat vermek için kullanılan Frenk soğanı
- chivvy -- (bak.) chevy.
- chlorinate -- klorlamak.
- chloroform -- (kim) kloroform; karınca yağı; kloroformla uyutmak.
- chock -- takozla desteklemek; (den) kızağa çekmek. chock-block palanga makaraları birbirine kavuşmuş; dopdolu; sıkışık.; odun parçası; (den) yomalık büyük kurt ağzı; kızak.
- chocolate -- çikolata; koyu kahverengi; çikolatalı; çikolata renginde.
- choir -- kilise korosu; kilisede koroya mahsus yer; koroda şarkı söylemek. choir loft kilise balkonunda koro yeri.
- choke -- boğma; (oto.) kısıcı; boğmak; önünü kesmek; bastırmak; boğulmak; yutmak; menetmek. choke up tıkanmak; heyecandan konuşamamak.
- choose -- (chose; tercih yapmak. cannot choose but mecburdur. chooser seçen kimse.
- chop -- ağız; ani ısırma; ağzı ile yakalamak; birdenbire söylemek.; Hindistan'da mühür; birinci kalitede.; (-ped; parçalamak; birdenbire ve şiddetle hareket etmek; birdenbire yön değiştirmek (rüzgar) chop up kıymak; (odun) yarmak.; kesme işi; pirzola; yarık
- chopper -- kısa saplı balta; elektrik akımını kesen alet; (argo) helikopter.
- chord -- çalgı teli; his; (geom.) kiriş; (müz.) bir arada çalınan ahenkli birkaç çeşit nota; sol ile ahenkli akort. spinal chord. (bak.) cord chord of an arc yay kirişi.
- chore -- (ABD) küçük bir iş; (çoğ.) bir evin veya çiftliğin günlük işleri; güç ve zevksiz bir iş.
- chortle -- kıkırdamak; kıkırdama.
- chorus -- koro; bir şarkının koro kısmı; koro ekibi; koro halinde şarkı söylemek veya konuşmak. chorus girl kabare kızı. in chorus hep beraber
- chouse -- (eski) aldatmak
- chow -- kahverengi veya siyah tüylü; (ABD)
- chowder -- balıklı sebze çorbası.
- christen -- vaftiz etmek; vaftiz ederken isim koymak: isim koymak ve ithaf etmek; (k.dili) ilk olarak kullanmak. christening vaftiz.
- chrome -- krom. chrome green krom yeşili. chrome steel kromlu çelik.
- chronicle -- tarih; kaydetmek
- chronograph -- olayların tam oluş anını tespit eden alet; çok kısa zaman bölümlerini öIçen alet. chronograph-ic bu alet ile ilgili.
- chuck -- sığırın boynu ile kürek kemiği arasmdaki kısım; takoz olarak kullanılan odun veya kalas; dağ sıçanı; (mak.) torna balama aynası. drill chuck matkap aynası; çenesini okşamak; atmak; (k.dili.) çöpe atmak; (argo) istifa etmek; okşama; kısa bir mesafeye fırlatma; (ing); yaka paça. kapı dışarı etmek.
- chuckle -- kıkır kıkır gülmek; kıkırdama; anne tavuğun civcivlerini çağırmak için çıkardığı ses. chuckler kıkırdayan kimse.
- chug -- bir makinanın işlerken çıkardığı egzoz sesi; bu sesi çıkarmak; bu sesi
- chum -- yem olarak kullanılan yağlı balık parçaları.; (-med -ming) yakın arkadaş; yatılı okulda oda arkadaşı; yakın dost olmak; aynı odayı paylaşmak. chummy (k.dili.) samimi.
- chump -- çiğnemek.; (k.dili.) kalın kafalı kimse; kütük; (argo) kafa
- chunk -- külçe; (k.dili.) kuvvetli ve tıknaz adam; bodur ve güçlü at veya başka hayvan. chunky bodur; topak topak
- church -- kilise; kilise ayini; herhangi bir Hıristiyan mezhebi; cemaat; din adamlığı; dinsel örgüt. church'goer kiliseye muntazam giden kimse. church'(man.) kilise azası. church'warden kilise mütevellisi. church'yard kilise bahçesi ve mezarlık.; kiliseye getirmek; kilise disiplinine tabi tutmak; kilisede şükran duası etmek (bilhassa doğumdan sonra kadınlar)
- churn -- yayık; süt kabı; tereyağı yapmak için sütü dövmek; devamlı olarak dövmek
- churr -- uçarken kuşun çıkardığı kanat sesi; (bak.) chirr.
- chute -- akıntı; kanal; şelale; dar boğaz şeklinde ağıl; paraşüt.
- cicatrize -- kabuk bağlamak; kapatmak. cicatriza'tion kabuk bağlama.
- cicerone -- turist rehberi
- cigarette -- (sig.)ara.
- cinch -- at kolanı; (k.dili.) sıkıca tutma; (argo) kolay ve emin sey; kolan takmak; (argo) sağlam kazığa bağlamak.
- cincture -- kemer kuşak; çevre hududu; etrafını çevirmek
- cinder -- cüruf; kül; (çoğ.)
- cinematograph -- sinema makinası; filim oynatma makinası
- cipher -- sıfır; önemsiz şey veya kimse; şifre; şifre halindeki yazı; şifre anahtarı; monogram; hesap yapmak; şifreli olarak yazmak; devamll ses çıkarmak (org borusu gibi)
- circinate -- halka şeklinde; (bot.) filizlerinin ucu kıvrılan.
- circle -- daire çember; bu şekildeki herhangi bir cisim; ring; etki sahası; devir: hale; muhit; (coğr.) paralel dairesi; (astr.) gök cisimlerinin yörüngesi; gök cisimlerinin kendi etraflarında dönmeleri. great circle (coğr.) büyük daire. inner circle merkezi grup.vicious circle fasit daire.; etrafını çevirmek; etrafında dolaşmak; devretmek
- circuit -- devretmek; turneye çıkmak.; daire; ring seferi bir yerden kalkıp gene aynı noktaya dönme; turne; gezici hâkim veya papazın yaptığı mutat seyahatler; gezici hakim veya papazlar; (elek) devre. circuit breaker devre kesici anahtar. circuit court şehirden şehre giden mahkeme. circuit judge gezici hâkim. circuit rider atla dolaşan gezici vaiz. closed circuit kapalı devre. short circuit kontak
- circularize -- sirküler yollamak: sirküler halinde kaleme almak. circulariza'tion sirküler yollama. circularizer sirküler yollayan kimse.
- circulate -- deveran etmek dolaşmak; dağıtmak
- circumambulate -- etrafım dolaşmak; tavaf etmek. circumambula'tion etrafını dolaşma. circumam'bulatory etrafını dolaşan.
- circumcise -- sünnet etmek.
- circumference -- daire çevresi. circumferen'tial daire çevresine ait veya onunla ilgili.
- circumflex -- uzatma işareti; uzatma işareti ile ilgili; eğri; etrafına dolamak; uzatarak telaffuz etmek.
- circumfuse -- etrafına dökmek (su); etrafını bir sıvı ile çevirmek. circumfu'sion etrafına dökme.
- circumnavigate -- denizden etrafını dolaşmak. circumnaviga'tion denizden etrafını dolaşma. circumnavigator denizden etrafını dolaşan kimse. circumnutate.
- circumscribe -- etrafına çizgi çizmek; sınırlamak; çemberlemek; (geom.) bir şeklin etrafına diğer bir şekil çizmek.
- circumstance -- hal; vaka; teferruat
- circumstantiate -- tafsilatlı olarak izah etmek; delil ileri sürerek desteklemek.
- circumvallate -- etrafına siper çekili; etrafına siper çekmek.
- circumvent -- tuzağa düşürmek; hile ile önüne geçmek; etrafını dolaşmak. circumventer circumventor tuzağa düşüren kimse; atlatan kimse. circumvention tuzağa düşürme; atlatma. circumventive tuzağa düşürücü; atlatıcı.
- circumvolve -- dönmek
- cite -- delil olarak iktibas etmek; mahkemeye celbetmek; çağırmak; bahsetmek; (ask.) kahramanlığını günlük emirde zikretmek. citeable aktarılabilir.
- citrate -- (kim) asit sitrik tuzu.
- civet -- bir çeşit misk; misk kedisi. civet cat misk kedisi.
- civilize -- medenileştirmek; aydınlatmak. civiliz'able uygarlaştırılabilir. civilizer uygarlaştıran kimse.
- clabber -- kesilip koyulaşmış süt; kesilip koyulaşmak (süt)
- clack -- çatırdamak; gevezelik etmek; çatırtı; gevezelik
- clad -- (bak.) clothe.
- claim -- talep; hak; (sig.)orta poliçesi üstünden ödenecek para; maden vb'ni işletmek için devletin arazisinde hak talep etme. clalm for damages tazminat davası; tazminat talebi. claim jumper ABD başkasının maden ocağını işgal edip alan kimse. Iay claim to sahip çıkmak.; hak talep etmek; iddia etmek; sahip çıkmak. claimable hak talep edilebilir. claimant hak talep eden kimse.
- clam -- tarak; (k.dili.) sessiz ve içine kapanık kimse; deniz tarağı toplamak. clambake (ABD) deniz tarağı pişirilip yenen bir piknik. clamshell tarak kabuğu; çift çeneli kova. clam up (ABD); mengene.
- clamber -- tırmanmak; clamberer el ve ayakla tırmanan kimse.
- clamp -- mengene; kelepçe; mengene ile sıkıştırmak; menetmek.
- clank -- madeni ses; bu sesi çıkarmak; bu sesi çıkarttırmak.
- clapboard -- (ABD) inşaatlarda kullanılan dış kaplama tahtası; bu tahtalar ile kaplamak.
- clapper -- çan dili; alkışlayıcı şey veya kimse; (argo) dil.
- clapperclaw -- (eski ve (leh.) tırmalamak; küfretmek
- claret -- kırmızı Bordo şarabı; aynı tipte diğer şaraplar; koyu morumsu kırmızı.
- clarify -- aydınlatmak; aydınlanmak
- clarion -- açık; (müz.) boru; (şiir) bu çalgının sesi.
- clary -- (bot.) adaçayı. meadow clary yılan kökü
- clash -- gürültülü bir ses çıkarmak; çangır çungur çarpışmak; fikir ayrılığı olmak; hızla çarpmak; bir çarpışma nedeniyle ses çıkarmak; çarpışma neticesinde çıkan ses; çarpısma; fikir uyuşmazlığı; ihtilaf. clash with ile münakaşa etmek.
- clasp -- toka; kucaklama; toka veya kopça ile tutturmak; toka koymak; kavramak
- class -- sınıf; kast; çeşit; takım; ders; bir okulda aynı yılda mezun olacak toplam; (argo) mükemmellik; mevki (tren); (ask.) kura; (zool.); sınıflara ayırmak; yerine oturtmak; bir sınıf veya zümrede yer almak. class consciousness mensup olunan sosyal sınıfın özellik; birinci mevki. Iower class aşağı tabaka. middle class orta tabaka. the classes yüksek tabakalar. tourist class turist mevkii; (kıs.) classic classification classify.
- classicize -- klasik hale koymak; klasikleştirmek.
- classify -- sınıflara ayırmak; sınıf. classified advertisements küçük ilânlar.
- clatter -- takırdatmak; yüksek sesle konuşmak; takırdamak; patırtı takırtı; gürültülü konuşma; boş laf; dedikodu.
- clause -- madde; (gram.) cümlecik. clausal cümlecikle ilgili.
- claw -- pençe; pençeye benzer bir alet; yırtmak; kaşımak. claw hammer domuz tırnağı çekiç.
- clay -- kil; insan vücudunu meydana getiren hamur
- clean -- temizlemek; temizlenmek; (k.dili.) terk etmek; silip supürmek; (argo) çok para kazanmak; bitirmek; galip gelmek.; temiz; halis; kusursuz; engelsiz açık; masum; yenebilir (av eti vb); mevzun; mükemmel; (hastalık olmadığını belirten) temiz kâğıdı; şüphe kaldırmazlık. make a clean breast of it bütün kabahatleri açlklamak. show a clean pair of heels koşarak kaçmak.; tamamen; temiz bir şekilde
- cleanse -- temizlemek. cleanser temizleyici; sabun.
- clear -- temizlemek; kurtarmak; aydınllğa kavuşturmak; engeli aşmak; hesabını temizlemek; borcunu ödemek; temize çıkarmak; gümrükten çekmek; tahliye etmek; net kar etmek; tahsil etmek (çek vb); temizlenmek; takas odalannda çek vb'ni değiştirmek; limana giriş veya çıkış izni almak. clear away kaldırıp götürmek; kaybolmak. clear for action harbe hazır etmek; defolmak; boşaltıp temizlemek. clear the air işleri düzeltmek; gerginliği gidermek. clear the decks diğer işleri bir tarafa itip belirli bir işe koyulmak. clear the way yol açmak. clear up halletmek; aydınlatmak; açılmak (hava); iyileşmek (hastalık); açık; parlak; şeffaf; net; kati; masum; sakin; açık (arazi vb); hudutsuz; takıntısız. clear conscience vicdan rahatllğı. clear-cut keskin; açık ve seçik. clear evidence açık ve kesin ispatlayıcı delil.; açıkça; tamamen
- clearstarch -- kolalamak
- cleat -- mesnet takozu; (den) koç boynuzu; takoz vurmak.
- cleave -- yapışmak; bağlanmak; (cleft veya cleaved veya clove; cleft veya cleaved veya cloven; (eski) cleave; ayırmak; açmak (yol vb); ayrılmak; arasmdan geçmek. cleavable yarılabilir.
- cleft -- çatlak
- clench -- (yumruğunu; sıkıca yakalamak; sıkma; mandal.
- clepe -- (cleped veya clept
- clerk -- katip; (ABD) tezgahtar; katiplik yapmak; tezgahtarlık yapmak. clerk of the court zabıt katibi. parish clerk (ing) kilise katibi. clerkship katiplik.
- click -- cıt; (dil) saklama; (mak.) kastanyola; çıtırdamak; tıkırdamak; (argo) başarmak; (argo) birbirine uymak
- climate -- iklim
- climax -- sahika; düğüm noktası; zirveye erişmek
- climb -- tırmanmak; tedricen yükselmek; çıkmak; tırmanacak yer; tırmanış; (k.dili.) (bir tutumdan) vazgeçmek.
- climber -- tırmanan sarmaşık; (k.dili.); toplum hayatında yükselmek isteyen kimse.
- clinch -- perçinlemek; sağlama bağlamak; (spor) girift olmak; (argo) kucaklamak; perçinleme; (spor) gögüs göğüse dövüşme; perçinlenmiş civi; (den) bir ceşit düğüm. clincher perçinleme; perçinleme çivisi; (k.dili.) karar vermeye yeterli olan sebep.
- cling -- (clung) yapışmak; yanında olmak; (hatlra vb'ne) bağlı olmak. clinging vine (k.dili.) erkeğe fazla dayanan güvensiz kadın.
- clink -- (argo) hapishane; hücre.; tıkırdamak; tıkırtı; ritmik bir ses; bazı kuşlann haykırışı.
- clinker -- sert tuğla; cüruf; ( ABD); (bilhassa şarkı söylerken veya çalgı çalarken) clinker built kaplama parçalan birbirine bindirilmiş gemi.
- clip -- kırkmak; kırpmak; uçlarını kesmek; bir kısım heceleri yutarak telaffuz etmek; (k.dili) vurmak; (k.dili) hızlı gitmek; (ago) hile yapmak; gazete veya mecmuadan küpür kesmek; süratli bir şekilde hareket etmek; kırpma; bir kırkmada elde edilen yün; (k.dili) darbe; adım; (çoğ.) makas clip the wings of imkanlarını kısıtlamak
- clique -- grup; klik
- cloak -- pelerin; manto; perde; paravana; bahane; pelerin veya manto ile örtmek; gizlemek
- clobber -- (ABD); yenmek.
- clock -- çorabın iki tarafında bilekten yukarı doğru çıkan. ajur clocked ajurlu
- clod -- toprak veya çamur parçası; toprak; budala kimse; (çoğ.) büyük ağır ayakkabı.
- clog -- mania; köstek; tahta ayakkabı
- cloister -- manastır; bir binaya bitişik üstü kapalı kemerli yol; munzevi hayat; manastıra kapatmak; tecrit etmek; manastır haline getirmek. cloistered manastırda oturan; dünyadan uzak. cloistral manastır ile ilgili.
- clop -- atın ayaklarının çIkardlğn ses; böyle ses çıkarmak.
- close -- yakın birbirine yakın; kısımları birbirine yakın; kapalı; dar; havasız; fikirlerini açıklamaktan kaçınan; gizli tutulan; cimri; ((dilb.) ağzı kısarak söylenen (harf); hemen hemen eşit olan. close call; avlu; (ing) ve iskoç geçit; sonuç; bağlantı: göğüs göğüse kavga.; kapamak; tıkamak doldurmak (delik); son vermek; etrafını çevirmek; kapanmak; sona ermek; yaklaşmak; anlaşmaya varmak; birleşmek. close down kapamak; kapanmak. close in on etrafını çevirmek. close out (ABD) hepsini satmak; birbirine yaklaşmak. closed kapalı. closed circuit kapalı devre. closed season avlanmanın yasak olduu mevsim closed shop yalnız sendika üyelerini çalıştıran fabrika.
- closet -- küçük oda; hücre; tuvalet; özel; gizli; uygulanma kabiliyeti olmayan: özel bir odaya kapatmak; mülakat veya görüşme yapmak için bir odaya çekilmek. closet drama okunmak için yazılmış piyes. skeleton in the closet şerefe leke sürecei için gizlenen şey.
- clot -- )(-ted; pıhtıtaşmak; pıhtılaştırmak.
- clothe -- (clothed veya clad) giydirmek; üstünü örtmek
- cloture -- bir toplantıda tartışmaları keserek oylamaya geçiş; tartışmaları keserek oylamaya geçmek.
- cloud -- bulut; duman veya toz bulutu; leke. cloudburst sağanak. cloud-capped bulut ile kaplanmış (dağ tepesi) cloud chamber (fiz.) buhar hücresi cloudland hayal. in the clouds hayal aleminde dalgın. under a cloud şüpheli; dertli.; bulutla kaplamak; lekelemek; bulutlanmak
- clout -- (k.dili.) tokat; hedef; isabet kaydeden atış; (argo) etki; nüfuz; (k.dili.) tokat atmak; (colloq.) yama yapmak. clout nai (I.) geniş başlı civi.
- cloverleaf -- (çoğ.) -leafs) yonca yaprağı kavşağı
- clown -- soytarı palyaço; köylü; kaba adam; soytarılık etmek. clownish budala; kaba. clownishness soytarılık; kabalık; budalalık.
- cloy -- bıktırmak
- club -- sopa; golf sopası; kulüp; kulüp binası; (iskambil) sinek; golf değneği.; sopa ile vurmak; bir araya toplamak; parasını ortak bir masrafa veya işe yatırmak. club together bir araya gelmek; bir dernek meydana getirmek.
- clubhaul -- (den.) tehlike zamanında geçici olarak demir atmak.
- cluck -- gıdaklamak; gıdaklama; (A.B.D.) (argo) aptal kimse.
- clump -- yığın; yığmak; ağır adımlarla yürümek.
- cluster -- salkım; tutam; küme; salkım haline getirmek; demet yapmak; bir araya toplanmak
- clutch -- kavrama; (mak.) kenet; (oto.) debriyaj; kavramak; kapmak. clutch pedal (oto.) debriyaj pedalı.; bir defada kuluçkaya yatırılan yumurtalar; bir defada kuluçkadan çıkan civcivler.
- clutter -- yığmak; koşuşmak; gurültü etmek; gürültülü bir şekilde ve acele olarak konuşmak; yığın; karışıklık; gürültü
- coach -- (spor) antrenör; özel öğretmen; yetiştirmek; fayton; çift kapılı otomobil; yolcu otobüsü; (d.y) yolcu vagonu.
- coadunate -- (zool.)
- coagulate -- pıhtılaştırmak; pıhtılaşmak .coag'ulant pıhtılaştıran. coagula-tion pıhtılaşma. coag'ulator pıhtılaştıran madde.
- coal -- (. kömür haline gelinceye kadar yakmak; (den) kömür vermek; kömür; (çog) kor coal basket (den.) kömür çavalyesi.coal bed (jeol.) maden kömürü yatağı. coalbin kömürlük coal black simsiyah
- coalesce -- birleşmek
- coarsen -- kabalaşmak
- coast -- sahil; kayak yapmak için uygun yokuş. coast artillery (ask.) sahil topçusu. Coast Guard sahil muhafızı. coastline kıyı boyu. coastwise kıyıdan; yokuş aşağı inmek veya kaymak (kayak; (den) kıyı boyunca gitmek. coaster bardak altı; sahil boyunca işleyen ticaret gemisi. coaster brake bisiklette pedal freni.
- coat -- palto; kat; kaplamak; paltoluk kumaş.
- coax -- tatlı sözlerle kandırmak; dil dökmek. coax a thing out of a person tatlı sözlerle kandırarak bir şey elde etmek.
- cob -- A.B.D mısır koçanı; erkek kuğu; kısa bacaklı bir cins binek atı; bir cins martı.
- cobble -- kaldırım taşı; kaldırım taşı döşemek; ayakkabı tamir etmek
- cock -- horoz; horoz ötüşü; herhangi bir erkek kuş; önder; rüzgârgülü; valf; tüfek horozu; ateşe hazır oluş; yukarı doğru kıvrılma (şapka kenarı); (kaba) penis; tüfek horozunu ateşe hazır duruma getirmek; umursamazllkla yana çevirmek (baş); hazır etmek; havaya dikmek; kurmak (fotoğraf makinasl ); erkek cock-and- bull story uydurma laf; gururlu ve umursamaz kimse. go off at half cock hazırlıksız iş görmek half cock alt tetik. speckled cock çil horoz cock one's hat şapkayı yan giymek. cocked hat yanlan kalkık bir çeşit üniforma şapkası. knock into a cocked hat tanınmaz hale getirmek pestile çevirmek; suya düşürmek.; saman yığını; saman yığmak.
- cockbill -- (den) Iengeri fondaya alesta etmek.
- cocker -- horoz dövüştüren kimse. cocker spaniel bir cins spanyel köpeği.
- cockle -- tarak; midye ve istiridyeye benzer eti yenir bir deniz hayvanı; bu hayvanın kabuğu; küçük hafif sandal. cockleshell tarak kabuğu; küçük hafif sandal; kırışık. corn cockle karamuk; buruşturmak; delice; buğdaygiller arasında yetişen zararlı ot.
- cocktail -- güdük kuyruklu at; saf kan olmayan at; asil diye geçinen kimse.; kokteyl; karides kokteyli; meyva kokteyli.
- cocoon -- koza.
- cod -- morina
- coddle -- yavaş yavaş kaynatmak; fazla hisli davranmak; ihtimam göstermek
- code -- kanun; dustur şifre; kanun haline getirmek; şifre ile yazmak. Code Napoleon 1804 yılında yururIüğe giren Fransız Medeni Kanunu
- codify -- kanun halinde toplamak; bir sisteme bağlamak. codifica'tion kanun halinde toplama.
- coerce -- zorlamak; baskı altında tutmak
- coexist -- bir arada var olmak. coexistence bir arada var oluş.
- coextend -- aynı yer veya zamanda var olmak. coextension aynı yer veya zamanda bitme. coextensive aynı yer veya zamanda biten.
- coffee -- kahve
- coffer -- sandık; (gen.) (çog) hazine; (mim.) girintili ve tahta kaplama tavan panosu; sandığa veya kutuya koymak; sandığa veya hazineye yatırmak (para); (mim.) kutuya benzer şekillerle süslemek. cofferwork (mim.) sandık şeklinde tezyinatı olan duvar yüzü.
- coffin -- tabut; atın toynağı içinde kalan kısım; tabuta koymak. coffin bone atın toynağı içindeki ayak kemiği. coffin nail (argo) (sig.)ara. coffin plate tabut üstüne konulan levha. drive a nail into one' coffin üzüntü veya içki ile öIümünü yaklaştırmak
- coffle -- insan veya hayvan kafilesi
- cog -- çark dişi diş; dişli çark; ikinci derecede fakat önemli bir iş yapan kimse; hile; zar tutmak; hile yapmak.
- cogitate -- düşünmek
- cognize -- bilmek; tanımak.
- cohabit -- karı koca olarak bir arada oturmak (gen.) gayrimeşru şekilde); (eski) aynı yerde oturmak. cohabitant aynı yerde oturan kimse. cohabita'tion bir arada yaşama.
- cohere -- mantıken birbirine bağlı olmak; birbirini tutmak; yapışmak
- cohobate -- (ecza) ikinci defa damıtmak.
- cohort -- eski Roma'da piyade taburu; bir grup asker; herhangi bir insan topluluğu; arkadaş; (k.dili) işbirlikçi.
- coif -- takke; saç tuvaleti; takke giydirmek; saç tuvaleti yapmak.
- coiffeur -- kuaför
- coiffure -- saç biçimi; başlık.
- coil -- kangal; (den) roda; halka; halka şeklinde kıvrılmış saç; (elek.) bobin; kangal etmek veya olmak; (den) roda etmek primary coil birinci devre bobini. secondary coil ikinci devre bobini.
- coin -- madeni para; para; (mim.) köşe; köşe taşı; madeni para bastırmak; icat etmek; para kazanmak; (ing); sahte şey. pay one in his own coin misli ile mukabele etmek
- coincide -- with ile rastlaşmak; uymak; mutabık
- coinsure -- ortak sigorta yapmak.
- coke -- kok kömürü.; (k.dili.) kola cinsi içecekler; (argo) kokain.
- collaborate -- beraber çalışmak
- collage -- (güz) (san) kolaj.
- collapse -- çökmek; katlanıp bukülmek; birsonuca bağlamadan dağılmak (proje; cesaretini kaybetmek; (balon) sönmek; (tıb.) çökmek; ciğerlere hava gitmemek; çökertmek; göçme
- collar -- yaka; gerdanlık; halka; tasma; (zool.) hayvanların boynunda yaka şeklindeki teekkül; (bot.) kökle sapın birleştiği nokta. collar band gömleğin yaka şeridi. collar beam (mim.) çatının kuşaklık kirişi. be hot under the collar kızmak; yaka takmak; yakalamak; pişirmek için eti sarmak; (k.dili.) ele geçirmek.
- collate -- karşılaştırakak okumak; (matb.) tertip etmek; (kil) papazı kilise memuriyetine tayin etmek.
- collation -- ( karşılaştırma; nüsha tavsifi; hafif yemek.
- colleague -- meslektaş
- collect -- toplamak; koleksiyon yapmak; tahsil etmek; kendine gelmek; toplanmak; koleksiyon haline gelmek; ödemeli. colleet call ödemeli telefon konuşması.collect oneself kendini toplamak. Send it collect ödemeli gönderin. collectable
- collide -- çarpışmak
- colligate -- birbirine bağlamak
- collimate -- (fiz.)
- collocate -- yan yana koymak veya oturtmak; sıraya koymak
- collogue -- (ing); gizli konuşma.
- collude -- hileli bir işe ortak olmak; dolap çevirmek. collusion hile; danışıklı dövüş. collusive hileli bir ortakIık ile ilgili.
- colonel -- albay Iieutenant colonel yarbay. colonelcy
- colonize -- (ing) sömürge kurmak; grup halinde toplanıp yerleşmek; koloni meydana getirmek; sömürgede yerleşmek. coloniza'tion sömürge kurma.
- color -- boyamak; olduğundan başka göstermek; renk katmak; renklenmek; renk değiştirmek yüzu kızarmak.
- colorcast -- renkli televizyon yaymı; renkli televizyon yayım yapmak.
- colt -- (tic.) (mark) Amerikan malı bir çeşit tabanca.; tay; taylık devresi. colt' tooth şehvet; atlarda köpekdişi.
- comb -- tarak; ibik; ibik gibi şey; petek; dalganın yüksek kısmı; taramak; (dalga) tümselip kırılmak comb out taramak
- combat -- dövüş; dövüşmek
- comber -- tarak; uzun ve tümsekli dalga
- combine -- uzlaşma; (A.B.D.); biçerdöğer makinası.; birleştirmek; toplamak; birleşmek
- come -- gelmek; akla gelmek; (k.dili.) orgazma varmak.come about olmak; dönmek; intiba bırakmak; (argo) istenileni yapmak; iyileşmek.come alongside yanaşmak; razı olmak.come at varmak; ile uğraşmak; üstüne yürümek; (argo) ters bir şekilde cevaplandırmak. come by elde etmek; yakınından geçmek; (argo) uyuşturucu madde kullandıktan sonra kendine gelmek.come off one's high horse (k.dili.) hak etmek; elde etmek; girmek; olmak; sona ermek; sonunu erişmek; (argo) tutnmak. Come off it ! (k.dili.) Saçmalama! come on rast gelmek; gelişmek ilerlemek; sahneye çıkmak; yayınlanmak; meydana çıkmak; sosyeteye takdim edilmek (genç kız); sonuçlamak; satışa çıkarmak. come over olmak; (karşıdan) gelmek; taraf değiştirmek; (bir çareye; dönüm noktasına varmak; baş vermek. come to blows yumruk yumruğa gelmek. come to grief başı darda olmak; başarısızlığa uğramak. come to grips with ciddiyetle ele almak. come to hand gelmek; açılmak. come to pass vaki olmak. come to stay yerleşmek . come to terms (with) uzlaşmak; teslim olmak; filizlenmek. come under girmek. come up against -e çatmak; (belirli bir seviyeyi) tutturmak. come up with (A.B.D.); saldırmak. come what may ne olursa olsun . Come July and we'll be swimming. Temmuz geldiğinde denize girmiş olacağız. to come önümüzdeki gelecek. come-at-able erişilebilir.
- comfit -- bonbon; şekerli meyva.
- comfort -- rahat; teselli; (A.B.D.) yorgan; rahat ettirmek; teselli etmek; yatıştırmak; (huk.) yardım etmek. comfort station umumi helâ. creature comforts bedeni rahatı sağlayan konfor comfortless kasvetli; konforsuz.
- comma -- virgül .comma bacillus virgül şeklinde mikrop
- command -- emir; bir subayın kumanda ettiği askerler; yetki; emretmek; amir olmak
- commandeer -- (ask.) askeri hizmete mecbur tutmak; müsadere etmek.
- commemorate -- anmak; anma töreni. commemorative anma vesilesi oian; hatıra serisi olarak basılmış (pul)
- commence -- başlamak.
- commend -- tavsiye etmek; övmek; saygılarını sunmak; emanet etmek.
- commensurate -- orantılı; yeterli; uygun
- comment -- yorumlama; açımlama; düşünce; eleştirme tenkit; açımlamak; on ile hakkında fikir beyan etmek; eleştirmek .commentary tefsir; çıkma haşiye.
- commerce -- ticaret; toplumsal ilişkiler; cinsel ilişki. chamber of commerce ticaret odası. domestic commerce iç ticaret. foreign commerce dış ticaret.; alışveriş etmek; ilişkide bulunmak.
- commercialize -- (ing) -ise ticarileştirmek.
- commingle -- karıştırmak; karışmak
- comminute -- ezmek
- commiserate -- kederini paylaşmak
- commission -- görev; işleme; eylem; komisyon ücreti; kurul; rütbe; salahiyetname; belirli bir görev için verilen yetki; tayin etmek; vazifelendirmek; den donanmaya katmak; işe hazır. out of commission görev yapamaz halde; bozuk. put into commission sefere hazır hale koymak; tamir etmek. put out of commission işlemez hale getirmek; yıkmak
- commit -- (ed -ting) işlemek; emanet etmek; kanun tasarısı v.b.'ni komisyona havale etmek; söz vererek bağlamak. commit oneself bir karara varıp bunu ilân etmek. commit oneself to kendini adamak
- commix -- birbirine karıştırmak veya karışmak.
- common -- genel; ortak; evrensel; adi; alışılmış; genel park veya otlak; (huk.) bir kimsenin başkasının toprak veya suyu üzerinde hak iddia etmesi. in common müştereken
- commonplace -- adi; olağan; kişiliği olmayan; beylik laf; çok görülmüş herhangi bir şey
- communalize -- bir şeyi mahalli halka (mal.) ettirmek; mahalli idare altına sokmak.
- commune -- sohbet etmek; bazı memleketlerde mahalli idare; komün; avam.
- communicate -- ifade etmek; nakletmek; meramını anlatmak; muhabere etmek; bulaştırmak; aralannda bağlantı olmak; bildirmek.
- communize -- müşterek tasarrufa tabi kılmak
- commute -- değiş tokuş etmek mübadele etmek; deiştirmek veya hafifletmek (cezayı); toptan daha ucuza almak (aylık tren bileti v.b'ni); karşılığını ödemek; yerini tutmak; (elek) cereyanın yönünü değiştirmek her gün iş ile ev arasında gidip gelmek. commuter her gün işi ile evi arasında gidip gelen kimse.
- comp -- (kıs.) companion comparecompiled complete.
- compact -- yoğun; ince taneli; kısa özlü; of ile -den mürekkep; tazyikle yoğunlaştırmak; pudriyer; (oto.) küçük araba.; sözleşme; sözleşmek.
- companion -- arkadaş; eş; elkitabı; (astr.) kendisinden daha parlak bir yıldıza çok yakın olan ikinci bir yıldız; arkadaşlık etmek.
- company -- grup; misafir grubu; misafir; şirket; beraberindekiler; eşlik; (tiyatro) oyuncu topluluğu; (ask.) bölük; (den.) mürettebat tayfa. company manners görgü kurallarına uygun davranışlar. company store bir müessesenin kendi memurlanna mahsus olan satış mağzası.compamy union (A.B.D.) işverene bağlı olan sendika; bir müessesenin işçilerine mahsus olan sendika. in company with ile beraber; flört etmek Iimited liability company limited şirket. part company with (den.) aynlmak ship' company gemi mürettebato
- compare -- mukayese; with ile karşılaştırmak; to ile benzetmek; (gram) (sıfat veya zarfın) üstünlük derecesini göstermek. compare notes görüş ve fikir teatisinde bulunmak.
- comparison -- karşılaştırma; münasebet; (gram.) sıfat veya zarflara üstünlük veya enüstünltk derecesini katan çekim şekli; benzetme
- compartment -- kompartıman
- compass -- etrafını dolaşmak; şamil olmak; çevirmek; başarmak; kavramak; gizli plan kurmak.; pusula; pergel; çevre; sınır; saha; devir
- compassion -- şefkat
- compassionate -- şefkatli
- compeer -- akran
- compel -- (-Ied
- compensate -- tazmin etmek; telafi etmek; (mak.) denklemek
- compete -- rekabet etmek
- compile -- toplayıp liste haline getirmek; çeşitli kaynaklardan bilgi toplayıp sıraya koymak; bu şekilde eser telif etmek
- complain -- şikâyet etmek; suçlamak. complainant şikâyetçi
- complement -- tamamlayıcı herhangi bir şey; tüm; (geom.) bir dar açıyı dik açı haline getirmek için gerekli olan açı derecesi; (gram) tümleç; (müz.) oktavı tamamlayan enterval; tamamlamak; birbirini tamamlar olmak.
- complete -- tamam; bitmiş; mükemmel; tamamlamak; bitirmek. a complete surprise tam bir sürpriz. completely tamamen; yerine getirme.
- complex -- bileşik veya karışık herhangi bir şey; karmaşa; (psik.) komplek. building complex site. inferiority complex aşağılık duygusu. superiority complex kendini üstün görme duygusu.; karmaşık; çapraşık; bileşik; karışık
- complexion -- cilt; sima
- complicate -- karıştırmak; karmaşık; (bot.); muğlak
- compliment -- kompliman yapmak; övmek; iltifat; övme kabilin(den.)
- complot -- (eski) komplo
- comply -- with ile uymak; itaat etmek.
- comport -- davranmak; with ile uymak
- compose -- meydana getirmek; düzenlemek; bir butünün parçalarını teşkil etmek; bestelemek; (eser) yazmak; (matb.) dizmek
- composite -- bileşik; karma; (b.h); (bot.) bileşikgiller familyasından; alaşım; (bot.) bileşikgillerden herhangi bir bitki. composite number (mat.) bölünebilir sayı
- compost -- çürümüş yaprak v.b ile karışık gübre.
- compound -- birleştirmek; şiddetlendirmek; borç konusunda anlaşmak. compound a felony menfaat karşıIığında suçluyu dava etmekten vazgeçmek veya suçunu örtbas etmek. compound with ile... anlaşmak; bileşik; (zool.) tek tek hayvancıklardan husule gelmiş; alaşım; bileşim; (gram) bileşik kelime. compound curve mürekkep eğri. compound eye bileşik göz. compound fraction bileşik kesir. compound fracture (tıb.) açık kırık. compound interest bileşik faiz. compound number karışık sayı. chemical compound kimyasal bileşim.; içinde binalar bulunan etrafı duvarla çevrili arazi.
- comprehend -- anlamak; kapsamak; kapsam; idraklı
- compress -- (tıb.) kompres; pamuk v.b balyalarını sıkıştıran makina.; sıkmak
- comprise -- kapsamak
- compromise -- uzlaşma; bazı şeylerden fedakârlık ederek varılan anlaşma zemini; uzlaştırmak; (bir kimsenin) şerefini tehlikeye atmak; (bir işin neticesini) tehlikeye atmak. compromisewith ... ile uzlaşmak
- compute -- hesap etmek
- comrade -- arkadaş
- con -- (den) gemiyi yöneltmek.; öntakı ile; ( A.B.D); dolandırıcılık.; (edat); karşı; aleyhtar; (-ned; okumak
- concatenate -- sıralamak raptetmek. concatena'tion neticelerin sıralanması.
- concave -- içbükey; içbükey yüzey. concavo-concave çift taraflı içbükey. concavo-convex bir tarafı içbükey
- conceal -- gizlemek
- concede -- teslim etmek; vermek
- conceit -- kendini beğenmişlik; garip fikir
- conceive -- gebe kalmak; anlamak; tasavvur etmek; tasarlamak; izah etmek. conceive of kavramak
- concentrate -- yoğun halde olan herhangi bir şey.; toplamak; yoğunIaştırmak; özünü çıkarmak; koyulaştırmak; zihni bir noktaya toplamak; toplanmak.
- concern -- ilgi; iş; endişe; şirket; (k.dili.) şey: alâkadar etmek; ucu dokunmak; tesir etmek; ait olmak
- concert -- bir araya gelerek karar almak; birlikte yapılmış; (müz.) bölümler halinde düzenlenmiş.; konser; ahenk; ittifak
- concertina -- akordeona benzer körüklü ufak bir çalgı.
- concession -- kabul; imtiyaz; mümessillik
- conch -- helezoni sedef kabuk; nefesli çalgı olarak kullanılan kabuk boru.
- conciliate -- gönlünü almak; uzlaştırmak; teveccüh kazanmak. conciliatory yatıştıncı.
- concise -- az ve öz
- conclude -- bitirmek; neticelendirmek; bir karara varmak; netice çıkarmak; bitmek; karar vermek.
- concoct -- birbirine karıştırarak hazırlamak; uydurmak; birbiri ile uyuşmayan şeyleri karıştırma.
- concord -- bağdaşma; uygunluk; barış geçim; anlaşma; (gram) uyum; (müz.) ses uyumu. Concord grape Kuzey Amerika'ya mahsus iri siyah üzüm.
- concrete -- maddi; somut; belirli; betondan yapılmış; beton; betona benzer herhangi bir karışım; somut bir varlık; bir bütün haline getirmek; beton dökmek; taşlaştırmak; donmak; somutlaştırmak. reinforced concrete betonarme. concrete mixer betonyer.
- concur -- aynı fikirde olmak
- concuss -- darbe vuruşu ile beyne tesir etmek; sarsmak.
- condemn -- kınamak; suçlu çıkarmak; mahkum etmek; kullanılamaz diye hüküm vermek; (huk.) müsaderesine karar vermek; (A.B.D) istimlâk etmek. condemn to death idama mahkum etmek. condemnable müsadere olunabilir; kınanmaya layık
- condescend -- tenezzül etmek
- condiment -- (tuz
- condition -- hal; sağlık; şart; (spor) idman içinformunda; in good condition iyi durumda; (spor) formundan diişmüş olan.; uygun bir duruma getirmek; şart koşmak; bütünleme sınavına tabi tutmak. conditioning machine tavlama makinası
- condole -- with ile taziyede bulunmak
- condone -- göz yummak
- conduce -- to veya toward ile sebep olmak
- conduct -- davranmak; idare etmek; orkestra idare etmek; refakat etmek; (fiz.) nakletmek; davranış; idare. safe-conduct yolculukta emniyet vesikası.
- cone -- (geom.) koni; (mak.) koni biçiminde olan makara; koza
- confabulate -- sohbet etmek
- confect -- imal etmek
- confection -- imâlat; bonbon; (ecza) şeker veya bal ile hazırlanan preparat; konfeksiyon
- confederate -- müttefik; suç ortağı. Confederate Amerikan iç harbi sırasında Güney Eyaletlerinin federasyonuna bağlı olan (kimse); ittifak etmek
- confer -- (-red; danışmak
- conference -- görüş ve fikir teatisi için toplantı; kongre; müzakere; verme. in conference toplantıda
- confess -- itiraf etmek; ikrar etmek; teyit etmek; günah çıkartmak; (şiir) belli etmek. confesedly itiraf kabilinden
- confide -- mahrem olarak söylemek; sır vermek.
- confine -- kuşatmak; hapsetmek; evde veya yatakta tutmak; sınırlamak; loğusa halinde.
- confirm -- teyit etmek; geçerli bir hale koymak. confirmed bachelor müzmin bekâr.
- confiscate -- müsadere etmek; haczetmek; istimlâk etmek
- conflict -- anlaşmazlık; çekişme; mücadele; çekişmek; mücadele etmek; zıtlaşmak.
- conform -- uydurmak; umuma tabi olmak; to veya with ile uymak: itaat etmek
- confound -- şaşırtmak; utandırmak; kahretmek. confounded şaşırmış; (k.dili) Allahın cezası. confusion worse confounded karmakarışık bir vaziyet.
- confront -- karşı durmak; karşılaştırmak
- confuse -- karıştırmak; ayırt edememek; şaşırtmak; utandırmak; mahcubiyet.
- confute -- tekzip etmek; (karşısındakini) susturmak.
- conga -- Latin Amerika'dan gelmiş olan Kanga dansı ve bunun müziği.
- congeal -- dondurmak; pıhtılaştırmak
- congest -- kalabalık etmek; tıkanmak.
- conglobate -- küre şekline sokmak; küre şeklinde.
- conglomerate -- küme halinde toplanmış; küme; (tic.) holding; (jeol.) yığışım
- conglutinate -- yapıştırmak; (tıb.) kaynaştırmak.
- congratulate -- tebrik etmek
- congregate -- toplamak birleştirmek; birleşmek; toplantı ile ilgili
- congress -- kongre; meclis; (b.h) özellikle ABD'de Millet Meclisi. congres'sional ABD Millet Meclisine ait. congressman ABD Millet Meclisi üyesi
- conjecture -- varsayı; tahmin etmek
- conjoin -- birleştirmek; (bak.) join.
- conjugate -- çift olan; (mat.); birbirinin yerine geçebilen; birleşik çiftin her biri.; (gram) çekmek
- conjure -- büyü yoluyla (ruh veya cin) çağırmak. conjure up büyü kuvvetiyle meydana koymak; zihinde bir fikir veya hayal uyandırmak; bir yolunu bulmak. conjuror; yalvarmak; ortak bir ant ile bağlı olan kimse.
- conk -- (argo) kafa; burun; başına vurmak. conk out (k.dili.) birden stop etmek; (argo) aniden çökmek.
- connect -- bağlamak; aralarında ilgi kurmak; birleşmek; (A.B.D); (k.dili.) başarmak. connecting link halka; (iki şey arasındaki) bağlantı
- connive -- at veya in ile suç işlenmesine göz yummak; gizlice anlaşmak
- connote -- akla getirmek
- conquer -- fethetmek; galip gelmek
- conquest -- fetih; zafer; kazanılmış şey veya kimse.
- conscript -- kur'a neferi kaydetmek; askere alınmış; askere alınmış nefer
- consecrate -- takdis etmek; tanrıya adamak
- consent -- muvafakat etmek; rıza; ittifak
- consequence -- sonuç; eser; ehemmiyet
- conserve -- reçel; korumak; şeker ile muhafaza etmek
- consider -- düşünmek; göz önünde tutmak; üzerinde düşünmek; mütalaa etmek; saymak; merhamet etmek; farz etmek. all things considered enine boyuna düşünülürse. not worth considering kale alınmaz
- considerate -- düşünceli; nazik.
- consign -- göndermek; gönderilen (mal.) on consignment konsiye olarak.
- consist -- of ile ibaret olmak; in ile içine almak
- consociate -- ortak olmak.; ortak; arkadaş
- console -- teselli etmek; konsol; radyo kasası; (mim.) balkonlann altına konulan süslü destek; (müz.) orgun tuşlarını havi kısım. console mirror konsol aynası. console table konsol.
- consolidate -- birleştirmek; pekiştirmek; (tic.) konsolide etmek. consolidated debts (tic.) konsolide borçlar
- consort -- arkadaş; eş; (den) yoldaş gemi; (eski.) birleşme; with ile arkadaşlık etmek; uymak muvafakat etmek; birleşmek
- conspire -- fesat maksadı ile gizli ittifak yapmak; elbirliği ile çalışmak; anlaşmak.
- constable -- (ing) kraliyet surlarının muhafızı veya valisi; polis; jandarma. Chief Constable (ing) bir vilâyetin polis müdürü. special constable geçici polis memuru.
- constipate -- (tıb.) kabzetmek
- constitute -- teşkil etmek; meydana getirmek; tayin etmek
- constrain -- zorlamak; bağlamak; menetmek; zaptetmek. constrained zorlanmış; yapmacık
- constrict -- sıkmak; boğaz; (zool.) avını sıkarak öldüren yılan. boa constrictor boa yılanı.
- construct -- yapmak; geometrik olarak çizrnek; yapılan şey; (psik.) daha basit izlenimlerden oluşan karmaşık bir eğilim.
- construe -- mana vermek; gramer kurallarınagöre cümle kurmak; cümleyi tahlil etmek.
- consubstantiate -- aynı cevherle birleştirmek; aynı esasa dayandığını farz etmek.
- consult -- danışmak; göz önünde tutmak; istişare etmek. consultant müşavir
- consume -- tüketmek; yakıp yok etmek; israf etmek; sarfetmek; yemek; tükenmek; ziyan edilmek
- consummate -- tam; tamamlamak; iyi sonuç.
- contact -- temas; ilişki; görüşme; (elek) bağlantı; (tıb.) bulaşıcı hastalık nakledebilen kimse; temas etmek; (k.dili.) ile konuşmak.
- contain -- kapsamak; sınırlamak; kontrol altma almak. container (sandık; yük gemisine yükletilecek iri sandık veya mavna. container ship yükü iri sandıklarda veya portatif mavnalar içinde taşıyan gemi.
- contaminate -- bulaştırmak; geçirmek (hastalık; lekelemek; pislik.
- contemn -- hor görmek
- contemplate -- düşünmek; niyetinde olmak; seyretmek.
- contend -- çarpışmak; iddia etmek
- content -- muhteva; (çoğ.) içindekiler; hacim; hoşnut; memnuniyet; (ing) Lordlar Kamarasında olumlu rey.; memnun etmek
- contest -- karşı koymak; (A.B.D) itiraz edilen seçim.; müsabaka; mücadele; tartışma; iddia
- context -- sözün gelişi; şartlar ve çevre. contex
- contexture -- yapı; düzen
- continue -- devam etmek; dayanmak; kalmak; üstünde durmak; uzatmak; (huk.) tehir etmek.
- contort -- burmak
- contour -- dış hatlar; (haritada) tesviye hattı; şeklini meydana getirmek; düzenini takip etmek. contour line eşyükselti çizgisi. contour map düzey haritası.
- contraband -- ithal veya ihracı yasaklanmış; kaçak (mal.) contraband of war tarafsız bir ülkenin
- contract -- anlaşma; anlaşma metni; (briç.) karar verilen oyun. on contract mukaveleli; kasmak; buruşturmak; yakalanmak; anlaşma veya mukavele yapmak; ilişki kurmak.
- contradict -- yalanlamak; karşı olmak
- contradistinguish -- zıddı ile tefrik etmek
- contraindicate -- (tıb.) hastalığın mutat tedavisini tatbik etmenin münasip olmadığına delalet etmek. contraindica'tioni
- contrary -- ters; nahoş; aksi istikamette olan; (man) mütenake; aksi ters; aksine. contrary child inatçı çocuk. evidence to the contrary aksini ispat. on the contrary aksine
- contrast -- aradaki farkı göstermek üzere karşılaştırmak; tezat; tefrik; (fotoğrafta) açık ve koyu kısımlar arasındaki fark. contrasty (foto.) açık ve koyu kısımlar arasında tezat olan.
- contravene -- karşı gelmek; itiraz etmek; bozmak
- contribute -- bağışlamak; katkıda bulunmak. contribute to yardım etmek; (gazeteye) yazı vermek. contributor veren kimse; dergi veya gazeteye yazı yazan kimse.
- contrite -- pişman
- contrive -- kurmak
- control -- idare; idare etme; spiritualizmde medyumu hareket ettiren ruh; istenilmeyen bir şeyin etkisini azaltacak program ve tedbir; (çoğ.) kumanda cihazları; (-led
- controvert -- tekzip etmek; itiraz etmek; aksini ispat etmek.
- contuse -- berelemek
- convalesce -- nekahet devresinde olmak; nekahet halindeki kimse.
- convene -- toplamak; (huk.) mahkemeye celbetmek; toplanmak
- convenience -- uygunluk; (çoğ.) konfor. at your convenience size uygun gelen bir zamanda
- convent -- rahibelerin bulunduğu manastır.
- conventicle -- (ing) (tar.) gizli dini toplantı.
- converge -- bir noktada birleşmeye yüz tutmak; (geom.) birbirine yaklaşmak (doğrular); (mat.) yakınsak olmak; birbirine yaklaştırmak. convergence birbirine yaklaşma; (fiz.)
- conversation -- konuşma
- converse -- (gen.) with (ile) konuşmak; zıt; karşıt; (man.) karşıt olan şey; nakzedici önerme converse'ly aksine olarak
- convert -- din veya inanç değiştiren kimse; değiştirmek; (tahvil) hisse senetlerine çevirmek; (öIçü veya miktarı) başka bir sisteme göre göstermek; tahvil etmek; (huk.) başkasının malını zapt etmek.
- convey -- nakletmek; geçirmek; ifade etmek; (huk.) başkasına terketmek; devredilebilir.
- conveyance -- nakletme; araba; (huk.) terk
- convict -- mahkum kimse.; mahkum etmek; suçlu bulmak.
- convince -- ikna etmek
- convoke -- toplantıya davet etmek
- convolute -- sarılmış; karışık
- convoy -- konvoy.; konvoyu korumak; rehberlik etmek.
- convulse -- şiddetle sarsmak. be convulsed with laughter gülmekten katılmak. convulsion ihtilâç
- coo -- ötmek; cilveleşmek; kumru ötüşü.; (ünlem)
- cook -- aşçı. cookbook yemek kitabı. Too many cooks spoil the broth idarecinin çok olduğu yerde iş yürümez.; pişirmek; tahrif etmek; (k.dili) üzerinde oynamak (hesaplar); hazırlamak
- cool -- serinlik; (argo) sükünet; serinletmek; serin; serin tutan (elbise); sakin; (ABD); (argo) iyi; (güz)
- coon -- (bak.) raccoon: (aşağ.) zenci. coon' age (ABD)
- coop -- kümes; (argo) hapishane; kümese sokmak. coop in
- cooper -- fıçıcı. cooperage fıçıcılık; fıçı imalâthanesi.
- cooperate -- beraber çalışmak
- cop -- (k.dili.) polis.; (-ped; yakalamak. cop out (argo) çekilmek; konik iplik yumağı.
- copartner -- ortak
- cope -- (gen.) with ile başa çıkmak; çaresini bulmak; papaz cüppesi; cüppe giymek.; marangozlukta (iki kirişi) birbirine uydurup birleştirmek; kaplamak.
- copilot -- ikinci pilot.
- copper -- bakır kaplamak; bakır rengi vermek; (argo) bahis tutuşmak. coppery bakır gibi; bakır; ufak para; (argo) polis; (çog); bakırdan yapılmış; copperbottomed bakır dipli; bir nevi bakır klişe. coppersmith bakırcı
- coppice -- küçük koru
- copse -- (bak.) coppice.
- copulate -- bağlı; cinsi münasebette bulunmak; cinsi yaklaşma; (man.) (bağlaç.)
- copy -- kopya etmek; kopya çekmek.; kopya; müsvedde; asıl; (gazet) metin
- copyright -- telif hakkı; telif hakkını muhafaza etmek; telif hakkı mahfuz olan.
- coquet -- (-ted
- coquette -- işvebaz
- corbel -- (mim.) dirsek. corbel block kısa dirsek tahtası. corbel out böyle bir dirseğe dayanıp çıkmak. corbel table böyle dirseğe dayanan çıkma.
- cord -- ip; yay kirişi; 3; bir çeşit kabartma çizgili kumaş; manevi bağ; (çoğ.) fitilli kadifeden yapılmış pantolon; iple bağlamak; iple süslemek; kütükleri yığmak. spinal cord (anat.) omurilik. vocal cords (anat.) boğazdaki ses telleri.
- cordon -- kordon.
- corduroy -- fitilli kadife; (çoğ.) bu kumaştan yapllan pantolon; fitilli kadifeden yapılmış; corduroy road bilhassa bataklıkları geçmekte kullanılan ve kütüklerden yapılmıs yol.
- core -- elma gibi meyvaların çekirdek yeri; zıvana; (mak.) maça parçası; (mad) derinden alınan yuvarlak sutun şeklinde taş numunesi; (jeol.) öz. core curriculum okutulan muhtelif derslerin ana bir tema etrafında birleştiği müfredat programı. rotten to the core tamamıyle çürük.
- cork -- mantar; mantarla kapamak tıpalamak; (ABD) kömürleşmiş mantarla siyahlaştırmak; mantardan yapılmış. cork oak dış kabuğundan şişe mantarı yapılan bir cins meşe ağacı
- corkscrew -- şişe açacağı
- corn -- (ABD) mısır; tahıl tanesi; tane; (ing) buğday; (ing) mısır nişastası. corn laws ingiltere tarihinde hububat satışını düzenleyen kanunlar. corn meal mısırdan imal edilen ve irmiğe benzeyen bir besin corn silk mısır püskülü. corn syrup glikoz. corn whisky mısırdan yapılmış viski.; nasır.
- corncob -- mısır koçanı. corncob pipe mısır koçanından yapılmış pipo.
- corner -- çıkmaza sokmak; tekelcilik suretiyle piyasayı ele geçirmek.
- cornice -- korniş; (mim.) geniş silme. corn poppy gelincik çiçeği
- corporate -- anonim şirkete ait; bir dernek veya bir şirket halinde (huk.)uken birleştirilmiş
- corpse -- ceset
- corrade -- (jeol.) yıpranmak aşınmak.
- corral -- (-led -ling) (at; ağıla kapamak; yakalamak
- correct -- düzeltmek doğrultmak; tekdir etmek; ayarlamak; gidermek. correction tashih; ihtar; giderme; ayar etme. correction fluid (matb.) korektör house of correction ıslahhane. correctional düzeltici; doğru yanlışsız; dürüst; uygun; uygunluk.
- correlate -- karşılıklı ilişkisi olmak; birbiri ile ilgisi olan şeylerin her biri.
- correspond -- uymak; benzemek. correspond to tekabül etmek
- corroborate -- (bir fikri) desteklemek
- corrode -- çürütmek; çürümek
- corrugate -- kırıştırmak; buruşmak; kırıştırılmış. corrugatediron oluklu demir levha. corrugatedpaper oluklu karton .corrug'ation kırışık
- corrupt -- namussuz; bozuk; bozmak; ayartılabilir; çürüyebilir. corruption irtikâp; kötü yol; çürüklük
- corset -- korse.
- coruscate -- parıldamak
- cosh -- (ing); cop ile vurmak.
- cosset -- çok sevmek; annesiz büyütülen kuzu; evde zevk için beslenen hayvan.
- cost -- fiyat; zarar; sermaye; (çoğ.); (cost) (mal.) olmak; pahası olmak; (maliyet masrafını) hesap etmek. It cost him dearly. ona pahalıya (mal.) oldu. It cost him infinite labor. çok emek sarfetti.
- co-star -- piyes veya filimde baş oyunculardan biri; baş rollerden birinde oynamak.
- costume -- kıyafet; kostüm; kıyafete sokmak. costume jewelry taklit ziynet eşyası
- cote -- ağıl; (leh.) kulübe.
- cottage -- küçük ev; yazlık ev
- cotter -- (mak.) anahtar; (iskoç) rençper.
- cotton -- pamuk; pamuğa benzer herhangi bir tüylü madde; pamuklu. cotton batting tabaka halinde pamuk. cotton belt (A.B.D.)'nde pamuk ekim mıntıkası. cotton eake çiğit küspesi. cotton slin çiğiti pamuktan ayıran çark; hintpamuu; (ing) hidrofil pamuk. cotton yarn az bükülmüş pamuk ipliği. sewing cotton dikiş ipliği; (eski) pamuğa sarmak. cotton u p to (k.dili.) yaltaklanmak. cotton to; yağcılık yapmak.
- couch -- sedir; in; ifade etmek; ima etmek; yatırmak; indirmek; pusuya yatmak. He couched his demand in respectful words. Talebini hürmetkâr bir lisanla arzetti.
- cough -- öksürük; öksürmek. cough drop öksürük pastili. cough up öksürüp çıkarmak; (argo) zorla vermek.
- counsel -- danışma; dava vekili; tedbir; öğüt; düşünce; nasihat vermek
- count -- sayma; hesap; (huk.) dava ve şikâyet fıkrası; (spor) on sayma. keep count sıra ile saymak. Iose count hesabı şaşırmak. take the count boksta yere serilip kalkamamak.; saymak; hesaba katmak; sayılmak; kont.
- countdown -- geriye doğru sayma; hazırlık devresi (bilhassa roket ve atom bombası denemelerinde kullanılır)
- countenance -- çehre; teveccüh; teveccüh göstermek; desteklemek. out of countenance mahcup.
- counter -- karşıt şey; karşılık; karşılıklı vuruş; ters; karşı; tersine; zıt gitmek.; karşı koymak; mukabil harekette bulunmak; tezgâh; fiş; sayaç
- counteract -- karşı koymak
- counterattack -- mukabil hücum.
- counterbalance -- eşit kuvvetle karşı koymak; telâfi etmek; denkleştirmek; karşılık
- countercharge -- karşı suçlama.
- countercheck -- karşı koymak; bir daha kontrol etmek; engel; tekrar kontrol etme. counter check bankadaki hesaptan para çekmek için düzenlenip müşterilere imzalattırılan zimmet fişi.
- counterclaim -- (huk.) karşı dava; karşı dava açmak.
- counterfeit -- sahte; taklit; kalp para basmak; taklit etmek
- countermand -- yeni bir emir ile evvelki emri iptal etmek; iptal emri.
- counterpart -- taydaş; karşılık; kopya
- counterplot -- mukabil entrika; bir oyun veya edebi eserde ikinci tema; mukabil entrika hazırlamak
- counterpoint -- (müz.) kontrpuan.
- counterpoise -- mukabil ağırlık; denge; mukabil ağırlık veya kuvvet ile muvazene husule getirmek
- countersign -- (ask.) parola.; tasdik için ikinci olarak imza etmek. counter(sig.)nature ikinci imza
- countersink -- havşa; havşa açmak.
- countervail -- aynı kuvvetle karşı koymak
- counterweigh -- denge sağlamak için ağırlık koymak.
- counterweight -- denge sağlamak için kullanılan ağırlık.
- counterwork -- zıt gitmek
- coup -- darbe; herhangi bir nihai veya kesin darbe.coup de main (ask.) ani hücum; bir oyunda olayların beklenmeyen bir şekil alması.
- couple -- çift; karı koca; (mak.) iki eşit ve birbirine zıt kuvvet; bağlamak; bağlantı kurmak; çiftleştirmek; cinsi münasebette bulunmak
- coupon -- kupon; faiz koçanı; müracaat kuponu.
- courage -- cesaret
- courier -- kurye
- course -- akmak; koşmak; av peşinden koşturmak.; yön; ders; (den) rota; gidiş; yol; ahça kap; (çoğ.) aybaşı. as a matter of course gayet tabii olarak. in due course zamanı gelirce
- court -- avlu; hükümdar sarayı; (huk.) mahkeme; dalkavukluk; kur. court fool saray soytarısı. Court of Appeals (huk.) istinaf mahkemesi; yargıtay. Court of Common Pleas (huk.) medeni (huk.)uk mahkemesi. court of first instance asliye mahkemesi. court plaster (ecza.) band. plaster Iaw court mahkeme. zettle out of court mahkemeye başvurmadan uzlaşmak. pay court to -e kur yapmak.; davet etmek; kur yapmak; dalkavukluk etmek; fırsat vermek
- courtesy -- nezaket; saygı; iltifat; umumun rızası. courtesy title resmi olmayan ünvan. by courtesy of sayesinde
- court-martial -- (çoğ.) courts -martial) askeri mahkeme; askeri mahkemede yargılamak.
- cove -- köy; (mim.) kemer; kovuk; koyak.
- covenant -- akit; akdetmek
- cover -- kapak; batlaniye; cilt; saklanmaya yarayan ağaçlık ve çalılık; bahane; sofra takımı; (tic.) karşılık. cover charge (lokantalarda) giriş ücreti. cover crop toprağı muhafaza etmek için kışın ekilen ekin. cover girl kapak kel. cover glass lamel: covered wagon üstü bezle kaplı dört tekerlekli at arabası. break cover gizlendiği yerden meydana çıkmak. take cover sığınmak; sığınmış; zarf içinde. under cover of perdesi altında; kapamak; kapsamak; (sig.)orta etmek; korumak; saklamak; yol almak; (gazet.) röportajını yapmak; kuluçkaya yatmak; (erkek hayvan) cinsi münasebette bulunmak; mesuliyetini üzerine almak; idare etmek; yerini doldurmak; yetmek; silâh ile tehdit etmek; destek ateşi sağlamak; aynı miktarda para koyarak bahse girişmek. cover up örtmek; gizlemek. Don't move: (I.)'ve got you covered (I.) Kıpırdama
- covet -- imrenmek
- covey -- aynı kuluçkadan çıkan yavrulan hepsi; çil; grup
- cow -- inek; dişi fil; yıldırmak
- coward -- korkak kimse. cowardly korkak
- cowboy -- kovboy
- cower -- çömelmek
- cowhide -- inek derisi; dövmek.
- cowl -- manastır rahiplerinin giydikleri cüppe; baca şapkası.
- coxswain -- (den.) filika veya kik serdümeni.
- coy -- cilveli; çekingen; mahcubâne. coyness mahcubiyet; cilve.
- cozen -- aldatmak
- cozy -- rahat; çaydanlık örtüsü.
- crab -- yengeç; aksi ve huysuz kimse. crab apple yaban elması. crab grass çok arsız bir nevi yabani çimen. (bot.) Digitaria sanguinalis crab louse kasık biti. catch a crab (den) kürek çekerken sandalın dengesini kaybetmek. sea crab çağanoz; yengeç avlamak; (den) yanlamasına sürüklenmek; (argo) azarlamak
- crack -- çatlak; çatırtı; hızlı darbe; aralık; (k.dili.) birinci sınıf; (k.dili.) kesin cevap; (k.dili.) deneme; (argo) hırsız; çatlamak; çatlatmak; zorlamak; çatallaşmak (ses); (petrol) ayırmak; (arabayı) kazada paramparça etmek; kaza geçirmek; güImektenkatılmak; (ing) övmek. a hard nut to crack başarılması zor bir iş; tesir edilemeyen kimse; (k.dili.) kaçık
- crackle -- çatırdamak; hışırdatmak; sırlamak; çatırtı; hışırtı; (çini) çatlak ve çizgili sır.
- cradle -- beşik; beşiğe benzer iskele veya çerçeve; ot toplamak için tırpana eklenen parmaklık; (den.) karada filika için dayak. cradlesongi ninni rob the cradle (k.dili) yaşça kendinden çok küçük birisi ile gezmek veya evlenmek.; ihtimamla muhafaza etmek; beşiğe yatırmak; parmaklıklı tırpanla ot biçmek.
- craft -- zanaat; esnaf; hüner; desise; (den) tekne
- crake -- su yelvesi
- cram -- tıkamak; tıkınmak; imtihan öncesi çok çalışmak; kalabalık
- cramp -- adalenin kasılmasına sebep vermek; mâni olmak; kenetlemek. cramp one' style bir kimsenin söz veya davranışlarını kısıtlamak. cramp the wheel direksiyonu tam kırmak. cramped okunması zor; kasılmış.; adale kasılması; şiddetli karın ağrısı; engel mânia; (mak.) mengene; (çoğ.) sancılı aybaşı. crampfish torpilbalığı. writer' cramp çok yazmaktan parmaklarda meydana gelen kramp.
- crane -- turna (zool.) Grus grus; (mak.) vinç; kollu ocak çengeli. crowned crane tuğlu turna. (zool.) Belearica pavonina demoiselle crane telli turna; vinç ile kaldırmak; turna gibi boynunu uzatmak.
- crank -- (mak.) dirsek; (k.dili.) garip huyları veya sabit fikirleri olan kimse; krankla hareket ettirmek. crank up hareket ettirmek. cranky ters; (den) yan yatma ihtimali olan.
- cranny -- yarık
- crap -- (argo) saçma; çöp; (argo) pislik; out ile (zarda) yediye atmak; (argo) şansım yitirmek. crap game (bak.) craps.
- crape -- krepon krep; yas belirtmek için taklıan siyah tül. crapehanger (ABD)
- crash -- şiddetli ses; kaza; (tic.) borsada hisselerin birden düşmesi; iflâs; gürültü ile kırılmak; (uçak) kaza geçirmek; parçalanmak; (k.dili.) davetsiz olarak bir ziyafete katılmak. crash dive (denizaltı) birden dalma. crash-land (uçak) mecburi iniş yapmak. crash of thunder şiddetli gök gürültüsü. crash program çok acele olarak ve masraflar gözönüne alınmadan bitirilmesi istenilen bir proje. crash the gate; havlu ve perde yapımında kullanılan kaba bez.
- crate -- sandık; (argo) derme çatma araba; sandıklamak.
- crater -- krater; bombanın açtığı çukur.
- cravat -- kravat
- crave -- şiddetle arzu etmek; rica etmek
- craven -- korkak
- craw -- kursak; hayvan midesi. It stuck in my craw ondan hoşlanmadım.
- crawl -- sürünmek; dalkavukluk etmek; sürünme
- crayfish -- (bak.) crawfish.
- crayon -- mum boya; mum boya ile yapılan resim; mum boya ile resim yapmak.
- craze -- çıldırtmak; çömlekçilikte ufak çatlak ve çizgiler yapmak; geçici moda; delilik; sırda çatlak.
- creak -- gıcırtı; gıcırdamak. creaky gıcırtıIı; zayıf
- cream -- kaymak; kremalı tatlı; cilt kremi; öz; krem rengi; kaymak bağlamak; kaymağını almak; krema haline getirmek; (ABD)
- crease -- kırma; çizgi; ütü çizgisi; kırma yapmak; buruşturmak; katlanmak
- create -- yaratmak; meydana getirmek; atamak; yapmak
- credence -- güven
- credential -- itimat sebebi; (çoğ.) kimlik kartı
- credit -- itimat etmek; (tic.) matluba geçirmek.; kredi; itibar; nüfuz; okullarda bir kursun başarıyla bitirilmesiyle kazanılan hak; üniversite kurslarının değer birimi; (çoğ.); tanıtma yazıları. credit manager (tic.) kredi işlerini düzenleyen memur. credit rating (tic.) kredi değerlendirmesi. credit union (tic.) kredi kooperatifi. a credit to his school okulu için iftihar vesilesi. agricultural credit (tic.) tarım kredisi. get credit for -dan dolayı şeref kazanmak. give credit (tic.) kredi açmak; şeref payı vermek. give credit for saygı göstermek. Ietter of credit (tic.) akreditif on credit (tic.) veresiye. (I.) gave him credit for more skill Kendisinin daha hünerli olacağını zannetmiştim.
- creed -- iman ikrarı; itikat
- creel -- balık sepeti.
- creep -- (crept; ağır ve ihtiyatlı hareket etmek; nüfuz etmek; ürpermek; hafifçe kaymak; (bot.) sarılmak; sürünen.; yerin yavaş yavaş kayması; (argo) hoşa gitmeyen kimse. the creeps (k.dili) tüyleri diken diken olma
- cremate -- (öluyü) yakmak. crema'tion öIüyü yakma. cremator'ium
- creosote -- (kim) kreozot
- crepe -- krep; (bak.) crape. crepe de Chine krepdöşin. crepe paper krepon kâğıdı. crepe rubber krepsol
- crepitate -- çatırdamak.
- crescendo -- (çoğ.) -dos) (müz.) kreşendo; kreşendo yapmak.
- crescent -- hilâl; hilâl şeklinde alâmet veya şey; islâm âlemi; hilâl şeklinde; büyümekte olan
- crest -- ibik; başlık sorguç; zirve; zirve teşkil etmek; üstünden aşmak (tepe dalga) crested lark tepeli toygar
- crevasse -- büyuk yarık
- crevice -- yarık
- crew -- tayfa; takım; güruh
- crewel -- gevşek bükülmüş iplik.
- crib -- kapamak; (k.dili.) . intihal etmek; (k.dili.) çalmak aşırmak.; (yanları yüksek; yemlik; ambar; kulübe; ahır; (k.dili.) intihal; (k.dili.) kopya malzemesi
- crick -- adale kasılması
- cricket -- cırcırböceği; (kriket) oyunu. mole cricket danaburnu. not cricket (k.dili.) doğru olmayan; oyun kurallarına aykırı.
- crime -- suç; cinayet; kabahat; (k.dili) ayıp.
- criminate -- itham etmek
- crimp -- zorla veya kandırarak denizci veya asker toplayan kimse veya acente; zorla askere almak.; kıvrım; (çoğ.) dalgalı saç; kıvırmak; (mak.) kenarlarını iç içe katlayarak birleştirmek; dalgalandırmak. put a crimp in (k.dili.) engel olmak.
- crimson -- koyu kırmızı; kırmızı boya; koyu kırmızıya boyamak; kıpkırmızı olmak
- cringe -- korkuyla çömelmek; yaltaklanmak.
- cringle -- (den) halat matafyon.
- crinkle -- buruşturmak; buruşmak; hışırdamak; kırışık.
- cripple -- sakat insan; sakat etmek; bozmak. crippled kötürüm; arızalı.
- crisp -- gevrek; kesin; uyanık; temiz; serin canlandırıcı (hava); kırışık; gevremek; kısmen yakmak. burned to a crisp yanıp kül olmuş. crispy kıvırcık: gevrek.
- crisscross -- çapraz; birbirini kesen çapraz doğrular; çapraz hatlar çizmek; tekrar tekrar karşıya geçip dönmek.
- critic -- bir şeyin değerini öIçen kimse; eleştirici; muhalif kimse
- criticize -- eleştirmek; yermek; değerini ölçmek.
- critique -- eleştiri; etüt
- croak -- kurbağa veya karga sesi; kurbağa veya karga gibi ses çıkarmak; (argo) öImek; (argo) herşeyden şikâyet eden kimse.
- crochet -- kroşe; kroşe yapmak
- crock -- çanak; (ing) yaşlı veya sakat at; (argo) âciz veya beceriksiz kimse.
- crocodile -- timsah; krokodil; bu hayvanın derisi. crocodile tears yalancıktan ağlama.
- croft -- (ing) eve bitişik etrafı duvarla çevrili ufak tarla
- crook -- dirsek; kıvrılma; çoban değneği; (k.dili) dolandırıcı; iğmek
- croon -- mırıldanmak
- crop -- ürün; (zool.) kursak; binici kırbacı. crop rotationher yıl değişik ekin ekerek toprağın bereketini koruma. cream of the crop bir şeyin en âlası.; kırkmak
- croquet -- tahta topla oynanan bir oyun
- cross -- çaprazlamak; karşıdan karşıya geçmek; geçirmek; (bot.); karşı gelmek; türleri karışmak; haç işareti yapmak; üstüne çizgi çizmek. crossed in love aşkta bedbaht olmuş. Cross my heart. Vallahi (I.) Yemin ederim ki... cross oneself istavroz çıkarmak. cross one's arms kollarını kavuşturmak. cross one's fingers iyi şans dilemek. cross one's legs ayak ayak üstüne atmak. cross one's mind hatırına gelmek; falcıya para vermek. cross swords with... ile çekişmek; hıyanet etmek.; çapraz işareti; haç; isa'nın öIümünün sembolü olarak kullanılan haç şekli; keder; dörtyol ağzı; melez. bear one's cross eziyete sabırla tahammül etmek; darılmış; huysuz; aksi; çapraz; aykırı; melez; karşıya geçen. cross action. (huk.) mukabil dava. cross section kesit
- crossbar -- sürgü
- crossbreed -- melez; melez elde etmek.
- crosscheck -- sağlamasını yapmak.
- crosscut -- enine kesmek. crosscut saw testere; kütük kesmeye mahsus iki saplı uzun testere; ince dişli bıçkı.
- cross-examine -- sorguya çekmek; (huk.) dava esnasında bir avukatın öbür tarafın şahidine sual sorması.
- crosshatch -- (mim.) paralel çapraz çizgilerle gölgelemek
- crosspollinate -- ayrı cinsten olan çiçekleri döllemek.
- cross-question -- karşı tarafın şahidine soru sormak.
- cross-reference -- kitapta bakılması gereken yeri gösteren not.
- cross-stitch -- kanaviçe işi.
- crosstalk -- (telefonda) hatların karışması.
- crosswalk -- yaya geçidi.
- crotch -- çatal; (anat.) kasık; (terz.) pantolon ağı; (den) puntal.
- crotchet -- ufak çengel; garip bir merak
- crouch -- çömelmek; çömelmiş vaziyet.
- croup -- (tıb.) krup hastalığı. croupy krup hastalığına tutulmuş.
- crow -- horoz gibi ötmek; sevinçle haykırmak; övünmek; karga; horoz ötmesi. crow'-foot karga ayağına benzer şey; ihtiyarlıkta göz kenarlarında husule gelen kırışıklar. crows-nest (den) direk üzerindeki gözcü yeri. as the crow flies kuş uçuşu. European crow kızılca karga
- crowbar -- (mak.) manivela
- crowd -- doluşmak; sıkıştırmak; üzerinde durmak; yer bırakmamak.; kalabalık
- crown -- taç; hükümdarlık; hükümdar; taça benzer şey; şeref ve itibar veren şey; tepe; başlık; beş şilin kıymetinde eski bir ingiliz parası; kron; (bot.) tohum fidanında sapın kök ile birleştiği nokta; (bot.) bir ağacın yaprakları ve can!ı dalları; (dişçi) dişin gözle görünen kısmı; (den) piyan cevizinin üzerine yapılan düğüm; (den) demirin memesi; kıymetli taşın üst kısmı. crown colony ingiliz imparatorluğunda hükümdar tarafından idare edilen sömürge. crown glass daire şeklinde ortası kalın cam. crown imperial iran'da bulunan bir çiçek; taç aiydirmek; başlık koymak; süslemek; (dama oyununda) dama yapmak; dişe kron takmak; kdili başa vurmak
- cruel -- zalim; çekilmez; çetin
- cruise -- (den.) seyrüsefer etmek; (polis arabası) kol gezmek; vapur seyahati. cruisingspeed (araba
- crumb -- kırıntı; parça; ekmek içi; (A.B.D); ufalamak; kırıntılarla süslemek (yemek); sofradan kırıntıları toplamak.
- crumble -- harap olmak; parçalanmak; ufalamak
- crumple -- buruşturmak; çökmek.
- crunch -- çatır çatır çiğnemek; çatırtı ile ezmek; çatırtı; (k.dili.) güç durum. in the crunch paçası sıkışınca.
- crupper -- at sağrısı; kuskun.
- crusade -- haçlı seferi; din uğruna yapılan savaş; kampanya; bu gibi bir mücadeleye katılmak; bir reform veya başka davanın hararetli taraftarı.
- crush -- ezme; kalabalık; (k.dili) şiddetli ve geçici sevgi; ezmek; baskı yapmak; gadretmek; ezilmek.
- crust -- ekmek kabuğu; pişmiş herhangi bir şeyin kabuğu; kabuk; (argo) arsızlık; kabukla kaplamak; kabuklanmak; crust of the earth yerkabuğu.
- crutch -- destek; koltuk değneği; çatal destek; (den) bumba üç ayağı.
- cry -- ses; ağlama; feryat; nara; yalvarma; hayvan sesi; istek. a far cry çok farklı. in full cry havlayarak avı kovalayan (av köpeği) war cry savaş narası. within cry of duyulabilecek uzaklıkta.; ağlamak; feryat etmek; bağırmak; yalvarmak. cry down kötülemek. cry for arzu etmek; bağırmak. cry out against karşı çıkmak
- crystallize -- billurlaştırmak billurlaşmak; belli olmak; belirli bir şekil vermek veya almak; şekerle kaplamak; (çelik) müteaddit gerilmeler ile mikrostrüktürünü değiştirmek. crystalliza'tion billurlaşma.
- cub -- yavru (ayı; budala çocuk; küçük tek motorlu uçak; yavrulamak. cub reporter tecrübesiz genç gazete muhabiri. cub scout yavrukurt.
- cube -- (.; (mat.) küp; küçük parçalara kesmek; (mat.) küp çıkarmak. cube root (mat.) küp kök. cube sugar kesme şeker.
- cuckold -- karısı tarafından aldatılmış erkek; (kocayı)aldatmak
- cuckoo -- guguk kuşu; bu kuşun ötüşü; (A.B.D)
- cud -- geviş. chew the cud geviş getirmek; derin derin düşünmek.
- cuddle -- kucaklamak; sarılıp yatmak.
- cudgel -- kısa kalın sopa; sopa ile dövmek; (çoğ.)
- cue -- kuyruk şeklinde saç örgüsü; bilardo sopası; sıra; (tiyatro) sahnede veya kuliste aktörün sözü arkadaşına bırakmadan evvelki son söz veya hareketi; başlama işareti; üstü kapalı söz; harekete geçirici söz veya olay; sufle etmek.
- cuff -- kol ağzı; sille; yumruk vurmak
- cuirass -- göğüslük zırh.
- cull -- koparmak; ayırmak; değersiz olanları seçip atmak; kötü veya değersiz olduğundan bir kenara ayrılmış şey.
- culminate -- neticelenmek; en yüksek noktaya varmak; en yüksek nokta.
- cultivate -- tarlayı sürüp ekmek; terbiye etmek; beslemek; (başka bir kimseyi) kendine bağlamaya çalışmak. cultivate a friendship dostluk kazanmaya çalışmak. cultivable; zarif; yetiştirme; kibarlık; küçük saban; ekici
- culture -- kültür; terbiye; münevverlik; medeniyetin bir safhası; (tıb.) kültür; kültür yapmak; medeniyete ait. cultural anthropology sosyo-antropoloji. cultured kibar
- culvert -- mecra
- cumber -- yük olmak
- cumulate -- birikmek
- cup -- fincan; (spor) kupa; litrenin dörtte biri; (tıb.) şişe çekmek
- cupboard -- dolap
- cupcake -- ufak kek.
- cupel -- ufak pota; potada tasfiye etmek.
- curate -- (ing) papaz
- curb -- sokak kaldırımının kenar taşı; fren; kuyu ağzı bileziği; atta suluk zinciri; tutmak
- curd -- kesilmiş sütün katı kısmı; yumuşak ve tuzsuz lor peyniri.
- curdle -- pıhtılaştırmak
- cure -- tedavi; şifa; kür; konserve yapma. cure-all her derde deva. past cure tedavi edilebilecek haddi aşmış; çaresiz.; şifa vermek; dumanla tütsüleyerek veya tuzlayarak konserve etmek; sertleşmek (kauçuk gibi)
- curette -- (tıb.) küret. ceuretting kürtaj.
- curl -- kıvrım; helezoni şekil; dalgalı çizgi; kıvırmak; kıvrılmak; "curling' oyunu oynamak. curl one' hair saçını kıvırmak; (k.dili) korkutmak. curl one lip alaylı bir şekilde güIümsemek; hor bakmak. curl up kıvrılmak.
- curlicue -- süslü kıvrım
- curry -- tımar etmek; dayak atmak; deriyi işleyip kullanılır hale getirmek; curry powder ile pişirilmiş et veya pilav. curry powder Hint mutfağında kullanılan biberli karışık baharat.
- currycomb -- kaşağı; kaşağılamak.
- curse -- Iânet etmek; belâ getirmek; Iânet; belâ; hırçın. cursed with çeken
- curt -- ters ve kısa (söz) curtly tersçe. curtness terslik
- curtail -- kesmek
- curtain -- perde; tiyatro perdesı; (çoğ.); perdelemek. curtain call (tiyatro) perde kapandıktan sonra alkışlarla tekrar sahneye çağırma. curtain lecture (k.dili) yalnızken kadının kocasını haşlaması. curtain raiser programın ilk kısmı; asıl piyesten evvel oynanan kısa piyes. curtain ring perde halkası. curtain rod perde rayı; konuyu bırakmak. Tron Curtain Demirperde. raise the curtain perdeyi açmak; piyese başlamak.
- curtsy -- reverans; reverans yapmak. make a curtsy reverans yapmak.
- curve -- eğmek; eğri; viraj; (spor) topun vuruşu takiben havada bir eğri çizmesi; bu eğri; imtihan notları sonucu sınıf standartına göre not verme sistemi.
- curvet -- şaha kalkıp hafif sıçrama; bu hareketi yapmak.
- cushion -- yastık; yastığa benzer şey; bir darbenin hızını kesen herhangi bir şey; bilardo masasının lastikli iç kenarı.; yastık veya minder koymak veya dayamak
- cusp -- zirve; (astr.) yeni ayın sivri uçlarından her biri; (geom.) iki eğrinin birbirlerine teğet oldukları nokta; (mim.) dilim; (bot.) sivri uç; cuspate
- cuspidate -- dilimli
- cuss -- (A.B.D) (k.dili) küfretmek; Iânet; (k.dili) herif. a queer cuss (k.dili) acayip yaratık. cussedness (A.B.D); Iânetlilik.
- custom -- gelenek; alışkanlık; müşterilik; (çoğ.) gelenekler; (çoğ.) gümrük; ısmarlama; ısmarlama üzerine çalışan (esnaf) customs union gümrük anlaşması.
- cut -- kesilmiş; tenzilâtlı; doğranmış; yontulmuş; sulandırılmış: hadım edilmiş. cut and dried evvelden hazırlanmış; sıkıcı; kesme; biçki; biçim; oyulmuş geçit; dilim; (matb.) klişe; hisse; (A.B.D); inciten söz veya tavır; fiyat; (cut; biçmek; yontmak; kamçılamak; katetmek; (filmi) kesmek; (konuşma; incitmek; görmezlikten gelmek; (k.dili) derse gitmemek; fiyatını indirmek; durdurmak sinema; (spor) (topa) fırıldatıp vurmak; sulandırmak (içki); sapmak; (iskambil) kesmek; hadım etmek. cut across her konuya dokunmak; üstün olmak; kestirme yoldan gitmek.cut adrift serbest bırakmak. cut and run bırakıp kaçmak; kesip kısaltmak; geri dönmek. cut both ways hem iyi hem kötü etkileri olmak. cut corners ucuz veya kestirme yoldan halletmek. cut down öIdürmek; (ağaç) kesmek; azaltmak; kısaltıp yeniden dikmek (elbise) cut into azaltmak. cut loose baskıdan kurtulmak; (informal) sulanmak. cut no ice önemli olmamak. cut one' coat according to one' cloth ayağını yorganına göre uzatmak. cut one- teeth on ile başlamak. cut short kısa kesmek. cut the ground from under etkisini yok etmek. cut to the bone asgari dereceye indirmek. cut in lafını kesmek; (iskambil) birinin yerini almak; danseden bir çifte gidip erkekten damını almak; trafikte birden arabaların arasına girmek. Cut it out. (k.dili) Yapma. Bırak. cut off kesmek; yolunu kesmek; mahrum etmek. cut out kesip çıkarmak; bırakmak; sürüden ayırmak; (metinden) çıkarmak; uygun olmak; yerini almak; trafikte sıradan çıkıp sollamak. cut up parça parça kesmek; çok etkilemek; (k.dili) yaramazlık etmek.
- cutlass -- bahriye kılıcı.
- cyanide -- siyanür.
- cycle -- dönem; dönme; divan; bisiklet; bir devir yapmak; bir devreden geçmek; devir devir vaki olmak; bisiklete binmek.
- cylinder -- silindir. cylin'drical silindir şeklinde.
- dab -- pisibalığına benzer bir balık.; hafifçe vurmak; dokunma; yumuşak veya ıslak bir şeyin bir parçası.; (k.dili.) uzman.
- dabble -- su serpmek; amatör olarak bir sanat veya işle uğraşmak. dabbler sathi çalışan kimse
- dado -- (mim.) bir sütun için kürsü taşı; oda duvarının süslü alt kısmı; bir tahtayı ikinci bir tahtanın kenarına tutturmak için oyulan oyuk.
- dagger -- kama
- daguerreotype -- (eski.)
- dally -- vakit öldürmek; haylazlık etmek. dally away vakit öIdürmek. dally with oynaşmak.
- dam -- (-med; baraj yapmak; kapamak. dam in; ana hayvan.
- damage -- zarar; (k.dili) masraf; hasar yapmak bozmak
- damascene -- hareli çizgilerle süslemek
- damask -- Şam'da dokunan çiçekli ipek kumaş; damasko (kumaş); Şam çeliği; koyu pembe renk; Şam çeliğinden yapılmış; Şam işi; gül renkli; Şam işi gibi işlemek; damasko ile döşemek; gül rengi vermek.
- damn -- lanet etmek; sövmek; Iânet. Damn!
- damp -- nemli; nem; kömür ocaklarında hâsıl olan zararlı bir gaz; boğmak; yavaşlatmak; ıslatmak; sindirmek. damp off (bahç) bir mantar hastalığı ile çürüyüp dökülmek. dampness rutubet
- dampen -- nemlendirmek; nemlenmek; (titreşim) azaltmak.
- dance -- dans etmek; dans; balo; dans müziği. St. Vitus' dance (tıb.) insan vücudunda bazı yerlerin istek dışında ve düzensiz olarak sıçraması
- dander -- (k.dili) öfke; kızdırmak.
- dandle -- hoplatmak
- danger -- tehlike
- dangle -- sarkmak; sarkıtmak
- dank -- yaş
- dap -- yemi hafifçe suya atarak balık tutmak; hafifçe veya birdenbire suya dalmak.
- dapple -- benekli; beneklenmek; benekli hayvan. dapple gray bakla kırı
- dare -- cesaret etmek; meydan okumak; meydan okuma. daredevil gözüpek kimse; cüretkâr
- dark -- karanlık; müphem; cehalet içinde olan; gizli; az sütlü (kahve) dark blue lacivert. dark-eyed kara gözlü. dark horse (pol.) beklenilmediği halde partisi tarafından aday gösterilen adam. dark lantern hırsız feneri. darkroom (foto.) karanlık oda. dark star (astr.) Işık vermeyen yıldız. a dark day karanlık gün; kötü gün. a dark saying kapalı söz. as dark as pitch zifiri karanlık. Keep it dark. Sakın kimseye söyleme. the Dark Ages Karanlık Devirler; esrarengiz bir şekilde. darkness karanlık.; karanllk; akşam; koyu renk; muğlaklık; mehtapsız gece. a leap in the dark körü körüne veya ne olduğunu bilmeden bir şeye atılma. at dark akşam olunca; habersiz.
- darken -- karartmak; anlaşılması zor hale getirmek; koyulaşmak
- darkle -- karanlıkta gözden kaybolmak; karanlık olmak.
- darn -- yamamak; örülerek tamir olunmuş yer. darning egg örgü yumurtası. darning needle örgü iğnesi; (zool.) Odonata familyasından uzun gövdeli sinek.; Iânet etmek; Iânetleme
- dart -- küçük ok; kargı; ani ve hızlı hareket; böceğin iğnesi; (terz.) pens; fırlatma; atmak; hela birkaç adım koşmak
- dartle -- fırlatıp veya fırlayıp durmak.
- dash -- hızlı koşmak; kısa mesafe koşmak; vurmak; atmak; sıçratmak; bozmak; karıştırmak; atılmak; sıçramak. dash off acele gitmek; kısa bir mesafeyi koşma; saldırma; canlılık; tantana; çizgi; herhangi bir şeye katılmış cüzi bir miktar; iz
- dashboard -- (mak.) arabada kontrol paneli.
- dastard -- alçak kimse; alçak. dastardly alçak
- date -- tarih koymak; tarih kararlaştırmak veya tahmin etmek; tarihli olmak; randevuya çıkmak. It dates from a thousand (B.C) Milâttan bin sene evvelden kalma bir eserdir. dated tarihli; modası geçmiş.; tarih; randevu; flört edilen kız veya erkek. date line (coğr.) gün değiştirme hattı. No date. Tarihi gösterilmedi. out of date modası geçmiş; tarihi geçmiş. to date bugüne kadar. up to date günümüze uygun; hurma. date palm hurma ağacı
- datum -- (ölçüde) başlangıç noktası veya hattı; malumat birimi.
- daub -- sürmek; harç; acemice yapılmış resim. dauber acemi ressam.
- daunt -- yıldırmak
- daw -- (bak.) jackdaw.
- dawdle -- işini ağırdan alarak vakit kaybetmek
- dawn -- tan; zuhur; görünmeye başlamak
- day -- gündüz; gün; zaman
- daydream -- hayal; hayal kurmak
- daylight -- güneş ışığı; önce şaşırtıcı gelen bir şeyin sonradan anlaşılması; gösterme
- daze -- göz kamaştırmak; şaşkınlık dazed yarı şuursuz; şaşkın.
- dazzle -- gözünü kamaştırmak; kamaştırma.
- deacon -- diyakoz; (k.dili) ilâhileri satır satır okumak; göz boyamak.
- deactivate -- çalışamaz duruma getirmek.
- dead -- ölü; sönük; cansız; renksiz; çıkmaz. dead hand (bak.) mortmain. dead heat (spor) berabere biten yarış. dead language ölü dil. dead letter hükmü kalmamış kanun; sahibi bulunamayıp postanede kalan mektup. dead march (müz.) cenaze marşı. dead nettle ısırganotu; dümen suyu. dead weight geminin darası. come to a dead stop tamamen durmak. the dead
- deaden -- kuvvetini kırmak hafifletmek; tatsızlaştırmak; parlaklığını gidermek; ses geçmesini önlemek.
- deadhead -- (k.dili.) ücretsiz olarak kartla seyahat eden veya tiyatro v.b yerlere giden kimse; boş olarak kalkan tren; sıkıcı kimse.
- deadline -- son teslim tarihi: cezaevlerinde hükümlülerin geçmemesi gereken yasak bölge sınırı.
- deadlock -- çıkmaz iki taraflı karşı koymanın sonucu olarak her iki tarafın hareketsiz kalışı; çıkmaza sokmak
- deadpan -- (A.B.D); boş ve anlamsız yüz ifadesi olan; duygularını açığa vurmadan; duygularını belli etmeden hareketetmek veya konuşmak.
- deaf -- (. sağır; kulak asmayan. deaf-and -dumb alphabet sağır ve dilsizlere mahsus işaret alfabesi. deaf-mute sağır ve dilsiz kimse. turn a deaf ear to dinlememek
- deafen -- kulağını sağır etmek; kulağını tıkamak.
- deal -- çam tahtası; pazarlık; iş; miktar; iskambil kâğıtlarını dağıtma. a good deal a great deal bir çok; (dealt) alâkadar olmak; iskambil kâğıtlarını dagıtmak. deal in tüccarı olmak. deal with temas etmek; işini görmek; müşterisi olmak ... ile alışveriş etmek. dealer satıcı; iş gören kimse; oyunda iskambil kâğıdını dağıtan kimse; (argo) esrar satıcısı. double-dealer ikiyüzlü kimse
- deaminate -- (kim) bir bileşikten amino gurubunu çıkarmak.
- dean -- dekan; bir üniversite veya yüksek okulda idari görevi olan kimse; ingiliz kilisesinde bir papaz rütbesi; bir başkentte bulunan kordiplomatiğin en kıdemli üyesi. dean of students talebe meseleleriyle ilgili üniversite memuru. deanery dekanın oturduğu ev; başpapazın evi.
- dear -- sevgili; aziz; samimi; pahalı. dear John azizim John; bir kızın nişanlısına yazdığı ayrılma mektubu. Dear me (I.) Aman (I.) Canım (I.) Yarabbi (I.) Deme (I.) for dear life canını kurtaracakmış gibi. dearly sevgi ile; pahalıya. deary (k.dili.) sevgili.
- debar -- mâni olmak
- debark -- gemiden çıkmak
- debase -- kıymetini düşürmek; şeref ve itibarına halel getirmek; bozmak. debased coinage içindeki gümüş veya altın miktarı azaltılmış madeni paralar.
- debate -- tartışmak; çok düşünmek; tartışma
- debauch -- ayartmak; sefahat
- debilitate -- takatini kesmek; anormal derecede halsizlik.
- debit -- zimmet; zimmet kaydetmek; birinin zimmetine kaydetmek. debit an account bir hesabı zimmetine kaydetmek. debit balance zimmet bakıyesi. debit a person with a sum
- debouch -- (ask.) dar ve kapalı bir yerden meydana çıkmak; açık bir yere çıkarmak.
- debrief -- (bir asker
- debug -- (bir odadan) gizli işitme cihazlarını sökmek; bir makina veya sistemin kusurlarını gidermek.
- debunk -- (k.dili.) kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak.
- debut -- başlangıç; (sahneye) ilk çıkış bir genç kızın sosyeteye ilk defa takdim olunması. make one's debut ilk defa olarak çıkmak; sosyeteye ilk defa takdim olunmak.
- decaffeinate -- içinden kafeini çıkarmak.
- decal -- (güz) (san) kâğıttan cama veya tahtaya resim çıkarma sanatı
- decalcify -- kireçten mahrum etmek
- decamp -- ordu veya karargâhı kaldırmak
- decant -- sulu bir şeyi tortusundan ayırmak için dikkatlice dökmek
- decapitate -- başını kesmek
- decarbonize -- bir maddedeki karbonu
- decay -- çürümek; azalmak; sıhhatçe düşmek; çürütmek; sıhhatçe düşme; azalma; harap olma.
- decease -- öIüm; öImek. the deceased merhum
- deceive -- aldatmak
- decelerate -- yavaşlamak; sürati kesmek.
- decentralize -- sorumluluğu dağıtmak
- decerebrate -- (tıb.) beynini çıkartmak.
- decertify -- bir belgeyi iptal etmek.
- decide -- karar vermek
- decimal -- (mat.) ondalık. decimal fraction ondalık kesir. decimal notation ondalık işaretleme veya notlama .decimal place ondalık hanesi. decimal point ondalık nokta. decimal system ondalık sistemi.
- decimate -- büyük bir kısmını yok etmek; bir grup içinden her on kişide birini alıp öIdürmek. decima'tion imha
- decipher -- şifre çözmek; yorumlamak . decipherable halledilebilir; anlaşılır.
- decision -- karar; ilâm; sebat tereddütsüzlük. come to veya make a decision karar vermek
- deck -- (den.) güverte; güverte gibi yer; (iskambil) kâğıt takımı; (argo) esrar paketi. deck chair şezlong. deck hand güverte tayfası. deck house üst güvertede yapılan kamara veya salon. below decks (den.) palavra altına; bir işe hazırlanmak. hit the deck (argo) yataktan kalkmak; yere çökmek; harekete geçmek. Iower deck (den.) tavlun. main deck (den.) palavra poop deck (den.) kıç kasarası promenadedeck (den.) gezinti güvertesi. quarterdeck (den.) kıç güvertesi; donatmak
- declaim -- belâgatle söz söylemek; nutuk çekmek. declaim against şiddetle karşı koymak
- declare -- ilân etmek; bildirmek; iddia etmek; ispat etmek. Well
- decline -- sapmak; zevalbulmak; eksilmek; eğilmek; reddetmek; (astr.) meyletmek; eğmek; -den çekilmek veya kaçınmak; (gram) çekmek; meyil; gerileme; batma; (tıb.) hastalık ârazının zeval bulma devresi; (tıb.) maddi ve manevi kuvvetten düşme. go into a decline kuvvetten düşmek. on the decline çökmekte
- declutch -- debreyaj pedalına basmak
- decoct -- kaynatarak özünü elde etmek. decoction kaynatma; bir şeyi kaynatarak elde edilen öz.
- decode -- şifre çözmek
- decolorize -- rengini açmak
- decommission -- (gemi v.b.'ni) yedeğe çekmek.
- decompose -- ayrıştırmak; çürütmek; çürümek. decomposi'tioni ayrışma; çürüklük
- decompress -- yeraltı işçisini hava basıncından kurtarmak. decompression chamber uçuşa hazırlık için normal basıncı azaltan kapalı hücre.
- decontaminate -- bir cisim veya bölgeyi zararlı kimyasal maddelerden arıtmak.
- decontrol -- kontrol altından çıkarmak
- decorate -- süslemek; nişan vermek.
- decorticate -- kabuğunu soymak.
- decoy -- tehlikeye atmak; av hayvanlarını tuzağa düşürmekte kullanılan herhangi bir şey; teşvikçi kimse
- decrease -- azalmak; azaltmak; eksilme; küçülme; eksiklik
- decree -- resmi emir; emretmek; hüküm vermek
- decrement -- eksilme; zayiat; eksiklik.
- decrepitate -- çatırdatarak ateşte kavurmak (tuz
- decrescendo -- (müz.) dekreşendo
- decry -- kötulemek
- decussate -- çaprazvari geçmek; X şeklinde geçmek; X şeklinde
- dedicate -- adamak; vermek; tahsis edilmiş. dedica'tion adama
- deduce -- anlamak
- deduct -- çıkarmak; istintaç etmek; (man); sonuç; hesaptan düşme; tümdengelimli.
- deed -- iş; (huk.) senet; senetle devretmek. draw up a deed senet yazmak. in deed aslında; bir işe şahit olmak.
- deem -- saymak
- deemphasize -- önemini azaltmak
- deepen -- derinleşmek; artırmak; koyulaştırmak (renk); kalınlaşmak (ses)
- deescalate -- (bilhassa harbin) kuvvetini azaltmak; azalmak
- deface -- resim v.b'ni bozmak
- defalcate -- emanet paradan çalmak
- defame -- zem ve iftira ile bir kimsenin itibarını zedelemeye çalışmak; namusuna leke sürmek. defamation iftira; lekeleme. defamatory ri)( iftira olan
- default -- ihmal; mahkeme; hazır bulunmayış; emanet paranın açığını ödemekten kaçınmak; mahkemede ispatı vücut etmemek; spor karşılaşmasına zamanında gelmeyip hakkını kaybetmek; ifa etmemek; ispatı vücut etmediğinden mahkum etmek.
- defeat -- yenmek; hezimete uğratmak; bozmak; bozgun; bozguncu.
- defecate -- dışkı boşaltmak; tortusunu çıkarmak. defeca'tion dışkı boşaltma.
- defect -- kusur; terketmek; karşı tarafa iltica etmek.
- defend -- savunmak müdafaa etmek
- defense -- (ing) defence savunma; muhafaza eden herhangi bir şey
- defer -- (-red
- defilade -- (ask.) havale siperi yapmak; havale siperi yapma.
- defile -- sıra halinde yürümek; sıra halinde yürüyüş; dağlar arasındaki uzun ve dar geçit.; kirletmek
- define -- tarif etmek; sınırlamak; ayırt edilebilir.
- deflagrate -- ateş alıp birden parlamak. deflagra'tion birden ateş alma.
- deflate -- hava veya gazı boşaltmak; gururunu kırmak; fiyatları duşürmek. deflation hava veya gazı boşaltma; fiyatların düşmesi
- deflect -- yoldan saptırmak; dönmek. deflector yana saptıran alet.
- deflower -- kızlığını bozmak; çiçeğinden mahrum etmek.
- defoliate -- yapraklarını dökmek veya düşürmek; düşmanın mevzilenmesini önlemek için bitkileri tahrip etmek. defolia'tion
- deforce -- (huk.) zorla alıkoymak (başkasının malını)
- deforest -- ormandan mahrum etmek.
- deform -- şeklini bozmak; sakat etmek; çirkinleştirmek.
- defraud -- dolandırmak; (slang) üç kâgıda getirmek.
- defray -- ödemek
- defrock -- (papaz) rütbesinden mahrum etmek; cüppesini çıkartmak.
- defrost -- buzlarını çözmek veya eritmek. defroster buzdolabı v.b.'nde buzları çözme veya eritme tertibatı.
- defunct -- öIü; feshedilmiş
- defy -- meydan okumak
- degauss -- bir şilebin manyetik alanını siper edip manyetik mayınlardan korumak.
- degenerate -- yozlaşmış; bozulmak; düşmek sukut etmek; (biyol.) cinsi bozulmak
- degrade -- alçaltmak; rütbesini indirmek; derece itibariyle alçalmak
- dehisce -- (bot.) (bitki tohumları kabuğu) kendi kendine açılmak
- dehumanize -- insanlıktan çıkarmak; şahsiyetsizleştirmek
- dehumidify -- rutubetini gidermek. dehumidifier rutubeti gideren alet.
- dehydrate -- suyunu çıkarmak; suyu çıkmak.
- deice -- buz tutmasına engel olmak
- deify -- tanrılaştırmak; Allah gibi tapmak.
- deign -- tenezzül etmek
- deject -- meyus etmek; hevesini kırmak. dejected meyus; (çoğ.)
- delate -- yaymak. delator iftiracı.
- delay -- ertelemek; gecikmek; tehir; muhlet
- dele -- (matb.)
- delegate -- (del'ıgeyt) temsilci; delege göndermek; delegeye yetki vermek; havale etmek; veka1et verme; murahhaslık.
- delete -- silmek; yazıdan çıkarılan parça.
- deliberate -- kasti; düşünceli; düşünmek; müzakere; tartışma; karar vermekte ihtiyat. deliberative düşünceli; düşünen
- delight -- memnun etmek; memnun olmak; hazzetmek; sevinç; sevinç verme hassası; füsun
- delimit -- tahdit etmek
- delineate -- şeklini çizmek; resim; tarif
- deliquesce -- kendi kendine havadan rutubet kapıp yavaş yavaş erimek. deliquescent havadan çektiği su ile eriyebilen. deliquescence havadan çektiğisu ile eriyebilme.
- deliver -- tevdi etmek; kurtarmak; çocuğu almak; irat etmek; atmak (tokat); hüküm vermek. deliver oneself of konuşma haline dökmek. be delivered of doğurmak.
- delouse -- bitlerini ayıklamak.
- delude -- aldatmak
- deluge -- tufan; suya boğmak
- delve -- araştırmak
- demagnetize -- (elek.) mıknatıs hassasını gidermek.
- demagogue -- demagog
- demand -- talep etmek; emretmek; sormak; muhtaç olmak; (huk.) mahkemeye celbetmek; talep; ihtiyaç; (huk.) talep
- demarcate -- hudut çizmek; ayırmak.
- demean -- alçaltmak
- demerit -- ihtar
- demilitarize -- askeri teşkilâtı ilga etmek
- demise -- irtihal; (huk.) terk; intikal; hükümdar tacının halefe intikali; mülkü vasiyetle ferağ etmek
- demobilize -- (ask.) terhis etmek.
- demolish -- yıkmak; yıkılma
- demonetize -- paranın değerini düşürmek; parayı tedavülden kaldırmak. demonetiza'tion paramn değerini düşürme; tedavülden kaldırma.
- demonstrate -- ispat etmek; nümayiş yapmak; göstererek ders vermek. demonstra'tioni ispat; nümayiş; sergi; (gram) işaret zamiri. demonstrative adjective (gram) işaret sıfatı. demonstrative pronoun (gram) işaret zamiri. dem'onstrator ispat eden şey veya kimse; nümayişçi.
- demoralize -- ahlakını bozmak; cesaretini kırmak
- demote -- aşağı dereceye indirmek
- demount -- parçalara ayırmak; dağıtmak. demountables kolayca takılıp çıkarılabilir.
- demur -- (-red; tereddüt etmek; (huk.) davada bir maddeye itiraz etmek; itiraz
- demure -- uslu; alçak gönüllü; ağır başlı; cilveli; sahte vakarlı. demurely ağır başlılıkla alçak gönüllülükle. demureness ciddiyet; alçak gönüllülük
- den -- in; sığınak; küçük oda; çalışma odası. den of thieves haydut yatağı. den of vice batakhane Iion' den aslan ini.
- denationalize -- ulusal haklardan mahrum etmek; milli vasıflarını yitirmek; devlet kontrolundan çıkarmak.
- denaturalize -- tabii halinden çıkarmak.
- denature -- tabii özelliklerinden uzaklaştırmak; diğer hassalarına dokunmak sızın içilmez hale koymak (alkol) denaturedalcohol mavi ispirto.
- denigrate -- iftira etmek; (informal) çamur atmak. denigra'tion iftira.
- denizen -- ikamet eden kimse; vatandaş; (ing) muayyen vatandaşlık haklarına sahip olarak bir memlekette ikamet eden yabancı; yeni şartlara veya bir yere intibak etmiş hayvan veya bitki; bir yeri devamlı ziyaret eden kimse; (ing) yurttaşlık haklarını kabul etmek.
- denominate -- isim koymak; tefrik etmek
- denote -- delâlet etmek
- denounce -- ihbar etmek; mukavele veya anlaşmanın fesholunacağını haber vermek; suçlamak
- dent -- bir yere çarpmaktan meydana gelen ufak çukur veya çentik; çentmek; tarak veya vites dişi.
- denude -- soymak; (jeol.) aşındırarak çıplak bırakmak; tamamen mahrum etmek. denuda-tion soyulma
- denunciate -- açıklamak; bir kimsenin kusurlarını açığa vurmak. denuncia'tion açıklama; itham eden kimse
- deny -- inkâr etmek; tekzip etmek; mahrum etmek; esirgemek; yalanlamak; kaçınmak
- deodorize -- )kokusunu gidermek. deodorizer koku giderici şey.
- deoxidize -- bir bileşimdeki oksijeni çıkarmak. deoxida'tion deoksidasyon.
- depart -- ayrılmak; hareket etmek; ölmek; from ile sapmak; bir yeri terketmek.
- depend -- on veya upon ile güvenmek; bağlı olmak; ihtiyacı olmak; from ile asılmak; sallantıda kalmak mualIâkta kalmak. Depend upon it Emin olunuz. dependable güvenilir
- depersonalize -- kişisel ilişkilerini kesmek.
- depict -- resmetmek; anlatmak tasvir etmek tanımlamak; tarif etmek. depiction çizme; tarif
- depilate -- tüylerini veya kıllarını almak; tüylerini veya kıllarını yok etmek. depilatory kıl döken (ilaç)
- deplete -- tüketmek bitirmek; boşaltmak; (tıb.) kan almak suretiyle beden dolgunluğunu izale etmek. depletion tüketme
- deplore -- (den.) dolayı kederlenmek; beğenmemek
- deploy -- plana göre yerleştirmek; sağa sola yaymak veya yayılmak. deployment acılma
- deplume -- tüylerini yolmak; soymak.
- depolarize -- depolarize etmek
- depopulate -- nüfusunu azaltmakveya boşaltmak. depopula'tion halkın başka yere gitmesi veya afet sonucu nüfusun azalması veya tükenmesi.
- deport -- (t) hudut harici etmek. deport oneself davranmak
- depose -- tahttan indirmek; yeminle yazılı ifade vermek.
- deposit -- emanet; depozito; pey; mevduat; teminat akçesi; tabaka; döküntü; (mad.) birikinti; depo. deposit account mevduat hesabı. demand deposits vadesiz mevduat money on deposit bankadaki para; koymak; dibine çökmek; emanet etmek; bankaya yatırmak; paranın bir kısmını vermek.
- deprave -- baştan çıkarmak
- deprecate -- karşı koymak; (eski.) kötülüklerden korunmak için dua etmek. depreca'tion karşı koyma protesto
- depreciate -- fiyatını kırmak; ucuzlatmak; amortize etmek. deprecia'tion kıymetten düşme veya düşürme; aşınma payı
- depress -- üzmek; kuvvetten düşürmek; (k.dili.) kolunu kanadını kırmak; değerini veya miktarını azaltmak; mevki veya rütbesini indirmek; bastırmak; meyus etmek. depressible şevki kırılır; üzerek.
- deprive -- (gen.) of ile mahrum etmek
- depurate -- tasfiye etmek
- depute -- vekil tayin etmek; vekile yetki vermek.
- deputize -- vekil olarak tayin etmek; for ile bir kimsenin yerini doldurmak.
- deputy -- vekil; yardımcı; bir polis rütbesi; mebus
- deracinate -- kökünden çıkarmak; ayırmak.
- derail -- treni raydan çıkarmak. derailingswitch raydan çıkarmaya mahsus makas derailment raydan çıkma (tren)
- derange -- düzenini bozmak; ifsat etmek; çıldırtmak; rahatsız etmek; delilik
- deride -- istihza etmek
- derive -- çıkarmak; istihraç etmek; (gram.) türemek; kökünü araştırmak; sâdır olmak
- derogate -- from ile azaltmak; alçalmak; dejenere olmak. derogative aykırı; küçültücü.
- desalt -- (deniz suyundan) tuzu çıkararak içilebilir hale getirmek.
- descant -- hararetli konuşma; (müz.) melodi; birkaç sesle söylenen bestede en yüksek ses; hararetli konuşmak: en yüksek sesle şarkı söylemek.
- descend -- inmek; kendini küçültmek; baskın yapmak; üşüşmek; genelden özele geçmek; ( bir tartışmada); intikal etmek
- describe -- tarif etmek
- descry -- uzaktan görüp seçmek
- desecrate -- kutsal bir şeye karşı hürmetsizlikte bulunmak
- desegregate -- ırk ayrımını kaldırmak. desegrega'tion ırk ayrımının kaldırılması.
- desensitize -- hassasiyetini azaltmak; (tıb.) hassaslığını azaltmak veya ortadan kaldırmak.
- desert -- çö1; : çöl halinde olan; terketmek; (ask.) vazifeden kaçmak; kaçmak; terkedilmişlik.; liyakat; mükafatı hak etme. He got his deserts. Hak ettiğini buldu.
- deserve -- müstahak olmak; hak kazanmak
- desiccate -- kurutmak
- desiderate -- arzulamak; eksikliğini duymak
- design -- plan; gaye; fikir; entrika; (güz) (san) resim taslağı; zihninde kurmak niyet etmek; resmetmek; plan yapmak; yaratmak. de(sig.)nedly kasten; modacı. de(sig.)ning plan yapma; entrikacı; düşünceli.
- designate -- göstermek; isimlendirmek; to veya for ile tayin etmek; seçmek; (gen.) nitelendirdiğiisimden sonra) atanmış
- desire -- arzu etmek; rica etmek; arzu; rica; hırs
- desist -- (gen.) from ile vaz geçmek
- desk -- yazı masası; daire
- desolate -- boş bırakmak; yalnız bırakmak; kederlendirmek; terkedilmiş; kimsesiz
- despair -- yeis; (sık sık) of ile ümitsiz olmak
- despise -- hakir görmek; nefret etmek.
- despite -- (edat) nefret; (edat) -e rağmen. in despite of -e rağmen; karşı koyarak.
- despoil -- soymak
- despond -- ümidini kaybetmek
- desquamate -- (tıb.) pulları dökülmek
- destine -- to veya for ile nasip etmek; belirli bir gayeye doğru yöneltmek.
- destitute -- (gen.) of ile yoksul
- destroy -- harap etmek; yok etmek; iptal etmek
- destruct -- (fırlatılan roket veya bombayı) hedefe ulaşmadan imha etmek. destructor roket imha cihazı; (ing)
- detach -- ayırmak; çıkmak; müfreze; ayrılık; dalgınlık; tarafsızlık; (ask.) kol.
- detail -- (çoğ.) teferruat; tafsilât; ayrıntılı plan; (ask.) müfreze; tafsilatıyla anlatmak; hususi bir işe tahsis etmek. in detail tafsilatıyla
- detain -- alıkoymak; engellemek; geciktirmek; gözaltma almak. detainment engelleme; geciktirme.
- detect -- meydana çıkarmak; keşfetmek
- detent -- (mak.) çalar saatin tetiği
- deter -- (-red; yıldırmak. determent engel; menolunma.
- deteriorate -- fenalaşmak
- determinate -- belirli; kararlaşmış
- determine -- karar vermek; niyetlenmek; tayin etmek; bitirmek; belirtmek; sınırlamak; tanımlamak; yön vermek.
- detest -- nefret etmek
- dethrone -- tahttan indirmek
- detonate -- patlamak
- detour -- sapma; dolambaçlı yoldan gitmek veya göndermek. make a detour dolambaçlı yoldan gitmek.
- detract -- eksiltmek; itibarını zedelemek; kötülemek; itibarını zedeleme
- detrain -- (ing) trenden inmek.
- detriment -- zarar
- detruncate -- ucunu keserek kısaltmak
- devaluate -- değerini düşürmek.
- devastate -- harap etmek; (k.dili) utandırmak. devasta'tion harap etme
- develop -- geliştirmek; genişletmek; harekete geçirmek; (foto.) develope etmek; gelişmek; genişlemek; olgunlaşmak; hâsıl olmak; peyda etmek
- devest -- (huk.) mahrum etmek
- deviate -- sapmak
- devil -- şeytan; cin; habis kimse; delicesine cesur veya öfkeli kimse; Allah'ın belâsı; kör şeytan; zavallı kimse; matbaacı çırağı. devil' advocate Katolik Kilisesinde aziz adayı aleyhinde münakaşa eden savcı; karşı tarafı tutarak münakaşa eden kimse. devilfish ahtapot; (zool.) Mobulidae familyasından yassı ve kuyruklu çok büyük tropikal bir balık. devil'-food cake çikolatalı pasta. devil-may-care pervasız; başıboş. between the devil and the deep blue sea iki tehlike arasında. give the devil his due kötü veya sevilmeyen bir adama bile hakça muamele etmek. Go to the devil ! Kahrol ! Cehenneme kadar git! like the devil şeytan gibi; çok çabuk; yemeği çok biber ve baharatla hazırlamak veya kızartmak; makinada ezip parçalamak (paçavra); (k.dili.) canını sıkmak
- devise -- tasarlamak; akıl etmek; kurmak; (huk.) bilhassa gayri menkul mülkü vasiyet etmek; vasiyet; tertip edilebilir devisee' vasiyetle kendisine emlak bırakılan kimse
- devitalize -- cansızlaştırmak; hevesini kırmak.
- devoid -- of ile boş; yoksun
- devolve -- intikal ettirmek; (gen.) on
- devote -- adamak; oneself ile kendini adamak.
- devour -- hırsla yemek; yok etmek; hırs ve istekle bir nefeste okumak
- dew -- çiy; gençliğin baharı; çiyle ıslatmak. dewberry böğürtlen
- diadem -- taç; hüküm darlık alameti olarak başa bağlanan kumaş parçası; hükümdarlık; taç giydirmek. diademed taçlı.
- diagnose -- hastalığı teşhis etmek. diagno'sis teşhis; bilimsel tetkik veya karar. diagnostic teşhise ait; teşhis. diagnostician teşhis mütehassısı
- diagram -- diyagram; çizge; plan; diyagram çizmek. diagrammatic diyagrama ait
- dial -- (ed veya led; (telefonda) kadran; kadran ile ölçmek; telefon numaralarını çevirmek. dialing telefon numaralarını çevirme; Güneş saati ile zamanı ölçme; kadran ile maden ocağında harita çıkartma. dial plate kadran
- dialogue -- diyalog; karşılıklı konuşma ve tartışma; diyalog tarzında edebi eser.
- diamond -- elmas; baklava biçimi; (iskambil) karo; beysbol main; (matb.) 4 1/2 puntolu ufak harf. diamond anniversary altmışıncı veya yetmiş beşinci yıldönümü. diamondback baklava şeklinde benekli sırtı olan kaplumbağa veya yılan. diamond cutter elmas keski. diamond drill elmaslı matkap. diamond point elmaslı pikap iğnesi; baklava biçimindeki demiryolu geçidi. diamond shaped baklava biçiminde. diamond wedding altmışıncı veya yetmiş beşinci evlilik yıldönümü. black diamond siyah elmas; maden kömürü. cut diamond işlenmiş elmas. rose diamond roza; Felemenk taşı. rough diamond işlenmemiş elmas; değerli fakat yontulmamış adam.
- diaper -- (A.B.D) çocuk bezi; çocuk bezini sarmak veya değiştirmek.; baklava şeklinde benekli pike; böyle kumaştan yapılmış havlu veya peşkir; baklava biçimindeki şekillerden ibaret süsleme.
- diaphragm -- (anat.); zar; ayıran zar; (foto.) adese perdesi.
- diary -- hatıra defteri
- dibble -- dikeleç; dikeleç ile toprağa çukur açmak
- dibs -- parça; (argo) ufak para; beştaş oyunu; hak: (I.)'ve got dibs on that. O benim hakkım.
- dice -- (çoğ.) (bak.) die); dama şekilleriyle süslemek; zar şeklinde kesmek. dicebox zar atmaya mahsus kupa. Ioaded dice hileii zar.
- dick -- (A.B.D)
- dicker -- (A.B.D) çekişe çekişe pazarlık etmek; cimrice pazarlık etmek; pazarlık; pazarlıkta uzlaşma.
- dictate -- emir; prensip. dictates of conscience vicdanın emri.; dikte etmek; emretmek; zorla kabul ettirmek. dictation dikte; emir.
- dictionary -- sözlük
- diddle -- aldatmak; boşuna vakit geçirmek
- die -- (died; ölecek gibi olmak; sıkılmak; helâk olmak; mahvolmak; yok olmak; bayılmak; ecel teri dökmek; (k.dili.) çok fazla arzu etmek. die a glorious death şerefli bir şekilde ölmek. die away yavaş yavaş kesilmek; azalıp tükenmek. die by violence suikast neticesinde ölmek; ); talih; (çoğ.) dies) kalıp
- diet -- rejim; günlük besin; yiyecek: perhiz yapmak; perhiz vermek. diet kitchen astalar için belirli yemekler hazırlayan mutfak. be on a diet perhiz yapmak; Diyet; kurultay
- differ -- from ile başka olmak; with ile muvafakat etmemek; kavga etmek
- difference -- ayrılık; ayırıcı özellik; ihtilaf; (mat.) fark; anlaşmak
- differentiate -- ayırmak; farklılaşmak
- difficult -- güç; geçinilmesi zor
- diffract -- kısımlara ayırmak; (fiz.) ışınları saptırmak ve kırmak.
- diffuse -- ayrıntılı; çok söz kullanan; geniş; yaymak; yayılmak; yayılma
- dig -- (dug; dürtmek; (k.dili.) üzerinde düşünmek; (mak.) derin kesmek. dig in (ask.) siper kazıp mevzi almak; kalmak niyetiyle yerleşmek. dig into çok çalışmak. dig out kazıp çıkarmak: ayrıntılarıyla incelemek. dig up kazıp çıkarmak: kazıp belleyerek toprağı havalandırmak.; hafriyat; (k.dili.) iğneli söz
- digest -- özet; sindirmek; (kim) ısı ile yumuşatmak. digestible hazmedilebilir
- digit -- parmak; parmak genişliği (20 milimetre); sıfırdan dokuza kadar tam sayıların her biri.
- dignify -- paye vermek
- digress -- dışına çıkmak
- dilapidate -- bakımsızlıktan harap etmek; bakımsızlıktan harap olmak. dilapida'tion harap olma
- dilate -- genişletmek; on veya upon ile tafsilata girişmek: genişlemek
- dill -- dereotu
- dillydally -- oyalanmak
- dilute -- sulandırmak
- dim -- (mer; donuklaştırmak
- dime -- Amerika Birleşik Devletlerinin on sent kıymetinde ufak gümüş parası. dime bag (A.B.D)
- dimension -- ölçüde esas olan uzunluk; oylum; genişlik; ölçü; (mat.) bir terimi belirleyen faktör
- dimidiate -- (bot.)
- diminish -- azaltmak; alçaltmak; azalmak; (müz.) bir yarım entervali kısaltmak. diminishingly eksilerek
- dimple -- gamze; ufak çukur; gamzesini göstermek; böyle çukur hasıl olmak veya hâsıl etmek.
- din -- (ned; gürültü ile söylemek; gürültü etmek. din into tekrar tekrar söyleyerek kafasına sokmak.; (kıs.) Deutsche Industrienor men Alman Sanayi Standartları; (foto.) filmin ışığa karşı hassasiyet ölçüsü.
- dine -- günün esas yemeğini yemek veya yedirmek; akşam yemeği yemek; ziyafet vermek; yemeğe davet etmek. wine and dine bir kimseye içkili ziyafet vermek. dine out dışarıda yemek yemek. dining car vagon restoran. dining hall yemek salonu. dining room yemek odası.
- ding -- çan gibi ses çıkarmak; çan sesi.
- dingdong -- çan sesi gibi; çan sesi; aynen tekrar edilen ses.
- dinner -- günün esas yemeği; akşam yemeği; ziyafet. dinner bell yemek zili veya çanı. dinner hour yemek saati. dinner jacket smokin dinner pail sefertası dinner party ziyafet
- dint -- kuvvet; ufak oyuk; ufak çukur meydana getirmek. by dint of kuvvetiyle
- dip -- (ped veya dipt; ıslatmak; kepçe gibi bir şeyle çıkarmak; bayrak gibi bir şeyi indirip kaldırmak; (den.) selam maksadıyla sancağı yarı mayna ve hisa etmek; antiseptik suya batırmak (bir hayvanı); dalmak; (jeol.) meyletmek; (hav.) çabuk inip tekrar havalanmak. dip into a book bir kitabı gözden geçirmek.; dalma; meyil; çukur; daldırma mum; (argo) yankesici. dip net uzun saplı balık ağı
- diphthong -- ((dilb.) diftong
- diplomate -- doktor ve mühendis gibi meslek diploması alan kimse.
- direct -- idare etmek; göstermek; yolu tarif etmek; doğru; açık; doğrudan doğruya; babadan oğula intikal eden; (astr.) güneş etrafında dünya yönünde dönen; (gram) doğrudan doğruya olan; dosdoğru; hemen; açıkça. direct action doğrudan doğruya yöneltilmiş hareket. direct current doğru akım. direct discourse (gram) doğrudan doğruya aktarılan konuşma. direct evidence izaha veya tahkike muhtaç olmayan delil. direct hit tam isabet. direct mail advertising posta ile ilan dağıtma. direct object (gram) nesne; derhal.
- dirge -- mersiye
- dirk -- bir çeşit kama.
- dirt -- kir; leke; alçaklık; dedikodu; içinde açık saçık resim ve yazılar bulunan kitap; (mad) toprak; iyi netice veren sistem. treat a person like dirt bir kimseyi hiçe saymak
- dirty -- kirli; bulanık; iğrenç; alçak; sisli; fazla miktarda radyoaktif zerreler yayan; (argo) yanında esrar bulunan; pisletmek; lekelemek. dirty work (k.dili) el altından yürütülen iş
- dis -- (önek) zıt oluş; uzaklaştırma; ayrı; olmayan (olumsuz bir kelimenin anlamını kuvvetlendirici ek); yapılan bir şeyi bozma anlamına gelen bir (önek)
- disable -- sakatlamak; (huk.) salahiyetini elinden almak; yetkisizlik
- disabuse -- yanlış bir fikri düzelterek gözünü açmak
- disaccord -- ihtilaf halinde olmak; anlaşmazlık
- disaccustom -- bir alışkanlıktan vazgeçirmek
- disacknowledge -- inkar etmek
- disadvantage -- mahzur; menfaatine halel getirmek
- disaffect -- sevgisini azaltmak
- disaffirm -- inkar etmek; (huk.) reddetmek; inkar
- disafforest -- (ing) (huk.) orman kanununun kapsamı dışında bırakmak
- disagree -- uyuşmamak; muvafık olmamak; bozuşmak; (gen.) with ile bünyesine uygun gelmemek
- disallow -- müsaade etmemek; inkar etmek
- disannul -- (led
- disappear -- gözden kaybolmak; yok olmak; zail olmak
- disappoint -- hayal kırıklığına uğratmak; canını sıkarak.
- disapprove -- of ile beğenmemek; tenkit etmek; reddetmek
- disarm -- silahsızlandırmak; zararsız hale getirmek; şüpheyi bertaraf etmek; (ask.) silâhını elinden almak; silahları bırakmak; bir memleketin silahlı kuvvetlerinin sayısını azaltmak veya sınırlamak. disarm (ing) dost kazandırıcı.
- disarrange -- karıştırmak
- disarray -- nizamsızlık; düzensiz kıyafet; düzensiz bir hale getirmek
- disassemble -- sökmek
- disassociate -- ayırmak
- disaster -- felaket
- disavow -- reddetmek
- disband -- dağıtmak; terhis etmek; dağılmak. disbandment dağılma; terhis.
- disbar -- (red
- disbelieve -- inanmamak
- disburse -- tediye etmek; harcamak; para dağıtmak; israf etmek. disbursement tediye; harcama; ödenen meblâğ; harcanan para.
- disc -- (bak.) disk.
- discard -- atmak; (iskambil) kağıt atmak; atma; boş kağıt.
- discern -- ayırt etmek; sezmek
- discharge -- yük boşaltma; ateş etme (top ve tüfek); sırtından yük atma; azil; terhis; cereyan; cerahat; (elek) boşaltma; boyayı çıkaran madde; yük boşaltmak (gemi); çıkarmak; top veya tüfekle ateş etmek; ödemek; ifa etmek (vazife); görevine son vermek; ihraç etmek; serbest bırakmak; (elek) cereyanı boşaltmak; ağartmak
- disciple -- taraftar; havari. discipleship taraftarlık; havarilik.
- discipline -- disiplin; talim; itaat; cezalandırma; ilim; terbiye etmek; disipline sokmak; cezalandırmak.
- disclaim -- inkâr etmek; müsaade etmemek; reddetmek; (huk.) bir dilekten veya iddiadan vazgeçmek.
- disclose -- açmak; keşfetmek; ifşa olunan şey
- discolour -- rengini bozmak; rengini değiştirmek. discolora'tion rengini bozma; leke.
- discombobulate -- (A.B.D)
- discomfit -- yenmek; sinirlendirmek; şaşırtmak. discomfiture rahatsızlık; şaşkınlık; bozgun
- discomfort -- rahatsızlık; sıkıntı vermek
- discommode -- taciz etmek; zahmet vermek
- discompose -- düzenini bozmak; karıştırmak
- disconcert -- düzenini bozmak; sinirlendirmek; şaşırtmak. disconcerted düzeni bozulmuş
- disconnect -- baglantısını kesmek
- discontent -- hoşnutsuzluk; memnuniyetsizliğe sebep olmak; memnun olmayan
- discontinue -- kesmek
- discord -- ahenksizlik; (müz.) falso; uymamak
- discount -- iskonto; kar oranı; fiyat indirimi yapmak; kırdırmak; aldırmamak; aslını saymamak. discount house daha ucuza (mal.) satılan mağaza.
- discountenance -- utandırmak; tasvip etmemek
- discourage -- hayal kırıklığına uğratmak; fikrini değiştirmek. discouraging ly hayal kırıklığına uğratarak
- discourse -- karşılıklı konuşma; tez; söz; söylemek
- discover -- keşfetmek; meydana çıkarmak. discoverable keşfi mümkün. discoverer kâşif
- discredit -- itibardan düşürmek; şüpheye düşürmek; inanmamak; itibarsızlık; itimatsızlık
- discrete -- ayrı; ayrı ayrı kısımlardan ibaret; (fels.) munfasıl
- discriminate -- ayırmak; fark gözetmek; bir kimse veya bir şeye karşı aleyhte hareket etmek. discriminately tedbirle
- discuss -- müzakere etmek
- disdain -- küçük görme; kibir; tenezzül etmemek
- disease -- hastalık
- disembark -- gemiden karaya çıkarmak veya çıkmak. disembarka'tion karaya çıkarma; karaya çıkma.
- disembarrass -- mahcup bir duruma düşmekten kurtarmak; güç bir durumdan sıyırmak
- disembody -- bedenden ayırmak
- disembogue -- suyunu denize dökmek
- disembowel -- (ed
- disenchant -- büyüden kurtarmak; gözünü açmak. disenchantment büyüyü; gözünü açma.
- disencumber -- yük veya sıkıntıdan kurtarmak.
- disengage -- ilgisini kesmek; (ask.) düşman kuvvetlerinden uzaklaşmak. disengaged serbest; salıverme
- disentangle -- serbest bırakmak; salıvermek; açılmak
- disenthrall -- serbest bırakmak
- disentitle -- unvan veya iddiadan mahrum etmek
- disentrance -- büyüden kurtarmak
- disestablish -- resmi müessese halinden çıkarmak
- disesteem -- itibarsızlık; itibar etmemek
- disfavor -- (ing) vour itibarsızlık; zarar; gözden düşürmek; taraftar olmamak
- disfigure -- seklini bozmak
- disfranchise -- vatandaşlık haklarından ve özellikle oy verme hakkından mahrum etmek; herhangi bir hak veya menfaatten mahrum etmek. disfranchisement vatandaşlık haklarından mahrum etme
- disgorge -- kusmak; boşaltmak; teslim etmek; zorla verme
- disgrace -- gözden düşme; ayıp; itibardan düşürmek; rezil etmek.
- disgruntle -- üzmek
- disguise -- gizlenmek; sahte kıyafet
- disgust -- nefret; bezginlik; iğrendirmek; bezdirmek bıktırmak; kusturmak. be disgusted with çok kızmak
- dish -- tabak; yemek; (k.dili.) bir kimsenin rahatlıkla yaptığı şey; (argo) güzel kız. dishcloth tabak bezi. dishful bir tabak dolusu. dishpan bulaşık tası. dishwasher bulaşıkçı; bulaşık yıkama makinesi. dish water bulaşık suyu. dull as dishwater can sıkıcı; up ile tabağa koymak; ortasını çukurlatmak; sunmak için hazırlamak; out ile
- dishearten -- cesaretini kırmak; hevesini kırmak.
- dishevel -- (ed veya Ied ing veya ling) darmadağınık etmek (saç
- dishonest -- namussuz
- dishonor -- (ing) our ayıp; (huk.) ödemeyiş; şerefine halel getirmek; namusuna leke sürmek; ırzına tecavüz etmek; (huk.) tediyeyi reddetmek. dishonorable namussuz
- disillusion -- hayal kırıklığına uğratmak
- disjoin -- ayırmak
- disjoint -- ayırmak; düzenini bozmak
- dislike -- sevmemek; nefret
- dislocate -- yerinden çıkarmak; (tıb.) mafsaldan çıkarmak; bozmak. disloca'tion (tıb.) çıkık.
- dislodge -- yerinden çıkarmak; bir evden çıkmak
- dismantle -- sökmek; eşyasını boşaltmak (ev)
- dismast -- geminin direğini kırmak veya çıkarmak.
- dismay -- korkutmak; yeis
- dismember -- parçalamak
- dismiss -- işten çıkarmak; yol vermek; azletmek; bertaraf etmek; (huk.) davayı reddetmek. dismiss from mind aklından çıkarmak; izin
- dismount -- binek hayvanı veya bisikletten inmek veya indirmek; (mak.) sökmek.
- disobey -- itaatsizlik etmek
- disoblige -- hatırını kırmak
- disorder -- düzensizlik; karışıklık; hastalık; düzenini bozmak; (sağIığını) bozmak. disordered düzensiz; kaçık
- disorganize -- düzenini bozmak
- disorient -- (bir kimsenin) yolunu şaşırtmak; zihnini karıştırmak.
- disown -- reddetmek
- disparage -- aleyhinde bulunmak
- dispatch -- gönderme; öldürme; acele; yazışma; telgraf; göndermek (kurye veya mektup); sevk etmek; idam etmek; süratle bitirmek. dispatch boat resmi mektupları taşıyan devlet gemisi. dispatch rider (ask.) posta. dispatcher hareket memuru (tren
- dispel -- (pelled pelling) dağıtmak
- dispense -- dağıtmak; üstesinden gelmek; yap- (mak.); yöneten veya idare eden kimse.
- disperse -- dağıtmak; ayrılmak; (fiz.) dağılım
- displace -- yerinden çıkarmak; yerini zaptetmek; azletmek
- display -- gösterme; göstermek; (matb.) iri harflerle teşhir etmek. make a display gösteriş yapmak.
- displease -- darıltmak
- displeasure -- memnuniyetsizlik
- disport -- oynama; oynamak
- dispose -- niyetlendirmek; dağıtmak; düzenlemek; idare etmek; uydurmak; son şeklini vermek; of ile satmak
- disposition -- düzen; eğilim; mizaç; istidat
- dispossess -- mal ve mülküne el koymak; yoksun bırakmak
- dispraise -- kötülemek; kötüleme
- disproportion -- nispetsizlik
- disproportionate -- nispetsiz
- disprove -- yanlış olduğunu göstermek; reddetmek. disprovable çürütülelir.
- dispute -- kavga; tartışmak; bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek; karşı koy (mak.)
- disqualify -- yetkisini elinden almak (ceza olarak); oyun oynama hakkını elinden almak; ödul alma hakkını iptal etmek.
- disquiet -- rahatsız etmek; merak
- disregard -- ehemmiyet vermemek; ihmal
- disrelish -- tiksinme; hoşlanmamak
- disrepair -- tamire muhtaç olma; bakımsızlık. in disrepair tamire muhtaç
- disrepute -- itibarsızlık
- disrespect -- hürmetsizlik; hürmet etmemek
- disrobe -- soymak; soyunmak. disrobing room soyunma odası.
- disrupt -- karışıklık içine itmek; engel olmak; yarmak; engel olma; kesilme
- dissatisfy -- memnun etmemek
- dissect -- parçalara ayırmak; inceden inceye tetkik etmek. dissecting teşrih
- dissemble -- gizlemek; başka şekilde göstermek; gör- mezlikten gelmek; iki yüzlülük etmek
- disseminate -- saçmak; geçirmek; geçme
- dissent -- karşı koymak; ayrılmak; kabul etmeyiş
- disservice -- zarar
- dissever -- tamamen ayırmak; ayrılmak.
- dissimulate -- başka türlü göstermek
- dissipate -- dağıtmak; dağılmak; müsrif olmak; ziyan olmak; sefahate dalmak. dissipated müsrif; ayyaş; dağılmış; israf; sefahat.
- dissociate -- ayırmak; (kim.) ayrıştırmak; (kim) çözüşme; (psik.) şahsiyetin çözülmesi.
- dissolve -- eritmek; çözmek; feshetmek; izale etmek; zeval bulmak; televizyon veya filimde iki görüntüyü karıştırarak değiştirmek. dissolve into tears gözyaşları boşanmak. dissolvable erir; fesholunabilir dissol vent eritici
- dissuade -- aksine ikna etmek
- distance -- mesafe; müddet; aralık; (güz) (san) buut; geride bırakmak. a good distance off epeyce uzakta. at a distance uzakta; belirli bir mesafede. from a distance uzaktan. keep one's distance haddini bilmek
- distaste -- sevmeyiş; tadını beğenmemek
- distemper -- huysuzluk; rahatsızlık; karışıklık; bir çeşit köpek hastalığı; rahatsız etmek; yumurta karıştırılmış bir çeşit boya; bu boyayı kullanma usulu; boyaya yumurta karıştırmak; bu boya ile sahne veya duvar boyamak.
- distend -- şişirmek; şişmek
- distil -- (tilled; damlamak; bir fikrin özünü bulup çıkarmak. distillate imbikten geçmiş sıvı; rakı v.b. imal eden kimse. distillery taktirhane
- distinct -- ayrı; bağımsız; açık; şüphesiz
- distinguish -- ayırt etmek; anlamak; sivrilmek; değer kazandırmak. distinguishable görülebilir
- distort -- eğri büğrü etmek; tahrif etmek; azdırmak. distortion çarpıklık; tahrif.
- distract -- zihni veya ilgiyi başka tarafa çekmek; rahatsız etmek; çıldırtmak.distracted şaşırmış
- distrain -- (huk.) borç yüzünden bir kimsenin eşyasına el koymak veya hac- zetmek. distrainable haczolunabilir. distrainor haciz veya el koyan kimse. distraint haciz veya el koyma.
- distress -- dert; (huk.) borca karşllık eşyaya el konulması; keder vermek; (huk.) borca karşılık bir kimsenin eşyasına el koymak. distressing keder verici
- distribute -- dağıtmak; düzenlemek; (matb.) tertip olunmuş harfleri yerlerine dağıtmak.
- district -- mıntıka; mıntıkalara ayırmak. district attorney bir mıntıkanın başsavcısı (kıs.) DA) district court (huk.)uki bir mıntıka içinde yetki sahibi olan mahkeme.
- distrust -- şüphe etmek; şüphe
- disturb -- kanştırmak; rahatsız etmek; endişelendirmek; telâşa düşürmek.
- disunite -- ayırmak; ayrılmak.
- disuse -- kullanılmama; terk. fall into disuse kullanılmaz olmak; kullanmaz olmak
- ditch -- hendek; (ark.); hendek kazmak; hendekle çevirmek; hendeğe atmak; (A.B.D) raydan çıkmak; (A.B.D); (argo) arızalı bir uçağı suya indirmek. ditchdigger hendek kazıcısı; ağır ve adi işte çalışan kimse. ditchwater hendekte biriken pis su.
- dither -- titremek; titreme
- ditto -- (ünlem); yukanda bahsedildiği gibi; (k.dili) Kabull; tekrarlamak; kopya etmek
- ditty -- bestelenmek için yazılmış şiir
- divagate -- başıboş dolaşmak; konu dışına çıkmak. divaga'tion sapma; konu dışına çıkma.
- divaricate -- çatallanmak; ayrılık
- dive -- (d veya dove) suya dalmak; (hav.) pike yapmak; dalış; pike; batakhane. dive bomber bombardıman uçağı diving dalan; dalış. take a dive (A.B.D.) (argo)
- diverge -- ayrılmak; sapmak; farklı olmak; ayırmak
- diversify -- değişik veya çeşitli bir hale sokmak.diöirsifica'tion değişiklik
- divert -- ilgisini başka yöne çekmek; çevirmek; oyalamak
- divest -- soymak; yoksun bırakmak; soyulma; mahrum etme veya edilme.
- divide -- bölmek; tevzi etmek; ara açmak; sınıflandırmak; oy kullanmak için ikiye ayırmak veya ayrılmak (parlamento); (mat.) bölmek; (cogr) yağmur sularını iki yana akıtan ve yamaçları veya meyilli düzeyleri birbirinden ayıran dağ sırası. divided highway geliş gidiş yönü birbirinden ayrılmış olan ana yol.
- divine -- Tanrı ile ilgili tanrı bilime ait; fevkalade; (k.dili) çok güzel; rahip; sezmek; kehanette bulunmak; fal açmak; içine doğmak; tahmin etmek; özel bir çubuk ile yerini bulmak. diviner kâhin
- divorce -- boşama; ayrılma; boşamak; ayırmak; ayrılmak; alâkasını kesmek. divorcee boşanmış kimse. divorcement boşama
- divulge -- ifşa etmek
- divvy -- (argo) kısım; up ile paylaşmak
- dizzy -- başı dönen; baş döndürücü; düşüncesiz dikkatsiz; (k.dili.) budala; başını döndürmek
- do -- (müz.) bir gamın birinci ve son notası.; (k.dili.); (did; icra etmek; başa çıkmak; tamamlamak; hazırlamak; hareket etmek; bir halde olmak; işini becermek; kafi gelmek; tercüme etmek; oynamak (piyes); belirli bir mesafe katetmek; fiilin anlamını ve emir cümlesini kuvvetlendirmede. (I.) do believe you Do be quiet: soru cümlelerinde: Do you hear? olumsuz cümlelerde: (I.) do not know do away with atmak; öldürmek. do badly işini becerememek. do battle uğraşmak; çok yormak; konserve yapmak; tamir etmek. Do tell ! Öyle mi ? Sahi mi ? do well işi iyi gitmek; iyi para kazanmak. do well by him ona iyilik etmek. do without muhtaç olmamak; öldürülmüş. all done up bitkin bir halde; hepsi hazır
- dock -- karabuğdaya benzer bir ot. patience dock labada; mahkemede sanık yeri.; (den) havuz; rıhtıma yanaşmak; (zool.) hayvan kuyruğunun etli kısmı; kuyruğunu kesmek; ücret
- docket -- (huk.) özet; (huk.) karar defteri; (huk.) bekleyen davalar listesi; gündem; paket etiketi; özetlemek; etiket yapıştırmak. on the docket yapılacak işler listesinde
- doctor -- doktor; herhangi bir bilim dalmda doktora yapmış olan kimse; makinalarda birtakım kolaylıklar sağlayan kısımlar; (k.dili.) doktorluk etmek; ilaç içmek; tamir etmek; düzeltmek; tahrif etmek; elden geçirmek
- dodder -- yaşlılık nedeniyle titremek; bağboğan
- dodge -- bir yana kaçmak; kaçamak yapmak; hile ile sıvışmak; -den bir yana kaçıp kurtulmak; bir yana kaçış; atlatma; (A.B.D.) küçük el ilânı.
- doer -- yapan kimse.
- doff -- çıkarmak (elbise); şapkayı çıkararak selâm vermek; atmak; şapkası ile selâm veren kimse; başından savan kimse.
- dog -- köpek; kurt; bu hayvanların erkeği; (k.dili.) herif; (argo) değersiz ve kötü olan herhangi bir şey; kütükleri tutmak veya kaldırmak için kullanılan demir alet; (argo) çirkin ve sıkıcı kadın; mandal; den palamar gözü; ocagm demir ayağı dogs (argo) ayaklar. dog collar köpek tasması; dik ve yüksek yaka. dog days yazın en rutubetli ve sıcak sayılı günleri; (A.B.D.); değersiz kimse veya şey. creeping dog' tooth grass büyük ayrık otu; gemici throw to the dogs itin önüne atmak; (ged; tazı gibi av peşinden gitmek; kütükleri aletle tutup kaldırmak. dog one' steps birinin peşini bırakmamak
- dog-ear -- kitap sayfası köşesini kıvırmak; kıvrık sayfa köşesi.
- dogfight -- köpek kavgası; savaş uçakları arasındaki çatışma.
- dogmatize -- kesin olarak fikrini söylemek veya yazmak; kestirip atmak
- dogtrot -- yavaş koşma.
- dole -- kısım; muhtaç kimselere yiyecek; hükümetin işsizlere yardım olarak verdiği para; out ile iane olarak dağıtmak; ufak miktarda giyecek
- dollop -- (k.dili) topak
- dolly -- (ç)dili bebek; (mak.) tekerlekli kriko; iki tekerlekli yük taşıyıcısı; filim veya televizyon kamerasını taşıyan tekerlekli araç; dekovil lokomotifi; şahmerdan başlık takozu; (çoğ.)
- dolt -- ahmak
- dome -- (mim.) kubbe; kubbe biçimindeki tabii oluşum; (argo) başın üst kısmı; kubbe ile örtmek; kubbe şekli vermek.
- domesticate -- evcilleştirmek; medenileştirmek; evcilleşmek. domestica'tion ehlileşme
- domicile -- ev; (huk.) daimi ikamet yeri; yerleştirmek; yerleşmek
- dominate -- hakim olmak; üstün olmak.
- domineer -- despotça hükmetmek; küstah. domineer ingly otoriterce
- domino -- bir çeşit maske veya yarım maske; domino taşı dominoes do mino oyunu.
- don -- ''Bay'' anlamına gelen ispanyolca bir söz; ispanya'nın ileri gelenlerinden; (ing); (ned
- donate -- hediye etmek
- doodle -- karalama; karalamak doodlebug maden damarlarını aramakta kullanılan herhangi bir cihaz; uçan bomba.
- doom -- kötü kader; hüküm; ölüm; son hüküm; hüküm vermek; kötü bir talihi olmak. doomsday (bak.) domesday.
- door -- kapı. doorbell kapı zili. door keeper kapıcı. doorknob kapı tokmağı. doorman kapıyı açıp kapamakla görevli kimse. door (mat.) paspas doornail eski zamanda kullanılan iri başlı kapı çivisi. door plate isim yazılı kapı tabelası. doorstep eşik. doorstop kapı tamponu. doorway kapı aralığı; adımını atmak. at death' door ölmek üzere; açık havada show one the door kovmak
- dope -- herhangi koyu bir sıvı veya hamurumsu preparat; (hav.) uçak kanatlarının yapımında kullanılan bez cilâsı; dinamit yapımında kullanılan madde; (argo) uyuşturucu madde; (argo); (argo) budala kimse; (argo) malumat; sıvı veya hamurumsu preparatı sürmek; karışımın içine başka şey karıştırmak; uyarıcı ilâç vermek; uyuşturucu madde ile tedavi etmek veya bayıltmak; out ile; önceden tahmin etmek; (k.dili) uyuşuk; ahmak
- dorm -- (k.dili) yatakhane.
- dose -- bir defada alınan ilâç miktarı; belirli miktarda ilâç vermek; tatsız bir şey vermek; ilâç almak.
- dot -- nokta; Mors alfabesinde nokta; (mat.) çarpma işareti; (mat.) ondalık nokta; (müz.) noktadan sonra konan ve uzatma ifade eden nokta. dot the ' and cross the t' bir şeyi doğru olarak ifade etmek. on the dot (k.dili.) dakikası dakikasına; (ted; sık olarak yayılmak.
- dote -- on veya upon ile aşırı sevmek; bunamak. dotingly düşkünlükle; bunakçasına.
- double -- iki kat; eş; kat; hile; tiyatro; (briç.) kontr; iki kere; bükülmüş; iki kişilik; iki yüzlü; (müz.) bir oktav daha alçak ses veren; çift çift; aldatmak; aldatma; den su hattının üzerinde iki güvertesi bulunan gemi. doubleedged iki tarafı keskin; hem lehte hem aleyhte olan. doubleended iki ucu bir olan. doubleender iki yönde aynı kolaylıkla gidebilen lokomotif veya gemi. double; iki taraflı (kumaş) double featuresin iki filim bir arada. doublehanded iki eli olan; hilekâr; iki elle kullanılmaya mahsus. doubleheaded çift başlı. doubleheader iki lokomotifle çekilen tren; iki takım arasında üst üste yapılan iki karşılaşma. double jeopardy (huk.) aynı suçtan ikinci defa yargılama doublejointed (tıb.) çok oynak mafsallı. doublepark arabayı yolun ortasında bırakmak; kaldırıma paralel park etmiş bir arabanın yanına park etmek. doublequick çok çabuk; çabuk yürüyüş; çok çabuk yürümek. doublereed (müz.) çift dilli (obua ve zurna gibi) double room otelde çift yataklı oda. doubles tenis çiftler; aslında hiçbir anlamı olmayan kelimeler uydurarak konuşma. doubletime hızlı yürümek. double time hızlı yürüyüş; fazla çalışılan saatler için yapılan iki misli ödeme. doubleton (briç.) ikili; iki misli yapmak; iki ile çarpmak; bukmek; sıkmak (yumruk); iki mislini ihtiva etmek; bir burunu dolaşmak (gemi); (müz.)bir oktav daha yüksek veya daha alçak ses vermek; iki misli olmak; aynı yoldan geri dönmek; bükülmek; (tiyatro) aynı piyeste iki rol almak; for ile dublorluk etmek; (briç.) kontr yapmak double up eğilmek; (A.B.D.)
- doubt -- şüphe; şüpheli husus. beyond doubt şüphesiz. in doubt şüpheli; şüphe etmek; ikna olmamak; çekinmek; şüphelenme. doubting Thomas şüpheci kimse.
- douche -- (tıb.) şırınga; şırınga etmek.
- dough -- hamur; hamur gibi herhangi bir şey; (argo) para. doughy hamur gibi
- douse -- suya dalmak; ıslatmak; (k.dili) su ile söndürmek.
- dovetail -- sandık ve çekme. cede koşe bağının dişleri; tam uymak; köşe bağı kesmek; köşe bağı dişleriyle bitiştirmek.
- dowel -- tahta çivi; tahta çivi ile tutturmak.
- dower -- (huk.) dul kadına hayatı boyunca kocasının gayri menkullerinden tahsis olunan irat; drahoma; kabiliyet; . çeyiz veya ağırlık vermek.
- down -- ince kuş tüyü; ince tüy; aşağı indirmek; (k.dili.) yenmek (sporda); bir yudumda içmek; aşağı; güneye doğru; (tiyatro) sahneye doğru; ümitsiz. Down with (I.) Kahrolsun. (I.) The house burned down Ev yanıp yerle bir oldu. The pressure is down Basınç azaldı. The wind is down Rüzgâr hafifledi. fall down düşmek. get down to work ciddi olarak işe başlamak. He is down with fever Ateşten yatağa düşmüş. knock down vurup devirmek; tenzilâtlı fiyatla satış yapmak; (radyoyu) kısmak. shoot down ateş açıp düşürmek. get down to cases sadede gelmek. pay down peşin vermek. put the helm down gemiyi rüzgâr yönüne çevirmek. The sun is going down Güneş batıyor. write down yazmak; aşağıya yönelen; (k.dili.) üzgün; iniş; talihin ters dönmesi. ups and downs hayattaki iniş çıkışlar
- downcast -- aşağıya yönelmiş; üzgün; aşağıya yönelme; maden ocağına hava veren boru.
- downhill -- yokuş aşağı; inişli
- downpour -- şiddetli yağmur
- downstage -- sahnenin onu.
- dowry -- çeyiz; kabiliyet
- dowse -- çubukla yeraltında su veya maden damarı araştırmak. dowsing rod yer altında su aramak için kullanılan çatal şeklinde çubuk.
- doze -- hafif uyku tavşan uykusu; uyuklamak
- drab -- (bed; pasaklı kadın; fahişelerle düşüp kalkmak.; kasvetli; koyu gri kumaş.
- drabble -- yerde sürükleyerek ıslatmak veya ıslanmak
- drag -- (ged; taramak; (den.) suyun dibini çengel veya ağ ile taramak; taş yontmak; sürüklenmek; geride kalmak. drag an anchor (den.) demir taramak. drag in (konu ile ilgili olmayan bir sözu) lafın arasına sokmak; sürükleme; sürüklenen şey ağır hareket; tarla tırmığı; (den.) suyun dibini taramaya mahsus çengel veya ağ takımı; engel; havanın aerodinamik direnci; rüzgârın geri itme kuvveti; (sig.)arada) bir nefes; (k.dili) sıkıcı kimse veya şey; (argo); suçluyu yakalamada uygulanan plan veya sistem. drag rope bir şeyi çekmek için kullanılan ip. drag race (A.B.D) (k.dili)
- draggle -- çamur içinde sürükleyerek ıslatmak veya ıslanmak; kirletmek; bulaştırmak; ağır ağır takip etmek.
- dragoon -- ağır süvari; halka işkence etmek; zor ve şiddete baş vurarak boyun eğdirmek
- drain -- Iağım veya hendek ile suyu akıtmak; bir yerin suyunu tamamıyle çekmek; kurutmak (bataklık); içip bitirmek; süzmek; (tıb.) iltihaplı yaradan cerahati çekmek; süzülmek; suyunu çekme veya akıtma; hendek; (tıb.) iltihaplı yerden cerahat çeken tüp veya fitil. drainboard yıkanmış bulaşıkların süzüldüğü oluklu kısım. drainpipe suyu dışarıya akıtan boru
- dramatize -- dram şekline sokmak; romanın oyunlaştırılmış şekli.
- drape -- perde ile örtmek; kıvrımlar meydana getirmek; elbise' nin kıvrımlarını düzeltmek; (k.dili.) yayılarak oturmak; (gen.) (çoğ.) kalın ve koyu renk perde. draper (ing) kumaşçı. drapery bol ve bükümlü kumaş; perdelik kumaş; (ing) kumaş ticareti.
- drat -- (ünlem); (k.dili) lânetlemek.
- draught -- (bak.) draft.
- draw -- çekme; silâh çekme; çekilen bir şey (kur'a gibi); ilgi çeken herhangi bir şey; berabere kalma; (A.B.D) dik yamaçlı ve derin vadi; bir köprünün açılan kısmı. beat to the draw önce davranmak.; (drew; (kuyudan su) çekmek; silah çekmek; cezbetmek; çizmek; içine çekmek; ilham almak; almak (faiz; suyunu boşaltmak; çekip uzatmak (tel); germek (yay; berabere kalmak; çekip çıkarmak (diş; kapamak (perde); çekmek (baca) draw a conclusion sonuç çıkarmak. draw ahead yavaş yavaş öne geçmek. draw away çekilmek; konuşturmak; yaklaşıp durmak .
- drawl -- kelimeleri uzatarak konuşmak; ağır ağır konuşma.
- dread -- çok korkmak; hoşlanmamak; büyük korku; huşu; çekinme
- dream -- rüya; rüya gorme; hülya; emel; kuruntu; kdili çok guzel ve cazip kimse veya şey dreamboat (argo) cazibeli kimse veya şey. dreamland rüyalar. diyan dream world hayal âlemi. dreamless rüyasız (uyku) dreamlessly rüya görme(den.) dreamlike rüya gibi; (t veya ed) rüya görmek; görur gibi olmak; hayal etmek
- dredge -- (mak.) tarak; deniz dibini taramak; tarama aleti kullanmak. dredger tarak dubası; üzerine un serpmek.
- drench -- ıslatmak; sıvıya batırmak; (bayt.) atlara zorla içirilen ilâç.
- dress -- giydirmek; düzenlemek; (ask.) bir hizaya getirmek; tedavi etmek (yara); taramak; sepilemek (deri); temizlemek (kuş; işlemek; giyinmek; hizaya girmek; kadın elbisesi; itinalı kıyafet. dress circle opera veya tiyatroda protokol kısmı. dress goods kadın giyimine özgü kumaş. dressmaker kadın terzisi. dressmaking terzilik. dress parade geçit töreni. dress rehearsal (tiyatro) kostümle prova. dress shield subra. dress uniform (ask.) merasim üniforması; redingot.
- dribble -- damla damla akıtmak damlatmak; (spor) bazı oyunlarda topu zıplatarak ileri götürmek; damlamak; salyası akmak; damla damla akan şey; az miktarda olan herhangi bir şey
- drift -- rüzgâr veya akıntının etkisiyle sürüklenme; rüzgârın yığdığı kar; amaç; sürüklenme; (jeol.) birikinti; (den) geminin akıntı veya rüzgâr ile sürüklenmesi; (hav) rotadan ayrılma; (mad.) kanal; sürüklenmek; yığılmak; tıkanmak; sürüklemek; yığmak; gayesizce dolaşmak; sürüklenen veya sürüklenmiş şey. drifter başıboş gezen kimse
- drill -- matkap; matkapla delik açma usulü; istiridyeleri yok eden bir çeşit kabuklu deniz hayvanı; talim; delmek; talim yaptırmak; dersi birkaç kere tekrarlatarak öğretmek. drillmaster talim öğretmeni. drill press (mak.) dikmeli matkap makinası. drill sergeant talim çavuşu. driller delen kimse veya şey; sondaj işçisi; delici; talim ettiren kimse. drilling matkaplama; talim etme.; (bahç) mibzer; tohum dizisi; tarlada dizilere ekilen tohum; makine ile tohum ekmek.; Batı Afrika
- drink -- (drank; yutmak; şerefe kadeh kaldırmak; in ile zevk duyarak doya doya seyretmek veya dinlemek; to ile şerefine içmek. drinker içki içen kimse; ayyaş veya sarhoş kimse.; içecek şey; içki; bir defada içilen miktar; fazla içki içme; (argo) büyük su kütlesi
- drip -- (ped veya pt; damlamak; damlama; (mim.) damlalık; taşan bir sıvıyı toplayan kap; (argo) tatsız kimse; çok ıslak yağmurlu; (A.B.D); stalaktit (sarkıt) ve stalagmit (dikit) şeklinde kalsiyum karbonat.
- drive -- (drove; araba kullanmak; araba ile götürmek; gütmek; kaçırmak; tazyik etmek; fazla çalıştırmak; şiddetle tahrik etmek; acele ettirmek; sürüklenmek; hızlı gitmek; (topa) hızlı vurmak; araba ile gitmek: at ile atılmak; araba ile gitmek veya götürmek. drive back geri dönmek; araba ile geri gitmek veya götürmek. drive by araba ile geçmek. drivein müşterilerine araba içinde servis yapan (banka; seyircilerin otomobilleri içinde oturarak seyrettikleri açık hava sineması. drive (mad.) çıldırtmak. drive out kovmak; sürme; araba gezintisi; araba yolu; hücum etme; (psik.) itki; hayvanları toplayıp gütme; kuvvet nakli; hamle; enerji; (mak.) döndürme mekanizması. drive shaft (mak.) işletme (hareket) mili
- drivel -- (ed veya led; salya gibi akmak; budalaca söz söylemek; ağzından akıtmak; saçmalamak; salya akışı; saçma sapan söz.
- drizzle -- ince ince yağmak; ince ince yağan yağmur; çiseleme. drizzly çiseleyen.
- droll -- tuhaf; tuhaf kimse; maskara
- drone -- bal yapmayan iğnesiz bir cins erkek arı; radyo ile kontrol edilen ve içinde kimse olmayan uçak veya gemi; asalak; (müz.) telli ve nefesli çalgıların pes tonu; monoton ses; monoton bir ses tonuyla konuşan kimse; vızıltı halinde konuşmak veya ses çıkarmak; vızıldamak
- drool -- ağzı sulanmak; aşırı memnuniyet belirtmek; saçmalamak
- droop -- sarkmak bükülmek; halsiz olmak; cesareti kırılmak; sarkıtmak; sarkma; halsiz; kederli
- drop -- damla; az miktarda herhangi bir şey; (ecza) damla; damlaya benzeyen herhangi bir şey damla şeklinde küpe; akide şekeri; pastil; düşme sukut; asma tiyatro perdesi; düşüş uzaklığı; sarp yamaç; (ask.) paraşütle atlama; dik iniş. a drop in a bucket devede kulak. He' had a drop too much. içkiyi fazla kaçırmış. at the drop of a hat işaret verilince; üstünlük kazanmak; (ped veya -t; elinden bırakıp düşürmek; serpmek; yol vermek; yazıda; indirmek; damlamak; düşmek; düşüp ölmek; (argo) kumarda para kaybetmek; (hayvan) doğurmak. drop astern geri kalmak. drop a brick (argo) pot kırmak. drop a hint bile bile ağzından kaçırmak; piyeste söyleyeceğini unutmak. drop a remark kasten söylemek; akıntı ile gitmek. drop in uğramak. drop off düşmek; uykuya dalmak. drop on one' knees diz çökmek. drop one' h' ''h" harfini söylememek. drop out ayrılmak (üyelikten); okula devam etmemek. dropper damlalık.
- dross -- maden cürufu; süprüntü; cüruflu; değersiz.
- drove -- sürü; enli keski; (bak.) drive.
- drown -- suda boğulmak; suda boğmak; su altında bırakmak; bastırmak (keder; out ile gürültü ederek bir sesin işitilmesine engel olmak. drowned in sleep ağır uykuya dalmış. drowned in tears iki gözü iki çeşme.
- drowse -- uyuklamak; uyku vermek; pinekleyerek vakit öldürmek; uyuklama
- drub -- (bed; üstesinden gelmek. drubbing dayak
- drudge -- köle gibi çalıştırılan kimse; ağır ve tatsız bir iş yapmak.
- drug -- (ged; esrar; alışkanlık meydana getiren kimyasal madde; ilâçla uyuşturmak; (A.B.D) ilâç
- drum -- davul; davul sesi veya ona benzer ses; (anat.) timpan boşluğu; (mim.) alın; (mak.) gömlek; pişmiş tavuk butunun alt kemiği. bass drum (müz.) büyük davul.; (med; sert bir yüzeye ritmik bir şekilde parmaklarla vurmak; davul sesi çıkarmak; davulla tempo tutmak; davul sesi ile bir araya toplamak; devamlı tekrar ederek aklına sokmak; kanat veya ayaklarıyla davul sesi çıkarmak (kuş veya böcek) drum out of yuhalayarak kovmak. drum up trade dolaşıp sipariş almak.
- drunken -- sarhoş
- dry -- kuru; susamış; kurumuş; süt vermez; sert; yavan; sek (içki); pirinç ve makarna gibi kuru (yiyecek); sıkıcı; (A.B.D.); meyvadaki çürük veya bu çürüğü meydana getiren mantarımsı şeyler; (mec.) ahlâki çöküntü. dry run deneme koşusu. dryshod ayaklar ıslanmadan. dry town (A.B.D.) (k.dili.) içki yasağı uygulanan şehir. dry wall harçsız taş duvar. dry wit ince nükte; inceden inceye alay ederek. dryness kuru oluş; duygu veya hayal gücü eksikliği.; (ied) kurutmak; sütünü kesmek; kurumak; suyu veya sütü kesilmek. dry up bütün bütün kurumak veya kurutmak: (A.B.D)(argo)susmak
- dub -- (bed; vurmak
- duchess -- düşes
- duck -- ördek dişi ördek; Anatidea familyasından ördek; (ing.); sakat kimse veya şey; (A.B.D.); başını veya vücudunu suya sokup çıkarmak; başını çabucak eğip kaldırmak; bir darbeden sakınmak; dalmak; bir vuruştan kaçmak için süratle yana çekilmek; eğilme; birden dalış; dok denilen bez
- duct -- (anat.) özellikle guddelerden sıvı maddeleri nakleden kanal; tüp; (bot.) damar. ductless mecrasız
- due -- ödenmesi gerekli olan; uygun; yeterli; -(den.) dolayı; gelmesi icap eden; tam; bir kimsenin hakkı; alacak; iyi tarafını görmek .
- duel -- (led; düello etmek duel(l)er
- duet -- (müz.) : duet
- duff -- bir çeşit muhallebi.
- duke -- dük dukedom dukalık.
- dulcify -- zevk vermek; yatıştırmak; tatlılaştırmak.
- dull -- ağır; alık; duygusuz; kesat; sıkıcı; kor; donuk; körletmek; donuklaştırmak; donuklaşmak; sersemletmek . dullard ahmak kimse. dullish donuk; ahmak. dullness sıkıntı; körlük; sönük bir şekilde.
- dumb -- dilsiz; dili tutulmuş sessiz konuşmayan; konuşmadan yapılan; (A.B.D.); (A.B.D.) (argo) aptal kimse.dumb piano egzersiz için kullanılan ve ses vermeyen tuş dizisi .dumb show pantomim. dumbwaiter yemek asansörü; (ing.) portatif servis masası. strike dumb hayretten dondurmak. be struck dumb dili tutulmak; ahmakça .dumbness dilsizlik; dili tutulma.
- dumfound -- hayretler içinde bırakmak
- dummy -- kukla; taklit; dilsiz; (argo) budala kimse; (matb.) mizanpaj; (iskambil) ölü el; sözde kendisi hakikatte başkası hesabına hareket eden kimse; dili tutulmuş; sahte
- dump -- boşaltmak; (tic.) damping yapmak; düşmek; çöp yığını; (A.B.D.); komputer makinadaki bütün bilginin makinadan boşalıp kâğıda basılması. ammunition dump (ask.) cephede geçici cephane. dumpcarti kum v.b.'ni taşıyıp boşaltmaya mahsus araba. dump truck damperli kamyon. dumping (tic.) damping; İngiltere'de bazı çocuk oyunlarında kullanılan kalın maden parçası; Avustralya'ya mahsus ufak para; gemi inşasında kullanılan bir çeşit cıvata; bir çeşit şekerleme.
- dun -- (ned; alacaklının parasını istemesi; alacağını istemek; esmer; boz renk; boz at. dun diver ördek.
- dung -- pislik; gübrelemek. dung beetle (zool.) Scara baeidae familyasından bokböceği
- dungeon -- zindan.
- dunk -- bir sıvıya batırmak; kurabiyeyi kahve veya çaya batırarak yemek.
- dupe -- kolaylıkla aldatılabilen kimse; aldatmak; işleme
- duplex -- çift; (mak.) aynı zamanda veya aynı şekilde işler iki kısmı olan; bitişik olarak inşa edilmiş çift ev; iki katlı apartman dairesi. duplex pump çift silindirli tulumba. duplex telegraphy aynı zamanda ve aynı hat üzerinde aksi yönlerde telgraf gönderme usulü.
- duplicate -- eş; kopya; ikinci nüsha; eşini yapmak; suretini çıkarmak; ikinci kere yapmak
- duress -- zorlama; (huk.) kişiyi istek ve düşüncelerine aykırı bir şey yapmaya veya söylemeye zorlama; (huk.) kanunen onaylama olmaksızın tutukluluk
- dusk -- alacakaranlık; yarı karanlık; koyu esmer.
- dust -- toz; toz halinde herhangi bir madde; çiçek tozu; toz bulutu; toprak; çöp; küçültücü durum; karışıklık. dust bowl kuraklık yüzünden toz fırtınalarına maruz kalan bölge.dust cover eşyaları tozdan korumak için yapılan kılıf. dust devil bazen kurak bölgelerde görülen küçük toz fırtınası. dust jacket kitabın cildini koruyan ikinci bir kap kitap kabı. dust storm kum fırtınası; yenilgiye uğramak; küçük düşmek. shake the dust from one' feet terk edip gitmek; toz serpmek; toz almak; toz haline getirmek; tozlanmak.
- dutch -- Felemenk veya Hollanda'ya ait; Felemenk'ten gelmiş veya Felemenk'te yapılmış: Felemenk dili; Fe!emenk halkı; Pennsylvania'da konuşulan bir çeşit Almanca; bu dili konuşan halk. Dutch brick sert tuğla. Dutch cheese Hollanda peyniri. Dutch courage içkinin verdiği çılgınca cesaret. Dutch door ortadan enine ikiye bolunmuş ayrı ayrı kullanılabilen kapı. Dutch oven kalın ve kapalı tava
- dwarf -- cüce; büyümesini önlemek; karşılaştırma yaparak gölgede bırakmak; kısa boylu
- dwell -- (dwelt veya dwelled; hayat sürmek; on (ile) bir konu üzerinde durmak
- dwindle -- yavaş yavaş azalmak veya ufalmak; önemini kaybetmek
- dye -- (dyed; boyamak; hakikî; huyları kökleşmiş
- dynamite -- dinamit; dinamitle havaya uçurmak; (kuyu açmak için) dinamitlemek .dynamiter dinamitçi
- dysfunction -- (tıb.) bir uzvun görevini yapmaması.
- eagle -- kartal; kartal şeklinde veya kartal resmi taşıyan herhangi bir şey (mühür
- earmark -- hayvanların kulaklarına takılan marka; damga; kulağa işaret koymak; belirli bir maksatla ayırmak
- earn -- kazanmak
- earwig -- kulağa kaçan
- east -- doğu; doğu halkı veya uygarlığı; doğu ile ilgili; doğuya doğru . East Germany Doğu Almanya .East Indies Hindistan; doğudan esen (rüzgar)
- easter -- Paskalya yortusu.Easter Day Paskalya günü. Easter egg Paskalya yumurtası. Easter lily zambak.Eastertide Easter time Paskalya zamanı.
- eat -- (ate; gıda almak; yemek yemek. eat away yavaş yavaş yiyip bitirmek; yiyip durmak. eat one's heart out kendi kendini yemek
- eavesdrop -- kulak misafiri olmak; saçaktan damlayan su. eavesdropper kulak misafiri. eavesdropping kulak misafiri olma.
- ebb -- cezir; bozulma; çekilmek (deniz); bozulmak
- echelon -- (ask.) kademe
- eclipse -- ışığını karartmak; (bir kimsenin) yıldızını söndürmek; tutulmak; tutulma; sönme
- economize -- ekonomi yapmak
- ecstasy -- vecit halinde olma; vecit; (tıb.) ekstaz.
- eddy -- girdap; rüzgâr veya tozun girdap gibi dönmesi; girdap gibi döndürmek veya dönerek gitmek.
- edge -- kenar; (geom.) ayrıt; keskinlik; sınır; (A.B.D.); açmak (iştah); (k.dili.) avantaj tanımak.on edge sabırsız; endişeli; fazla hassas. take the edge off körletmek; kapamak (iştah); zevkini azaltmak .set his teeth on edge dişlerini kamaştırmak; iğrendirmek.; yanaşmak; yan yan ve yavaş yavaş sürmek; bilemek; kenar geçirmek. edge in sokulmak.edge out kıl payı ile yenmek; kenara itmek.
- edify -- öğretmek; ıslah ve terbiye etmek; moral bakımından takviye etmek. edifying iyi bir örnek olan .
- edit -- başkasının yazdığı bir yazıyı basılmak üzere hazırlamak; düzeltmek; bir gazetede mesül müdür olmak.
- educate -- eğitmek ve öğretmek
- educe -- sonuç veya anlam çıkarmak
- eel -- yılan balığı; yılana benzer uzun balık.eelgrass (bot.) zostera otu. eelskin yılan balığı derisi veya buna benzer şey. eelworm (zool.) sirke kurdu . cusk eel kayış balığı
- efface -- silmek; yok etmek; yok etme; kendini çekme.
- effect -- etki; anlam; tatbik mevkii; etkisini göstermek; başarmak
- effectuate -- icra etmek; üstesinden gelmek
- effeminate -- kadınımsı
- effervesce -- köpürmek; coşmak
- effloresce -- çiçek açmak; (kim) hava ile temas edince ince toz haline gelmek; tozla örtülmek. efflorescence çiçek açma; tozlanma; (tıb.) derinin kızarması. efflorescent çiçeklenen; hava ile temas edince tozlanan.
- efflux -- dışarı akış
- effort -- gayret; (mak.) kuvvet; kolay.
- effuse -- (bot.) yayılmış; (zool.) ağzı açık (bazı kabuklu hayvanlar); dışarı akıtmak; yaymak.
- egg -- yumurta; yumurta biçiminde herhangi bir şey; (mec.) tasarı; (A.B.D); (argo) bomba; (argo) fiyasko vermek. put all one' eggs in one basket varını yoğunu tehlikeye atmak; bütün sermayesini bir işe yatırmak. scrambled eggs çırpılarak yağda pişirilen yumurta. sit on eggs kuluçkaya yatmak; endişeli olmak. soft boiled egg rafadan yumurta; (gen.) on ile tahrik etmek; pişirmeden önce üzerine çırpılmış yumurta sürmek; (A.B.D) (k.dili) birinin kafasına çürük yumurta atmak.
- egress -- egression dışarı çıkma; çıkış kapısı; çıkış müsaadesi.
- eh -- (ünlem) Ey ! Vay ! Ya !
- eighth -- sekizinci
- ejaculate -- birden bire söyleyivermek; atmak; (fizyol) dışarı atma
- eject -- ani bir şekilde dışarı atmak; defetmek; (mak.) buhar yayarak bir sıvıyı boşaltan araç
- eke -- (gen.) out ite ilâve etmek katmak; güçlükle geçinmek
- elaborate -- dikkatle işlenmiş; ince işle ve emekle meydana getirmek
- elapse -- geçmek
- elate -- sevindirmek
- elbow -- dirsek; dirsek şekli. elbow grease (k.dili.) alın teri; dirsekle itmek veya vurmak; ite kaka yol açmak.
- elder -- iki kişinin yaşça daha büyüğü; daha ilerde veya kıdemli olan; eski; ihtiyar; kilise mütevelli heyeti üyesi. elder statesman devlet işleri için fikri sorulan; mürver ağacı
- elect -- seçmek intihap etmek; seçilmiş
- electioneer -- bir aday veya partinin seçimi kazanması için çalışmak.
- electrify -- elektriklemek; heyecanlandırmak.
- electrocute -- elektrikli sandalyede idam etmek; elektrik akımı vererek öldürmek. electrocu'tion elektrikle idam; elektrik çarpması sonucunda ölme.
- electroplate -- elektroliz usulü ile kaplamak; bu şekilde kaplanmış şey.
- electroshock -- (psik.) beyinden elektrik akımı geçirilerek uygulanan tedavi.
- electrotype -- (matb.) elektrikle yapılmış klişe; bu şekilde klişe yapmak. electrotyping elektrikle klişe yapma; bu şekilde klişe ile basma.
- elegize -- mersiye yazmak; mersiye okuyarak hatırasını anmak.
- element -- öğe; cevher; cüz; esas; basit cisim; (hava; (kim.) element; kötü hava şartları; temel esaslar. be in his element (k.dili.) havasını bulmak. be out of one's element bir işin acemisi olmak
- elevate -- yükseltmek; terfi ettirmek; bir üst makama atamak; ihya etmek
- elf -- (çoğ.) elves) (mit.) peri; cin gibi akıllı ve yaramaz çocuk; ufak tefek kimse. elf child cinler tarafından değiştirildiği farz olunan çocuk. elfish cin gibi
- elicit -- temin etmek; aydınlığa çıkarmak.
- elide -- telaffuz ederken atlamak (harf veya hece); çıkarmak.
- eliminate -- çıkarmak
- ellipse -- elips; (astr.) bir gezegenin dönencesi.
- elongate -- uzatmak; uzamış; uzatılmış. elonga'tion uzatma; uzama
- elope -- evlenmek için evden kaçmak; iş veya vazifeden kaçmak. elopement bu suretle kaçma.
- elucidate -- açıklamak; bir konuyu aydınlatmak
- elude -- kaçamak yapmak
- elutriate -- yıkamak
- emaciate -- çok zayıflatmak
- emanate -- çıkmak; yayılmak; çıkan şey.
- emancipate -- özgür kılmak; (huk.) aile hakimiyetinden kurtarmak. emancipa'tion azat etme; aile hakimiyetinden kurtarma. emancipa'tionist koleleri azat etme taraftan. eman'cipator azat eden veya özgür kılan kimse.
- emasculate -- hadım etmek; kuvvetten düşürmek; (bazı kısımları çıkarmak veya sansür etme yoluyla) edebi bir yazıyı hafifletmek; kuvvetten kesilmiş; efemine; kuvvetten düşürme
- embalm -- tahnitetmek; hatırında tutmak; (şiir) rayiha vermek
- embank -- etrafına veya yanına toprak set yapmak embankment set yapma; toprak set.
- embargo -- (çoğ.) -goes) ambargo; ticareti sınırlama; yasaklama; ambargo koymak
- embark -- gemiye binmek veya bindirmek; sokmak sevketmek
- embarrass -- sıkmak; engellemek; (tic.) paraca sıkıntı vermek
- embattle -- meydan savaşına hazırlamak; mazgal yapmak. embattled meydan savaşına hazır durumda; savaş halinde; güç durumda
- embed -- (-ded
- embellish -- süslemek; (hikâyeye) aslında olmayan hayal ürünü şeyler ilave ederek ilgiyi artırmak. embellishment süsleme; süs.
- embezzle -- (emanet para veya mülkü) zimmetine gecirmek. embezzlement zimmete geçirme. embezzler zimmetine para geçiren kimse.
- embitter -- acılaştırmak; gücendirmek; gücendirme darıltma.
- emblaze -- aydınlatmak; alevlendirmek
- emblazon -- arma süsleri ile temsil etmek; süslemek tezyin etmek; kutlamak; kutlama.
- emblem -- amblem simge; temsili resim; amblemle temsil etmek.
- embody -- cisimlendirmek; bir butun halinde toplamak; düzenleme.
- embolden -- cesaret vermek
- embosom -- kucaklamak; beslemek; sığındırmak
- emboss -- kıymetli tezyinatla süslemek; kakmak; üzerine kabartma işi yapmak
- embrace -- kucaklamak; sarmak; benimsemek; kucaklama; (huk.) mahkemeyi tesir altında bırakmaya çalışmak.
- embrangle -- şaşırtmak; birbirine dolaşma
- embrocate -- (tıb.) hasta bir uzvu ilâçlı bir sıvı veya yağla ovmak. embroca'tion bu çekilde ovma; bu işte kullanılan yağ.
- embroider -- üzerine nakış işlemek; süslemek; mübalâğaya kaçmak (hikâyede) embroidery nakış; süs embroidery frame kasnak.
- embroil -- karışıklık içine girmek; karmakarışık etmek; bozuşturmak
- emcee -- (k.dili) teşrifatçı
- emend -- düzeltmek
- emerald -- zümrüt; (matb.) altı ile yedi punto arasındaki ufak harfler; zümrüt gibi yeşil. Emerald Isle Irlanda.
- emerge -- çıkmak
- emery -- zımpara emery board zımparalı tırnak törpüsü. emery cloth zımpara bezi. emery paper zımpara kâğıdı emery powder zımpara tozu. emery wheel zımpara çarkı.
- emigrate -- göçmek; göçmen topluluğu.
- emit -- (-ted; yaymak; ifade etmek; (elek.) emitor.
- emote -- (k.dili.) fazla duygulu davranmak.
- empale -- (bak.) impale.
- empanel -- (bak.) impanel.
- empathize -- karşısındakinin duygularını anlayıp paylaşmak.
- emphasize -- üzerinde durmak
- employ -- kullanmak; meşgul etmek; sarfetmek; görev
- empower -- yetki vermek; izin vermek
- empress -- imparatorice.
- empty -- boş; yoksun; (k.dili) aç; önemsiz; verimsiz; bilgisiz; boş olan herhangi bir sey. emptyhanded eli boş. emptyheaded boş kafalı; boşaltmak; akıtmak; boşalmak
- empurple -- mor renge boyamak
- emulate -- rekabet etmek; gıpta etmek
- emulsify -- bir maddeden. emulsiyon yapmak.
- enable -- muktedir kılmak; yetki vermek; imkân vermek
- enact -- kanunlaştırmak; harekete geçirmek; karar vermek; temsil etmek; kanun
- enamel -- emay; emay gibi şey; diş minesi; emay işi. enamelware emay işi.; (-led; değişik renklerle süslemek; parlaklık vermek. enamelling mine işi.
- enamor -- âşık etmek; (k.dili) aklını başından almak. enamored of someone birine âşık
- encage -- kafese kapamak
- encamp -- ordugâh kurmak
- encase -- sandığa koymak; kapamak
- enchain -- zincir ile bağlamak; kendine bağlamak
- enchant -- büyülemek; kendinden geçirmek; (k.dili.) aklını başından almak
- enchase -- süslü çerçeve geçirmek; kakma
- encipher -- şifre etmek
- encircle -- etrafını çevirmek; etrafını dolaşmak
- enclave -- yabancı topraklarla kuşatılmış bölge; bir memleket veya şehirde yabancı ırka mensup kimselere mahsus yerleşme bölgesi; özel bir amaçla ayrılmış bölge; (tıb.) organ veya dokunun içine sarılmış şey.
- encode -- sifre etmek
- encompass -- kuşatmak; içine almak
- encore -- (ünlem); bir şarkının tekrar edilmesi isteği; bis parçası; bir şarkının tekrar edilmesini istemek. He had an encore Tekrar sahneye çağrıldı.
- encounter -- karşı karşıya gel mek; çarpışmak; karşılamak; rast gelmek; karşılaşma; dövüş.
- encourage -- cesaret vermek; himaye etmek. encouragement cesaret verme
- encrimson -- kırmızılaştırmak
- encroach -- tedricen veya gizlice tecavüz etmek (hak
- encumber -- incumber engel olmak; yüklemek; çocuk; (huk.) borç; ipoteksiz
- encyst -- kese teşkil etmek
- end -- uç; akıbet; gaye; sonuç netice. end for end uçları ters çevrilmiş. end on (den.) baş başa; tos vuruşu gibi baş başa. end to end sıra ile veya uç uca dizilmiş. at loose ends. boşlukta; işsiz; çok sinirlenmek; intihar etmek. in the end sonunda; kendini gayet iyi savunmak. make an end of bitirmek; mahvetmek; mütemadiyen; bitirmek; sonuna gelmek; ortadan kaldırmak; öldürmek; bitmek; ölmek. end up bitirmek; sonunda olmak.
- endamage -- bozmak
- endanger -- tehlikeye atmak.
- endear -- sevdirmek. endearment okşama
- endeavor -- yapmaya çalışmak; gayret etmek; emek
- endow -- "with" ile irat bağlamak; bahşetmek; bağış
- endure -- dayanmak; devam etmek
- energize -- enerji; kudret sarfetmek
- enervate -- zayıflatmak
- enface -- yüz tarafına yazmak veya basmak (poliçe
- enfeeble -- zayıf düşürmek
- enfeoff -- (huk.) tımar veya zeamet vermek
- enfetter -- zincire vurmak .
- enfilade -- (ask.) bir siper veya asker saffı boyunca ateş; bu şekilde ateş etmek.
- enforce -- mecbur etmek; zorla almak veya yaptırmak; uygulamak; kuvvetlendirmek. enforceable uygulanabilir
- enfranchise -- imtiyaz vermek; vatandaşlığa kabul etmek; azat etmek; azat etme
- engage -- işe almak; işgal etmek; söz almak; dövüşmek; ilgisini çekmek; meşgul etmek; nişanlanmak; vaat etmek; (mak.) birbirine geçmek; (Fr.) kendini adamış
- engarland -- çelenkle süslemek
- engender -- hâsıl etmek; doğurmak
- engine -- makina; lokomotif deposu. engine room makina dairesi
- engineer -- muhendis; makinist; (den.) çarkçı; mühendis sıfatıyla inşa etmek; idare etmek; (den.) çarkçı başı. civil engineer insaat mühendisi. electrical engineer elektrik mühendisi. mechanical engineer makina mühendisi. mining engineer maden mühendisi. electronical engineering elektronik mühendisliği. aeronautics engineering uçak mühendisliği. engineering mühendislik; makinistlik.
- english -- ingiliz; the ile ingiltere halkı; ingilizce tercüme; (matb.) ondört puntoluk harf; bilardo oyununda bilyeyi çok döndüren vuruş. English daisy ingiliz papatyası
- engorge -- tıkanmak; oburca yemek; oburca yeme
- engrail -- kenarını tırtıl veya kabartmalarla süslemek.
- engrain -- boyayı iyice emdirmek; iliğine geçirmek; odun gibi görünmesini sağlamak.
- engrave -- hakketmek
- engross -- tutmak; iri yazı ile kopya etmek; tekel maksadıyla piyasayı tutmak; yazıları temize çeken kimse. engrossing zihni tamamen meşgul eden; temize çekilmiş yazı; bir malı kapatma.
- enhance -- (kıymet veya fiyatı) artırmak; artırma.
- enjoin -- "to" ve herhangi bir mastar ile emretmek; hareket tarzını tayin etmek. (I.) enjoined him to leave Ona gitmesini emrettim. "from" ve "bağfiil" ile menetmek
- enjoy -- zevk almak; kullanabilme yeteneğine sahip olmak. enjoy oneself zevk almak; bir şeyden zevk alabilme ve bu zevki kullanabilme yeteneği.
- enkindle -- tutuşturmak
- enlace -- sıkı sıkı sarmak
- enlarge -- büyültmek; büyümek genişlemek; (huk.) muhleti uzatmak; serbest bırakmak; "upon" ile tafsilâta girişmek. enlargement büyültme; büyüme; (foto.) agrandisman. enlarger (foto.) fotoğrafları büyültmeye mahsus cihaz.
- enlighten -- ögretmek
- enlist -- kaydetmek; askere almak; yardımını temin etmek; gönüllü olarak askere gitmek; bir işe atılmak. enlistment kaydetme
- enliven -- canlandırmak
- enmesh -- ağa düşürmek
- ennoble -- yükseltmek
- enounce -- resmen ilân etmek; telaffuz etmek
- enplane -- uçağa binmek.
- enquire -- (bak.) inquire.
- enrage -- kızdırmak
- enrapture -- kendinden geçirmek
- enravish -- vecit haline getirmek
- enregister -- deftere kaydetmek.
- enrich -- zenginleştirmek; süslemek tezyin etmek; gübrelemek; besin değerini artırmak
- enrobe -- giydirmek (elbise)
- enroll -- isim defterine kaydetmek; sicile kaydetmek; kaydedilenlerin sayısı; kaydetme.
- enroot -- kökleştirmek.
- ensanguine -- kanla kaplamak veya lekelemek.
- ensconce -- yerleştirmek; yerleşmek
- ensemble -- genel tesir; iki veya daha fazla parçadan ibaret kadın kostümü; (müz.) bir müzik topluluğunun birlik; topluluk; piyesteki oyuncuların bütünü.
- enshrine -- mabede koymak; kutsal olarak kabul etmek.
- enshroud -- kefenlemek; örtmek
- ensilage -- mısırı saplarıyla hayvan yemi olarak kesip siloya doldurma; siloda saklanan bu çeşit yem.
- enslave -- köle yapmak
- ensnare -- tuzağa düşürmek.
- ensphere -- küre içine almak; küre şekli vermek.
- ensue -- birbirini takip etmek; sonuç olmak
- ensure -- sağlamak; (sig.)orta etmek.
- entail -- (huk.) ingiltere'de bir mülkün vâris tarafından ferağ veya satışını meneden miras usulu; miras yoluyla intikal eden ve satılması yasak olan gayri menkuller; icap ettirmek; (huk.) belirli bir veraset usulüne göre vermek; meşruten vakfetmek. entailment icap ettirme; meşruten vakfetme; bu suretle vakfedilen mülk.
- entangle -- dolaştırmak; bir kimsenin başım derde sokmak; engel
- enter -- girmek; dahil olmak; delmek; girişmek; üye olmak; sokmak; yazmak; (huk.) usulen mahkeme huzuruna getirmek; tasarruf etmek üzere bir mülke girmek; gümrüğe (mal.) beyannamesi vermek; telif hakkı almak için gereken malumatı vermek; sahneye çıkmak. enter into başlamak; iştirak etmek; ilgilenmek; (bütünün) bir unsuru olmak: tartışmak
- enterprise -- teşebbüs; sonucu şüpheli olan önemli ve zor iş.
- entertain -- eğlendirmek; misafir etmek; misafir kabul etmek; hatırda tutmak; göz önünde bulundurmak. entertain a motion bir teklifi kabul edip kurula arzetmek (başkan) They entertain a great deal çok misafirleri gelir.
- enthrall -- büyülemek; esir etmek; esirlik.
- enthrone -- tahta çıkartmak; kalbinde veya zihninde bir kimseye yuksek yervermek. enthronement tahta oturtma
- enthuse -- (A.B.D.); gayret vermek
- entice -- ayartmak. enticement kandırma
- entitle -- hak kazandırmak; ünvan vermek
- entomb -- mezara koymak; mezar olmak. entombment mezara koyma. (önek)
- entrain -- trene bindirmek veya binmek; arkadan çekmek.
- entrance -- vecit haline koymak; büyülemek; giriş; giriş yeri; giriş müsaadesi; giriş ücreti
- entrap -- (-ped
- entreat -- yalvarmak
- enucleate -- nüvesini çıkarmak; içini kesmeden çıkarmak (ur); aydınlatmak; izah
- enumerate -- saymak; ayrıntılı liste
- enunciate -- telaffuz etmek; ilân etmek; ilân
- enure -- (bak.) inure.
- envelop -- sarmak; kuşatmak; örtme; (ask.) kuşatma.
- envelope -- zarf; (biyol.) zar; (bot.) örtü
- envenom -- zehirlemek; acılık vermek; kin aşılamak
- environ -- etrafını çevirmek
- envisage -- tasavvur etmek; zihninde canlandırmak
- envision -- tahayyül etmek
- envy -- gıpta etmek; gıpta; kıskançlık; gıpta edilen kimse veya şey. be green with envy aşırı derecede kıskanmak.
- enwind -- (wound) dolaşmak
- epigraph -- kitabe; bir kitap veya bahsin özünü belirtmek için başına konan kısa yazı. epigraph'ic kitabelere ait epigraphist kitabe okuma ilmi uzmanı. epigraphy kitabeler; kitabeleri okuma ilmi
- epilogue -- sonsöz; nutkun son kısmı; (tiyatro) oyun sonuna ilâveedilen kısa söylev veya şiir.
- episcopate -- piskoposluk; piskoposlar sınıfı; piskoposluk süresi.
- epistle -- mektup; Yeni Ahit'te bir Resulün yazdığı mektup.
- epitaph -- mezar kitabesi; bu tarzda yazılan manzum veya düz parça.
- epithet -- sıfat; hakaret veya hoşnutsuzluk belirten söz.
- epitomize -- özetlemek; temsil etmek
- epoch -- devir; tarih
- equal -- (ed veya -Ied; eşdeğerde olmak; eşit; eşdeğerli; dengeli muvazeneli; ehil olan; to ile akran emsal; yeterli; aynı miktarda.equal to the task işin ehli. The cities are equal in size. Şehirler aynı büyüklüktedir. equal sign eşit işareti (=)
- equalize -- eşitlemek; (argo) tabanca.
- equate -- eşitlemek
- equilibrate -- denge sağlamak; birbirine denk olmak
- equip -- (-ped; donatmak; kişisel bilgi veya kabiliyet.
- equipage -- (ask.) levazım; konak arabası (atlı)
- equipoise -- denge; karşıt ağırlık
- equiponderate -- ağırlık yönünden eşitlemek; eşit olmak
- equivalent -- eşit; muadil; muadil olan şey; eşit miktar. equivalence eşdeğerlik
- equivocate -- iki anlama gelecek söz söylemek
- eradiate -- saçmak
- eradicate -- kökünden söküp atmak; mahvetmek yok etmek eradica'tion yok etme. erad'icator kökünden söken ve yok eden kimse veya şey.
- erase -- silmek; (A.B.D.)
- ere -- (edat)
- erect -- dimdik; kaldırmak; yükseltmek; tesis etmek; (tıb.) bir uzvun dikleşmesini sağlamak; (geom.) belirli bir temel üzerine çizmek (dikey bir şeyi)
- erg -- (fiz.) erg
- ermine -- as; kakım kürkü; siyah benekli beyaz kürk; rütbe ve mevki itibariyle as kürküyle süslü manto giyen kimse (hükümdar ve hâkim gibi)
- erode -- kemirmek; (jeol.) aşındırmak.
- err -- yanılmak.; günah işlemek. errancy hataya düşme; hata etme eğilimi.
- errand -- bir haber veya iş için bir yere gönderilme; iş. errand boy ayak işlerine koşulan çocuk
- error -- yanlış; yanlış hareket; yanlış fikir; günah; (ölçülerde)elde edilen sonuçla gerçek ölçü arasındaki muhtemel fark; (huk.) muhakemede usul hatası; (spor) oyuncu hatası
- erupt -- patlayıp çıkmak
- escalade -- merdiven dayayarak duvar aşma; merdivenle çıkıp hücum etmek.
- escalate -- yükseltmek; kızıştırmak; artırmak
- escape -- kaçmak; atlatmak; sızmak; -den çıkmak; gözünden kaçmak; hatırından çıkmak. His name had escaped me. ismi hatırımdan çıkmıştı.; kaçış; kurtuluş; sızma sızıntı; bakımsız kalmış fidan; gerçeklerden uzaklaşmayı sağlayan
- escarp -- (ask.) hendeğin iç tarafı; sathı mail şekline koymak escarpment dik ve geniş olan herhangi bir şey; sıra halindeki dik kayaların yüzü; böyle meyillerle çevrelenmiş tahkimat. -escent (sonek) başlayan
- escheat -- (huk.) mirasçısız ölen kimsenin emlâkinin devlete geçişi; (huk.) zor alımına çarptırmak müsadere etmek; devlete kalmak
- eschew -- çekinmek; -den sakınmak
- escort -- kavalye; (ask.) muhafız takımı; maiyet; konvoy. under escort himaye altında.; himaye veya nezaket gayesiyle refakat etmek.
- escrow -- (huk.) belli şartlar karşılanıncaya kadar malın üçüncü bir şahsın kontrolü altında tutulması. Esculapian (bak.) Aesculapian.
- espalier -- (bahç.) meyva ağacı dallarının yelpaze şeklinde büyümesi için tek yüzeyli kafes; böyle açılmış ağaç veya ağaç sırası.
- espouse -- kabullenmek; evlenmek .
- espy -- uzaktan görmek
- esquire -- eski zamanlarda silâhtar; bey; şövalyelik adayı; isim ve soyadından sonra kısaltılarak yazılan ve bay anlamına gelen bir unvan: John Smith
- essay -- teşebbüs; makale; örnek; tecrübe etmek; teşebbüs etmek
- essence -- öz; mahiyet; varlık; ruh; esans
- establish -- kurmak; saptamak; yerleştirmek; tanıtmak; (kiliseyi) resmileştirmek. He has established himself in business Ticaret hayatına atıldı. established church hükümet tarafımdan resmen tanınmış olan kilise .
- estate -- mal; ölümle bırakılan mal ve mülk; malikâne; itibar; sınıf; durum
- esteem -- itibar etmek; takdir etmek; sanmak; itibar; kanı
- estimate -- fikir edinmek; takdir etmek; rey; fikir; (ikt.) şirket veya devletin önceden yapılansenelik masraflar hesabı estima'tion hesap etme; hesap; itibar
- estivate -- yaz mevsimini geçirmek; (zool.)) yazı uykuda geçirmek.
- estop -- (-ped
- estrange -- yabancılaştırmak; gayesinden uzaklaştırmak; aralarını açmak
- estray -- (huk.) başıboş kalmış evcil ayvan
- estreat -- (ing.); infaz için kayıtlardan çıkarmak; para cezası kesmek.
- etch -- asitle yakmak; madeni veya başka bir levhayı asitle yakarak resim kalıbı çıkarmak.
- eternize -- ebedi kılmak; şöhretini ebedileştirmek.
- etherealize -- ruh haline getirmek.
- etherize -- eter haline getirmek
- etiolate -- ışıksızlıktan ağartmak veya ağarmak (bitki)
- euchre -- iki; bu oyunda yenmek; hile yaparak yenmek.
- eulogize -- övmek
- evacuate -- boşaltmak; (tıb.) vücuttan çıkartmak
- evade -- kaçınmak
- evaluate -- kıymet takdir etmek; tartmak. evalua'tion paha biçme
- evanish -- (şiir) zeval bulmak
- evaporate -- buhar haline getirmek; buhar olup uçmak
- even -- düzleştirmek; up ile eşitlemek; hatta; düz; tamamıyla; eşit; düzenli; doğru; paralel; çift; temkinli; eşit olarak; tarafsızca. evenness düz oluş; eşitlik; tarafsızlık.; (şiir) akşam.
- event -- olay; sonuç
- eventuate -- sonuçlanmak; çıkmak
- evergreen -- (bot.) yaprağını dökmeyen; daima yeşil kalan ağaç veya bitki
- evert -- (fizyol.) tersine döndürmek
- evict -- (huk.) tahliye ettirmek.
- evidence -- delil; vuzuh; şahit; belirtmek; ispat etmek. be in evidence göz önünde olmak
- evince -- göstermek; izhar etmek
- eviscerate -- bağırsaklarını çıkarmak
- evoke -- aklına getirmek; hissettirmek; tevlit etmek; (ruh) çağırmak.
- ex -- (edat.); ABD belirli bir senenin öğrencisi olup mezun olmamış kimse: ex '54. ex dividend (ekon.) kar hissesi ödenmiş vaziyette. ex quay (tic.) rıhtıma çıkarıldıktan sonraki harçları alıcıya düşen alım satım. ex (önek) -den dışarı; tamamen; -sız; sabık
- exacerbate -- şiddetlendirmek; kızdırmak; hiddet.
- exact -- cebren almak; mecbur tutmak; talep etmek; (huk.) (birisini) mahkemeye celbetmek. exacting titiz; her şeyin harfiyen yapılmasını isteyen.; tam; kati; tamamen doğru; pek ince. exactscience matematik gibi kesin sonuçlar elde edilebilen bilim
- exaggerate -- mübalâğa etmek
- exalt -- yükseltmek; övmek; sevindirmek; kuvvetlendirmek .
- examine -- bakmak; muayene etmek; teftiş etmek; sınava tabi tutmak; sorguya çekmek. examinee' imtihana giren kimse; muayene eden kimse; sorgu hakimi; müfettiş.
- example -- örnek
- exasperate -- kızdırmak; şiddetlendirmek. exasperated darılmış
- excavate -- kazı yapmak
- exceed -- geçmek; üstün olmak; haddini aşmak
- excel -- (led; mümtaz olmak
- except -- saymamak; karşı çıkmak
- excerpt -- (bir kitap veya yazıdan) seçme parça; almak
- excess -- aşırılık; fazla
- exchange -- değiş mübadele; yerini alma; kambiyo; değişim oranı. exchange value mübadele kıymeti. bill of exchange poliçe; mübadele etmek
- exchequer -- (lng.) maliye; kraliyet veya devlet hazinesi; servet; (k.dili) bir kimsenin kişisel gelirinin tümü. Chancellor of the Exchequer (ing.) Maliye Bakanı.
- excise -- (tic.) bir memlekette uygulanan istihsal; bu vergiyi tahsil eden hükümet dairesi. excise duty bu vergi. exciseman bu verginin tahsildarı.; kesmek; oymak
- excite -- heyecanlandırmak; (fizyol.); uyandırmak
- exclaim -- ansızın bağırıp çağırmak
- exclude -- hariç tutmak
- excogitate -- düşünüp bulmak
- excommunicate -- kiliseden aforoz etmek
- excoriate -- deriyi sıyırmak; şiddetle suçlamak; şiddetle suçlama.
- excrete -- ifraz etmek; ifraz etme
- excruciate -- eza etmek
- exculpate -- suçsuz çıkarmak
- excursion -- gezinti; (mak.) yarım titreşim veya devir hareketi; bu harekette alınan mesafe. excursion ticket özel bir tur için indirimli gidiş dönüş bileti. excursion train özel indirimli tren.
- excuse -- özür; özür dileme; izin verme; affetmek; suçsuz çıkarmak; from ile izin vermek
- execrate -- Iânet etmek; melun şey.
- execute -- icra etmek; başarmak; idam etmek
- exemplify -- örnek olmak; örnek olarak göstermek; kopya etmek
- exempt -- bağışık; muaf olan kimse; hariç tutmak
- exenterate -- (tıb.) bir uzvu kesip çıkarmak.
- exercise -- uygulama; talim; beden terbiyesi; deney; (çoğ.) tören; icra etmek; idman yapmak; hareket etmek; hareket ettirmek; meşgul etmek. exercised sinirli
- exert -- (gayret
- exeunt -- (Lat.)
- exfoliate -- pul pul olup dökmek veya dökülmek; kabuğu ince pullar hâlinde dökülmek (ağaç) exfoliation böyle dökme veya dökülme. exfoliative böyle dökülmeye sebebiyet veren.
- exhale -- nefes vermek
- exhaust -- (mak.) egzos; vakumla tozu dışarı atan alet. exhaustchamber (oto.) çürük gaz kutusu. exhaust pipe egzos borusu.; tüketmek; boşaltmak; boşluk meydana getirmek; kuvvetini tüketmek; (bütün imkânları) denemek; bitap düşürmek; teferruatıyla incelemek; (kim.) eriyebilen maddeleri içinden çıkarmak. exhausted tükenmiş; yorgun; tüketme; boşluk .
- exhibit -- sergi; (huk.) mahkemeye veya hakemlere ibraz olunan vesika veya delil; vesika gösterme; teshir etmek; göstermek; resimle göstermek; (tıb.) ilâç olarak vermek; (huk.) dava esnasında vesika veya delil ibraz etmek. exhibitor sergi açan kimse
- exhilarate -- neşelendirmek
- exhort -- teşvik etmek; öğüt vermek; uyarmak; nasihat
- exhume -- toprağı kazıp çıkarmak; mezardan çıkarmak; açığa çıkarmak. exhuma'tion mezardan çıkarma.
- exile -- sürgün; sürgün edilen kimse; sürmek
- exist -- var olmak; bulunmak; kalmak; yaşamak
- exit -- çıkış; sahneden çıkış; çıkmak; (tiyatro) çıkar (sahneden)
- exodus -- çıkış; Eski Ahit'te ikinci kitabın ismi
- exonerate -- beraat ettirmek; muaf tutmak
- exorcise -- dualarla defetmek; cinlerden kurtarmak; (nad.) çağırmak (cinleri) exorcismi dualarla defetme (cinleri); böyle dua.
- expand -- büyütmek; geliştirmek; şişirmek; genişletmek; açmak; büyümek; genişlemek
- expanse -- geniş saha veya meydan; açılma; genişlik.
- expatiate -- etraflıca yazmak veya söylemek. expatia'tion etraflıca yazma veya söyleme.
- expatriate -- memleket dışına çıkmak; memleket dışına sürmek; kendi vatanından başka bir memlekete yerleşen kimse.
- expect -- beklemek; (k.dili) zannetmek
- expectorate -- balgam çıkarmak; tükürük
- expedite -- çabuklaştırmak; çabuk icra etmek; (nad.) göndermek
- expedition -- sefer; zor yolculuk; sürat; gönderme
- expel -- (led; sürmek. expellant; defeden ilaç.
- expend -- sarf etmek; (ask.) feda edilebilen.
- expense -- masraf; masraflı kimse veya şey. a Iaugh at his expense bir kimse ile alay etme. at the expense of pahasına; zararına. pay his expenses masraflarını ödemek. with no expense to you bedava
- experience -- tecrübe; bir kimsenin geçirdiği tecrübeler; hayat. in all my experience bütün hayatım boyunca.; görmek
- experiment -- deney; deney yapmak
- expert -- usta; eksper; bilirkişi. expertly ustalıkla
- expiate -- kefaret etmek
- expire -- bitmek; nefes vermek; ölmek
- explain -- anlatmak; açıklamada bulunmak; meramını anlatmak
- explicate -- yorumlamak; açıklamak; anlaşılabilir. explication açıklama; ayrıntılı tasvir. explicative. explicatory açıkalayıcı; tahlili.
- explode -- patlatmak; patlamak; boşa çıkarmak
- exploit -- kahramanlık; sergüzeşt; sömürmek; kullanmak; işleten kimse.
- export -- ihraç etme; ihraç malı. export duty ihracat resmi. export license ihracat lisansı.; ihraç etmek; ihraç edilen mal. ex'porter ihraç eden kimse
- expose -- suçu ortaya koyma; gizli kusurları meydana çıkaran makale veya kitap.; maruz bırakmak; göstermek; terk etmek; teşhir etmek; keşfetmek; (coltoq) kirli çamaşırları ortaya dökmek; (foto.) almak
- expostulate -- with ile dostça tenkit etmek
- expound -- açıklamak
- express -- tarif etmek; ifade etmek; sıkıp çıkarmak; açık; kesin; özel; tam; gayesine uygun; sürat sağlayan; sürat postası ile; nakliye şirketi; sürat postası; ambarla göndermek. express company nakliye şirketi
- expropriate -- istimlak etmek
- expunge -- silmek
- expurgate -- sansürden geçirmek(kitap); arıtmak
- exscind -- kesmek
- exsert -- dışarı çıkarmak. exserted (bot.)
- exsiccate -- kurutmak
- extemporize -- irticalen söylemek
- extend -- uzatmak; genişletmek; kapsamına almak; uzamak; yetişmek; (ing)
- extenuate -- azaltmak; ciddîye almamak; ciddiye almama; ciddiye almayan.
- exterminate -- imha etmek
- externalize -- maddileştirmek
- extinct -- sönmüş; nesli tükenmiş; battal
- extinguish -- söndürmek; (huk.) feshetmek. extinguisher yangın söndürme aleti
- extirpate -- kökünden sökmek; izale etmek
- extoll -- (Ied
- extort -- (huk.) zorla almak; zorla yaptırmak. extortion zorla alma; zorla alınan şey; şantaj. extortioner
- extract -- özet; esans; seçilmiş parça; çıkarmak; söyletmek; özetini veya özünü çıkarmak; seçmek; (bir kitap vb'nden bir parçayı) almak; suretini almak. extractable çıkarılabilir. extractor sökücü
- extradite -- suçluları iade etmek veya ettirmek. extraditable iade edilebilir(suçlu) extradition suçluları iade.
- extrapolate -- (mat.) bir seride bilinen rakamları veya miktarları esas alarak bilinmeyenleri tahmin etmek
- extravagate -- başıboş dolaşmak; müsrif olmak
- extravasate -- (tıb.) damarlardan dışarıya kan akıtmak veya akmak. extravasa'tion bu çeşit akma; böyle akan kan.
- extricate -- kurtarmak
- extrovert -- (psik.) dışa dönük karakter
- extrude -- itip çıkarmak; suyunu çıkarmak; fırlatan; (jeol.) püskürük (volkanik kaya)
- exuberate -- coşmak; taşmak
- exude -- ter gibi dışarı vermek veya çıkmak
- exult -- (bir zafer sonucu) coşmak
- exuviate -- kabuk dökmek
- eye -- bakmak; delmek. eye narrowly dikkatle süzmek.; göz; (poetry) çeşm; bakış; görüş; ince ayrıntıları görme yeteneği; dikkatle bakma; göze benzer herhangi bir şey; toplanma noktası; ilmik; ilik; iğne deliği. eyed gözlü: blackeyed siyah gözlü. Eyes frontl önüne (bak.)! eye opener aydınlatan veya şaşırtan haber veya olay; (A.B.D); namusunu lekelemek; itibarını lekelemek. in the eyes of gözünde; aydınlatmak. red eyes kanlanmış gözler. see eye to eye tamamen aynı fikirde olmak. set eyes upon görmek. with an eye to hesaba katarak
- eyeball -- göz küresi.
- eyebrow -- kaş. eyebrow pencil kaş kalemi.
- eyelet -- delik; bir deliğin etrafına geçirilen madeni bilezik; gözcük
- eyewash -- göz banyosu; (argo) göz boyama.
- eyewitness -- görgü şahidi.
- fable -- hikâye söylemek; masal; hayal gücüne dayanan hikâye; yalan.
- fabric -- kumaş; bünye
- fabricate -- imal etmek; uydurmak yalan söylemek; yalan; uyduran veya atan kimse.
- face -- yüz; küstahlık; (ticari evrakta yazılı olan) asıl değer; on taraf; (sikke) resimli yüzey; (matb.) yazı; görünüş; (mat.) düzey; (mad.) üzerinde çalışılan tünel duvarı veya sonu. face card resimli iskambil kağıdı. facedown yüz üstü; yüzüne bakmak; yönelmek; karşılamak; cesaretle karşılamak; (iskambil) kâğıt açmak; kaplamak; taşın yüzünü yontup düzeltmek; bakmak; nâzır olmak; yüzü koyun
- facet -- kıymetli taşın yüzeyi; yon: (zool.) bileşik gözü teşkil eden ufak gözlerden her biri.
- facilitate -- kolaylaştırmak
- factor -- sebeplerden biri; (mat.) çarpılanlardan biri: (tic.) bir firmaya borç para veren kimse; (tic.) komisyon alarak satış yapan kimse.; (mat.) çarpanlarını bulmak.
- fade -- solmak; (radyo
- fag -- (ged; çalıştırıp yormak; uşak gibi çalıştırmak. (özellikle ingiltere'de öğrenciler arasında); (ing.) üst sınıftaki öğrenciye hizmet eden öğrenci; (A.B.D.); halatın gevşek ucu; işe yaramayan artık şey. be fagged out bitkin bir halde olmak
- fagot -- ince odun demeti; işlenmek için bağlanmış demir çubuk demeti; böyle demet yapmak
- fail -- başaramamak; kuvveti kesilmek; iflâs etmek; kalmak (sınavda); boşa çıkarmak; ihmal etmek; sınıfta bırakmak
- fain -- (eski) memnun; yükümlü; seve seve. (I.) would fain go Gitmek isterdim; gitmeyi arzularım.
- faint -- bayılmak; donuk; isteksiz; baygınlık; mahcup
- fair -- güzel; hoş; saf; dürüst; sarışın; orta; uygun; iyi; uğurlu; okunaklı; gözde olan. fairminded makul düşünen; tarafsız oynama. fair to middling (A.B.D.); haklı olarak; müsait olduğu veçhile; âdeta; güzellik in all fairness doğruyu söylemek gerekirse.; nazik; pazar
- fake -- sahte; şarlatan; uydurmak; sahte şey; seyyar satıcı.
- falchion -- eski pala gibi enli ve ağır kılıç.
- falcon -- şahin; doğancılık
- fall -- (fell; kapanmak; alınmak; inmek; gelmek; tutulmak; dalmak; rastlamak; ayrılmak; doğmak. (hayvanlarda)fall afoul münakaşa etmek; çarpmak. fall a sleep uykuya dalmak. fall away çekilmek; fenalaşmak; zayıflamak. fall back geri çekilmek .fall back on(güvenilecek bir kimseye veya bir yere) başvurmak.fall behind geri kalmak; (slang) kesilmek; çok beğenmek; çökmek; uygun gelmek; kabul etmek; hücum etmek; keşfetmek. This month the twentieth fell on a Friday. Bu ayın yirmisi cumaya rastladı. fall on one's face (k.dili.) yüzüne gözüne bulaştırmak. fall on one's feet dört ayağının üstüne düşmek; (ask.) sıradan çıkmak. fall over yıkılmak. fallover oneself kendini çok istekli göstermek. fall prostrate yüz üstü kapaklanmak; düşüş; sarkma; yıkılma; yağış; bir defada yağan yağmur miktarı; dökülme; sonbahar; meyil; zapt olunma; düşürme; güreşte düşüş; elbise fırfırı; (gen.) (çoğ.) çağlayan; dolandırıcılık ve şakada kurban edilen kimse. fall of (man.)
- fallow -- nadas olarak dinlendirilen arazi; dinlendirilecek tarlayı sürme; dinlendirilecek tarlayı sürmek; açık sarı; deve tüyü rengi. fallow deer Avrupa'ya mahsus açık sarı renkte bir çeşit küçük geyik.
- false -- sahte; yalan; hakikatsiz; hain; güvenilmez; (mak.) kuvvetlendirmek veya muhafaza etmek için konulan (parça); (müz.) ahenksiz; hile ile; yalan söyleyerek; hata ederek; sadakatsizlikle. false bottom sahte dip
- falsify -- tahrif etmek; yalan olduğunu söylemek; (huk.)aslı olmadığını ispat etmek. falsifica'tion tahrif; tahrifçi kimse; kalpazan kimse.
- falter -- sendelemek; kekelemek; tereddüt etmek; tereddutle söylemek. falteringly tereddütle
- fame -- şöhret
- familiarize -- alıştırmak; tanımak
- famish -- aç kalmak; açlıktan öldürmek; aç bırakmak.
- famous -- ünlü; belli: (eski); (h. dili) mükemmel.
- fan -- (ned; savurmak; esmek; rüzgârın önüne katılmış gibi yavaş yavaş hareket etmek; yelpaze gibi açılmak; (beysbol) vuruş olmadığı için oyunu kaybetmek. fanthe flames kışkırtmak; (h. dili) hayran veya düşkün kimse; yelpaze; pervane; vantilatör; yelpaze şeklindeki herhangi bir şey; böyle kuyruğu olan güvercin; yelpaze kuyruklu akvaryum balığı; geminin kıçı. fan tracery yelpaze şeklîndeki kemer süsü. fan vaulting yelpaze şeklîndeki kemer. electric fan vantilator. exhaust fan aspirator.
- fancy -- hayal; merak; kapris; meyil; zevk; zihinde yaratılan bir kavram; fantazi; hayale dayanan; yüksek kaliteli (meyve); ifrat derecesinde. fancy dress fantazi elbise; hayal etmek; beğenmek; zannetmek
- fandango -- (çoğ.) - gos) hareketli bir İspanyol dansı
- fanfare -- (müz.) nefesli çalgıların hep birden çaldıkları coşkun parça; fanfar.
- fanfaronade -- övünme
- fang -- hayvanın azı dişi; yılanın zehirli dişi; dişin kökü; pençe. fanged dişli
- farce -- saçma sapan sözlerle süslemek.; (tiyatro) gülünçlü tiyatro oyunu; maskaralık
- fare -- yol parası; navlun; yolcu; yiyecek. bill offare yemek listesi. full fare tam bilet; tam navlun. half fare yarım bilet; yarım navlun. plentiful fare bol yemek. poor fare kötü yemek.; (eski.) olmak; başından geçmek; yemek yemek; geçinmek; (eski.) yolculuk etmek. Fare ye well. Uğurlar olsun
- farewell -- (ünlem); veda; son
- farm -- çiftlik; su altında kabuklu deniz hayvanları yetiştirmek için ayrılan saha; (beysbol.) idman takımı; (eski.) bir belediye veya mıntıkadan tarhedilen vergi; (eski.) bu verginin mültezimliği. farm hand çiftlik amelesi; ekmek; iltizam etmek; fakir bir kimseye para ile bakmak için anlaşmak; out ile; (beysbol.) idman takımına yerleştirmek. farming çiftçilik.
- farrier -- (ing) nalbant; (bayt.)ar. farriery nalbantlık.
- farrow -- bir batında doğan domuz yavruları; yavrulamayan (inek); yavrulamak (domuz)
- fart -- (kaba) yellenme; yellenmek
- farther -- daha uzak; daha uzakta; daha uzağa; bundan başka; (bak.) further.
- fascinate -- büyülemek; meftun etmek; bir çeşit eşarp.
- fashion -- moda; tarz; davranış; kibar sınıf hayatı; üst tabaka; yapmak; elbise modeli. after veya in a fashion şöyle böyle. after the fashion of gibi
- fast -- oruç tutmak; . oruç; oruç süresi. fast day oruç günü; kahvaltı etmek.; çabuk; ileri; ahlaksız; sıkı; sadık; metin; derin (uyku); süratle; sıkıca; tamamen; yakında; iki yüzlülük etmek. fast asleep derin uykuya dalmış. hold fast sıkıca tutmak; dayanmak.
- fasten -- bağlamak; dikmek; üzerine atmak. He fastened his eyes on her. Gözlerini ona dikti. fastener bağlayan şey
- fat -- (ter; semiz; bol ve iyi; bereketli; kârlı; dolgun; kalın; yağ; bereketli ürün; semizlik. fat cat (A.B.D); seçim öncesi partisine maddi yardımda bulunan kimse. a fatchance (A.B.D)
- fate -- kader; ecel; akibet; mahvolmaya mahkûm.
- father -- baba; ata; (b.h) Cenabı Hak; (kil); (çoğ.) büyükler; babası olmak; vücuda getirmek; oğul olarak kabul etmek; abaca davranmak. father on isnat etmek
- fathom -- kulaç (uzunluk ölçü birimi); iskandil etmek; etraflıca anlamak. fathomable anlaşılabilir; iskandil olunabilir. fathomless dibine erişilmez
- fatigue -- yorgunluk; zahmet; (mak.) eskime; (ask.) kışla hizmeti; (çoğ.); yormak; (mak.) dayanıklığını kaybettirmek.
- fatten -- semirtmek; gübrelemek; şişmanlamak
- fault -- kusur; eksiklik; (spor) faul; (jeol.) fay; kusur bulmak; tenkit etmek; suçlamak; (jeol.) fay husule getirmek. faultfinder tenkitçi
- favor -- yararlı bir yardım; teveccüh; iltimas; taraf tutma; iltifat; sima; ufak hediye; (çoğ.) cinsi münasebet için müsaade etme. (ask.) a favor ricada bulunmak. bestow favors on ayrıcalık tanımak; (tic.) emrine (çek) out of favor gözden düşmüş.; müsamaha etmek; onaylamak
- favorite -- çok sevilen kimse veya şey; sevgili; (spor) kazanması beklenen yarışçı; çok sevilen. favoriteson (pol.) kendi seçim bölgesince başkanlığa aday gösterilen kimse. a favorite with tarafından sevilen
- fawn -- karaca veya geyik yavrusu; açık kahverengi; bu renkten olan; doğurmak; on ile yaltaklanmak
- fax -- faksimile olarak kopya etmek.
- fay -- peri.
- faze -- (A.B.D); düşündürmek.
- fear -- korkmak. Never fear. Korkma; korku; kuruntu
- feast -- ziyafet; bayram; ziyafette yemek yemek; ziyafet vermek; sevindirmek. feast one' eyes on gözlerine zifayet çekmek
- feat -- başarı
- feather -- tüy takmak; tüylenmek; tüy; okun arka ucundaki tüy; püskül. feather bed kuş tüyü yatak. a feather in one' cap iftihar edilecek başarı. birds of a feather aynı huya sahip kimseler. in high feather neşeli. fur and feather av hayvanları ve kuşları. show the white feather korkaklık göstermek. feathered tüylü. featherless tüysüz. feathery tüylü
- featherbed -- işsizliği önlemek için bir işe gereğinden fazla işçi almak; bununla ilgili; bu sistem.
- featherstitch -- (terz.) civankaşı dikiş
- feature -- yüz uzuvlarından biri; (çoğ.) sima; özellik; hal; asıl filim; makale; önem vermek; (k.dili) benzemek. be featured baş rolü oynamak
- fecundate -- gebe bırakmak; verimli bir hale getirmek; bereketlendirme.
- federalize -- devletleri birleştirmek.
- federate -- federasyon halinde birleştirmek; birleşik devletler hükümeti idaresi altında örgütlendirmek; birleşik
- fee -- ücret; duhuliye; tımar; doktor ücreti; ücret vermek; ücretle tutmak. fee simple (huk.) mülk
- feeble -- zayıf; iradesiz. feebleness zayıflık
- feed -- (fed) yedirmek; malzemesini vermek; desteklemek; gıdası olmak; otlamak; yemek yemek; (spor) pas vermek; semirtmek. fed up with (argo) bezmiş; yemek yiyen kimse veya hayvan; besleyen çay veya ırmak; ana demiryoluna bağlı hat; çevre yolu.; yeme; yem; yiyecek; (mak.) besleme; bu malzemeyi makinaya veren cihaz; bu suretle verilen malzeme. feedback geri itilim. feedbag yem torbası. put on the feedbag (argo) yemek yemek. feed line besleyici boru. feed pump besleyici tulumba. feed trough lokomotifin su deposu. feed valve besleyici valf. feed water kazan suyu. off one's feed iştahsız. out to feed otlakta
- feel -- (felt) dokunmak; elleri ile yoklamak; hissetmek; anlamak; dokuma hissi; dokunarak yoklama; his; havasından.
- feign -- yapar gibi görünmek; olduğundan başka görünmek
- feint -- vuracak gibi davranma; harp hilesi; sahte taarruzda bulunmak; aldatıcı harekette bulunmak.
- felicitate -- kutlamak
- fell -- (bak.) fall.; kesmek; mahvetmek; (terz.) kumaşı kırmalı dikmek; bir mevsimde kesilen tomruğun tümü; kırmalı dikiş.; zalim; öldürücü. in one fell swoop bir hamlede; (ing) kır; tepe (yalnız özel isimlerde); post
- fellow -- adam; (slang) ulan; arkadaş; hemcins; akran; doktora veya bilimsel araştırma bursu alan kimse; akademi üyesi. fellow citizen; (A.B.D); komünist sempatizanı. good fellow iyi çocuk; azizim. poor fellow zavallı adam.
- fellowship -- beraberce hoş vakit geçirme; samimiyet; üniversitede bilimsel araştırma için verilen burs; birlik; kurum
- felt -- (bak.) feel.; keçe; fötrden yapılmış her hangi bir şey; keçeye benzer madde; keçe imal etmek; keçe ile kaplamak; keçelenmek. felt carpet keçe halı. felting keçe
- feminize -- kadınlaştırmak
- fence -- parmaklık; tahta perde; çit; eskrimde kılıcın ustalıkla kullanılması; hazırcevaplık; çalınmış eşyaların alınıp satıldlğl yer ve bu işle uğraşan kimse. be on the right side of the fence kazanacak tarafta olmak. sit on the fence hangi tarafı tutacağını bilememek; çit veya parmaklıkla etrafını çevirmek: eskrim yapmak: çalınmış (mal.) almak veya satmak; kaçamaklı konuşmak. fencer eskrimci.
- fend -- (eski.) esirgemek; off ile kovmak; bir şeyin bir yere çarpmasına engel olmak. fend for oneself kendini geçindirmek.
- fender -- çamurluk; şöminenin önüne konulan paravana; lokomotif mahmuzu; uzaklaştırıcı şey veya kimse; (den) usturmaça.
- feoff -- (bak.) fief) (huk.) tımar; tımar veya zeamet gibi vermek.
- ferment -- (kim) tahammür ettiren şey; tahammür; telâş; mayalanmak ekşimek; mayalandırmak
- ferret -- out ile gizlendiği yerden bulup çıkarmak; araştırmak; gelincikle avlamak.; (zool.) tavşan veya sıçan tutmak için kullanılan gelinciğe benzer ufak bir hayvan
- ferrotype -- (foto.) ince demir levha üzerine çekilen fotoğraf ve bu şekilde fotoğraf çekme usulü.
- ferrule -- baston ucuna geçirilen demir veya madeni halka; (bak.) ferule.
- ferry -- feribot; nehir veya gölde bir iskeleden diğerine geçmek için kullanılan vapur; vapurla karşı yakaya taşımak. ferry service sahil seferi
- fertilize -- gübrelemek; (bot.); aşılama; verimini artırma
- ferule -- öğrencinin eline vurmaya mahsus sopa; bu sopayla dövmek.
- fescue -- bir çayır otu
- fester -- iltihaplanmak; çürümek; kuruntu etmek; iltihap.
- festoon -- kavis şeklinde sarkan çiçek veya krepon kâğıdından yapılmış kordon; (güz.san) bu desende kabartma süs: böyle çiçek veya kâğıtla süslemek.
- fetch -- alıp getirmek; gelir sağlamak; (k.dili) memnun etmek; (h) dili vurmak (darbe); (den.) volta vurmak; limana varmak; alıp getirme; uzanıp alma; mesafe; hile
- fete -- ziyafet; açık hava eğlencesi; ziyafet vermek; ağırlamak. fete champetre (Fr.) açık hava eğlencesi.
- fetter -- pranga; (gen.) (çoğ.) engel; ayağına zincir vurmak; bağlamak
- fettle -- hal; (end) demir işlemesinde ocağa serilen taş kırıntıları; bu taş kırıntılarını sermek. in fine fettle iyi halde
- feud -- kan davası; kavga; ihtilâflı olmak
- fever -- (tıb.) ateş; telaş; telâş etmek
- fey -- kaçık; ince; peri hissini veren.
- fiat -- emir; karar. fiat money (A.B.D) yalnız (huk.)ümet kararına dayanarak tedavüle çıkarılan kâğıt para. Fiat lux! (Lat.) Nur olsun !
- fib -- (bed; yalan söylemek
- fibrin -- (biyokim.) fibrin.
- fickle -- dönek
- fid -- (den) kaşkaval; mandal; (den) çelik; tahta veya madeni çubuk.
- fiddle -- (müz.); (den) fırtına olduğu zaman tabaklar düşmesin diye so'fra kenarına çekilen tahta veya ip korkuluk; (mak.) rende makinasında aletleri tutan çerçeve; (k.dili.) keman çalmak; sinirli sinirli parmaklarını oynatmak; boş şeylerle vakit geçirmek. fiddle away zaman öIdürmek için meşgul olmak. fit as a fiddle zinde ve neşeli. play second fiddle ikinci derecede rol oynamak.
- fidget -- (çoğ.) huzursuzluk; rahat oturamamak
- field -- çayır; tarla; saha; savaş meydanı; oyun sahası; bir yarışmaya katılanlar; fırsat; (han) zemin; (fiz.) saha; top oyunlarında meydancı olmak; topu yakalayıp atmak. field artillery (ask.) sahra topçusu. field corn hayvan yemi olarak yetiştirilen mısır. field day spor bayramı. field events bir atletizm karsılaşmasında yüksek atlama; alay komutanı. fieldpiece sahra topu field sports atletizm; av gibi açık hava sporları. fieldstone (inşaatlarda kullanılan) yontulmamış taşlar. field trip (öğretimde) gezi; cevaplandırmak.
- fiend -- şeytan
- fife -- asker düdüğü; düdük çalmak. fifer düdük çalan kimse
- fifth -- beşinci; (muz) bir notadan beş derece tiz veya pes olan enterval. a fifth (A.B.D) (içki ölçüsü) galonun beşte biri
- fight -- (fought) kavga; mücadele; savaş veya mücadele eğilimi; savaşmak; mücadele etmek; kaçıp kovalama. show fight pes dememek; mücadele ruhu olan kimse; avcı uçağı.
- figure -- rakam; değer; vücut yapısı; yüz; hal; şahsiyet; (geom.) şekil; (edeb.) mecaz; dansta figür. figure dancer figür yapan dansör veya dansöz. figurehead sözde mevki sahibi; (den.) gemi aslanı gibi oyma süs. figure of speech mecaz; hesaplamak; tasvir etmek; şekil çizerek göstermek; desenlerle süslemek; hayalen canlandırmak; mecaz yoluyla ifade etmek; (k.dili.) düşünmek; (müz.) süslemek; görünmek. figure on (k.dili.) güvenmek
- filch -- çalmak
- file -- eğe; eğe ile düzeltmek; dosya dolabı; dosya; sıra; (satranç) karşı tarafa doğru bir kareler sırası; dosyalamak; dosyaya geçirmek; (huk.) dosyaya geçirilmek üzere evrakı ilgili memura teslim etmek; askerleri sıra ile yürütmek. file an application müracaat formunu doldurup ibraz etmek. file a complaint yazılı olarak şikâyet etmek. filing cabinet dosya dolabı; evrak klasörü. file clerk dosya tutan memur. filing system dosyalama sistemi. Indian file birbiri arkasından dizilen sıra. on file dosyaya geçirilmiş (evrak) rank and file fertler
- filet -- file; fileto
- filiate -- (bak.) affiliate.
- filibuster -- (pol.); böyle bir engelleme; korsan
- filigree -- kuyumculukta telkâri iş; buna benzer desen; telkâri.
- fill -- doldurmak; yapmak; işgal etmek; dolmak; hazırlamak (reçete); dolumluk; toprak tesviyesinde kullanılan toprak veya moloz. fill in doldurmak; (fişi) doldurmak. fill the bill (A.B.D); dolmak. have one' fill doymak.
- fillet -- saçları tutmak için başa bağlanan kurdele veya bant; kemiksiz et veya balık; tiriz; (mim.) dar ve düz silme; kitap kapağı üstüne basılan süs çizgisi.
- fillip -- fiske; teşvik edici veya harekete geçirici herhangi bir şey; önemsiz şey; fiske vurmak; teşvik etmek
- film -- zar; ince örtü; ince tel; zar veya ince bir örtü ile kaplamak; zar bağlamak. filminess zarla veya ince bir tabaka ile kaplı olma. filmy zarlı; (foto.); filim çevirmek
- filter -- filtre; süzgeç; süzmek; filtre vazifesi görmek; sızmak
- filtrate -- süzmek; süzülmüş sıvı
- fin -- yüzgeç; yüzgece benzeyen sey; (den) salma omurga; (hav) sabit dikey yüzey. finback bir çesit balina. fin keel (den) kotra omurgası. dorsal fin (zool.) sırt yüzgeci. pectoral fin (zool.) göğüs yüzgeci.
- finagle -- (k.dili) hile yaparak elde etmek; aldatmak
- finalize -- bitirmek
- finance -- maliye; (çoğ.) mali durum; gelir; bir kimsenin veya müessesenin mali işlerini idare etmek; bir işin masraflarını karşılamak; mali teşebbüslere sermaye yatırmak veya temin etmek. financial mali. financial engagements mali taahhütler
- financier -- maliyeci; banker.
- finch -- (zool.) ispinoz (kuş)
- find -- bulmak; anlamak; tedarik etmek; arayıp bulmak; ulaşmak; buluş; kendini göstermek. find fault (with) kusur bulmak. find for the plaintive (huk.) davacı lehine karar vermek. find guilty suçlu çıkarmak; kendini bulmak; (astr.) büyük teleskopa iliştirilen ve keşif vazifesini gören ufak teleskop; (foto.) vizör. finding bulunmuş veya keşfedilmiş şey; sonuç
- fine -- (müz.) son.; güzel; (saf; hassas; ala; (k.dili.) güzel; toz haline getirmek; güzelleşmek. fine arts güzel sanatlar. finedraw (terz.) kumaşın iki kenarını görünmez surette birbirine dikmek; inceltmek (tel) finedrawn inceltilmiş (tel); (foto.) ince tanecikli. fine-spoken kibar bir şekilde konuşan. finespun ince eğrilmis; aşırı derecede ince. fine-toothed comb ince dişli tarak. go over the matter with a fine-toothed comb meseleyi inceden inceye gözden geçirmek; karışımdaki saf altın oranı.; para cezası; para cezasına çarptırmak. finable para ile cezalandırılabilir
- finesse -- incelik; kurnazlık; (iskambil) fines yapmak; ustalıkla durumu idare etmek.
- finger -- parmak; parmak gibi şey; parmak boyu; (A.B.D) alkol ölçüsü; parmakla dokunmak; çalmak; (A.B.D); parmaklarla ince iş yapmak; (müz.) parmakla çalgı çalmak; piyano klavyesi. finger bowl sofrada parmak yıkayacak kap; kurbanını seçmek. to the finger tips tırnaklarının ucuna kadar
- finish -- bitirmek; tamamlamak; terbiye etmek; mahvetmek; telef etmek; (k.dili.) yok etmek; bitmek; nihayet; en mükemmel durum
- fire -- ateş; kıvılcım; yangın; cehennem; hararet; hırs. fire alarm yangın zili; top şeklindeki şimşek; atom bombası patladığında hasıl olan ateş topu; (A.B.D); fesatçı; kavgacı kimse. fire engine itfaiye arabası; yangın tulumbası. fire escape yangın merdiveni. fire extinguisher yangın söndürme aleti. firefighter itfaiyeci. firefly ateşböceği. fire hazard yangın tehlikesi çok olan yer. fire hydrant yangın söndürme musluğu. fire insurance yangın sigortası. fire irons maşa ile kürek ve kömür karıştıracak demirden ibaret ocak takımı. firelight alev ışığı. firelock eski tip bir tüfek. fireman itfaiye neferi; ateşçi. visiting fireman (A.B.D); ateş siperi. fire ship yakılarak düşman gemileri arasına salıverilen gemi. fireside ocak başı: ev; geri kalmak. heap coals of fire on one's head iyilik ederek karşısındakini utandırmak. Iay a fire odunları çatıp ateş için hazırlamak. miss fire ateş almamak (silâh; başaramamak; coşmuş. open fire atışa başlamak. play with fire ateşle oynamak; alevlendirmek; tepki yaratmak. St. Elmo' fire gemici nuru. under fire ateş altında. fireless ateşsiz. fireless cooker sıcaklığı muhafaza eden tencere.; tutuşturmak; yakmak; canlandırmak; teşvik etmek; patlatmak; atmak; tutuşmak; silahla ateş etmek. fire a volley yaylım atesi açmak. Fire away! Haydi; (k.dili) hemen göndermek. fire up fayrap etmek; birdenbire kızmak
- firm -- pek; sabit; (gen.) up ile sabit kılmak; şirket
- fish -- balık tutmak; içinde balık avlamak; tahta veya demir parçası ile takviye etmek; for ile aramak; up veya out ile arayıp bulmak. fish in troubled waters bulanlk suda balık avlamak. fish the anchor (den.) gemi demirini fışkıya vurmak. fish out balık neslini tüketmek; seçip almak.; (çoğ.) fish; balık eti; tahta veya demir takviye parçası; pis konuşan kadın. bony fishes kemikli balıklar; deniz tutmasından dolayı kusmak. have other fish to fry daha önemli bir işi olmak. neither fish
- fission -- ortadan ikiye ayrılma; (biyol.) ortasından bölünerek üreme; (fiz.) uranyum gibi bir elemanın daha basit ve sabit parçalara ayrılıp dağılması.
- fissure -- yarık; yarma; (tıb.) fisur; yarmak; ayrılmak
- fist -- yumruk; (h) dili el; (matb.) işaret parmağı; yumruklamak; avuçlamak.
- fit -- uygun; hazır; zinde; sabırsız; (ted; uygun bir hale getirmek; uydurmak; dikkatle üzerine koymak; uymak; uygun gelmek; yakışmak; uyma; hastalık nöbeti; ani olarak zuhur eden geçici hal; devre. a fainting fit baygınlık nöbeti; (slang) deli olmak. have a fit of laughter gülmesi tutmak. fitful düzensiz
- fix -- yerleştirmek; sabitleştirmek; kararlaştırmak; (A.B.D) düzene sokmak; (A.B.D); (A.B.D) (yemek) hazırlamak; (k.dili) rüşvet yoluyla sonucu garanti altına almak; (spor) şike yapmak; (k.dili) yola getirmek; mikroskopik çalışma için hazırlamak; (kim) katılaştırmak; (foto.) tespit banyosu yapmak; (k.dili) (kedi; düzene sokmak; ihtiyacını karşılamak.
- fixture -- sabit şey. fixtures sabit eşya; (huk.) müştemilât
- fizz -- yaş barut gibi vızlamak; vızıltı; köpüklü içki. fizzy fışırtılı
- fizzle -- vızlamak; out ile; vızıltı; (k.dili) fiyasko
- flabbergast -- (k.dili.) şaşırtmak
- flag -- (ged; bu taşlarla döşemek. flagstone iri ve yassı kaldırım taşı.; yorulmaya başlamak; köpek veya geyik kuyruğu; (müz.) çengel; bayrak çekmek; bayrakla işaret vermek; bir şey sallayarak avını tuzağa düşürmek. flag down a train durması için trene bayrakla işaret vermek. flag captain amiral gemisi suvarisi. flag of truce mütareke flaması. flag officer (den.) sancak sahibi; teslim olmak. hoist a flag bayrak veya sancak çekmek. strike the flag teslim olmak üzere bayrağı aşağı indirmek. the white flag beyaz bayrak; zambak; zambak yaprağı. sweet flag eğir
- flagellate -- kırbaçlamak; dövünme.
- flail -- harman döveni; ortaçağda kullanılan buna benzer silâh.
- flair -- yetenek; anlayış; (k.dili.) gösterişli uslup.
- flake -- balık kurutmaya mahsus ızgara; (den) gemi tamir edilirken işçilerin üzerinde çalıştıkları asma iskele.; ufak kar tanesi; ince tabaka; pul; away veya off ile tabaka tabaka soymak veya soyulmak; out ile yorgunluktan çöküp kalmak. flaky Iapa lapa; kuşbaşı kar taneleri halinde. flakiness Iapa lapa oluş
- flam -- (k.dili) yalan
- flame -- alev; hiddet; aşk; (k.dili.) sevgili. flame-colored ateş rengi. flameproof ateş almaz; alevlenmek; (mec.) alevlenmek; öfkelenmek; parlamak
- flange -- kenar; flanş yapmakta kullanılan döküm aleti.
- flank -- böğür; yan taraf; (ask.); tabya koltuğu; cenahını muhafaza veya takviye etmek; yan tarafında olmak. flank attack (ask.) kanat taarruzu
- flannel -- (ed; ing; (çoğ.) fanila; faniladan yapılmış spor pantolon; fanila giydirmek
- flap -- (ped; (tıb.) sarkan et parçası; sarkan bir şeyin çarpması veya çarpma sesi; (k.dili) fazla heyecan; heyecan verici durum; sarkan bir şey ile vurmak; birden atmak; sarkık kapak veya örtü koymak: çarpmak
- flare -- birden alevlendirmek veya alevlenmek; çan şeklinde yaymak veya yayılmak; meşalelerle işaret vermek; göz kamaştırıcı ışık; yayılma veya yayılan şey; gösteriş. flareback topun kuyruk kamasından çıkan alev. flare light ateşle işaretleşmede alev çıkaran araç. flare out birden alevlenmek veya öfkelenmek; gösterişli; dışa dönük.
- flash -- parıltı; işaret olarak yanıp sönen ışık; an; birden gelen su akıntısı; (kaba) gösteriş; cama renk vermek için maden tuzu ile kaplama; bülten. flashback geriye dönme. flashboard suyun yüksekliğini artırmak için barajın üstüne takılan tahta; (ing) hırsız veya serserilere ait; gösterişli fakat sahte; kaba bir şekilde gösterişli. flash language hırsız argosu.; birden alevlenmek; birden parlamak; birden akla gelmek; cam bir mamule ikinci bir renkte ince cam tabakası ilâve etmek; telgraf veya radyo ile acele haber ulaştırmak; (k.dili) birdenbire göstermek; yağmurdan korumak için damın üstüne ve altına saç kaplamak. It flashed upon me. Birden aklıma geldi.
- flask -- içine barut veya yağ konan şişe şeklindeki kap; termos; küçük ve yassı şişe
- flat -- (ted; tadını kaçırmak; yassılmak; neşesiz olmak; (müz.) yarım ton indirmek; belirli perdeden aşagı söylemek veya çalmak.; (ter; yıkık; kati; (mat.); durgun (ticaret); (müz.) bemol; açıkça; doğrudan doğruya; tam; (müz.) asıl notadan daha aşağı ve yanlış olarak. flat against the wall duvara yapışık. flatboat; (A.B.D); (b.h) Amerika'da eski bir yerli kabilenin ferdi. flatiron ütü. flat race düz yerde yarış. flat rate tek fiyat. flat tire patlamış lastik. flattop (A.B.D) uçak gemisi. flatwork masa örtüsü gibi kolay ütülenir düz parçalar. fall flat büyük bir başarısızlığa uğramak. (I.)'ll tell you flat. Sana asıkça söyleyeceğim. The market is flat. Piyasa durgun. in ten seconds flat tam on saniyede. That' flat. Açık ve kesindir. Şüphe götürmez. flatly açıkca; tatsızlık; apartman dairesi.; düz ve basık arazi; sığlık; geniş ve düz olan şey; düz sal; kılıcın yassı yüzü; kenarları alçak tepsi; madenin yassı damarı; (tiyatro) sahne dekoru için kullanılan kumaş gerili çerçeve; (müz.) bemol.
- flatten -- yassılatmak; yere sermek; neşesini kaçırmak; matlaştırmak; yassılaşmak; tatsızlaşmak; (hav.) dalıştan sonra uçağı yerle paralel duruma getirmek.
- flatter -- (slang) yaltaklanmak; dalkavukluk etmek; gururunu okşamak
- flaunt -- gösteriş yapmak; gösteriş flauntingly gösteriş yaparak
- flavor -- Iezzet; tat veren şey; lezzetli şey; koku; tat veya lezzet vermek. flavoring tat veren şey. flavorless tatsız
- flaw -- yarık; sakat; ayıp; çatlatmak; sakat olmak; çatlamak. flawless kusursuz. flawy kusurlu. flawlessness kusursuzluk.; birdenbire çıkan geçici ruzgâr; rüzgârın yönünün değişmesi. flawy rüzgârlı.
- flay -- derisini yüzmek; fena halde azarlamak; zorla veya hile yaparak parasını almak.
- flea -- pire; (k.dili) köhne; çok ufak doru veya kula benekli beyaz (at) fleabane
- fleck -- nokta; çok ufak parça; lekelemek
- fledge -- tüyleri çıkıncaya kadar beslemek; tüylendirmek; uçmak için tüy çıkarmak
- flee -- (fled; gelip geçmek; bırakmak
- fleece -- koyun postu; bir koyunun bütün yapağısı; yün gibi yumuşak örtü; muflon; koyunu kırkmak; (bir kimseyi) soymak; yünle kaplamak; yünden; yünle kaplı.
- fleer -- alay etmek; istihza
- fleet -- donanma; çevik; çabuk geçmek; (den.) gitmek
- flesh -- et; kasaplık et; tavuk veya balık eti; beden; beşer tabiatı; ten rengi; sişmanlık; nesil; insan oğlu; canlı yaratıklar; meyvanın etli kısmı. flesh and blood nesil; beşer tabiatı. flesh color ten rengi. flesh fly yumurtalarını etin üstüne bırakan karasinek. fleshpots zevk; zevki tatmin için gidilen eğlence yerleri. flesh wound hafif yara. all flesh bütün canlı yaratıklar; etli; dünyevi. fleshy ete ait; toplu.; et yedirmek; kan dökmek; hırsını tahrik etmek; etle kaplamak; eti sıyırmak (deriden) flesh out dolgun olmak; şişmanlatmak; ayrıntılarıyla anlatmak.
- fletch -- okun üzerine tüy koymak.
- flex -- bükmek
- flick -- hafif vuruş; fiske; leke; hafifçe vurmak; atıvermek. flicks (argo) sinema.
- flicker -- titrek ve parlak ışık; geçici belirti; çırpınmak; titrek yanmak. flickeringly titreşerek; (zool.) Amerika'ya mahsus kanatlarının altı sarı renkli bir çeşit ağaçkakan.
- flight -- uçuş; seyir; göç; bir kat merdiven; bir uçuşta katedilen mesafe; firar; birkaç uçaktan ibaret hava filosu: (kuşlar) göç etmek. flight of fancy hayal
- flimflam -- (k.dili.) saçma; hile; hilekar
- flinch -- çekinmek kaçınmak; çekinme; bir çeşit iskambil oyunu.
- flinder -- parça kıymık.
- fling -- (flung) atmak; binicisini üstünden atmak (at): öteye beriye sallamak; yıkmak; çifte atmak: atılmak; savurmak (küfür); dalmak; izini kaybettirmek (av); defetmek. fling out yüzüne karşı söylemek (söz); fırlatmak.; atma; sıçrayış; hakaret; hareketli dans; çıIgınlık
- flint -- çakmaktaşı; çakmaktaşı gibi sert olan herhangi bir şey. flint and steel çelik çakmak. flint glass billur
- flip -- (ped; fiske vurmak; darılmak; fiske; alkollü bir çeşit içki; (k.dili) arsız
- flipper -- kaplumbağanın yüzmek için kullandığı yassı bacak veya kanadı; palet (yüzme); (argo) el.
- flirt -- flört etmek; fırlatmak; fırlamak; flört etmeye alışkın kimse: fırlama atılış
- flit -- flit; (ted; çırpınmak: çırpınma
- flitch -- tuzlanmış domuz döşü; kızartılmaya elverişli balık eti; uzun yekpare kereste parçası
- flitter -- çırpınmak.
- float -- su üstünde yüzen herhangi bir şey; sal; olta mantarı; şamandıra; geçit resminde kullanılan süslü araba; (den) pervane tahtası; mala; dondurmalı gazoz; (çoğ.) tiyatro sahnesinin ön kısmındaki ışıklar.; yüzmek; hava akımına kapılarak sürüklenmek; hayal gibi hareket etmek; yüzdürmek; su basmak; sala yüklemek; (hisse senetlerini ve tahvilleri) satışa arzetmek; yaymak
- flocculate -- pamuk gibi top top olmak (bulut); topaklamak (toprak)
- flock -- sürü; küme: güruh kalabalık; saç veya yün yumağı şiltelere doldurulan kaba pamuk veya paçavra; duvar kağıdına kumaş görünüşü kazandırmakta kullanılan ince ince kesilmiş kumaş veya yün parçaları: (kim)
- flog -- (ged
- flood -- sel; su; (tıb.) (rahim) fazla kanamak. flood control su baskınını önleme. floodgate set kapak. floodlight projektör. floodlighting projektörle aydınlatma. flood of light bol ışık
- floor -- taş veya tahta döşeme; dip; kat; yasama meclisi salonunun üyelere ayrılmış kısmı; mecliste söz söyleme hakkı; taban ücret; taş veya tahta döşemek; (k.dili) şaşırtmak; (k.dili) yenmek. floorcloth döşemelik muşamba; tahta bezi. floor lamp ayaklı abajur. floor plan (mim.) kat planı. floor show varyete
- flop -- (ped; çöküvermek; devrilmek; birden düşürmek; (argo) uyumak; (k.dili.) başaramamak: çarpma; (k.dili.) başarısız teşebbüs (eser; başarısızlık; çökme; (argo) uyuyacak yer veya fırsat. flop house yoksul kimselerin kaldığı çok basit ve bakımsız bir otel.
- floss -- bükülmemiş ham ipek; kısa ipek telleri; (argo) şatafatlı.
- flounce -- öfke veya sabırsızlıkla yerinden fırlayıp yürümek; donuvermek; fırlayış; farbala; farbala ile süslemek
- flounder -- dilbalığı; çamura veya suya bata çıka yürümek; güçlükler ve yanlışlıklar içinde sürüklenip gitmek; debelenme
- flour -- un; öğütmek
- flourish -- serpilmek; başarı kazanmak; süslü bir dil kullanmak; gösterişli hareketlerde bulunmak; süslemek; tezyin etmek; sallamak; gelişme; refah; süs; fanfar; sallama; gösterişli bir şekilde; yıldlzı parlayarak.
- flout -- açıkça itaat etmemek; alay etmek; hakaret etmek; küçümsemek; hürmetsizce davranmak; (alay.); karşı koyma.
- flow -- akmak; dalgalanmak; kabarmak; dolmak; bol bol içilmek (şarap); su basmak; akıtmak. flowing akıcı; akış; (fiz.) akı; belirli zamanda akan su miktarı; met; akıcılık
- flower -- çiçek; çiçek açan bitki; süs; seçkin veya güzide şey; (kim); çiçeklenmek; açılıp gelişmek; çiçek açtırmak; süslemek. flower bed çiçek tarhı; düğünde çiçek taşıyan kız. flowerpot saksı. in flower çiçek açmış halde
- fluctuate -- düzensiz bir şekilde değişmek; kararsız olmak; (tic.) değişmek
- fluff -- hafif tüy kırpıntı; kuştüyü; yüzdeki ince tüyler; (k.dili.) sahnede kötü okunan bir şey; silkinip tüylerini kabartmak; söyleyeceği sözü unutmak veya yanlış okumak. fluffiness tüy gibi yumuşak olma. fluffy tüy gibi yumuşak
- fluke -- talih; tesadüfen kaybetmek veya kazanmak. fluky tesadüfe dayanan; kararsız; (den.) gemi demirinin tırnağı veya ona benzer şey: ok ve mızrak damağı veya dikeni; balina kuyruğunun yassı parçalalarından her biri.; dilbalığı
- flummox -- (argo) şaşırtmak.
- flump -- (k.dili) ağır bir şeyi birden bırakıvermek; çökmek; ağır bir şeyin düşmesinden hâsıl olan ses.
- flunk -- (A.B.D); sınavda bırakmak (öğretmen); sınav veya sınıfta kalma. flunk out başarısızlıktan dolayı okulu bırakmak veya bıraktırmak.
- fluoroscope -- floroskop.
- flurry -- birden esip kısa süren rüzgâr; hafif sağanak; telaş; borsada geçici bir faaliyet; telâşa düşürmek; (colloq.) iki ayağını bir pabuca sokmak; sinirlendirmek.
- flush -- kanatlanıp uçmak; dopdolu; boşluklarını doldurup düzeltmek (duvar); düz bir şekilde; birden akmak; kızarmak; heyecanlandırmak: akıtmak; kızartmak; kızarma; ısınma; kırmızılık; ateş hararet; (iskambil) floş
- fluster -- şaşırtmak; heyecan
- flute -- (müz.) flüt; (mim.) yiv; flüt çalmak: flüt gibi ses çıkarmak veya şarkı söylemek; (mim.) yiv açmak
- flutter -- kanatlarını çırpmak; titremek; çırpınmak; titretmek; telâşa düşürmek; titreme; telâş; (hav) kanat sarsıntısı; (tıb.) titreme
- flux -- seyelân; değişme; (fiz.) akı; akış; denizin meddi; eritici madde; emaye işinde kullanılan ve kolay eriyen bir çeşit cam; akıtmak
- fluxion -- akıntı; (mat.) bir miktarın değişme hızı. fluxional akıntıya ait; değişen
- fly -- uçuş; (terz.) fermuar veya düğme ile kapatılabilen kısım; (beysbol.) vurulup havaya kaldırılan top; (mak.) sürat regülatorü: bayrak veya sancağın ucu: çadırda kapı yerine geçen perde: (çoğ.); (matb.) baskı makinasında kâğıt toplayıcısı. on the fly uçarken; (A.B.D); (flew; kaçmak; fırlamak; -(den.) kaçmak; süratle iş görmek. fly apart birdenbire kopup ayrılmak; kaçmak. fly blind (hav.) yalnız aletleri kullanarak uçmak. fly high çok hırslı olmak; sinek; sinek veya böcek şeklinde olta iğnesi; sinek şeklinde sus. fly blister (tıb.) kurutulmuş ispanyol sineginden yapılmış bir çeşit yakı. flypaper sinek kağıdı. fly swatter sineklik; (argo) uyanık
- flyblow -- sinek yumurtası.
- flyer -- (bak.) flier.
- flypaper -- sinek kağıdı.
- foal -- tay; tay doğurmak. in foal with foal gebe (kısrak)
- foam -- köpük; köpürmek; öfkelenmek; çok öfkelenmek. foam rubber sünger. foamy köpüklü.
- fob -- (bed; başından savmak; bir kenara atmak; pantolonda ufak saat cebi; (A.B.D) saat kösteği.; (kıs.) free on board (tic.) fob
- focalize -- mihraka getirmek
- focus -- (çoğ.) cuses; (mat.) odak noktası; bir noktaya getirmek; dikkatini toplamak. in focus odağı tam ayarlı. out of focus iyi ayar edilmemis
- fodder -- saman veya ot gibi hayvan yemi; yem vermek
- foe -- düşman
- fog -- (ged; (foto.) donukluk; bunaklık; sisle kaplamak; sisle dolmak; bunamak. fog bank (meteor) uzaktan özellikle denizde görülen sis; ot biçiminden sonraki yeni sürgün.
- foil -- engellemek; avda avcıları saşırtmak; hayvan izi.; yaldız kâğıdı; ayna sırı; (kıymetli taş için) foya; kıyas ve karşıtlık için gösterilen kimse veya şey; (mim.) yaprak; zıt nitelikte bir şeyin yanına koyarak kıymetini ortaya çıkarmak.; eskrim kılıcı
- foist -- hile yaparak kabul ettirmek; (sahte bir şeyi) aslı diye kabul ettirmek. foist something off on somebody hile ile kabul ettirmek
- fold -- (sonek) kat; katlamak; (matb.) kırmak; sarmak; kaplamak; katlanmak; sarılmak; kavuşturmak (elleri); hafifçe katmak; (A.B.D); yorgunluktan çökmek; kat; büklüm; boğum (yılan); (jeol.) kıvrım. fold the arms kolları kavuşturmak. folding bed açılır kapanır karyola. folding door katmer kanatlı kapı. folding machine kırma makinası.; ağıl; koyun sürüsü; cemaat; ağıla kapamak.
- foliage -- yapraklar; (mim.) süslemede kullanılan yaprak ve dal şekilleri. foliage plant yapraklarının güzelliği için yetiştirilen bitkiler.
- foliate -- dövüp ince yaprak şekline sokmak; sır sürmek; (mim.) yaprak şekilleriyle süslemek; yapraklara ayrılmak; (matb.) sayfaları numaralamak. foliate(d) yaprak şeklinde; varaklara ayrılabilir
- folio -- (çoğ.) -os); ikiye katlanmış kâğıt tabakası; ikiye bükülmüş yapraklardan meydana gelen kitap; basılmış kitabın sayfa numarası; hesap defterinde karşı karşıya olan aynı numaralı iki sayfa; (huk.) bir vesikanın uzunluğunu tayin için kullanılan belirli kelime sayısı; (matb.) ikilik formalı
- follow -- takip etmek; mesleğinde çalışmak; kovalamak; uymak; sonucu olmak; takip; bir kimseyi kendine örnek almak. follow the hounds köpek kullanarak atla ava gitmekb follow the sea denizci olmak. follow through başladığına devam edip sonuca bağlamak; tenis veya golf oyununda topa vurduktan sonra raket veya sopayı sallamaya devam etmek. followthrough devam; tamamlamak. followup takip etme; takip etmede kullanılan herhangi bir şey. as follows böylece; aşağıda gösterildiği şekilde. It follows from this that... Bundan da anlaşıldığı gibi
- fond -- deli
- fondle -- okşamak; okşayarak sevgisini göstermek
- food -- yemek; gıda; iaşe; (for animals) yem. food card yemek karnesi. food control yiyecek maddelerinin kontrol altına alınması. food poisoning gıda zehirlenmesi. foodstuff yiyecek
- fool -- ahmak veya budala kimse; soytarı; küçük düşürülen kimse. fools cap soytarı külâhı; okullarda oğrencilere eskiden ceza olarak giydirilen yüksek ve sivri tepeli külâh. foolscap yaklaşık olarak 33 x 40 cm ebadında kâğıt. fool' errand bir iş için boşuna bir yere gitme. fool' mate satranç oyununda belirli ve çok basit bir usul ile (mat.) etme. fool' paradise geçici ve gerçek olmayan mutluluk. All Fool' Day ing; aldatmak; delilik ve maskaralık etmek; boşuna vakit geçirmek; kaçırmak. fool with (k.dili) ile oynamak
- foolproof -- salim; kusursuz
- foot -- yaya yürümek; (gen.) up ile yekununu çıkarmak; ödemek; gitmek; yol almak; (çoğ.) feet) ayak; ayak kısmı; en alçak kısım; alt; temel esas; son; (şiir) vezin tef'ilesi; yaya asker; dikiş makinasında bezi düz tutan parça; yekun; tesiri altında. cubic foot kübik kadem; iradesi dışında. have feet of clay dışardan görünmeyen önemli bir kusuru olmak. keep one's feet düşmemek; elinden geleni yapmak. put one's foot into it
- footer -- yaya. a six footer aşırı uzun boylu kimse.
- footnote -- dipnot; dipnot koymak.
- footpad -- (eski.) yaya dolaşan haydut
- foozle -- beceriksizce yapmak; beceriksizlik.
- forage -- hayvan yemi; yiyecek peşinde koşma; yiyecekleri yağma etmek; yiyecek temin etmek için uğraşmak; yem veya yiyecek tedarik etmek. forage cap (Ing) bir çeşit piyade veya subay başlığı.
- foray -- çapul; akın; yağma etmek
- forbear -- (bore; sabır
- forbid -- (bade; Pekin'deki eski yasak bölge. forbidden degrees nikâh düşmeyen akrabalık dereceleri. forbidden fruit ahlâkdışı zevk.
- force -- güç; zor; hüküm; (fiz.) güç; tedavülde; yü rürlükte. Iand forces kara kuvvetleri. naval forces deniz kuvvetleri.; zorlamak; tazyik etmek; zorla almak; ırzına geçmek; (bahç) suni usullerle turfanda meyva; aşırı çalışmaya zorlama. forced labor zorla çalıştırma; angaryaya zorlanan işçiler. forced landing (hav) mecburi iniş. forced loan (tic.) mecburi borçlanma. forced march (ask.) zoraki yürüyüş'. forced sale mecburi satış. forcing pit (bahç) bitkileri çabuk yetiştirmek için ısı verici maddeleri havi çukur.
- forcefeed -- zorla yedirmek.
- ford -- ırmakta yürüyerek geçilen sığ yer; sığ yerden yürüyerek geçmek. fordable yürüyerek geçilebilir.
- forearm -- (anat.) önkol; önceden silâhlandırmak.
- forebode -- önceden haber vermek; (özellikle uğursuz bir şeyi) önceden hissetmek. foreboding kötü bir şeyin vuku bulacağını önceden hissetme
- forecast -- tahmin; (cast veya casted) önceden tahmin etmek; belirtisi olmak: tasarlamak.
- foreclose -- (huk.) parayı ödemediği için ipotekli malı sahibinin elinden almak; imkânsızlaştırmak; önceden halletmek.
- foredoom -- önceden mahkum etmek.
- forefoot -- ön ayak.
- forefront -- en öndeki yer
- foregather -- (bak.) forgather.
- forego -- (bak.) forgo.; (went
- foreground -- ön plan. in the foreground ön planda
- forehand -- tenis sağ vuruş; atın boynu ve omuzları; menfaatli mevki; sağ vuruşla yapılan; önderlik eden; önceden yapılan.
- forejudge -- (bak.) forjudge.; önceden hüküm vermek.
- foreknow -- (knew
- forelock -- alın üzerine sarkan saç demeti perçem; (mak.) başlık çivisi
- forename -- birinci isim
- foreordain -- evvelden takdir etmek
- forerun -- (ran; müjdelemek. forerunner selef; cet; müjdeci
- foresee -- (saw seen) önceden görmek ileriyi görmek
- foreshadow -- önceden ima etmek
- foreshorten -- (güz. san) resimde yandan görülen bir şeyin boyunu kısa göstermek.
- foreshow -- (showed
- foreskin -- (anat.) sünnet derisi
- forest -- orman; ağaç dikip orman haline getirmek
- forestay -- (den) pruva ana istralyası.
- foretaste -- önceden alınan tat; önceden tadına varma.
- foretell -- (told telling) önceden haber vermek; kehanette bulunmak.
- foretoken -- ihtar; evvelden uyarmak
- forewarn -- önceden ikaz etmek
- forfeit -- ceza olarak bir şeyin veya hakkın kaybedilmesi; ceza olarak kaybedilmiş; ceza olarak kaybetmek. forfeitable ceza olarak kaybedilebilir.
- forgather -- toplanmak; rastlamak; ahbap olmak
- forge -- ağır ve devamlı ilerlemek. forge ahead yarışta başa geçmek; ilerlemek.; demirci ocağı; demiri ocakta kızdrıp işlemek; sahtesini yapmak.
- forget -- (got; ihmal etmek. forget oneself diğerkâmlık etmek; kendini unutmak; düşünceye dalmak. forget about a thing bir şeyi büsbütün unutmak. forgettable unutulabilir.
- forgive -- (gave
- forgo -- (went
- forjudge -- (huk.) mahkeme kararıyla elinden almak; mahkeme solonundan çıkarmak.
- fork -- çatal; (bahç) bel; yol veya nehrin çatallaşan yer veya kolu; çatallaşmak; yerden bitmek (mısır); çatal şekli vermek; ayrılmak; çatalla kaldırmak; savurmak; (bahç) bellemek. fork lift (mak.) çatallı kaldırıcı. fork out
- form -- şekil; beden; cins; tarz; (spor) form; fiş; gelenek; üslup; (matb.) forma; (ing) (okullarda) sınıf: first form orta bir. bad form (ing) etikete aykırı davranış; biçimsiz; (spor) formunda olmayan.; biçimlendirmek; teşkil etmek; düzenlemek; edinmek; kurmak; şekil almak; hasıl olmak
- formalize -- resmileştirmek; şekil vermek; resmi olmak
- format -- (matb.) kitabın genel düzeni; (program) genel biçim.
- formulate -- formül halinde ifade etmek; kesin ve açık olarak belirtmek. formula'tion formül şeklinde ifade etme
- fornicate -- evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak
- forsake -- (sook; yüzüstü bırakmak
- forsooth -- (alay.) gerçekten
- forstall -- erken davranıp önlemek; daha evvel davranmak; fiyatı yükseltmek için önceden satın almak veya istif etmek
- forswear -- (swore; yeminle inkâr etmek; bırakmak. forswear oneself yalan yere yemin etmek. foresworn yalan yere yemin etmiş.
- fort -- kale; istihkâm. hold the fort savunmak; işi devam ettirmek
- forth -- ileri; meydana getirmek
- fortify -- istihkam haline getirmek; takviye etmek; alkol ilave ederek kuvvetlendirmek.
- fortress -- istihkâm kale
- fortune -- talih; rastlantı; uğur; şans; kader; servet
- forward -- ilerletmek; göndermek; ambar. forwarding address yeni adres.; ileride olan; ileri; küstah; aşırı; radikal; (futbol.) ön sırada yer alan oyuncu; istekle; kustahça. forwardness cüret
- fossick -- Avustralya (eski.) maden ocaklarını eşerek maden aramak.
- foster -- beslemek; teşvik etmek; küçüklükten beri aynı yerde kardeş gibi büyümüş kimse. foster child evlât gibi büyütülmüş çocuk; süt evlât. foster father çocuğu kendi evinde evlâdı gibi büyüten adam
- foul -- kirletmek; bozmak; rezil etmek; yanmış barutun çamuru ile kirletmek (top namlusunu); (den) ot ve midye bağlamak (tekne karinası); dolaştırıp işlemez hale getirmek; (spor) oyuncuya karşı kural dışı harekette bulunmak; kirlenmek; dolaşmak; iğrenç kerih; kirli; menfur; bozuk; sövüp sayma kabilinden; fena (hava); dolaşmış; midye bağlamış (gemi teknesi); (den.) gambalı çaparız; (spor) kurallara aykırı hareket; dolaşma; çarpışma; haince hareket hıyanet; cinayet. foul shot basketbol faul atışı. by fair means or foul iyi veya kötü yola baş vurarak; çatmak; haince. foulness bozukluk; pislik; günah.
- found -- kalıba dökmek; kurmak; (bak.) find.
- founder -- (den) su dolup batmak; batırmak: batmak; çökmek; sakatlanmak (at); (bayt.) atlarda görülen tırnak iltihabı.
- fountain -- çeşme; fıskıye. fountainhead pınar başı
- fowl -- (çoğ.) fowl; kümes hayvanı; tavuk; yabani kuş avlamak. barnyard fowl kümes hayvanı. Cochin fowl çin tavuğu. guinea fowl Hint tavuğu
- fox -- aldatmak; sarhoş etmek; (kitap yapraklarının kenarlarını) kırmızıya boyamak; ekşitmek (bira); tilki; tilki kürkü; kurnaz adam. fox chase tilki avı; bunu taklit eden oyun. fox glove yüksükotu
- fraction -- parça; (kim) damıtık madde; (mat.) kesir. common fraction adi kesir
- fractionate -- kısımlara ayırmak (imbikten çekilen sıvılar)
- fractionize -- (mat.) kesirlere ayırmak; kısımlara ayırmak.
- fracture -- kırma; kırık; (tıb.) kemik veya kıkırdağın kırılması; yarık; çekiçle kırılınca madenin meydana çıkan yüzeyi; kırmak çatlatmak; kırılmak. compound fracture (tıb.) kırılan kemik uçlarının deriyi delerek dışarı çıkması hali. greenstick fracture (tıb.) küçük çocuklarda kemiğin iki parçaya ayrılmadan kırılması. simple fracture (tıb.) basit kırık.
- fragment -- kırılmış parça; parçalara ayırmak.
- fragrance -- güzel koku
- frail -- kolay kırılır; kolay bozulur; zayıf; zayıf ahlâklı; zayıf ahlâklı olarak. frailty zayıflık; kuru yemiş küfesi; bir küfelik kuru yemiş.
- fraise -- bilhassa Kraliçe 1. Elizabeth zamanında giyilen kırmalı yakalık; istihkâma konan uçları sivri kazıklar
- frame -- şekil vermek; tasarlamak; düzenlemek; çerçevelemek; çatmak; (argo) yalan yere suç yüklemek; ilerlemek; becermek; çerçeve; beden; gergef; hal. frame house ahşap ev. frame of mind düşünüş tarzı; mizaç; yalan yere suç yükleme; çevre.
- franchise -- oy verme hakkı; hükümet tarafından tanınan imtiyaz veya muafiyet; imtiyaz
- frank -- (k.dili.) sosis.; ortaçağda Cermen kavimlerinden birine mensup kimse; Avrupalı; postada ücretsiz gitmesi için mektubun üzerine imza atmak; muaf tutmak; (mektup) posta ile parasız gönderme hakkı; ücretsiz gitmesi için mektupların üstüne atılan imza; ücretsiz giden mektup.; açık sözlü; açık; samimi olarak. frankness açık sözIülük
- frankenstein -- Frankeştayn; kendi yaptığı bir iş sonucunda mahvolan kimse; yaratıcısının kontrolundan çıkıp mahvına sebep olan herhangi bir şey.
- frap -- (ped
- fraternize -- birbiriyle kardeş gibi olmak; düşmanla kardeş gibi samimi olmak. fraterniza'tion arkadaşlık etme
- fraud -- hile; dolandırıcı ve hilekar kimse
- fraught -- dolu
- fray -- kavga; (kumaş) yıpratmak; yıpranmak.
- frazzle -- yıpranma; yıpratmak; yıpranmak
- freak -- garabet; acayiplik; kapris
- freckle -- çil; çillenmek; çil basmak. freckled
- free -- azat etmek; hapisten kurtarmak; özgür; serbest; açık; bedava; (bot.) ayrı; (kim) serbest terkipsiz; eli açık; teklifsiz; from ile azade; of ile ari; parasız. free alongside geminin bordasında teslim. free board parasız yemek. Free Church devletle ilişkisi olmayan kilise. free enterprise (ikt.) serbest teşebbüs. free flight roketin enerjisiz uçuşu. freefrom pain ağrıdan kurtulmuş. free gift karşılıksız hediye. free kick (spor) serbest vuruş; bir yere parasız girenlerin listesi; bisiklette pedallar kullanılmayınca arka tekerleği serbest bırakan kenet. free with his money eli açık
- freehand -- (güz.san) öIçü ve araç kullanmaksızın elle yapılmış (resim)
- freelance -- kendi hesabına çalışmak (yazar
- freeload -- (argo)
- freestyle -- serbest yüzme stili.
- freeze -- (froze; çok üşümek; buz tutmak; dondurmak; fiyatları dondurmak; (ikt.) dış üIkelere ait banka mevduatını dondurmak; donma; bir kenara çekilip ağzını açmamak. freeze one's blood kanını dondurmak
- freight -- navlun; yük; yük katarı; yüklemek; nakletmek. freight car yük vagonu. freight train marşandiz
- french -- Fransa'ya; Fransızlar; Fransızca. French chalk terzi tebeşiri. French curve (müh.) eğri çizmede kullanılan plastik şekil. French doors çift kanatlı camlı kapı. French dressing sirke ve çiçek yağından yapılan salata sosu. French fried yağda kızartılmış. French horn (müz.) pistonlu korno
- frenchify -- Fransızlaştırmak; Fransızlaşmak.
- frenzy -- çılgınlık; çıldırtmak
- frequent -- sık sık gitmek; sık sık vuku bulan. frequently sık sık. frequentness sık sık vuku bulma.
- fresco -- (çoğ.) coes; fresk yapmak.
- fresh -- taze; tatlı (su); temiz; canlı; dinlenmiş; (A.B.D); yeniden süt vermeye başlayan (inek); taze taze; serinlik. fresh air camp açık hava kampı. fresh breeze serin ve orta hızda rüzgâr. fresh complexion tazelik; acemi; (A.B.D) tanınmayan. begin a fresh chapter yeniden başlamak; acemilik.
- freshen -- tazeleştirmek; artmak (rüzgar); doğurmak (inek); (den.) bir halatın yerini değiştirmek veya başka türlü tazelemek; tuzunu çıkarmak; tazelenmek; serinlemek.
- fret -- (ted; üzmek; aşındırmak; aşınmak; çalkalandırmak; çalkalanmak; üzüntü; aşınma; yenmiş yer. fret and fume mırıldanmak; kenar süsü; kenarını süslemek; (mim.) kabartma yapmak; sazın perde taksimlerini takmak. fret saw kıl testere. fretwork bazı yeri kabartma bazı yeri oyma olan iş.
- fribble -- eğlenmek; away ile boşa harcamak; hafifmeşrep
- fricassee -- salçalı et; yahni pişirmek.
- fridge -- (k.dili) buzdolabu.
- friend -- dost; koruyan kimse; yardımcı; (b.h) Kuveykır mezhebine mensup kimse. be friends with ahbap olmak. have a friend at court mahkemede dayısı olmak
- frieze -- kaba çuha; (mim.) saçaklıklarda baştabanla korniş arasmdaki tezyinat; buna benzer duvar süsü.
- fright -- korku; korkutucu şey; (k.dili) çirkin şey. Iook a fright gülünç olmak
- frighten -- korkutmak; korkutup kaçırmak; ürkütmek.
- frill -- farbala; (A.B.D) (k.dili) gereksiz sus; kuş veya hayvanların özellikle boyunlarında bulunan saçak gibi tüyler; fotoğraf filminin ucundaki kırışıklık; farbala yapmak; kırıştırmak frilly farbalalı
- fringe -- saçak; saçak gibi şey; kenar; (fiz.) ışın kırılmasından meydana gelen koyu çizgilerden biri; saçak veya kenar takmak. fringe benefit işçiye ücreti dışında sağlanan her hangi bir şey (sosyal (sig.)orta
- frisk -- sıçrayıp oynamak; oynatmak; (A.B.D); arama yaparken kıymetli şeyler çalmak: sıçrama; oyun; arama
- frit -- (ted; cam karışımını belirli derecede ısıtmak.
- fritter -- gözlemeye benzer bir çeşit börek.; parça; parça parça kesmek
- frivol -- (ed veya led
- frizz -- frizzle kıvırmak; kıvrım; frizzle cızırdatarak kızartmak
- frock -- rahip cüppesi; cüppe; iş gömleği; redingot; frak; redingota benzer asker ceketi; kadın elbisesi; cüppe giydirmek
- frog -- kurbağa; at tırnağının içi; (d.y) rayların çaprazvari kavuştukları noktadaki X şeklinde ray tertibatı; kordonla kumaş kenarına yapılmış olan düğme iliği; çiçekleri dik tutmak için vazo içine konan ağır bir tutucu. frog in the throat ses kısılması. trae frog yeşilbağa
- frolic -- (icked; coşma; gülüp eğlenmek; neşeli
- front -- ön; ön taraf; (bir arsanın) yol kenarı; birleşik hareket grubu; hareket sahası; başkan; gizli maksatları örtmek için kullanılan kurum veya şahıs; cüret; takdir; (otelde) sıra kendisinde olan vale; (meteor) (soğuk veya sıcak) hava bölgesinin ön cephesi; kolalı gömlek göğüslüğü; öndeki; yönelmek; karşı gelmek; karşılamak.front bench (ing) (pol.) (Parlamentoda) ön sıralar
- frontier -- hudut; yerleşilmemiş bölge; ilimde keşif sahası.
- frosh -- (A.B.D) (argo) Lirıiversitede birinci sınıf örencisi.
- frostbite -- (parmak
- frot -- donma; ayaz; soğuk davranış; (argo) başarısızlık; dondurmak; şekerli bir karışımla kaplamak (pasta); donmak; buz tutmak. frost line toprağın azami buz tutma derinliği.
- froth -- köpük; boş laf; köpürtmek; köpük püskürtmek; köpürmek
- frown -- kaşlarını çatmak; hiddetle bakmak; kaş çatma; menetmek. frowningly kaşlarını çatarak; hiddetle.
- fructify -- meyva vermek; meyva verir hale getirmek
- fruit -- meyva; semere; tohum; (bot.) bir bitkinin tohumlu kısmı; netice; sonuç; (A.B.D); meyva verdirmek veya vermek; verimli kılmak veya olmak. fruit cake meyvalı kek. fruit cup bardak veya kadeh içinde verilen meyva salatası. fruit knife meyva bıçağı. fruit salad meyva salatası. fruit sugar früktoz.
- frump -- acayip kılıklı ve huysuz kadın
- frustrate -- işini bozmak; sinirli. frustra'tion aksiliğe çatma hissi; asabiyet. frus'trating boşa çıkaran; asap bozucu
- fry -- tavada kızartmak veya kızarmak; kızartılmış yemek; kızartılmış yemeklerin yendiği piknik. frying pan tava. jump out of the frying pan into the fire bir belâdan kurtulayım derken daha kötüsüne çatmak; (çoğ.) fry) yavru balık; çok sayıda doğan her türlü hayvan yavrusu; (çoğ.) sürü halinde giden ufak balıklar. small fry çocuklar; değersiz kimse veya şey.
- fuck -- (kaba); sikme.
- fuddle -- şaşırtmak; sarhoş olmak; sersemlik
- fudge -- yumuşak bir şekerleme; boş laf; (matb.) son dakikada gazeteye konan parça; uydurmak; acemice iş görmek; saçma söz söylemek; bilya oyununda eli fazla ileri götürmek.
- fuel -- (. (ed; ateşe yakacak atmak; (den.) yakıt yüklemek. fuel cell (mak.)
- fugue -- (müz.) füg.
- fulfill -- ing fil nail olmak; yapmak; görmek; bitirmek; icra
- full -- dolu; meşgul; boş olmayan; tok; tam; azami derecede; met; dolgun; tamam; dolun (ay); kalın; bol; tam gelişmiş. fullbodied kuwetli ve memnun edici derecede (içki) full brother öz erkek kardeş. full dress resmi elbise; (matb.) kalın harf. fullfashioned kesiksiz örülmüş. fullfledged tüyleri büyümüş; harekete geçmiş; tam yetkili. full gainer havada ters perende atarak suya dalma. full house (tiyatro) her yerin dolu olması; pokerde ful. fulllength tam boy (portre) full membership tam üyelik asli üyelik. full moon dolunay. full nelson (güreşte) künde. full pay tam ücret veya maaş. full professor profesör. fullrigged üç direkli tam armalı (gemi) fullscale orijinal ebatta (suret; bütün güçle yapılan (hücum; tam vuruş. full to overflowing; tamamıyle; (çuhayı) dibek içinde kül ve sabunla dövüp yıkamak; bol bırakarak dikmek veya dikilmek (elbise); bir şeyin dolusu; fazlasıyle; doğru. fullgrown kemale ermiş
- fuller -- çırpıcı; demiri dövüp saç yapmakta kullanılan çekiç. fuller' earth kil
- fulminate -- gürlemek; ateş puskurtmek; patlatmak; Iânet okumak; (kim.) fulminat asidinin tozu inisyal patlayıcı madde fulmination pat lama; ateş puskürme; Iânet okuma fulminatory gürleyen; Iânet okuyan
- fumble -- el yordamıyle beceriksizce aramak; tutamamak; becerememek; konuşurken duraklamak; oyun da topu duşürmek; tutamayış; topu düşürme fumbler beceriksiz kimse fumblingly beceriksizce
- fume -- duman; öfke; duman veya buhar çıkarmak; tüt sülemek; buğusu çıkmak; kızmak
- fumigate -- fbuharladezenfekteet mek fumiga'tion buharladezenfekteetme; buhardan geçirme fum'igator bu şekil de dezenfekte eden kimse
- fun -- (ned; şaka; k dili şaka etmek; k dili eğlendirici; şaka olsun diye in fun şakadan
- function -- ic gr!rev; kuvvet; toren; (mat.) fonksiyon; işlemek
- fund -- sermaye; stok; ser vet; ço para: sermayeye tahvil etmek; eshama çevirmek; sermaye bulmak veya temin etmek funded debt birleştirilrrıiş dev let borçları mutual fund (tic.) kendi hisse senetlerini satıp tedarik edilen para ile baş ka firmaların senetlerini alan anonim şirket raise funds para toplamak reserve fund (tic.) ihtiyat sermayesi
- funk -- ing; korkak adam; çok korkmak; korkaklık etmek; onlemek
- fur -- (red; post; kürkle kaplamak; pas veya kir bağlamak (dil); (mim.) döşeme tahtalannın al tına parça koymak make the fur fly ABD; tuylü
- furbelow -- farbala; şa tafatlı süs; farbala ile süs!e mek
- furbish -- parlatmak
- furcate -- çatallanmış; çatallanmak
- furl -- (yelken
- furlough -- sıla izni; sıla izni vermek
- furnace -- ocak; azap yeri veya vakti; çok slcak yer; ocakta kızdırmak
- furnish -- teçhiz etmek; döşemek; salamak
- furrow -- sabanın açtığı iz; kırışık; tahta veya maden üstüne kazılan ufak oluk; saban izi yapmak; alında kırışık Iık hâsıl etmek
- further -- ötedeki; ilave olunan; (Further çogun lukla miktar ve derece; ilâveten; ilerletmek
- fuse -- eritmek; eriyip birbiriyle kaynaşmak; fitil; patlayıcı maddenin patlama cihazı; (elek.) (sig.)orta; (sig.)orta takmak; fitil koymak
- fusillade -- yaylım ateşi; yay Iım ateşi açmak
- fusion -- erime; eritip birleş tirme; birlestirme; (pol.) partilerin birleşmesi; (fiz.) atomlann kaynamasyndan meydana gelen reaksiyon
- fuss -- telas; aşırı övgü; titiz davranmak ufak ayrıntılarla ilgilenmek; meraklanmak; yakınmak; telâş etmek; telâşa vermek fussbudget kdili telâşlı veya yaygaracı kimse
- fustigate -- saka sopa ile döv mek fustiga'tion dayak
- fuzz -- tüy gibi şeyler; (hav.); h vırcık saç; (argo) polis; ufak parçalarla kaplamak; tüylenmek fuzzball yabani mantar fuzzy tuy ve (hav.) dökuntüsü gibi olan: donuk belirsiz; kabank (saç) fy (sonek) yapmak: simplify; ol (mak.)
- gab -- kdili gevezelik
- gabble -- çok çabuk konuşmak; ge vezelik etmek; anlamse sesler çıkarmak; kaz gibi ses çIkarmak; gevezelik
- gad -- (ded; maden hrmak için kullamlan sivri uçlu demir; üvendire; arazi öIçmeye mahsus cubuk
- gaff -- balıkçı zıpkını; den randa yelke ninin üst sereni; dövüş horozunun ayagma geçirilen madeni mahmuz; (argo) gürültülü ve sinir bozucu konuşma; zlpkmla vurup tutmak (ballk) stand the gaff ABD
- gag -- (ged; t/b ağzı açık tutmak için agıza sokulan alet; söyletmemek; ağzım tlkamak; (haberin) yayılmasına engel olmak; t/b alet ile ağzım açık tutmak; ögürmek gag rule mecliste konuşmay smırlandlran kural; (argo) şaka; sahnede oyuncu tarafmdan uydurulup ilâve edilen şaka gag man şaka ve espriler yazan kimse
- gage -- (bak.) gauge; pey; rehin; düelloya davet anlammdayere ablan eldiven; bahse giriş mek; birkaç çeşit yeşil veya san iri erik; (bak.) greengage
- gaggle -- kaz gibi ses çıkarmak; kaz sürüsü; cenebaz kadınlar grupu
- gain -- oluk; oluk açmak; kazanç; yarar; artma; kazanmak; varmak; ileri gitmek (saat); iler lemek gains kazanç
- gainsay -- (said) inkâr etmek
- gait -- yurüyüş; at yürüyüşü gaited belirli bir yürüyuş hızına sahip
- gaiter -- tozluk
- gale -- sert rüzgâr; siir hafif rüzgâr; kahkaha tufanı; bataklık yerlerde yetişen guzel kokulu bir bitki (bot.) Myrica gala
- gall -- kls gallon; sürtmekten h3sı1 olan yara; sinirlendirici herhangi bir şey; zayıf nokta; bir arazide çorak olan kısım; sürterek yara etmek; sinirlendirmek; sürtünme ile yara olmak 13all ing inciten; mazl
- gallery -- dehliz; üstü kapalı balkon; (cami; tünel; galeride toplanan halk; salon; (den.) (eski.) gemilerin kı; (mad.) galeri play to the gallery seyirciler üze rinde parlak bir tesir bırakmaya çalışmak; halkın sempatisini kazanmaya gayret etmek
- gallivant -- gezip tozmak
- gallop -- dörtnala gitmek; dortnala koşturmak (at); dortnala gidiş; acele gidiş
- galosh -- kaloş
- galumph -- Iap lap yürümek
- galvanize -- harekete getirmek; (mad.) gal vanizlemek; galvanik cereyan geçirmek; r
- gam -- balina süruisü; (argo) bacak
- gambado -- at slçramasl; at gibi slçrama
- gambit -- (satranç) oyununda daha iyi bir mevki kazanmak için bir oyuncunun bir veya birkaç taş feda etmesi; bir konu tartışmasını açış
- gamble -- kumar oynamak; so nucundan emin olunmayan bir teşebbüse gi rişmek; şansa bağlı bir işe girişmek; kdili tehlikeli teşebbüs gamble away kumarda kaybetmek gambler kumarbaz gam bling kumar oynama gambling (den.) kumarhane
- gambol -- sıçrama; sıç rayıp oynamak
- gambrel -- (at ve benzeri hayva nın) art ayak bileği gambrel roof (mim.) balık sırtı d am
- game -- oyun; (spor); oyun partisi; plan; av; av eti game bird av kuşu game fish yakala nınca direnen balık game laws av hu kuku game theory (oyun; gözüpek; av hay vanlarına ait gamely cesurca game ness yiğitlik; k dili topal
- gammon -- domuz etinin tuzlan mış ve tutsulenmiş but tarafı; domuz etini tütsulemek; tavla; tavlada mars; mars etmek; (ünlem) ing; boş laf etmek; aldatmak; (ünlem) Saçmalık (I.) Boş lafl; (den.) cıvadrayı baş bo doslamasına tiringa halatı ile bağlamak gam moning cıvadra tiringası gamo onek cinsiyetle ilgili; bileşik gamous (sonek) evlilikle ilgili
- gander -- erkek kaz; ABD (argo) bakış Take a ganderl (argo) şuna bakıverl
- gang -- çete; takım; guruh; avene; yardakçılar; işçi takımı; (mak.) alet takımı; takım olmak; kdili çete halinde saldırmak; iskorj gitmek
- gangrene -- tlb kangren; kan gren etmek veya olmak gangrenous kangren olmuş
- gangster -- gangster
- gangway -- (ünlem) yol; den ambarda eşya arasındaki geçit; guvertede bir kısımdan ötekine geçilen iskele; iskele tahtası; (ünlem) Yol ver (I.) Yağlı boya (I.) Destur (I.)
- gaol -- gaoler (bak.) jail
- gap -- (ped; geçit; aralık; açıklık; yol açmak
- gape -- esnemek; ağzını açık tutmak; yarılmak; esneme; ya rık; bir ku
- garage -- garaj
- garb -- kıyafet; giy dirmek
- garbage -- çöp; pis ve değersiz şey garbage man çopçü
- garble -- tahrif etmek; tahrif; bo zulmuş olan şey; maden alaşımı
- garden -- bahçe; bostan; alelade. garden hose bahçe hortumu. Garden of Eden cennet bahçesi. garden party gardenparti. botanical garden bitkilerin sergilendiği bahçe. kitchen garden sebze bahçesi. market garden bostan.; bahçıvanlık etmek
- gargle -- gargara etmek; gargara.
- garland -- çelenk; antoloji; çelenkle süslemek.
- garment -- giysi; giydirmek.
- garner -- toplamak; tahıl ambarı.
- garnet -- (jeol.) grena; Iâl taşı rengi.
- garnish -- donatmak; bir servis tabağındaki yemeğin etrafını süslemek; (huk.) haczetmek; süsleme. garnishment süsleme; haciz.
- garnishee -- (huk.) haczetmek
- garrison -- garnizon; garnizonun bulunduğu yer; garnizon kurmak; bir şehre asker yerleştirmek.
- garrote -- İspanya'da eskiden uygulanan vidalı demir halka ile boğarak idam cezası; bu cezanın uygulanmasında kullanılan alet; soymak maksadıyle birinin boğazını sıkma; boğarak idam etmek; boğazını sıkarak soymak.
- garter -- çorap bağı; b.h. İngiltere'de dizbağı nişanı; çorap bağı ile bağlamak. garter snake Kuzey Amerika'ya mahsus zehirsiz ufak yılan
- gasbag -- gaz toplamaya mahsus torba; (argo) laf ebesi
- gasconade -- övünme; övünmek.
- gash -- uzun ve derin yara; yaralamak.
- gasify -- gaz haline koymak; gazlaşmak.
- gaslight -- gaz ışığı.
- gasp -- solumak; nefesi kesilerek söylemek; soluma
- gat -- dar kanal.; (argo) tüfek; (eski.) got.
- gate -- kapı; dağ geçidi; (maç veya temsilde) temin edilen bilet hasılatı; büyük valf; (elek.) sinyal cereyanı ile işleyen anahtar; dokümcülük kalıbı doldurmak için açılan delik; bu boruyu dolduran ma(den.) gatecrasher (k.dili.) parasız veya davetiyesiz giren kimse. gatehouse kapıcı odası. gatekeeper kapıcı. gateleg(ged) table açılır kapanır ayaklı kanatları olan masa. gatepost kapı süvesi. between you and me and the gatepost söz aramızda. gateway geçit
- gather -- toplamak; devşirmek; seçmek; yığmak; kazanmak; anlamak; büzmek; toplanmak; artmak; (matb.) sayfaları sıraya koymak; (tıb.) toplanmak (cerahat) gather up bir araya getirmek
- gaud -- süs
- gauze -- tül; kafes tel; pus; şeffaf.
- gavage -- (tıb.) lastik sonda ile besleme.
- gavel -- bir toplantıda oturumun açıldığını ilan için başkanın masaya vurduğu tokmak.
- gavotte -- eski bir Fransız dansı
- gawk -- (k.dili.) ahmakça bakmak; ahmak veya hantal kimse. gawky hantal
- gay -- neşeli; parlak; zevk ve sefa düşkünü; sefih; (argo) ibne. gaily
- gaze -- gözünü dikip bakmak; dik bakış.
- gazette -- gazete; resmi gazetede ilân etmek.
- gazetteer -- atlas
- gear -- (mak.) dişli; dişli takımı; vites; donanım; elbise; eşya; viteslemek; donatmak: giydirmek; uymak
- gecko -- (zool.) sıcak memleketlere mahsus ufak bir kertenkele.
- gee -- G harfi.; (A.B.D.); unlem at veya öküz sürerken "sağa git" manasında kullanılan bir (ünlem): Deh! Haydi !; (ünlem) hayret ifade eden ünlem: Ya ! Öyle mi? Allah Allah !
- gel -- (kim.) koloit koloit haline gelmek; (bak.) jell.
- geld -- hadım etmek; esaslı bir şeyden mahrum etmek; kuvvetini kesmek
- gem -- (med; cevher gibi kıymetli ve güzel şey; hafif bir çeşit pasta; kıymetli taşlarla süslemek
- geminate -- çift olmak. gemina'tion çift yapma.; çift olarak bulunan.
- gemmate -- (biyol.) tomurcuklanan; tomurcukla (çoğ.)almak. gemma'tion (biyol.) tomurcuklanma
- gender -- (gram.) ismin cinsi
- generalize -- genelleştirmek; herkese teşmil etmek; (güz. san.) ayrıntılarını belirtmeden genel olarak tamamlamak; (tıb.) hastalığı umumi bir hale koymak; (tıb.) yayılmak; umumileşmek.
- generate -- husule getirmek; çocuğu olmak; (geom.) çizmek.
- geniculate -- diz gibi mafsalları olan; diz gibi bükülmüş.
- genocide -- kırım
- gentle -- nazik; tatlı; ıIımlı; soylu; hafif
- genuflect -- diz çökmek (bilhassa ibadette) genuflec'tion
- geometrize -- geometrik usullerle çalışmak
- germ -- mikrop; tohum; asıl
- germinate -- filiz vermek; gelişmeye başlamak. germina'tion filiz verme
- gerrymander -- (seçim bölgesini) bir siyasi partinin menfaatine uygun gelecek sekilde ayarlamak.
- gesticulate -- söz söylerken el hareketleri yapmak
- gesture -- hareket; el ile hareket yapmak
- get -- (got; yakalamak; götürmek; hazırlamak; yaptırmak; sebep olmak; (netice olarak) bulmak; ögrenmek; (hastalığa) tutulmak; bağlantı kurmak; (trene) yetişmek; gebe bırakmak (gen.) hayvan); malik olmak; kazanmak; (k.dili) anlamak; (k.dili) vurmak; (argo) şaşırtmak; (argo) ilgi çek- mek; sinirlendirmek; (argo) far- kına varmak; getirmek; varmak; gelmek; dolaşmak; ortalıkta görünmek. get across açıklamak; geçinmek; başarmak; anlaşmak; yaşlanmak. get around yayılmak; ortalıkta görünmek; bir şey elde etmek için yağlamak; üstünden atmak; demek istemek; başlamak; (k.dili) etkilemek. get away kaçmak; (koşuya) başlamak. get away with (argo) şüphe uyandırmadan veya ya- kalanmadan atlatmak. get back geri dönmek. get back at (argo) öç almak. get by geçmek; (k.dili) gecinmek; (k.dili) yakayı ele vermeden yapmak. get down inmek; not etmek; dönmek. get in girmek; sokmak; katılmak; (ürün) kaldırmak get in good with (argo) gözüne girmek. get in on faydalanmak; cezalanmak. get it into one' head kafasına sokmak; anlamak. get married evlenmek. get near yaklaşmak. get nowhere başarısız olmak. get off inmek; söylemek. get (some one veya something) off çıkarmak; kurtarmak. get (a thing) off one' chest içini dökmek. get on binmek; uyuşmak; idare etmek. get on one' feet ayağa kalkmak; kendini geçindirecek hale gelmek. get on one' nerves sinirine dokunmak. get (a person veya a thing) on the brain (k.dili) ( bir kimse veya şeyi) aklından çıkaramamak; kızdırmak get one' goat (argo) kızdırmak; ortaya çıkmak; yayınlamak; güçlükle söylemek; çıkarmak. get out from under (karışık bir işten) sıyrılmak. get out of-(den.) almak; kurtarmak; ayrılmak. get out of bed on the wrong side solundan kalkmak. get out of hand çapraşık hale gelmek; başından buyük işe girişmek. get out of (sig.)ht göz önünden gitmek; açıklamak; gezinmek; yolunu bulup kurtulmak. get the better of; kazançlı bir durumda olmak. get the hang of manasını kavramak; işletme sırrını öğrenmek. get there (k.dili) amacına ulaşmak; geçirmek; geçinip gitmek. get through to bağlantı kurmak; anlamasını sağlamak. get tired yorulmak. get to başlamak; yapabilmek; bağlantı kurmak. get together toplanmak; anlaşmaya varmak; toplamak. get up kalkmak; binmek; düzenlemek; uydurmak; edinmek; hızlanmak; şevklenmek. get used to alışmak get wet ıslanmak. get wind of sezmek; yavru
- geyser -- (İng.) suyu çabuk ısıtmaya mahsus kazan; fasılalarla sıcak su fışkırtan kaynak.
- ghetto -- bir şehirde; ortaçağda bazı Avrupa şehirlerinde Musevi mahallesi.
- ghost -- ruh; cin; iz; manevi.
- gib -- (mak.) çivi; erkek kedi.
- gibber -- çok çabuk ve anlaşılmaz şekilde konuşmak: bu şekilde konuşma.
- gibbet -- darağacı; (mak.) maçuna kolu; darağacına asmak: teşhir etmek
- giddy -- başı dönmüş; sersemletici; hoppa; sersem
- gift -- hediye; istidat; Allah vergisi; (huk.) hibe; hediye vermek
- gig -- iki tekerlekli tek atlı hafif araba; (den.) kik; bir çeşit zıpkın; (mak.) kumaş kabartma tezgâhı
- giggle -- kıkır kıkır gülmek; kıkırdama. giggly kıkırdamaya meyli olan.
- gild -- (gilded veya gilt) altın kaplamak; tezhip etmek; parlamak; parlak göstermek. gilded youth varlıklı ve moda düşkünü gençlik. gild the pill sıkıcı bir şeyin etkisini azaltmak için bir çare bulmak.; (bak.) guild.
- gill -- litrenin dokuzda biri kadar bir sıvı ölçü birimi.; solungaç; mantarın alt tarafındaki balık kulağına benzer kısım; horoz veya tavuğun çenesi altındaki sarkık kırmızı et parçası; (k.dili.) insanlarda yüz ve boyun nahiyesi: ayıklamak (balık); sık ağla balık tutmak. gill cover solungacı koruyan kemik. gill net sık dokunmuş balık ağı. green around the gills görünüşte rahatsız. to the gills tepesine kadar
- gimlet -- burgu
- gimmick -- A.B.D herhangi bir şeyin etki veya cazibesini artırmak için ilâve edilen sahte kısım veya unsur; küçük cihaz. gimmicky A.B.D hileli tarafları çok olan
- gimp -- (argo) topallama; topallayan kimse; canlılık; ipek veya sırma şerit; kaytan; tel sarılı olta ipi; dantela için kullanılan kalın iplik.
- gin -- cin (içki); (ned; (mak.) makara; maçuna; tuzak; pamuk çekirdeklerini çıkarmak; tuzağa düşürmek. gin block (mak.) vinç tornosu. gin rummy bir çeşit iskambil oyunu.
- ginger -- zencefil; (argo) canlılık; zencefil katmak; canlandırmak. ginger ale zencefilli gazoz. gingerbread zencefilli çorek; gösterişli süs. gingerbread tree dum ağacı
- gird -- (-ed veya girt) kuşak sarmak; kayışla bağlamak; kuşatmak; giydirmek; hazırlamak
- girdle -- kuşak; korse; ağacın üzerinde kuşak şeklinde kabuğu soyarak yapılan halka; yüzük kaşı; kuşatmak; kabuğunu soyarak ağacı kurutmak.
- girl -- kız; hizmetçi kız; sevgili. girl friend yakın kız arkadaş; bayan dost. girl scout A.B.D kız izci. girlhood kızlık çagı.
- girt -- (bak.) gird.
- girth -- çevre; kolan; kuşak; kuşak takmak.
- gist -- öz
- gittern -- (müz.) eski zamanlarda kullanılan bir çeşit gitar; (bak.) cithara.
- give -- (gave; devretmek; tayin etmek; baskı altında eğilmek veya çökmek; bel vermek; çekilmek; açılmak; erimek; bir piyes oynamak. give a present hediye vermek. give away vermek; ele vermek; düğünde gelini damada teslim etmek. give back geri vermek; geri çekilmek. give birth to doğurmak. give chase to kovalamak. give (a person) credit for (bir kimseyi )haklı veya muktedir saymak; kredi açmak; eserin sahibini tanımak; kabul etmek; dövmek. give off çıkarmak (duman; sızdırmak (gaz); salmak (dal) give offense darıltmak. give one a cold bir kimseye nezle geçirmek. give one's life to hayatını adamak; yaymak; terketmek; pes etmek; teslim etmek. give up the ghost ölmek; kendinden geçmek; çökmek. give way to müsaade etmek; gerilme hassası
- glad -- (-der; güzel; gülen
- gladden -- sevindirmek; sevinmek.
- gladiate -- kama şeklinde olan.
- glair -- yumurta akı; yumurta akından yapılmış çiriş; yumurta akına benzer yapışkan madde; böyle bir madde sürmek.
- glance -- göz atmak; ima etmek; sıyırıp geçmek; bakış; ima; sıyırıp geçiş.; (mad.) birkaç çeşit parlak ve kükürtlü mineral.
- glare -- göz kamaştıracak surette parlamak; çok parlak olmak (renk); göze çarpmak; yiyecekmiş gibi bakmak; ateş püsküren gözlerle bakmak; göz kamaştırıcı ışık; sahte ihtişam; keskin ve düşmanca bakış; düz
- glass -- cam; camdan yapılmış şey; ayna; bir bardak dolusu; barometre; termometre; dürbün; mercek; cam elyafından bir çeşit kumaş. glass culture cam altında bitki yetiştirme usulü. glass cutter cam kesici kimse veya alet; (İng.) Iimonluk; cam imal eden kimse; cam süs eşyaları. a friendly glass dost ikramı bir kadeh içki. annealed glass tavlanmış cam. blown glass şişirilerek imal edilmiş cam. cheval glass endam aynası; cam tozu. Iooking glass ayna. magni- fying glass pertavsız; anlamsız; dalgın; cam kaba koymak; cam gibi yapmak; camla kapatmak.
- glaze -- pencereye cam takmak; sırlamak; cam gibi olmak; ince ve şeffaf bir tabakayla kaplamak; cam gibi sır; cam gibi şey.
- gleam -- ışın; hafif ve geçici ışık: parlaklık; ışın saçmak; ara sıra güneşli ( hava)
- glean -- hasattan sonra başak toplamak; bağ bozumundan sonra kalan üzümleri toplamak; sabırla seçip ayırmak
- glee -- çoşkunca neşe; (müz.) üç veya üçten fazla sesli şarkı. glee club böyle şarkılar söyleyen grup.
- gleet -- (tıb.) cerahatli hafif akıntı (gen.) belsoğukluğundan)
- glib -- (-ber; içten olmasa da kolayca söylenen; çevik; çevik olarak. glibness konuşmada sürat; hareketlerde serbestlik.
- glide -- kaymak; sessizce hareket etmek; yavaş yavaş değişmek; (hav.) motor kullanmadan havada uçmak; kaydırmak; kayma; (dilb.) sesin yavaş değişmesi.
- glim -- (argo) ışık; göz. Douse the glim ! (argo) Lambayı söndür ! Lambaya püf de !
- glimmer -- parıldamak; parıltı; zerre; ima
- glimpse -- bir an için görme; çok az bir zaman için görebilmek.
- glint -- birden parlamak; fırlamak; parıltı
- glissade -- kayma; buzlu dağ eteğinde kayma; dans ederken bir yana kayılarak yapılan figür; kaymak.
- glissando -- (müz.) parmağı piyano tuşlarının üzerinden çabuk geçirerek çıkarılan ses; kayma.
- glisten -- pırıldamak; parlamak parıltı.
- glitter -- parıldamak; göze çarpmak; parıltı; şaşaa
- gloat -- (gen.) over ile şeytanca bir zevk duymak; Oh olsun ! demek.
- glob -- damla; topak .
- globe -- küre; arz küresi; yetkisini belirtmek üzere hükümdarların taşıdığı altın top; dünya küresi modeli; küre haline koymak
- glomerate -- kümelenmiş
- gloom -- sıkıntı; karanlık kasvet; kasvetli yer; canı sıkkın olmak; kararmak (hava); kederli olmak; karartmak
- glorify -- methetmek
- glory -- şeref; övünme; övgü; celâl; iftihar etmek; gururlanmak; (güz. san.) hale şeklini almak.
- gloss -- parlaklık: cilâ; bir ayıbı örtmek için yapılan gösteriş; dış güzellik; parlatmak; parlamak; over ile sahte bir şekilde gizlemek. glosslly parlak bir şekilde. glossiness parlaklık; açıklama; satır aralarında verilen metin tercümesi; tevil; açıklamak; yanlış tefsir etmek
- glove -- j.; eldiven giydirmek. fit like a glove eldiven gibi uymak
- glow -- ısıdan kızarmak veya beyazlaşmak; sıcak olmak; kızarmak; şevke gelmek; şevk; hararet; ateş; şevk ve gayret. glowworm ateş böceği; parlak. glowingly zöverek; heyecanla
- glower -- dik dik bakmak; öfkeli bakış.
- gloze -- tevil etmek
- glue -- tutkal; tutkal gibi yapışkan madde: tutkalla yapıştırmak: yapışıp kalmak. gluepot içine ısıtılacak tutkal kabı konulan kaynar su kabı. gluey tutkal gibi
- glum -- asık yüzlü
- glut -- (-ted; Iüzumundan fazla mal çıkarıp piyasayı boğmak; oburcasına yemek; bolluk
- glutton -- (zool.) kutup porsuğu.; obur kimse; haris kimse. gluttonous obur
- gnarl -- iri budak; burmak; boğum boğum
- gnash -- diş gıcırdatmak; diş gıcırtadarak ısırmak veya çiğnemek.
- gnaw -- kemirmek; sancı vermek (mideye); sıkıntı vermek. gnawing ezinti
- go -- (went; ayrılmak; yarışa başlamak; hareket halinde olmak; ses çıkarmak; elden gitmek; yıkılmak; yeri olmak; devrolunmak; tahsis edilmek; yayılmak; olmak; devam etmek; sonuçlanmak; uymak; ölmek; iptal edilmek; yardım etmek; satılmak; dayanmak; yapmak üzere olmak; denmek; vasıl olmak; uzanmak; (k.dili) bahse girmek; (k.dili) işemek. go a long way çok iş görmek; yüksek mevkiye ulaşmak. go about (den.) tiramola etmek. go about a task bir işi ele almak; aykırı olmak; aleyhinde sonuçlanmak. go ahead devam etmek; ileri gitmek; cinsi münasebette bulunmak. go along devam etmek. Go along ! Haydi; razı olmak; gezinmek; sarmak; üzerinde çalışmak. go back dönmek. go back on vefasızlık göstermek; (sözünden) vazgeçmek; -e göre davranmak; ismi ile tanınmak. go by the board metruk kalmak; kaçırılmak (fırsat) go down inmek; batmak (güneş; yutulmak; azalmak; yenilmek; (tarihe) geçmek; makbule geçmek; (İng.) üniversiteden ayrılmak; (briç.) düşmek. go down the drain (k.dili) boşuna sarfedilmek (para); atılmak. go far çok iş görmek; çok etkili olmak; yüksek mevkiye ulaşmak. go for -e geçmek; peşinde olmak; almaya gitmek; (k.dili) sal- dırmak; (k.dili) çok beğenmek. go for a song çok ucuza satılmak. go great guns büyük bir başarı göstermek. go hang kahrolmak; unutulmak. go halves (k.dili) paylaşmak. go hard with güç duruma düşürmek. go hungry aç kalmak. go in and out girip çıkmak. go in debt borçlanmak. go in for katılmak; meslek olarak seçmek; iyice araştırmak; bö- lünmek. Two will go into six. Altı ikiye bölünür. Three into two won't go. İki üçe bölünmez. go in with ile girişmek; meşgul olmak; idare etmek; atılmak. go mad çıldırmak; gitmek; kesilmek; uyumak; çıkmak (sahneden) The party went off well. Ziyafet başarılı idi. go on devam etmek; sahneye çıkmak. Go on ! Devam et! Yapma ! İnanmıyorum. go on strike grev yapmak. go on the road turneye çıkmak (tiyatro toplu- luğu) go on the stage tiyatro hayatına atılmak. go one better (başkasından) daha ileri gitmek. go out çıkmak; geçmek (moda); grev yapmak; oyundan çıkmak. go over geçmek; tekrarlamak; incelemek; (k.dili) başarmak. go places hayatta ilerlemek. go round (bak.) go around. go shares with ile paylaşmak. go steady devamlı olarak tek bir kişi ile flört etmek. go the whole hog istediğini elde etmek için her şeyi göze almak; çekinmeden girişmek. go through yoklamak; geçirmek (hastalık; üstünden girip altından çıkmak; durmadan gitmek (tren); kabul edilmek (tasan) go through fire and water büyük imtihandan geçmek; (matb.) baskıya gitmek; cinsel ilişkide bulunmak. go to great expense çok masrafa girmek. go to hell cehenneme gitmek; mahvolmak. Go to hell! Allah kahretsin ! Cehennem ol ! go to ground deliğine kaçmak (av) go to one' head başını döndürmek; kafasını tutmak. go to pieces parçalanmak; manen ve maddeten düşmek; sıhhati bozulmak; ayılıp bayılmak. go to press basılmak (gazete; denize çıkmak. go to the country (İng.) kendi seçim bölgesinin oyuna başvurmak. go to the dogs berbat olmak; büyük bir enerjiyle hareket etmek. go together dü- zenlenmek; iyi gitmek; beraber gitmek. go too far fazla ileri gitmek; if lâs etmek. go under the name of adıyla tanınmak. go underground gizli teş- kilât kurmak; (tiyatro) sahnenin arka tarafma gitmek; (İng.) üniversiteye girmek; (k.dili) mahvolmak; (k.dili) ile flört etmek. go with the tide zamana uymak. go without -siz olmak; gitme; (k.dili.) gayret; teşebbüs; başarı; (k.dili.) anlaşma. All systems are go. Herşey tamam. Başlayabiliriz. Devam edebiliriz. He made a go of it. İşini başardı. It' no go; Japonya'da oynanan bir çeşit (satranç)
- goad -- üvendire; üvendire ile dürtmek veya sürmek; teşvik etmek
- goal -- gaye; (spor) gol; kale. goalie (k.dili.) kaleci. goalkeeper kaleci. goal line gol çizgisi. goal posts (spor) kale direkleri.
- goat -- keçi; (astr.) Oğlak burcu; (argo) şakaya hedef olan kimse; zampara. goatherd keçi çobanı. get one's goat (argo) bir kiınsenin sinirine dokunmak
- gob -- (k.dili) parça; (k.dili) Amerikan deniz eri; (çoğ.) büyük miktar
- gobbet -- et parçası .
- gobble -- hindi gibi sesler çıkarmak; hindi sesi. gobbler baba hindi .; çabuk çabuk yemek; (A.B.D.)
- god -- ilâh; put; (b.h.) Allah; ilah mertebesine çıkarılmış kimse veya şey; büyük kudret sahibi kimse. God forbid! Allah esirgesin! Allah korusun ! Maazallah ! God knows ! (k.dili) Vallahi ! God only knows ! Allah bilir ! God' acre kilise avlusundaki mezarlık. God save the King ! Yaşasın Kral ! God willing inşallah; yıldırım inmesi gibi gelen ve insan kudretini aşan afet. a feast for the gods şahane bir ziyafet. for God' sake Allah aşkına
- godfather -- vaftiz babası
- godmother -- vaftiz anası .
- goffer -- kırma yapmak; kırma demiri veya kalıbı; kırma .
- goggle -- şaşı bakmak; devirmek (gözlerini); patlak (göz)
- gold -- altın; altın para; servet; altın rengi; yaldız; altından yapılmış. gold amalgam civalı altın. gold basis altın esası; piyasanın altın fiyatlarına göre ayarlanışı. gold beater varakçı. gold beetle altın gibi parlayan bir böcek. gold brick (argo) üşenip işini yapmayan kimse; (k.dili.) kıymetli görünen sahte şey. gold clause (A.B.D.) tahvil karşllığının vadesi gelince altın ile ödenmesi şartını koşan madde. gold digger altın arayıcısı; (argo) erkeklerden para sızdırmaya çalışan kadın; servet kaynağı. gold rush altına hücum. gold standard para değerinde altını esas tutma usulü
- golden -- altın; altın renginde; çok kıymetli; gönençli. Golden Age Yunan ve Roma ef- sanelerinde geçen; altın (çağ.) golden eagle kaya kartalı; altın kartal. golden fleece altın pösteki
- golf -- golf oyunu; golf oynamak. golf club golf değneği; golf kulübü. golfer golf oyuncusu.
- golly -- (ünlem)
- gondola -- gondol; Kuzey Amerika'ya mahsus dibi düz bir mavna; yolcular için balona takılan vagon; (d.y.) üstü açık yük vagonu.
- gong -- gong
- goo -- (A.B.D.); çamur .
- goober -- (A.B.D.) Amerikan fıstığı .
- good -- (better; uygun; faydalı; doğru; hayır sahibi; uslu; dini bütün; şerefli; sağlam; çok; hünerli; güvenilir; hayırlı; bozulmamış; sıhhatli; salâh; iyi ve hayırlı şey; hayır; fayda; menfaat; the ile iyi insanlar; (ünlem); muteber; dayanır. good for a lira bir lira değe- rinde. good for nothing hiç bir işe yaramaz. Good for you ! Aferin ! Good gracious ! Allah Allah ! Tuhaf şey !l Good heavens ! Aman yarabbi ! Allah Allah ! good humor hoş mizaç; şakacılık. good looking yakışıklı; cazip. Good morning Günaydın. Sabah şerifler hayrolsun. good natured iyi huylu; gerçekten. as good as dead hemen hemen öImüş gibi . as good as gold gerçekten altın gibi . Be good enough to come .(ing.) Gelmek lütfunda bulunun. for good veya for good and all temelli olarak; değerini korumak. How good of you ! (ing.) Bu ne lütuf ! Çok naziksiniz . (I.) have a good mind to... aklıma koydum; (zararını) ödemek. to the good kârdır . What's the good of it? Neye yarar?
- goof -- (argo) ahmak kimse; hata; hata yapmak. goof up (argo) bozmak; becerememek
- goose -- (argo) poposuna vurmak.; (çoğ.) gooses) terzi ütüsü.; (çoğ.) geese) kaz; kaz eti; budala kimse; Alman askerinin yürüyüşü. cook one's goose işini bozmak. fox and geese kör- ebe oyunu; bunu taklit ederek dama tahtası üstünde oynanan birkaç çesit oyun. kill the goose that lays the golden egg altın yumurtlayan kazı kesmek
- gore -- kan; boynuzla yaralamak .; peş; kumaşı bu şekilde kesmek; peş koymak .
- gorge -- oburcasına çok veya çabuk yemek yemek; koyak; oburcasına yutulan şey; su yolunu tıkayan birikinti; tiksinti.
- gormandize -- oburca yemek yemek
- gospel -- incili şerif; dört incilden biri; iyi haber; doğru söz; akide. gospel truth asıl hakikat.
- gossip -- dedikodu; dedikoducu kimse; dedikodu etmek
- got -- (bak.) get; sahip olma: He has got a fine library Güzel bir kütüphanesi var . mecburiyet belirtme: (I.)'ve got to go. Gitmem lâzım .
- gouge -- oluk ağızlı marangoz veya heykeltıraş kalemi; böyle kalemle oyma veya oyulan yer; (A.B.D.); böyle kalem ile işlemek; (k.dili.) değerinden daha pahalıya satmak
- gourmandise -- (ing
- govern -- idare etmek; terbiye etmek; hâkim olmak; çevirmek; yönetmek; (gram.) almak
- governess -- mürebbiye
- gown -- kadın elbisesi; robdosambr; avukat veya profesör cüppesi; elbise giydirmek. town and gown şehir halkı ve üniversite cemiyeti.
- grab -- (-bed; çabucak tutmak; kapış; el koyma; (mak.) eşya kaldırmaya mahsus tırnaklı alet. grab bag panayırda eşya piyangosu torbası. grab rope (den.) vardakavo; vinç
- grabble -- el yordamı ile aramak; yüzükoyun yere serilmek.
- grace -- zarafet; inayet; rahmet; fazilet; şükran duası (sofrada); mühlet; (müz.) asıl melodiye ilave edilen ve ufak olarak yazılan notalar; süslemek; şeref vermek; Iütuf göstermek; (müz.) fazla notalar ilâvesiyle süslemek. grace cup sofrada en son içilen içki ve kadehi. grace note (müz.) melodiye ilâve olunan fazla nota. Act of Grace genel af. have the grace to lütfetmek. His Grace ingiliz düklerine veya başpiskoposlarına verilen ünvan. (Bu ünvan evvelce kral ve kraliçeye de verilirdi.) in his good graces teveccühüne mazhar
- gradate -- (güz.) (san.) farkedilmez bir şekilde renk değiştirmek; derecelere ayırmak .
- gradation -- derece derece çıkma veya inme; sıralama; derece; (güz.) (san.) bir tondan diğer bir tona tedricen geçme; (müz.) perde değiştirme; ((dilb.) sesli harfi tedricen değiştirme. gradational derece derece
- grade -- derece; cins; sınıf; meyil (yol); (A.B.D.) okul sınıfı; not (ders; (A.B.D.) rütbe; sınıflandırmak; tonları tanzim etmek; aynı seviyeye getirmek; yolu kazıyarak düzeltmek; neslini ıslah etmek (at) Grade A birinci kalite. grade crossing hemzemin geçit. grade school ilkokul. at grade aynı seviyede. make the grade başarmak; dereceli; düzeltilmiş .
- graduate -- diploma vermek; diploma almak; derecelere ayırmak; derecelere aynlmak; tedricen değişmek.; mezun kimse; dereceli sıvı öIçeği; mezunlara ait; dereceleri olan. graduate school üniversite mezunlannı öğrenci olarak kabul eden fakülte. graduate student ihtisas yapan öğrenci.
- graft -- (bahç.) aşı; (tıb.) yaralı yere parça ekleme; aşılamak; aşılanmak .; (A.B.D.) rüşvet; para yeme; yolsuzluk; rüşvet almak
- grain -- tane; hububat; eczacı tartısında 0; doku; mizaç; tanelemek; ağaç damarlarını taklit edercesine boyamak; deriyi işlemek; sepilemek; tanelenmek. grain alcohol hububat alkolü. grain elevator tahıl ambarı. grain leather tüylü yüzü işlenmiş deri. grain side derinin tüyleri çıkarılmış yüzü. a grain of common sense bir nebze anlayış. against the grain tabiatına zıt; aslında kibar olan. with a grain of salt ihtiyatla
- grammar -- gramer; gramer kitabı; gramer kurallarına göre hazırlanmış yazı veya konuşma. grammar school eskiden İngiltere'de üniversiteye talebe hazırlayan mektep; (A.B.D.) ilk ve orta okul derecesinde resmi okul. comparative grammar karşılaştırmalı dilbilgisi. general grammar bütün dillerin ortak kurallarından bahseden gramer
- grangerize -- içinden sayfaları keserek kitablı düzenini bozmak.
- granny -- nineciğim; ihtiyar kadm; (k.dili) eski kafalı veya cahil yaşlı kadın. granny knot acemice yapılmış gevşek düğüm.
- grant -- ihsan etmek; bağışlamak; teslim etmek; tasdik etmek; bağış; senetle bağışlanan (mal.) veya arazi; (huk.) ferağ; muhakkak reddetmek. take one for granted birinin kıymetini takdir etmeden onun yaptıklarını bir hak diye kabul etmek
- granulate -- tanelemek; tanelenmek. granulation tane tane olma
- grape -- üzüm; asma; (ask.) eskiden toplara doldurulan demir parçaları; (çoğ.); ele geçirilemediğinden dolayı hor görülen şey. grapery üzüm yetiştirmeye mahsus yer. grapy üzüme ait
- grapevine -- asma; (A.B.D.) dedikodu yoluyla haber alma
- graph -- (mat.) grafik; rakamları eğrilerle ifade eden sistem; grafik kâğıdı üzerine çizilen eğri.
- grapple -- (den.) borda kancası; yakalayış; güreşte birbirine sanlma; gögüs göğüse savaşma; yakalamak; kanca ile tutmak; filika demiri kullanmak; sarmak; sarılmak
- grasp -- tutmak; anlamak; yakalayış; idrak; istekle kabul etmek. grasp at a straw en ufak bir şeye ümit bağlamak; kavranamaz
- grass -- ot; çayır; ot gibi herhangi bir bitki; otlatmak; otlamak; otla; (kumaşı ağartmak maksadıyle) otlar üzerine sermek; (spor) yere düşürmek. Bermuda grass domuz ayrığı; kocası yanında olmayan kadın. He doesn't let any grass grow under his feet. Ayağının altında ot bitmez. Boşuna vakit kaybetmez. Fırsatları kaçırmaz. grassiness otluk
- grate -- rendelemek; sürterek ses çıkarmak; on ile üzmek; gıcırdatmak (diş); sürtünerek ses çıkarmak. gratingly gıcırtı ile; sinirlendirici bir şekilde.; pencere kafesi; ocak ızgarası; ocak; maden filizini ayırmaya mahsus kalbur.
- gratify -- memnun etmek
- grave -- (graved; (den.) kalafat etmek; ciddi; ağırbaşlı; (müz.) ağır; ağır ve yavaş parça.; mezar
- gravel -- (ed; (tıb.) kum; çakıl doşemek; şaşırtmak; (k.dili.) kızdırmak. gravelly çahılı.
- graven -- (bak.) grave.
- gravitate -- yerçekimi ile hareket etmek; çekilmek; çökelmek
- graze -- otlamak; sıyırıp geçmek; sıyrık
- grease -- yağ sürmek; yağ içyağı; koyu makina yağı; yıkanmamış yapağı; (bayt.) atın topuğuna arız olan bir iltihap. grease box (mak.) yağ kutusu. grease monkey (A.B.D.)
- greave -- (gen.) (çoğ.) baldır zırhı.
- greed -- hırs; obur; haris; hevesli
- greek -- Yunanlı; Rum kilisesine mensup kimse; Yunan kültürünü seven kimse; Yunanca; anlaşılması güç söz; Yunanistan'a
- green -- yeşil; yeşillikle kaplanmış; taze; ham; acemi; yarışa girmemiş (at); kurutulmamış; pişmemiş; soluk; yeşil renk; (spor) yeşil forma giyen takım; çimen; golf oyununda hedef deliğinin etrafındaki düz çimen. greens yaprak sebze; süsleme için taze dal; adaçayı ile boyanmış peynir; kesilmiş sütten yapılmış peynir. green finch yeşil ispinoz; taze hayvan gübresi. green onion yeşil soğan. green pepper dolmalık yeşil biber. green soap bilhassa cilt hastalıklannda kullanılan yeşil sabun. green tea yeşil çay
- greenhouse -- Iimonluk
- greet -- selamlamak; karşılamak; selamlaşmak .
- grenade -- el kumbarası; yangın söndürmeye mahsus ecza dolu cam kap.
- grew -- (bak.) grow.
- grey -- (bak.) gray.
- greyhound -- tazı.
- grid -- ızgara; (elek.) bataryada kullanılan delikli kurşun levha; (d.y.) ray şebekesi; kablo şebekesi; bir haritada kesişen yatay ve dikey hatlar sistemi; (radyo) valfta kontrol voltajı taşıyan ızgara.
- griddle -- alçak kenarlı bir çeşit demir tava; böyle tavada hamur işi pişirmek. griddle cake bir çeşit gözleme.
- gride -- kesmek; gıcırdatarak geçmek; raspa sesi ile kesme.
- gridiron -- ızgara; ızgara şeklinde şey; Amerikan futbol sahası; (d.y.); sahne için ışık ve panoların asıldığı ızgara.
- grief -- keder; felâket; eser. come to grief felakete uğramak
- grieve -- keder vermek; kederlenmek; yas tutmak. grievingly kederlenerek
- grig -- hayat dolu kimse; (zool.)) çekirge.
- grill -- ızgara; ızgarada pişmiş et; ızgarada pişirme; ızgarada et ve balık pişiren lokanta; posta pullan üzerinde ızgara şeklinde yapılan kabarık noktalı delikler; demir çubuklardan yapılmış pencere kafesi .; ızgarada pişirmek; fazla ısıtmak; (A.B.D.)
- grim -- (mer; çirkin; ümitsiz; korkunç; boyun eğmez; gaddarca
- grimace -- surat buruşturma; surat buruşturmak
- grime -- kir; kirletmek
- grin -- (ned; acı veya öfke ile dişlerini sıkmak; sırıtma sırıtış. Grin and bear it. Sabırla tahammül et.
- grind -- (ground) öğütmek; bilemek; sürterek parlatmak; gıcırdatmak; döndürmek; cefa etmek; değirmen işletmek; gıcırdamak; (k.dili) sıkı ders çalışmak; (A.B.D.); öğütme; sıkıcı ve bitmek tükenmek bilmeyen iş; (k.dili) imtihan için sıkı çalışma
- grip -- grip hastalığı .; (ped; kavrama; el sıkma; pençe; tutak; (A.B.D.) el çantası; sıkı tutmak; manasını anlamak; dikkatini çekmek. gripsack (A.B.D.) yolcu çantası. come to grips with ile uğraşmak.
- gripe -- (A.B.D.); sancılanmak; (argo) sızlanmak; (k.dili.) şikâyet; (gen.)
- grit -- (ted; kumtaşı; kefeki taşı; metanet; gıcırdatmak
- grizzle -- kır saç; kır peruka; kurşuni; bozlaştırmak; (ing.); şikâyet etmek.
- groan -- inlemek; yük altında olmak; hasret çekmek; inilti
- grocer -- bakkal.
- grocery -- (A.B.D.) bakkal dükkanı; (çoğ.) bakkaliye
- groin -- (anat.) kasık; (mim.) iki kemerin birleştiği kenar.
- groom -- seyis; güvey; İngiliz sarayının hademelerinden biri; tımar etmek; çeki düzen vermek; giyinip kuşanmak; özel eğitim vererek siyasi memuriyete hazırlamak.
- groove -- oluk; alışkanlık; oluk açmak; (argo) bir şeye kendini vermek
- grope -- el yordamı ile yürümek veya aramak; körü körüne araştırmak. gropingly el yordamı ile .
- gross -- on iki düzine; brüt; küme; iri; toptan; yontulmamış; çirkin; tiksindirici. gross national product (ikt.) brüt milli hasıla (kıs.) GNP) gross negligence büyük gaflet. gross weight darası çıkarılmamış ağırlık
- grouch -- (A.B.D.); (k.dili) hiç bir şeyden memnun olmayan kimse; suratsız Iık; şikâyet. grouchy (A.B.D.)
- ground -- (bak.) grind. ground glass buzlu cam; cam tozu.; yeryüzü; yer; toprak; meydan; mesafe; denizin dibi; mebde; kabartma iş yapılacak düz satıh; maden levha üstüne sürülen ve işlenmeyecek kısımları muhafaza eden yapışkan terkip; (elek.) toprak. ground ball (beysbol.) yere sürtünerek giden top. ground bass (müz.) en kalın sesle tekrarlanan melodi. ground cover toprağa yakın yetişen kalın bitki örtüsü. ground crew hava meydanı tayfası. ground floor zemin katı. ground hog Amerikada bir çeşit dağ sıçanı. ground hog day 2 şubat. ground ice suyun dibinde meydana gelen buz. ground ivy yer sarmaşığı. ground line resimde alt çizgi; kurtluca; meydanda. break ground tarla sürmek; yeni bina için yere ilk kazmayı vurmak; işe başlamak. cover ground yol almak; konuya değinmek. cut the ground out from under one's feet (colloq.) ayağını kaydırmak; iyileşmek; mesafe katetmek. get in on the ground floor (A.B.D.); temel üzerine kurmak; esaslı şekilde öğretmek; resme zemin boyası vurmak; yere oturtmak; (elek.) toprağa bağlamak; temeli olmak; yere konmak; (hav.) pilotun uçmasma izin vermemek. ground arms silahı yere dayamak.
- group -- grup; heyet; (kim.) benzer nitelikli öğeler grubu; (jeol.) aynı zamanda teşekkü1 ettiği farzolunan kaya tabakaları; (biyol.) birbiri ile benzerlikleri olan hayvan veya bitki sınıfı; gruplara ayırmak; bir araya gelmek
- grouse -- (çoğ.) grouse) tavuğa benzer bir av kuşu; (k.dili.) homurdanmak; Sikayet.
- grout -- duvarcı sıvası; bulgur lapası; (çoğ.) tortu; tuğla veya taş aralarına sulu harç doldurmak.
- grove -- koru
- grovel -- (led; kendini alçaltmak
- grow -- (grew; (çoğ.)almak; hâsıl olmak; büyütmek; hası1 etmek. grow on one gittikçe daha çok beğenilmek; beraber büyümek grow up büyümek; bir işin başlangıcındaki zorluklar .
- growl -- hırlamak; gurlamak; homurtu
- grub -- tırtıl; bıkıp usanmadan çalışan kimse; (argo) yiyecek. grubby kirli; kurtlu.; (bed; adi işlerle uğraşmak; monoton bir işte calışmak; (argo) yemek yemek; yeri kazıp ağaç köklerini çıkarmak; kökünden sökmek; sürfesini çıkarmak .
- grubstake -- (A.B.D.); (k.dili.) yeni bir teşebbüse yapılan yardım; böyle bir yardımda bulunmak.
- grudge -- isteksizce vermek; kıskanmak; diş bilemek; kin
- gruff -- ters; boğuk; boğuk bir sesle. gruffness sertlik
- grumble -- söylenmek; homurdanma
- grunt -- homurdanmak; homurtu; hırıltı çıkaran bir balık.
- guarantee -- kefil; kefalet; garanti; garanti etmek; başkasının sorumluluğunu üzerine almak .
- guaranty -- garanti; garanti etmek.
- guard -- korumak; gözaltına almak; nöbet tutmak; dikkat etmek; muhafız; muhafız alayı; muhafaza; nöbetçilik; kendini korumak için alınan pozisyon; trende memur; herhangi bir şeyi muhafaza eden alet. advance guard ileri karakol. mount guard nöbet tutmak. off guard hazırlıksız. on guard nöbette. On guard ! Dikkat ! Hazır ol ! rear guard artçı
- gudgeon -- (zool.)) yem için kullanılan ufak tatlı su balığı; eski çabuk aldanan kimse; (mak.) mil; menteşe kovanı; çengel; dümen dişi iğneciği .
- guerdon -- (şiir) mukâfat; bahşiş; mükâfat vermek .
- guess -- tahmin etmek; keşfetmek; tahmin
- guest -- misafir; otel veya pansiyon müşterisi; (biyol.) asalak bitki veya hayvan. guest night davet gecesi
- guff -- (argo) laf
- guffaw -- kaba gülüş; kahkaha ile gülmek .
- guide -- yol göstermek; kılavuzluk etmek; idare etmek; işaret etmek; yetiştirmek; rehber; yönetmelik; (mak.) yatak; sevk kanalı; (gayd.) guided missile (ask.) güdümlü roket. guide rail (d.y.) kılavuz ray; (den.) yük kaldıran halatı yan tarafa çekmek için kullanılan diğer bir ip
- guile -- aldatıcılık
- guilloche -- girift nakış; (mim.) sarılı veya bükülü iki üç telden ibaret pervaz .
- guillotine -- giyotin; kağıt bıçağı; (tıb.) bademcik makası; (ing.) (pol.) muzakere tahdidi; giyotin ile idam etmek .
- guilt -- suç; cürüm mesuliyeti; günahkârlık; günahkârlık duygusu. guilt by association bir kimsenin meşru hareketlerini veya tanıdıklarını şüpheli sayarak gizli suçları olduğunu tahmin etme. guiltless not guilty masum
- guise -- dış görünüş; gösteriş; hileli görünüş; kisve.
- guitar -- (müz.) gitar. guitarist gitarcı
- gulch -- ABD küçük ve derin dere.
- gulf -- körfez; uçurum; yutmak. Gulf Stream Gulf Stream akıntısı.
- gull -- (eski) aldatmak; ahmak ve kolay aldanır kimse; hile; martı. blackheaded gull
- gully -- sel ve yağmur suyu ile açılmış dere; aşınma ile çukur açmak veya açılmak .
- gulp -- tutuvermek; boğazında düğümlenmek (hıçkırık); yutma
- gum -- (med; zamklamak; zamk akıtmak; yapışmak. gum up pislikle dolup çalışmaz hale gelmek veya getirmek; (argo) işi bozmak.; (gen.) (çog.) dişeti. gumboil diş eti iltihabı .; zamk; sakız; sakız agacı; çiklet; lastik. gum arabic akasya sakızı
- gun -- (ned; tabanca; kurşun ve gülle atan her çeşit silâh; selamlamada top atışı; tüfekle avlamak; ABD; takdirini kazanmak veya anlaşmak için arayıp bulmak. gun metal top madeni; top madenine benzer maden karışımı. gun metal top madeni renginde. gun moll ABD; kadın hırsız. a big gun (argo) yüksek mevki sahibi adam
- gurgle -- çağıldamak; çağıltı gibi ses çıkarmak; çağıldarcasına söylemek; çağıltı
- gush -- fışkırmak; coşmak; (k.dili.) taşkın sevgi gibi hisleri açığa vurmak; sel gibi akmak (gözyaşı); fışkırtmak; fışkırma; (k.dili.) taşkın ve yapmacık sevgi gösterme.
- gusset -- köşebent; elbise veya eldivenin üç köşeli peşi
- gust -- rüzgârın ani olarak şiddetle esmesi
- gut -- (ted; hazım sistemi; çalgı kirişi; dar geçit; bağırsaklarını dışarı dökmek; yağma etmek; (binanın) içini tamamen tahrip etmek (yangın)
- guts -- bağırsaklar; (argo) cesaret; teşebbüs. gutsy (argo) cesur; sakınmasız .
- gutter -- hendek; hendek açmak; oluk gibi akmak; eriyip akmak (mum)
- guttle -- oburcasına yemek yemek
- guy -- (k.dili.) adam; (ing.) acayip kıIıklı adam; alay etmek; (den.) gemi direklerini yerlerinde saptayan halat; çelik halat; halatla tutturmak.
- guzzle -- çok ve hızlı içmek
- gym -- spor salonu; beden eğitimi.
- gyp -- (ped; düzenbaz kimse; aldatmak
- gypsy -- Çingene; Çingene dili. gypsy moth ağaçlara çok zarar veren bir çeşit güve.
- gyrate -- dönmek; helezoni şekilde gitmek; yuvarlak
- gyre -- (şiir) dönüş; daire şekli; dönmek
- gyve -- (eski.); prangaya vurmak .
- habit -- adet; iptila; zihni yapı; yaradılış; elbise; din adamları ve binicilerin giydiği özel kıyafet; (biyol.) özel olarak büyüme veya yetişme. habitforming iptilâ hasıl eden; giydirmek. habited in giymiş.
- habituate -- alıştırmak
- hachure -- (güz. san.); haritalarda dağ yamaçlarını gösteren ince çizgi; tarama çizgilerle göstermek.
- hack -- kira beygiri; ihtiyar at; kiralık atlı araba; AB; külüstür araba; araba sürmek; çentmek; (İng.); kuru kuru öksürmek; A; (slang) çakmak; çentik; çentmeye mahsus alet; kekeleme; kuru öksürük; incik kemigine atılan tekme.; adi yazılar yazan kalitesiz yazar; para için adi yazı yazmak; adi yazıya ait. hack work adi yazı. hack writer para için adi yazı yazan kimse.; balık
- hackle -- çentmek; yontulmak; keten ve kendir tarağı; horozun boynundaki uzun ve ince tüyler; bu tüyden yapılmış sinek şeklindeki olta iğnesi; (çoğ.) kızgınlık anında köpeğin boynunda dikleşen tüyler; keten tarağı ile taramak; olta ucuna suni sinek yemi takmak.
- hackney -- binek veya koşum atı; kira arabası; (mec.); adi; (nad.) sokak arabası gibi daima ve her işe kullanmak; eskitmek
- hade -- (jeol.); bu suretle eğrilmek.
- haft -- bıçak sapı; bıçağa sap takmak .
- hag -- yaşlı çirkin kadın; buyücü kadın; (eski) dişi hayalet veya cin.
- haggle -- sıkı pazarlık etmek; çekişmek; acemice kesmek; sıkı pazarlık; çekişme.
- hail -- selâmlamak; çağırmak; seslenmek; selâmlama; herkesle çabuk ahbap olan kimse; dolu; dolu gibi yağan şey; dolu halinde yağmak veya yağdırmak; hızlı ve şiddetli gelmek (söz
- hake -- barlam (balık)
- hale -- surüklemek .hale into court mahkemeye celbetmek.; sağlam
- half -- yarım (for less than one); buçuk (for more than one); yarı; kısmen; yarı. half binding arkasıyla köşeleri deri ve yanları kâgıt veya bez cilt. half blood melez; açıkta bekleme maaşı. half pint bir bardaklık öIçü; ABD; yanm günlük (çalışma) at half cock tetiği yan çekilmiş halde; çileden çıkmış halde
- halfback -- (spor) hafbek.
- halftone -- (matb.) resmi hafif noktalarla gösteren klişe.
- hallmark -- altın veya gümüşte ayar damgası; kalite işareti.
- halloo -- (ünlem); avda köpekleri saldırtma ünlemi; hayret ifade eden ses; bağırarak cesaret vermek veya canlandırmak.
- hallow -- takdis etmek
- hallucinate -- sanrılamak; sanrılatmak. hallucina'tion (psik.) sanrı vehim; akli denge bozukluğundan ileri gelen kuruntu. hallu'cinative
- halo -- (çoğ.) los; (güz.) (san.) azizlerin başı etrafına konulan hale; şeref nuru.
- halt -- duruş; durma; mola; durmak; duraklamak; (eski.) topal; kusurlu olmak; duraksamak
- halter -- yular; boyundan askılı ve sırtı açık bir çeşit kolsuz kadın bulüzü; idam ipi; yular takmak; yular takarcasına bir kimseye engel olmak; iple asmak
- halve -- yarıya bölmek; yarıya indirmek .
- ham -- jambon; (çoğ.) kıç kaynağı; kaynak; dizin alt veya iç kısmı; (tiyatro) abartarak oynayan oyuncu; (k.dili.) amatör radyo operatörü; (argo) aşırı duygusal veya abartmalı bir şekilde oynamak.
- hammer -- çekiç; (anat.) çekiçkemği; tüfek horozu; muhtelif aletlerin uzunca; mezatçı tokmağı. hammer and sickle orak ve çekiç. hammer and tongs ((k.dili.) büyük gürültü ve gayretle. hammer lock güreşte kolun arkaya bükülmesi. hammer throw (spor) çekiç atma yarışması. between the hammer and the anvil iki ateş arasında; çekiçle vurmak; çekiçle işlemek; yumruk atmak; (kalp) hızla atmak; zihnen çok çalışmak; saldırmak
- hammock -- hamak
- hamper -- sepet sandık; engel olmak; engel; (den.) arma.
- hamster -- iri avurtlarında yiyeceğini yuvasıma taşıyan sıçan türünden kemirici bir hayvan
- hamstring -- (strung) (anat.) diz arkasmda bulunan iki büyük kirişten biri; bu kirişleri kesmek; sakatlamak; çalışamaz hale getirmek .
- hand -- elle vermek; el vermek; (den.) yelkeni istinga edip sarmak. hand down nesilden nesile devretmek; karar vermek . hand in yetkili bir kimseye vermek. hand it to (argo) haklı olarak övmek. hand on babadan oğula geçirmek; başkasına vermek. hand out dağıtmak. hand over vermek; el; el gibi uzuv (maymun ayağı; kudret; parmak; maharet; el yazısı; yardım; usta; yetki sahibi kimse; işçi; taraf; saat yelkovanı veya akrebi; atın yüksekliğini öIçmeye mahsus bir öIçü (on santimetre); alkış; (iskambil) el; oyun; hevenk; tütün yaprağı demeti. hand and foot bütün isteklerini karşılamak üzere; el büyüteci . hand grenade el bombası. hand in glove with... ile çok yakın ilişkisi olan. hand in hand el ele. hand loom el tezgahı. Hands off ! Dokunma ! Elini sürme ! Bırak ! hand organ latarna. hand running (k.dili.) sıra ile; ihtiyatsız; elinde kalmak. by hand el ile. change hands el değiştirmek; bir kimsenin fikirlerini kabul edip ona uymak; bir kimsenin dalkavuğu olmak. force one's hand zorla yaptırmak; bir kimseyi yapacağnı açığa vurmaya mecbur etmek. from hand to hand elden ele. give one's hand to bir kimse ile evlenmeyi kabul etmek. have a hand in it bir işle ilgisi olmak; başka işe vakti olmamak. in hand elde; hazırlanmakta; kontrol altında; üstünde devamlı çaIışmak. Iay hands on el atmak; takdis etmek; hazır; elden çıkmış
- handbag -- el çantası
- handball -- (spor) hentbol.
- handcuff -- kelepçe; kelepçe vurmak .
- handhold -- tutamaç
- handicap -- (ped; sakatlık; elverişsiz durum; (spor) engelli koşu; mânia koymak; engel olmak; yarışta mânia koymak .handicapped sakat
- handle -- el sürmek; ele almak; kullanmak; elle idare etmek; idare etmek; satmak; ele gelmek; sap; tokmak; alet; (k
- handpick -- elle toplamak; dikkatle seçmek .
- handsel -- (ed; siftah; pey; ilk taksit; siftah ettirmek; pey vermek; yeni yapılan bir işin veya yeni alınan bir şeyin şerefine ziyafet vermek .
- handsome -- yakışıklı; çok; cömert. handsomely cömertçe; bol bol .
- handwork -- elişi .
- hang -- (hanged) asarak idam etmek .; duruş (etek; anlam; sarkma; (hung) asmak; takmak; sarkıt (mak.); eğmek (baş); kaplamak; ABD engellemek; asılmak; neticesi çıkmamak. hang heavy yavaş geçmek (zaman) hang in the balance muallâkta olmak . Hang it ! Lânet olsun ! hang on bağlı olmak; yapışmak; peşini bırakmamak. hang out sarkmak; sarkıtmak; (argo) (bir yerde) vakit geçirmek; tehdit etmek; eskiden kalmış olmak. hang together daima beraber olmak; birbirini tutmak. hang up geri bırakmak; ABD kapamak (telefon) be hung up on aklı bir şeye takılmak; bir şeyin delisi olmak; tutturmak .
- hangar -- hangar .
- hank -- çile; kangal .
- hanker -- (gen.) after veya for ile arzulamak
- happen -- olmak
- happy -- mutlu; şen; uygun; ABD; bir şeye aldırmaz
- harangue -- uzun ve şiddetli konuşma; uzun ve şiddetli bir şekilde konuşmak
- harass -- rahat vermemek; yormak; (ask.) aralıksız saldırılarla taciz etmek . harass'ment taciz
- harbinger -- haberci
- hard -- katı; güç; zalim; şiddetli; anlaşılmaz; ağır; çalışkan; inatçı; çirkin; acı (su); (gram.) kalın sesli (harf); cimri; eksi; nakit para. hard cider alkolleşmiş elma suyu. hard coal (min.) antrasit. hard court te niste beton kort. hard drug morfin gibi bedende alışkanlık yaratan uyuşturucu madde. hard facts ABD; kask; ancak; az bir ihtimalle. hardness güçlük; sertlik; terslik; zorla; sertlikle; sıkıca; çok; yakın; (den.) alabanda; son hadde kadar. hard by pek yakın
- harden -- sertleştirmek; kuvvetlendirmek; sertleşmek; kuvvetlenmek; donmak (çimento) hardened (ask.) yeraltında ve bombalara karşı takviye edilmiş (üs
- hardship -- sıkıntı; eza
- hare -- yabani tavşan
- harelip -- yarık dudak
- hark -- (ünlem) dinlemek; (ünlem) Dinle! Dur! Sus! hark back sadede gelmek; geri çağırmak (tazı) .
- harken -- (eski) dinlemek
- harl -- keten ipliği
- harlequin -- soytarı; alacalı; dış köşeleri yukarı kıvrık (gözlük) harlequinade' pandomima; soytarılık .
- harlot -- fahişe
- harm -- zarar; şer; felaket; zarar vermek
- harmonize -- uyum sağlamak; (müz.); uygun gelmek
- harness -- koşum takımı; pilot bağı; beygirin takımını vurmak; çalışacak duruma getirmek. harness maker saraç. in harness iş başında .
- harp -- harp çalmak; harp çalarak ifade etmek. harp on üzerinde durmak; (müz.)
- harpoon -- büyük balıkları avlamakta kullanılan zıpkın; zıpkınlamak
- harrow -- tapan; tırmık çekmek; hırpalamak; sinirlendirmek. harrowing üzücü
- harry -- soymak; rahat vermemek
- harsh -- sert; kaba
- hartshorn -- geyik boynuzu; eski
- harvest -- hasat; hasat mevsimi; ürün; semere; biçmek; harman sonunda verilen ziyafet. har vest moon sonbahar başındaki dolunay. harvest mouse tarla faresi. harvest tick hasat zamanında türeyen bir çeşit sakırga.
- hash -- tavada pişirilen kıymalı patates; karmakarışık şey; berbat olmuş şey; (argo) haşiş; et kıymak; ABD; (argo) garsonluk etmek. hash house ABD; bir kimsenin işini bitirmek
- hasp -- asma kilit köprüsü; iplik makarası; yün çilesi; kilit köprüsü geçirip kitlemek.
- hassle -- ABD; mücadele.
- haste -- acele; ivedilik . Haste makes waste. Acele işe şeytan karışır. in haste aceleyle; tez olarak make haste acele etmek .
- hasten -- acele ettirmek; acele etmek; sıkıştırmak
- hat -- şapka; kardinalin şapkası; kardinallik rütbesi; şapka giydirmek. pass the hat parsa toplamak
- hatch -- (den.); bent kapağı; bölmeli kapının alt kısmı; üstü açık kapı.; ince çizgilerle süslemek; resim ve kakma işlerinde gölge hâsıl eden ince çizgi; kuluçka makinasıyle civciv çıkarmak; yumurtadan çıkmak; (plan) yapmak; kuluçka makinası .
- hatchel -- (ed; keten taramak .
- hatchet -- ufak balta
- hate -- nefret etmek; bir kimseye düşman olmak; nefret duymak; nefret
- hatter -- şapkacı.
- haul -- çekmek; taşımak; (den.) vira etmek; yön değiştirmek; çekme; bir ağda çıkarılan balıklar; bir seferde kazanılan şey veya miktar; taşıma mesafesi; taşınııan şey. haul off ağır bir yumruk vurmak için kolu geriye atmak. haul over the coals azarlamak haşlamak. haul up çağırıp azarlamak; durmak. a fine haul bir defada ele geçen büyük parti. a long haul uzun taşıma mesafesi; uzun süren zor bir iş.
- haunch -- kalça; (çoğ.) kıç; koyun etinin but ile bel kısmı; (mim.)
- haunt -- sık sık uğramak (gen.) hortlak veya ruhların yaptığı gibi); usandırmak; akıldan çıkmamak; sık sık ziyaret etmek veya daima yanında bulunmak (bilhassa hortlak olarak); sık sık gidilen yer. haunted tekin olmayan
- have -- (had; he; olmak; saymak; tutmak; almak; elinde tutmak; fikir taşımak; elde etmek; ettirmek; (k.dili.) aldatmak; (k.dili.) cinsel ilişkide bulunmak. Yardımcı fiil olarak geçmiş zamanı gösterir. (msl.) (I.) go. Giderim. (I.) have gone. Gittim.) have to meli; bir işin içinde parmağı olmak. have a mind to niyeti olmak have and hold kanunen sahip olmak. have at işe koyulmak. (I.)'ve been had. Üç kağıda geldim. have done with bitirmek; kocamdan boşanacağım.); artık yetmek (msl.)
- haven -- Iiman; melce; sığınmak
- havoc -- hasar; tahrip etmek; kırıp geçirmek. play havoc with harap etmek
- haw -- (bak.) hem .; bazı hayvanlarda üçüncü göz kapağı.; koşum atını sesle sola döndürmek; bu hareket için ata verilen emir.; alıç.
- hawk -- şahin; atmaca; çaylak; askeri kuvvetle ihtilâfı halletmek isteyen kimse; atmaca veya şahin ile kuş avlamak; atmaca gibi kuşa saldırmak. hawkish savaş yanlısı.; öksürerek gırtlağını temizlemeye çalışmak; balgam çıkarmak.; alttan saplı sıvacı tahtası.; sokakta öteberi satmak
- hawse -- (den.) Ioça deliği; geminin önü
- hay -- saman; kurutmak için ot yetiştirmek; otu biçip kurutmak; otla beslemek; ot ekmek .hay fever saman nezlesi. hit the hay ABD
- hazard -- baht; tenis kortunun servis atılan tarafı; eski bir çeşit zar oyunu; bilardo oyununda bir vuruş; golf oyununda mânia; tehlikeye atmak; cüret göstermek. hazard a guess tahmin etmek
- haze -- hafif sis; belirsizlik; (den.); (A.B.D.)
- head -- (çoğ.) heads) baş; kelle; reis; baş yer; ekin başı; madde; kaynak; zirve; akıl; manşet; konu; madeni paranın resimli yüzü (tura); göbek; bira köpüğü; birikmiş basınç; enerji sağlanan suyun düşme yüksekliği; (coğr.) burun; (den.) seren yakası; (den.); pruva; (A.B.D.); (çoğ.) head) baş: fifty head of cattle elli baş sığır. head and shoulders above çok daha iyi. Heads (I.) win; bir düşmanın kellesinin getirilmesi karşılığında verilen para. head of steam buhar basıncı; (k.dili.) şevk; adamakıllı. head over heels in love sırılsıklam âşık. head shop hipilere tütsü ve renkli afişler gibi eşya satan dükkân. head tone (müz.) kafasesi. Heads up! (A.B.D.); kraliçe. bring to head karar noktasına getirmek; burnu büyümek. hang veya hide one's head utanmak; borca girmemek; boynu vurulmak. make head against güçlükler karşısında ilerlemek. off one's head; yapabileceğinin üstünde; daha yüksek bir makama (baş vurma) put their heads together baş başa verip düşünmek. put something out of one's head unutmak veya unutturmak. rocks veya holes in the head (argo) delilik; baş; başa ait. head sea (den.); başta olmak; lider (başkan; baş koymak; başını kesmek; baş olmak; başa koymak; olgunlaşmak; üstünlük sağlamak; başı çevrili olmak; baş bağlamak
- header -- başlıkçı; cıvata başı yapan makina; (bahç.) biçerdöğer maki nası; bir ucu duvarın dışında kalacak şekilde örülmüş tuğla. take a header baş aşağı düşmek veya dalmak.
- headline -- başlık; başlık koymak; (tiyatro) afişte ismi başta olmak.
- headlong -- başı önde; paldır küldür; önünü ardını düşünmeden; baş kısmı önde; kayıtsız .
- heal -- iyileştirmek; iyileşmek; düzeltmek; defetmek; kapatmak; ıslah olmak. healable iyi olması kabil
- heap -- yığın; (k.dili.) çok miktar; (k.dili.) kalabalık; yığmak; yağdırmak (hediye
- hear -- (heard) işitmek; dinlemek; haber almak; sorguya çekmek
- hearken -- dinlemek
- hearse -- cenaze arabası.
- heart -- yürek; gönül; göğüs; vicdan; merkez; öz; kuvvet; cesaret; verimlilik; kalp şeklinde herhangi bir şey; (iskambil) kupa; (çoğ.) bir iskambil oyunu. heert disease kalp hastalığı. a person after one's own heart gönlüne göre biri; özlemek. from my heart bütün kalbimle; insaflı davranmak; içine işlemek; merak etmek. to one's heart' content doya doya
- hearten -- yüreklendirmek
- hearthstone -- ocak taşı; ocak; zemini beyazlatmak için kullanılan yumuşak bir taş.
- heat -- Isıtmak; kızdırmak; sıcaklık; hiddet; şehvet galeyanı; tav; yarışta koşu nöbeti; (A.B.D); polis tarafından yapılan işkence; baskın. heat conduction ısı nakli
- heathenize -- putperest yapmak veya olmak
- heave -- (d veya hove) büyük bir güçle atmak veya fırlatmak; kaldırmak; yukarı kaldırmak: yükseltmek; kabarmak (deniz); göğüs şişirmek; güçlükle çıkarmak (inilti); kusmak; (den.) ırgatı çevirmek; (jeol.) yatay bir şekilde kabarıp kırılmak. heave a (sig.)h içini çekmek; faça edip durmak. heave up kusup çıkarmak; (den.) vira etmek (demiri); kaldırma; fırlatma.
- heaven -- cennet; gök; (b.h) Allah; saadet
- heavy -- ağır; büyüklüğüne göre ağır; şiddetli; fazla; kabarmış (deniz); çol faal (borsa alışverişi); aşırı; kalın (elbise); ciddi; güç; bulutlu; sıkıcı; sıkıntılı; kederli; zarafetsiz; kaba; hazımı güç (yemek); boğucu (koku); derin (sessizlik); uyku basmış; (fiz.) ağır (izotop); sıkışık (trafik); (tiyatro); dramda baş rol. heavy artillery uzun menzilli toplar. heavyduty dayanıklı; ağır vergiye tabi. heavy earth (kim) baryum oksidi. heavy handed eli ağır; can sıkıcı; ağır sıkletli (boksör) heavy with fruit meyvayla dolu. heavy with young gebe. hang heavy yavaş geçmek (zaman) heavily ağır bir şekilde; şiddetli olarak. heaviness ağırlık; şiddet.
- hebetate -- zihnini körleştirmek
- heckle -- konuşmacının sözünü kesmek; keten tarağı ile taramak; keten ve kendir tarağı. heckler konuşmacıyı zor duruma düşüren kimse; keten tarakçısı.
- hectograph -- jelatinli teksir makinası
- hector -- kabadayı; taciz etmek
- heddle -- dokuma tezgahında gücü takımlanndan biri.
- hedge -- (bahçe; mania; her iki taraf için bahse girişme; olasılı zararlara karşı tedbir; etrafına çalı dikmek; kuşatmak; çevirmek; iki taraf için bahse girişmek; olasılı zararlara karşı telâfi etmek için tedbir almak. hedgerow ekilmiş çalı veya ağaçlardan yapılmış çit. hedge sparrow çit serçesi
- hedgehog -- kirpi
- heed -- dikkat etmek; dikkat; sakınmak.
- heehaw -- eşek anırması; kahkaha atarak kaba bir şekilde gülme; anırmak.
- heel -- (den) bir yana yatmak veya yatırmak (gemi); topuk; ayakkabı ökçesi: çorap topuğu; herhangi bir şeyin geride olan kısmı; (A.B.D); uslanmak. cool ones heels bekletilmek; ökçe takmak; peşine düşmek; dans ederken ökçeyi yere basmak; ökçelerine dayanarak dinlenmek; ayağının dibinden ayrılmamak (köpek) well heeled (k.dili) sarfedecek parası bol
- heeltap -- ayakkabı ökçesini yükseltmek için eklenen deri parçası; kadeh artığı.
- heft -- (A.B.D); büyük kısım; kaldlrmak; kaldırıp ağırlığını denemek. hefty (k.dili) oldukça ağır; kuvvetli; bol.
- heighten -- yükseltmek; artırmak; (çoğ.)altmak; abartmak
- heil -- (ünlem)
- heist -- (A.B.D)
- helicopter -- helikopter.
- heliograph -- (fiz.) güneşin fotoğrafını çekmede kullanılan alet; pırıldak
- helix -- helis
- hell -- he will.
- hellenize -- Yunanlılaştırmak; Yunanca konuşmak; Yunanlılık taslamak.
- hello -- (ünlem) Alo. Merhaba Günaydın Hoş geldiniz. Hoş bulduk. (nad.) Yahu
- helm -- (den.) dümen yekesi; idare. Down with the helm. Rüzgâraltı yöresine getir (gemi) Port your helm. iskeleye dümen kır. take the helm dümen başına geçmek; idareyi eline almak. helmless dümensiz; yekesiz; baskısız
- helmet -- miğfer; spor faaliyetlerinde ve inşaatta giyilen koruyucu başlık; sıcak memleketlere mahsus
- help -- yardım etmek; imdadınaa yetişmek; çare olmak: faydası olmak; rahatlatmak. help one out kurtarmak; yürütmek; yardım; yardımcı; hizmetçi.; (ünlem) imdat !
- helve -- sap; sap takmak.
- hem -- (med; kıvırıp kenarını bastırmak. hem in; (ünlem) (med; tereddüt veya şüphe belirten ses); böyle bir ses çıkarmak; tereddüt ederek konuşmak. hem and haw mırın kırın etmek
- hemorrhage -- (tıb.) kanama. hemorrhagic kanamaya ait.
- hemstitch -- (terz.) kumaşın kenarını ajurla bastırmak; ajur
- hen -- tavuk: dişi kuş; (argo) karı. hen har rier delice doğan
- hence -- buradan; bu sebepten
- henna -- kına fidanı; kına.
- henpeck -- başının etini yemek
- hep -- (argo) açıkgöz; bilgili.
- herald -- haberci; protokol görevlisi; haber vermek; takdim etmek
- herd -- (sonek) çoban; hayvan surüsü; davar sürüsü; avam; ayaktakımı; sürü halinde gitmek; sürüye katılmak; sürü haline koymak. herd instinct sürü içgüdüsü. herdsman çoban.; sürüyü gütmek. herder çoban
- hesitate -- tereddüt etmek; lafını şaşırmak
- heterodyne -- (radyo) gelen sinyali devamlı bir frekansa karıştıran (alıcı tipi)
- hew -- balta ile vurarak kesmek; yontmak; kesmek; zahmetle meydana getirmek. hew to the line kurallara kelimesi kelimesine uymak. hewer odun kesicisi
- hex -- (A.B.D); nazarı değmek.
- hibernate -- kış uykusuna yatmak
- hick -- (k.dili.) taşralı
- hide -- (hid; saklanmak; gizlenmek. hide one; hayvan derisi; (k.dili.) insan derisi; (k.dili.) dayak atmak. (I.) haven't seen hide or hair of him. İzi tozu yok. tan one's hide bir kimseye dayak atmak
- hie -- (d
- hieroglyph -- hiyeroglif; anlaşılmaz ve okunmaz yazı.
- higgle -- sıkı pazarlık etmek
- high -- barometrenin yüksek olduğu bölge; (argo) esrar tesiri altında olma. on high gökte; yüksek; mağrur; yüce; âIâ; (müz.) tiz; kokmuş (et); (coğr.) kutuplara yakın; çok eski; baş; ağır; coşkun; pahalı; şiddetli; asil; (argo) esrarın tesiri altında. high and dry suyun dışında; kimsesiz ve çaresiz kalmış. high and low her yerde; zengin fakir; kabarma saati; doruk. high treason ihanet; öfkelenmek; amirlik taslayarak.
- highball -- (d.y) ileri işareti; (A.B.D) viskili içki; (A.B.D)
- higher -- daha yüksek.higher criticism Kitabı Mukaddes yazılarının tarih
- highjack -- (bak.) hijack.
- highlight -- bir resimde ışıklı ve detaylı kısım: ilgi çekici olay; (k.dili.) (bir olayın) özel bir kısmına dikkati çekmek.
- hijack -- kuvvet zoru ile çalmak; hareket halindeki uçağı veya başka bir taşıtı kendi istediği yöne çevirmek. hijacker uçağı veya başka bir taşıtı kaçıran kimse
- hike -- engebeli arazide uzun yürüyüş yapmak; (etek) toplamak; fiyatı yükseltmek; kaldırmak; uzun ve çetin yürüyüş; yükselme.
- hill -- tepe; yığın; küme; bitkilerin etrafına veya üstüne örtülmuş toprak yığını; tepe veya yığın teşkil etmek
- hillbilly -- (k.dili.) (A.B.D)'nin güney eyaletlerinde orman köylüsü.
- hilt -- kabza; kabza takmak. up to the hilt tamamen
- hinder -- engellemek; arkadaki
- hinge -- menteşe; dayanak noktası; midye gibi hayvanların kabuğunda mafsal; menteşe takmak; dönmek; dayanmak
- hinny -- at ile dişi eşekten hasıl olan katır.
- hint -- ima; ima etmek
- hip -- kuşburnu (güI meyvası); (ünlem) alkışa hazır ol işareti: Hip; (A.B.D); zamana uygun.; (ped; (mim.) dam yanlarının bitişmesinden hâsıl olan dış açı; dama sırt yapmak; (spor) kalça ile vurup düşürmek. hip bath bele kadar gelen banyo kuveti; yarım banyo. hipbone kalça kemiği. hip disease (tıb.) kalça kemiği hastalığı. hip lock güreşte kalça çelmesi
- hippodrome -- at meydanı
- hire -- kira; kiralama; ücretle tutmak; kira ile tutmak
- hiss -- ıslık sesi çıkarmak; Islıklamak; yılan sesi; hiddet ifade eden ıslık gibi ses. hiss one off the stage ıslıklayarak sahneden kovmak. hissing ıslıklama
- hist -- (ünlem) Sus! Dur! Dinle!; (leh.) kaldırmak; (bak.) hoist.; (kıs.) historian
- history -- tarih; tarihi dram; tarih kitabı. family history aile tarihçesi. natural history tabiat bilgisi.
- hit -- vuruş; isabet; başarı; yerinde söz; (argo) iğne ile vücuda zerkedilen esrar. hit or miss gelişigüzel. make a hit (beysbol.) tam vuruş yapmak; (argo) üstün başarı sağlamak.; (hit; hedefe isabet ettirmek; uymak; varmak; isabet etmek; saldırmak; tesir etmek; (A.B.D); (argo) vücuda esrar zerketmek. hit-and-run çarpıp kaçan (şöför) hit below the belt boksta kurallara aykırı davranmak; haksızlık etmek; taklit etmek. hit-or-miss rasgele; sonucunu düşünmeden; aniden yüzükoyun yere yatmak. hit the jackpot (argo) beklenilmedik anda başarı kazanmak. hit the nail on the head taşı gediğine koymak; tam bilmek; tam isabet kaydetmek. hit the sack (argo) yatmak. hit upon rasgele bulmak.
- hitch -- çekiş; ilişme; engel; topallama; bağlantı parçası; (den) volta; (A.B.D); ip ile bağlamak; bağlamak; topallayarak yürümek; çekelemek; (k.dili.) evlenmek; takılmak
- hive -- kovan; kovanda bulunan arı kümesi; arı kovanı gibi halkı çok ve çalışkan olan yer; kovan almak; kovana doldurmak (bal); biriktirmek; kovana girmek; kovanda yaşamak.
- hoar -- kır; eski; ihtiyar; saygıdeğer; eskilik; yaşlılık; kırağı. hoarfrost kırağı.
- hoard -- biriktirilmiş şey; biriktirmek
- hoax -- şaka; hile; aldatmak
- hob -- (cin) play hob with karmakarışık etmek; ocak yanı çıkıntısı; bazı oyunlarda hedef kazığı.
- hobble -- topallamak; bukağı vurmak; topal etmek; topallama; bukağı; müşkülat; ayakbağı
- hobnail -- iri başlı kısa çivi
- hobnob -- (bed; beraberce içip eğlenmek.
- hobo -- (çog hobos veya hoboes) gezici rençper; serseri kimse
- hock -- (A.B.D); rehine koymak. in hock rehinde; (k.dili.) hapiste; borçlu.; at gibi hayvanların içdizi; topal etmek (at); Ren şarabı
- hocus -- aldatmak; sarhoş etmek; içine uyuşturucu madde katmak (içki)
- hocuspocus -- sihirbazın sözleri; göz boyayıcı hareketler; hokkabazlık
- hod -- sırtta tuğla veya harç taşımaya mahsus uzun saplı bir çeşit tekne; sobanın yannıda bulundurulan kömür kovası.
- hoe -- çapa; çapalamak
- hoedown -- (A.B.D); halk müziği.
- hog -- (ged; domuz sırtı gibi kavisli yapmak; atın yelesini kırkmak; (den.) kamburlaşmak (gemi omurgası); büyük domuz; (k.dili) obur ve pis kimse
- hoick -- (k.dili.) aniden manevra yapmak (uçak)
- hoist -- (ed; bir sancağın yüksekliği; ağır yük asansörü. be hoist with veya by one's own petard kendi kazdığı çukura düşmek
- hold -- (held) tutmak; bırakmamak; içine almak; alıkoymak; sahip olmak; devam ettirmek; inanmak; devam etmek; mecbur etmek; yapışmak; dayanmak; sadık olmak: değişmemek; arkası kesilmemek; doğru kalmak; durmak; tutma; tutacak şey veya yer; sığınacak yer; hapishane; nüfuz; (müz.) uzatma işareti. hold a thing over one bir şey ile durmadan tehdit etmek. hold aloof uzak durmak; kendini tutmak; tutunmak; değerini korumak. hold in tutmak; kendini tutmak. hold in esteem saymak; gecikmek. hold on devam etmek; tutup düşürmemek. Hold on ! (k.dili.) Dur! Bekle! hold one's ground durumunu muhafaza etmek; yüzü olmak. hold one's own geri gitmemek; ileri sürmek; tahammül etmek; yetmek; ayak diremek. hold out on one birinden gizlemek. hold over ertelemek; belirli bir süreden fazla devam etmek; tehdit etmek. hold together bir arada tutmak; ayrılmamak; hakikate uygun görünmek; arzetmek; engel olmak; yolunu kesip soymak. hold water su kaldırmak; (k.dili.) geçerli olmak; gemi ambarı; geminin iç tarafı.
- hole -- delik; boşluk; çukur; magara; in gibi yer; hücre; karanlık ve pisyer; kusur; (k.dili.) güç durum; delik açmak; iki maden damarını birleştirmek için dehliz açmak. hole out golfta topu deliğe düşürmek. hole up saklanmak; dünyadan çekilmek. a swimming hole çay veya ırmakta yüzmeye elverişli yer. The money is burning a hole in my pocket. Para batıyor bana. Harcamak istiyorum. crawl into one's hole köşesine çekilmek; utanmak. in a hole müşkül mevkide; para kaybetmiş durumda. make a hole in büyük bir kısmını sarfetmek. pick holes in kusur bulmak
- holiday -- tatil; bayram veya yortu günü. holiday clothes bayramlık elbise. Iegal holiday resmi tatil günü. Roman holiday katılanların zaranna olan eğlence.
- holler -- (A.B.D); bağırış
- hollow -- içi boş; çukur; yankı yapan; yalan; aç. hollow pretense gösteriş; sahtelikle. hollowness boşluk; sahtelik; oyuk yer; dere; oymak; oyulmak.
- holograph -- tamamı imza sahibinin eliyle yazılmış (belge)
- holster -- meşin tabancalık.
- holystone -- Malta taşı; bu taşla temizlemek (gemi güvertesi)
- homage -- biat; tazim
- home -- ev; vatan; bulunulan yer; melce; bazı oyunlarda hedef; eve ait; (ing) içişlerine ait; yüreğe işleyen; oyunlarda hedefe ait; eve doğru; evde; işin iç yüzüne veya insanın vicdanına dokunarak; (den) anayurt üssü; merkez. home consumption dahili istihlâk; yurt içinde tüketilen maddeler. home economics ev bilgisi; (b.h); bu sınıftaki öğrenciler. home rule muhtariyet; memleketinde; alışkın; kabul günü. come home to çok etkilemek; farkına varmak. feel at home kendini rahat hissetmek; rahatınıza bakın.; bir hedefe doğru gitmek; bir hedefe doğru rota tayin etmek (roket; yerleştirmek
- homebrew -- evde yapılan içki.
- homer -- yuvasına dönen güvercin; (beysbol.) tam kale koşusu.; eski Yunan şairi Homer (Omiros)
- homestead -- ev ve müştemilâtı; çiftlik ve müştemilâtı.
- homogenize -- mütecanis hale getirmek; homojenize etmek; dövüp kıvamına getirmek. homogeniza'tion mütecanis hale getirme. homogenizer mütecanis hale getiren şey.
- hone -- ince bilegi taşı; ustura bilemeye mahsus taş; bilemek.
- honest -- dürüst; namuslu; güvenilir. turn an honest penny namusuyla para kazanmak. honestly sahiden; dürüstlükle
- honey -- bal; tatlı şey; sevgili; canım; bal ilâve ederek tatlılaştırmak; tatlı dil kullanmak. honey bread (bot.) keçiboynuzu. honeyed tatlı
- honeycomb -- bal peteği; peteğimsi; petek şekline koymak
- honeymoon -- balayı.
- hong -- Çin'de fabrika veya imalathane.
- honk -- yabani kaz sesi; klakson sesi; kaz sesi; çıkarmak; klakson çalmak.
- honor -- (İng.) -our şeref vermek; kabul edip karşılığını ödemek (bono; (İng.) -our onur; şöhret; şeref kaynağı; imtiyaz; namus; yargıçlara verilen ünvan; derslerinde üstün başarı gösteren üniversite veya kolej öğrencilerine verilen şeref payesi; iskambil oyunlarında en yüksek dört veya beş koz. honor system bazı okullarda kişilere güvenerek onların gözetim altında olmadan kurallara uyup ödevlerini yerine getirmelerini sağlayan yönetim sistemi; dükkanda müşterinin hesabını kasaya para atarak kendi kendine ödeme usulü. honors of war şartlı teslim olan düşmana tanınan hak. bound in honor namus borcu saymakta. code of honor ahlâk kuralları. do honor to şereflen- dirmek; misafir ağırlamak; namusum üzerine. word of honor şeref sözü. Your Honor
- hood -- kukulete; kukuleteye benzeyen herhangi bir sey; A.B.D; şahinin başına geçirilen göz bağı; üniversitelerde rütbe göstermek için pro- fesörlerin cüppelerine takılan başlık şeklindeki parça; (argo) hayta; kukulete giydirmek; gözünü bağlamak. hooded başlıklı. hooded crow leş kargası
- hoodoo -- büyü; (k.dili.) uğursuz kimse veya şey; (k.dili.) uğursuzluk getirmek.
- hoodwink -- gözlerini bağlamak; aldatmak
- hoof -- (çoğ.) hoofs; toynaklı hayvan ayağı; toynaklı hayvan; tekmelemek; (gen.) it ile
- hook -- kanca; kopça; orak; çengel gibi kıvrılmış şey; akarsuyun çengel şeklinde kıvrılan kısmı. hook and eye erkek ve dişi kopça. hookandladder company itfaiye teşkilatı. hook; .; ucu çengelli olta ile balık tutmak; çengel şekline sokmak; tos vurmak; (argo) çalmak; kanca şeklini almak; takılmak; birleştirmek. hook up with (argo) ile ilişki kurmak; ile evlenmek.
- hoop -- çember; çocuklann oyuncak çemberi; eskiden kadınların eteklerinin içine geçirilen çember; çember şeklinde herhangi bir şey; çemberlemek
- hoot -- ötmek (baykuş); yuha çekmek; baykuş sesi; bağırma; yuhalama; (İng.)
- hoover -- (İng.) elektrikli süpürge ile temizlemek. hooves (bak.) hoof.
- hop -- (-ped; şerbetçiotu yetiştirmek veya toplamak.; oynamak; üzerinden atlamak; sıçratmak; (k.dili) binmek; sıçrama; uçak seferi. hop it (İng.)
- hope -- ümit; ümit etmek; ümit vermeyen. hope chest çeyiz sandığı. hoping against hope ümidini kesmeyerek
- hopple -- (bak.) hobble.
- hopscotch -- seksek oyunu.
- hormone -- hormon.
- horn -- boynuz; boynuz şeklindeki herhangi bir sey; (müz.) boru; eyer kaşı; klakson; boynuz koymak; tos vurmak. horn in (argo) bir işe burnunu sokmak.
- hornpipe -- Gal eyaletine özgü klarnete benzer eski bir çalgı; eskiden gemicilere özgü oynak bir dans; bu dansa ait havalar
- horrify -- dehşet vermek; dehşet verici şey.
- horse -- at; aygır; at familyasından hayvan; süvari birliği; kasa (jimnastik); A.B.D; (argo) eroin. horse bean bakla. horse chestnut atkestanesi; orkinos; aksini düşünmek. race horse yarış atı. ride a high horse büyükIük taslamak. straight from the horse' mouth en yetkili ağızdan öğrenilmiş. To horse! Ata bin! horsy ata ait; at yarışlarıyle ilgili; (argo) iri; ata bindirmek; at tedarik etmek; kamçılamak; sırtına binmek; ata binmek; oynamak.
- horsecollar -- hamut.
- horseplay -- eşek şakası; hoyratlık.
- horsewhip -- kamçı; kamçılamak.
- hosanna -- (ünlem); şükretme.
- hose -- (coğ. hose) çorap; eski zamanlarda dar ve kısa pantolon. half hose kısa çorap; (coğ. hoses) hortum; tulumba hortumu; hortumla sulamak veya ıslatmak. hose company itfaiye teşkilatı.
- hospitalize -- hastaneye yatırmak. hospitaliza'tion hastaneye yatırma; A.B.D hastane sigortası.
- host -- kalabalık; (eski) ordu.; bazı Hıristiyan kiliselerinde Aşayı Rabbani ayininde takdis edilen ekmek; evsahibi (erkek); mihmandar; otelci; bir asalağı besleyen hayvan veya bitki; ev sahibi olarak eğlendirmek.
- hostel -- bisiklet turuna çıkan veya yürüyerek seyahat eden gençlerin kaldıkları han; talebe yurdu.
- hostess -- evsahibesi; garson kadın; konsomatris; hostes.
- hot -- (-ter; acı; şiddetli; hiddetli; yüksek gerilimli akım taşıyan (tel); tehlikeli miktarda radyoaktivite ihtiva eden; yakın; yeni; polisçe aranmakta olan; kızışmış; A.B.D; (müz.); abartma. hot dog (k.dili) sosis; her zaman cevap veren imdat te lefonu; dinleyicilerden gelen telefon konuş- malannı ihtiva eden radyo programı. hot pants çok kısa kadın şortu. hot plate portatif soba; sıcak yemek. hot pot (İng.) güveç. hot rod (A.B.D.); sıkıcı durum. hot spring kaplıca. biow hot and cold hem lehinde hem aleyhinde bulunmak. get hot ısınmak; kızmak
- hotfoot -- (k.dili.) aceleyle; birinin ayakkabı tabanı arasında kibrit yakarak yapılan eşek şakası.
- hothouse -- limonluk
- hotpress -- ısıyla işleyen cilalama makinası; bu makina ile cilâlamak.
- hound -- tazı; (fig.) it; tavşan tazı oyununda tazı; müptela kimse; tazı ile ava gitmek; peşini bırakmamak; kışkırtmak
- house -- ev; ev halkı; (kil.) piskoposlar meclisi; tiyatro; hükümet meclisi; (gen.) b.h. hanedan; ticarethane; cemaat; (astr.) göğün on iki kısmından biri; santranç hanesi. house agent (İng.) ev simsarı; kolay yıkılan şey. House of Commons (İng.) Avam Kamarası. house of correction ıslahevi. house of detention tutukevi; herkesi güldürmek; içkili lokantası olan otel. put one's house in order işlerini düzene koymak. shout from the housetops etrafa yaymak. town house şehir evi; bir eve koymak; yerleştirmek; (den.) siper altına almak; evde oturmak
- housemaid -- orta hizmetçisi. housemaid' knee (tıb.) dizkapağı iltihabı.
- housewife -- ev hanımı; (İng.) dikiş kutusu.
- hove -- (bak.) heave.
- hovel -- açık ağıl; harap kulübe mezbele
- hover -- fazla hareket etmeden üzerinde ve etrafında uçmak; etrafında dolaşıp durmak; tereddüt etmek; havada durabilmek için hareket ettirmek (kanat); etrafında dolaşıp durma. hoveringly tereddüt ederek.
- howdy -- (ünlem)
- howl -- ulumak; inlemek; kahkaha atmak; uluma; inleme
- hoyden -- hoiden kaba ve arsız kız
- hubbub -- gürültü.
- huckster -- seyyar satıcı; A.B.D; seyyar satıcılık yapmak; çekişe çekişe pazarlık etmek.
- huddle -- bir araya sıkışmak; birbirine sokulup sarılmak ve çömelmek; acele ile karmakarışık tıkmak (esya) acele ile biraraya toplamak; karışıklık; Amerikan futbolunda oyun arasında oyuncuların baş başa verip konuşması; A.B.D
- huff -- kabadayılık göstermek; bir kimseye öfkelenmek; dama oyununda atlama fırsatını kaybettiğinden hasmının taşını yutmak; darılmak; dargınlık; surat asma; dama oyununda ceza olarak hasmın taşını yutma. huffish öfkelenmis; öf keli.
- hug -- (-ged; bağrına basmak; benimsemek; sarılma; orsa gitmek. bear hug çok sıkı kucaklama (ayı gibi)
- hula -- Hawaii'de kol hareketleriyle yapılan ve bir anlam taşıyan dans.
- hulk -- kullanılmaz hale gelmiş gemi teknesi; çok büyük ve kaba gemi; iri ve hantal kimse veya şey; up ile hantal bir şekilde doğrulmak. hulky
- hull -- geminin tekne kısmı; geminin teknesine gülle isabet ettirmek. hull down (den.) yalnız direk ve yelkenleri görünecek kadar uzakta. hull up (den.) teknesi görünecek kadar yakın.; fındık v.b.'nin dış kabuğu; (bot.) çanak; kabuğunu veya çanağını çıkarmak
- hullabaloo -- gürültü
- hullo -- (bak.) halloo.
- hum -- (ünlem); bu tür bir ünlem; tereddüt ve hoşnutsuzluk ünlemi çıkarmak. Bak. hem.; (-med; arı gibi vızıldamak; dudaklar kapalı olarak şarkı söylemek; mırıldanmak; (k.dili) faaliyette olmak; harıl harıl çalışmak; mırıltı ile söylemek (şarkı); vızıltı; makina gürültüsü; kalabalığın uğultusu. The office was humming Büroda herkes arı gibi çalışıyordu.
- human -- insana ait insani; insan. human affairs toplumsal olaylar. human being insan; insan kurban etme. humanly insanca; insanın güç veya yeteneği dahilinde.
- humanize -- insanlaştırmak; insanileştirmek; insanlaşmak
- humble -- alçak gönüllü; hakir; saygılı; kibrini kırmak; kabahatini itiraf edip af di- lemek
- humbug -- (-ged; yalancı kimse; aldatmak; hile yapmak
- humiliate -- kibrini kırmak
- humor -- (İng.) humour güIünçlük; nüktedanlık; mizah; keyif; mizaç; kapris; (tıb.) salgı; sivilce; suyuk; keyfine tabi olmak; sinirli; şakadan anlama.
- hump -- kambur; tümsek yer; (İng.); kamburlaştırmak; (gen.) oneself ile gayrete gelmek; tümsekli.
- humpback -- kambur; kambur kimse; bir çeşit iri balina.
- humph -- (ünlem); böyle ses çıkarmak.
- hunch -- eğmek; omuzlamak; kambur; iri parça; A.B.D
- hunger -- açlık; kuvvetli istek; acıkmak; hasret çekmek; aç bırakmak. hunger march açlık yürüyüşü. hunger strike açlık grevi.
- hunt -- avlanmak; avlamak; araştırmak; (mak.); av; avcılık; avcılar kulübü; arama; avlak. hunt down yakalayıncaya kadar peşini bırakmamak. hunt up aramak
- hurdle -- yarışlarda kullanılan engel veya çit; engelli yarış; seyyar ağıl; (İng.) dallardarı sepet gibi örülmüş portatif parmaklık veya engel; etrafına parmaklık veya çit çevirmek; yarışta engel atlamak. high hurdles yüksek engel; yüksek engelli 110 metrelik koşu. low hurdles alçak engel; alçak engelli 200 metrelik koşu. hurdler engelli koşuya katılan yarışmacı.
- hurl -- hızla atmak savurmak; hiddetle söylemek; hızla atış
- hurrah -- hurray; bu (ünlem); "Yaşa !" diye bağırmak.
- hurry -- acele etmek; koşmak; acele ettirmek; acele ile göndermek; sıkıştırmak; acele telaş. Hurry up! Acele et! Çabuk ol! Haydi! in a hurry acele ile
- hurt -- (hurt) yara; acı; incitmek; rencide etmek; zarar vermek; acımak; incitici; inciterek. hurtfulness zarar; inciticilik.
- hurtle -- çarpmak; hızla atılmak veya fırlamak; hızla fırlatmak.
- husband -- koca; idare etmek; idareli kullanmak.
- hush -- derin sessizlik; susmak; susturmak
- hushaby -- (ünlem) Uyu yavrum! Haydi uyu !
- husk -- mısır başağının dış yaprakları; herhangi bir şeyin işe yaramayan dış kısmı; dış kabuğunu soyup çıkarmak. husking husking bee A.B.D mısır soymak için çiftlik ambarında düzenlenen ziyafet.
- hustle -- kalabalıkta itişmek; itip kakmak; acele ettirmek veya etmek; eline çabuk olmak; (A.B.D.); (argo) fahişelik yapmak; itişip kakışma; (k.dili) hummalı faaliyet. hustle up (A.B.D.); kalpazan kimse; fahişe.
- hut -- kulübe; asker barakası.
- hutch -- tavşan kafesi; büfe üstüne konulan tabak çanak dolabı; dolap; kulübecik; (mad.) kömür vagonu; çukur tepsi; hamur tahtası; ambara yığmak.
- huzza -- (ünlem)
- hydrate -- hidrat; su ile karıştırarak bileşik meydana getirmek.
- hydroplane -- deniz uçağı
- hymn -- ilahi; ilahi okumak
- hype -- (argo) zerkedilen esrar; şırınga; satışı teşvik eden ilan veya teklif; dikkat çekici hareketler; üzerine dikkat çekilen kimse veya şey; aldatmak. hype up uyarmak; heyecanlandırmak.
- hypertrophy -- (tıb.) bir organın anormal irileşmesi. hypertroph'ic fazla irileşmeye ait.
- hyphen -- iki kelimeyi veya bir kelimenin kısımlarını ayıran kısa çizgi; A.B.D hem doğduğu memlekete hem de A.B.D'ne bağlı olan.
- hypothecate -- borca karşılık rehin olarak vermek
- hypothesize -- nazariye kurmak
- ice -- buz; dondurma; meyvalı dondurma; buza benzer şey; pasta üstü için krema; (argo) pırlanta; dondurmak; içine buz koymak; pasta üzerine şekerli krema sürmek; (A.B.D.); deniz buzulu. ice hockey buz hokeyi. ice ma- chine buz yapma makinası. ice pack kutup denizlerinde küme halinde bulunan iri buz parçaları; buz torbası. ice pick buz kıracağı. ice plant buzhane; buz otu; ilk defa bir işe girişmek. camphor ice kâfurla yapılmış merhem. cut no ice (A.B.D.); sonucu lehte olacağı şüphesiz. on thin ice çok nazik veya müşkül bir durumda. iced buzlu; üzerine krema sürülmüş (pasta
- idealize -- idealleştirmek idealiza'tion idealleştirme.
- identify -- teşhis etmek; aynı olduğunu ispat etmek; bir tutmak; hüviyet identification card kimlik kartı
- idle -- işsiz; işlemeyen; boş; boş gezmek; vaktini boşa harcamak; (motor) boşta çalışmak idle mo ments boş zamanlar idle pulley; boşa dönen kasnak idly tembelce; (motor) boşta .
- idolize -- aşırı derecede sevmek; putlaştlrmak.
- ignite -- tutuşturmak; tutuşmak
- ignoble -- alçak; şerefsiz; kalitesiz
- ignore -- önem vermemek; (huk.) delil yetersizliğinden kabul etmemek
- illegitimate -- gayri meşru; kanuna aykrı; makul olmayan
- illuminate -- aydınlatmak; kandillerle donatmak; kitap veya yazıyı renkli resim ve harflerle süslemek; fikirlerini geliştirmek; anlatmak; illumina'tion tenvirat; kitapta tezhip; kitap veya el yazısını renkli ve yaldızlı resim ve harflerle süsleyen kimse
- illumine -- aydınlatmak; zihnini açmak
- illustrate -- tanmlamak; anlatmak; resim ile süslemek. illustrator tasvir eden kimse veya şey; kitap veya dergilere resim yapan kimse.
- image -- şekil; sanem; fikir; timsal; (bir kimse hakkında) toplumun kanaati; (fiz.) Işınların etkisi veya mercek vasıtasıyle meydana gelen şekil; tasvirini yapmak; yansıtmak; hayal etmek
- imagine -- hayal etmek; zannetmek; kavramak
- imbecile -- budala
- imbed -- (bak.) embed.
- imbibe -- içine çekmek; içmek; öğrenmek
- imbricate -- kiremit gibi bir biri üzerine bindirmek veya binmek.
- imbrue -- sırılsklam yapmak (kan ile)
- imbrute -- hayvanlaştırmak
- imbue -- massettirmek; doldurmak; iyice ıslatmak; emdirmek; boyamak
- imitate -- taklit etmek; bir kimseyi örnek tutmak. imitative taklit kabilin(den.) imitatively taklit yoluyla.
- immerse -- daldırmak
- immigrate -- göç etmek
- immobilize -- yerinde durdurmak; (tıb.) sargı ile tespit etmek; (tic.) tedavülde olan paranın değerini muhafaza için bir kısmını tedavülden çekmek; askeri kuvveti savaşamaz hale getirmek. immobiliza'tion tespit etme
- immolate -- kurban etmek kesmek
- immortalize -- ebedileştirmek; ebedi şöhrete nail etmek
- immune -- bağışık; bulaşlcı bir hastalığa karşı baglşıklığı olan kimse.
- immunize -- muaf olmak; aşı.
- immure -- etrafına duvar çekmek; üstüne duvar örmek; hapsetmek.
- imp -- küçük şeytan; afacan çocuk; bir kuşun uçuş gücünü artırmak için kanat veya kuyruğuna tüy eklemek; (mec.) kuvvetlendirmek.; (kıs.) imperative; (kıs.) Imperator.
- impact -- vurma; vuruşma; etki; sıkıştlrmak; (tıb.) inkıbaz
- impair -- bozmak; eksiltmek
- impale -- kazıklamak kazığa sokarak öldürmek.
- impanel -- empanel (-ed; bu listedeki isimlerden jüri heyetini seçmek.
- impark -- koru haline getirmek; park içine almak.
- impart -- bildirmek; vermek
- impassion -- hırslandlrmak; heyecanlandlrmak. impassioned ateşli
- impaste -- yoğurmak; macunla kaplamak; güz. san . koyu renk boya vurmak.
- impasto -- (güz. san.) koyu boya tabakası; koyu boya vurma usulü.
- impawn -- rehine koymak.
- impeach -- devlet memurunu mahkemeye sevketmek; suçlamak; suçlama
- impede -- engellemek
- impediment -- engel; (huk.) evlenmeye mani sebep; pelteklik. impedimen'tal engel kabilinden
- impel -- (-led; saik; tulumba pervanesi.
- impend -- tehdit etmek; vukuu yakın olmak; sarkmak
- imperfect -- eksik; bitmemiş; (huk.) tamam olmayan; uygulanamaz; (gram.) bitmemiş bir eylem gösteren (fiil); (gram.) bunu belirten zaman veya fiil. imperfectly eksik olarak
- imperil -- (-ed
- impersonate -- taklit etmek; temsil etmek; kişilik kazandırmak. impersonation taklit etme; şahıslandırma. impersonator temsil veya taklit eden kimse
- impetrate -- yalvararak elde etmek.
- impinge -- vurmak (ses ışık); sınırı aşmak
- implant -- dikmek; aklına sokmak; (tıb.) tedavi amaclyle vücudun içine sert madde koymak; bu maksatla yerleşirilen madde. implanta'tion dikme
- implead -- (huk.) aleyhinde dava açmak.
- impledge -- rehine koymak.
- implement -- tamamlamak; yerine getir mek (taahhüt; infaz etmek; alet
- implicate -- karıştırmak; ima etmek dokundurmak; birbirine sarmak dolaştırmak. im'plica'tive imalı; karıştırma; dolaşık olma.
- implode -- şiddetle içeriye doğru çökmek.
- implore -- niyaz etmek
- imply -- zımnen delâlet etmek; demek
- import -- ithal malı; anlam; önem; ithal etmek; belirtmek; etkilemek; önemi olmak; sokmak; ithalâtçılık. impor'ter ithalâtçı.
- importunate -- zorla isteyen
- importune -- ısrarla istemek
- impose -- üzerine koymak; zorla yüklemek; hile ile kabul ettirmek; (matb.) dizilmiş sayfaları baslıacak sekilde sıraya koymak; etkilemek; kabul ettirmek; zorla kabul ettirmek za'fından istifade etmek; aldatmak.
- impound -- ağıla kapamak; tevkif etmek; havuza su doldurmak.
- impoverish -- fakirleştirmek; kuvvetini kesmek mumbit toprağı kuvvetten düşürmek. impoverishment fakirleşme; kuvvetten düşme.
- imprecate -- lanet okumak
- impregnate -- gebe bırakmak; işba haline getirmek; zihni doldurmak; gebe; meşbu
- impress -- zorla askere almak; istimlak etmek; zorla alma; istimlak impressment zorla alma; istimlak.; etkileme; damga; etkilemek; damga basmak. impressible etkilenebilir.
- imprest -- devlet hazinesinden verilen avans
- imprint -- baskı; damga; etki; bir kitabın başında bulunan yaymevinin ve baslmevinin adları ile yayın tarihi.; damga veya mühür basmak; etkilemek
- imprison -- hapsetmek; mahpusluk
- improper -- uygunsuz; yakışık almayan; yakışıksız
- improve -- değerini artırmak; ıslah etmek; iyiye kullanmak; ıslah olmak; artmak; bir şeyi ıslah etmek için yapılan veya ilave olunan şey. improver ıslah eden kimse
- improvise -- irticalen; o anda uydurmak; birdenbire çaresini bulmak. improvisa'tion irticalen şiir söyleme veya çalgı; irticalen söylenmiş şiir veya çalınan müzik parçası; o anda uydurma. im'proviser; anında uyduran ve çare bulan kimse.
- impugn -- yalancı çıkarmak
- impulse -- itici kuvvet; tesir ani his; (mak.) çok kısa zamanda tesirini gösteren büyük kuvvet. buy on impulse düşünmeden satın almak.
- impure -- kirli; karışık; iffetsiz; saf olmayan (lisan)
- impute -- isnat etmek; vermek.
- in -- etkili tarafın üyesi; (k.dili.) istenilen du- ruma erişme vasıtası. ins and outs bir işin bütün ayrıntılarlı girdisi çıktısı; bir yerin bü- tün köşeleri.; dahili; kazanmış; elinde; içeri doğru yönelen. in and out kah içerde kah dışanda. in-and-out (mak.) bir içeri bir dışan hareket e(den.); içeride; evde; vazife ba- şında; mevsimi gelmiş be in with ortağı ol- (mak.); arkadaşı olmak. have it in for (k.dili.) kin beslemek We are in for a fight şimdi çattık belaya ! muhakkak kavga çıkacak.; (edat.) içinde; giymiş; (belirli bir renk; düzenlenmiş; ile meşgul; amacıyle; vasıtasıyla; göre; bakımından; tesirinde; esnasında; (A.B.D.) zamam dolmadan önce; halinde; üzere; güçlük içinde
- inanimate -- cansız; donuk
- inarch -- çin usulüyle aşılamak
- inaugurate -- resmen işe başlatmak; başlamak (işe); açılış töreni yapmak. inaugura'tion resmen işe başlama; bir kimsenin göreve başlaması münasebetiyle yapılan tören
- inboard -- (den.) geminin içindeki; geminin içinde; geminin içine. inboard motor teknede sabit motor.
- inbound -- (den.) limana giren
- incage -- encage kafese kapamak.
- incandesce -- ısı etkisiyle beyazlaşmak; bir madeni akkor haline getirinceye kadar kzdırmak.
- incapacitate -- kudretsiz hale getirmek; (huk.) ehliyetini elinden almak. incapacita'tion ehliyetsizlik
- incapsulate -- kapsül içine kapamak
- incarcerate -- hapsetmek; hapsedilmiş. incarcera'tion hapsetme
- incarnadine -- ten renginde; kan kırmızısı; kızıla boyamak.
- incarnate -- vücut bulmuş; ten renginde; vücut kazandırmak
- incase -- sandık veya kutu içine koymak
- incense -- kızdırmak; tütsülemek; günlük; herhangi güzel bir koku.
- incest -- akraba ile zina
- inch -- pus; barometredeki civayı bir pus yükseltecek hava basmcı; toprağa düşen yağmurun yükseklik ölçümü; yavaş yavaş hareket etmek veya ettirmek. inch along yavaş yavaş hareket etmek. by inches ağır ağır
- inchoate -- yeni başlamış
- inchworm -- yeri ölçer gibi yürüyen bir çeşit tırtıl.
- incinerate -- yakıp kületmek. incinerator yakıp kül haline getiren makine veya alet. incinera'tion yakıp kületme.
- incise -- hakketmek; yarmak
- incite -- teşvik etmek
- inclasp -- (bak.) enclasp.
- incline -- eğri yüzey; yokuş; eğilme.; eğmek; eğilmek; meyletmek; sapmak
- inclose -- inclosure (bak.) enclose
- include -- işine almak
- incommode -- rahatsız etmek
- inconvenience -- zahmet; uygunsuzluk; rahatsız etmek
- incorporate -- anonim şirket haline getirmek; birleştirmek; içine almak; anonim şirket olan.
- incrassate -- koyulaşmak; (bot.) şişmiş
- increase -- büyüme; ürün; kâr; hasllât; döl. on the increase gittikçe artmakta.; artmak; gelişmek; verimli olmak; arttırmak
- increment -- artma; azar azar artma; fazlalık; (mat.) nicelik farkı. unearned increment (ikt.) bir servet veya bir değerin emeksiz olarak artması.
- incriminate -- suçlamak
- incrust -- (bak.) encrust.
- incubate -- kuluçkaya yatırarak veya suni araçlarla civciv çıkarmak; (mec.) kafasında (plan) kurmak; (tıb.) bir hastalığın bedene girmesiyle belirtisinin meydana çıkması arasındaki zaman boyunca gelişmek (mikroplar)
- inculcate -- talim etmek
- inculpate -- suçlamak
- incumber -- (bak.) encumber.
- incur -- (-red; girmek
- incurve -- (beysbol.) havada atıcıya doğru yönelen ve eğik olarak giden top atışı.
- indemnify -- zararını ödemek; zarar görmeyeceğine dair peşinen kefil olmak. indemnifica'tion tazminat.
- indent -- bere; çentmek; basmak; bere yapmak.; içeriden başlamak; diş diş kesmek; kenarını oymak; ambardan erzak verilmesini resmen emretmek; ısmarlamak; senet ile birini uşaklığa vermek; diş diş olmak; diş; uşaklık senedi; ısmarlama.
- indenture -- sözleşme kâğıdı; kontrat veya senetle bağlamak.
- index -- (çoğ.)- ex.es; katalog; gösterge; delil; (mat.) üs; işaret parmağı; b.h.; indeks yapmak; işaret etmek. index finger işaret parmağı. index number istatistikte indeks sayı
- indicate -- işaret etmek; (tıb.) hastadaki belirtileriyle; kısaca tanımlamak. indicated horse power bir makinanın belirtilmiş olan beygir gücü.
- indict -- suçlamak; sorguya çekmek. indictable suçlanabilir.
- indirect -- dolaşık; hile türünden; dolaylslyla olan; doğrudan doğruya olmayan
- indispose -- hevesini kırmak; rahatsız etmek; rağbetini azaltmak. indisposed rahatsız; isteksiz.
- individualize -- ferdiyet vermek; ayrı tutmak. individualization ferdileştirme
- individuate -- ayırt etmek; fert yapmak. individuation fert yapma; fert olma; fertlik.
- indoctrinate -- herhangi bir düşünce sisteminin esaslarını öğretmek; telkin etmek
- indorse -- (bak.) endorse.
- induce -- ikna etmek; sevketmek; sebep olmak; (fiz.) elektrik akımı meydana getirmek; (man.) tüme varmak. inducible ikna edilir
- induct -- (A.B.D.) resmen askere almak; vazifeye geçirmek
- indue -- (bak.) endue.
- indulge -- iptila göstermek; teslimiyet göstermek; kendini vermek; müsamaha etmek
- indulgence -- iptila; müsamaha; (Kat.) pişmanlık hâsıl olunca kilise tarafından günah cezasından bir kısmının affolunması; (tic.)
- indurate -- katılaştırmak; duygusuzlaştırmak; dayanıklı kılmak; katı; duygusuz.
- industrialize -- sanayileştirmek.
- indwell -- .(indwelt) iskan etmek; nüfuz etmek.
- inebriate -- sarhoş etmek; sarhoş; sarhoş kimse. inebria'tion sarhoş ol- ma. inebri'ety sarhoşluk
- inert -- süreduran; ağır; tembel; (kim.) tesirsiz. inertly süredurum halinde. inertness süredurum.
- infant -- bebek; (huk.) reşit olmayan kimse; küçük.
- infatuate -- aklını çelmek
- infect -- bulaştırmak; bozmak; (huk.) ifsat etmek; herhangi bir hissi sirayet ettirmek. infection bulaşma
- infer -- (-red; göstermek; netice çıkarmak.
- infest -- zarar verecek kadar bir yerde çok olmak; (bit
- infield -- (beysbol.) dört esas hat dahilindeki saha; çiftlik evine yakın tarla. infielder (beysbol.) iç sahada oynayan oyuncu.
- infiltrate -- süzülmek; süzmek; (ask.) nüfuz etmek
- infirm -- zayıf; sebatsız metanetsiz. infirmity zayıflık; hastalık; sakatlık; ahlak bozukluğu. infirmness zayıflık
- infix -- bir şeyin içine tutturmak; sağlamca yerleştirmek.; (gram.) asıl kelimenin ortasına konan ek.
- inflame -- alevlendirmek; öfkelendirmek; (tıb.) iltihaplandırmak; alevlenmek
- inflate -- hava ile şişirmek; gururlandırmak; piyasaya çok sayıda kâğıt para çıkarmak. inflatable şişirilebilir. inflated şişmiş; enflasyon haline getirilmiş. inflation enflasyon; şişkinlik. inflationist enflasyon usulü taraftarı.
- inflect -- ses tonunu değiştirmek; eğmek; (gram.) tasrif etmek
- inflict -- vermek (ağn
- inflow -- içeriye akış. inflow pipe içeri akıtma borusu
- influence -- nüfuz; sözü geçen kimse; (slang) piston; tesir etmek; müessir olmak. undue influence (huk.) gereksiz tesir. under the influence (k.dili) sarhoş.
- infold -- (bak.) enfold.
- inform -- bilgi vermek; şekil vermek; fikrini açmak; against veya on ile ihbar etmek.
- infringe -- bozmak; tecavüz etmek; sakatlama; bir hakkın ihlâli.
- infuriate -- çıldırtmak
- infuse -- aşılamak; telkin etmek; içine dökmek veya akıtmak; demlendirmek (çay) infusive tesir edici; ilham veren; demlendirici.
- ingeminate -- tekrarlamak.
- ingest -- midesine indirmek (yemek)
- ingot -- külçe.
- ingrain -- kökleştirmek; ham iken boyamak; kökleşmiş; ham iken boyanmış. ingrain carpet dokunmadan boyanmış halı. ingrained kökleşmiş
- ingratiate -- sevdirmek; sevgisini kazanmak. ingratiate oneself with a person yağcılık yaparcasına birisine sokulmak.
- ingress -- girme; girilecek yer; (astr.) güneş tutulduğu zaman ayın arz gölgesi içine girmesi
- ingroup -- (sosyol.) üyelerinin karşılıklı bir dayanışma içinde olduğu herhangi bir grup.
- ingulf -- (bak.) engulf.
- ingurgitate -- oburcasına yutmak.
- inhabit -- sakin olmak
- inhale -- solukla içeriye çekmek; içmek; sigara dumanını içine çekmek. inhaler solukla içeriye çeken kimse; solukla içeri çekmeye mahsus ilaçları veren alet.
- inhere -- bir şeye bağlı olmak
- inherit -- miras almak; varis olmak. inheritor varis.
- inhibit -- tutmak
- inhume -- gömmek
- initial -- (-ed; kelimenin ilk harfi; kıta başındaki büyük harf; kısa imza atmak. Initial Teachlng Alphabet okumayı öğrenmek için İngilizce bir fonetik alfabe. initially başlangıçta
- initiate -- başlatmak; alıştırmak; üyeliğe kabul etmek; üyeliğe yeni kabul edilmiş kimse; bir grubun sırlarını ve adetlerini bilen kimse.
- inject -- içeri atmak; sokuşturmak; şırınga etmek; (mak.) enjektor.
- injure -- incitmek; bozmak; rencide etmek
- injury -- zarar; eza; haksızlık; yara.
- ink -- mürekkep; mürekkepbalığının çıkardığı siyah sıvı; üstüne mürekkep sürmek; mürekkep bulaştırmak. ink bag mü- rekkepbalığının mürekkep torbası. ink horn boynuzdan yapılan eski biçim mürekkep hokkası. ink in kurşun kalemle çizilmiş veya yazılmış şeyleri mürekkeplemek. ink pad ıstampa. ink up mürekkeple koyulaştırmak. inkwell okul sıralarındaki mürekkep hokkası. indelible ink solmaz veya çıkmaz mürekkep. invisible ink gözle görülmeyen ancak ısı veya kimyasal yöntemlerle belli olan mürekkep. printers ink matbaa mürekkebi. solid ink kalıp şeklinde kuru mürekkep.
- inlaw -- (k.dili.) evlilik vasıtası ile yakın akraba.
- inlay -- (inlaid) içine kakmak; bir resim veya sayfayı kağıt veya mukavvadan çerçeve içine koymak.; kakma işi; disçi. dolgu.
- inlet -- koy; giriş; kakılmış parça veya şey.
- inn -- han; Londra'da bazı binaların isimlerinde talebe yurdu manasına gelir. innkeeper hancı; bu cemiyetlere ait binalar.
- innate -- tabii
- innovate -- yenilik çıkarmak; icat. in'novator yenilik çıkaran kimse.
- innuendo -- ima; imleme; (huk.) hakaret davasında açıklama.
- inoculate -- aşılamak; ağaç aşılamak; (mec.) aşılamak (fikir) inoculable aşılanabilir. inoculation aşı; aşılama.
- inosculate -- dalları bir araya gelip bitişmek (bedendeki damarlar); bir araya getirip bitiştirmek. inoscula'tion bir araya gelip birleşme.
- inquire -- sormak; aramak; soruşturmak
- inquisition -- soruşturma; sorgu; b.h. Engizisyon mahkemesi. inquisitional Engizisyon veya soruşturma ile ilgili.
- inroad -- (gen.) (çoğ.) akın
- inrush -- içeriye hücum
- inscribe -- yazmak; taşa veya tunca yazıt yazmak; ithaf etmek; (geom.) bir şekil içine dahilen temas etmek üzere bir şekil çizmek.
- inseminate -- döllemek; fikrine sokmak
- insensate -- hissiz; insafsız; cansız.
- insert -- ortaya eklenen şey; kitap ortasına eklenen sayfalar; bir mecmua veya gazete arasına konulan ilâve.; sokmak
- inset -- bir şeyin ortasına konulan parça; ilâve; (coğr.) met.; (inset
- insist -- ısrar etmek
- insnare -- (bak.) ensnare.
- insolate -- güneşe maruz bırakmak; güneşe serip kurutma; (tıb.) güneş çarpması; (tıb.) hastaya güneş banyosu yaptırma.
- insoul -- (bak.) ensoul.
- inspan -- .(-ned
- inspect -- teftiş etmek
- inspire -- ilham etmek; telkin etmek; içine çekmek (nefes)
- inspirit -- canlandırmak
- inspissate -- koyultmak
- install -- yerine koymak; tesisat yapmak; makamına getirmek (memur); askeri üs; fabrika.
- instance -- örnek; kere; misal getirmek; örnek ile göstermek.
- instar -- (-red; yıldız gibi yapmak.; (biyol.) iki deri dökme zamanı arasında meydana gelen değişim safhasındaki böcek; bu safha.
- instate -- bir yere yerleştirmek
- instigate -- kışkırtmak
- instill -- yavaş yavaş öğretmek veya aşılamak; damla damla içine akıtmak. instilla'tion fikir aşılama.
- instinct -- insiyak; istidat. instinctive içgüdüye ait; (gen.) "with" ile dolu (can
- institute -- kurmak; (kil.) atamak.; kuruluş; enstitü; bilimsel kurum; konferans serisi. institutes (huk.)uk el kitabı.
- instruct -- okutmak; talimat vermek; asistan; okutman.
- instrument -- alet; vasıta; enstrüman; belge; belgit; (huk.) senet yazmak. instrument panel kontrol tablosu. on instruments aletler vasıtasıyle uçak idare edilerek. percussion instrument davul ve zil gibi vurularak çalınan müzik aleti. string instrument telli müzik aleti
- insufflate -- üzerine üflemek; içine üflemek
- insulate -- tecrit etmek; ayırmak. insulating tape (elek.) izole bant. insula'tion tecrit
- insult -- hakaret; (tıb.) yara.; tahkir etmek
- insure -- sigorta etmek; emniyet altına almak; sigorta olmak; temin etmek. insurable sigorta edilebilir. insured sigortalı.
- intaglio -- hakkedilmiş oyma iş; oyma; oyma işi yapmak (özellikle kıymetli taş üstüne)
- integrate -- tamamlamak; bütünleme hesabı yapmak. integrated circuit (elek.) ufak bir silikon parçasında çok kısımlı elektronik devre. integra'tion yekpare veya tamam kılma; (mat.) kökenlerinden fonksiyonu bulma; (A.B.D.) bütün ırkları aynı sosyal gruplarda birleştirme.
- intellectualize -- âlimce ifade etmek; düşünmek.
- intemperate -- taşkın; sert; şiddetli (söz); ayyaş
- intend -- zihninde kurmak; kasdetmek
- intensify -- şiddetini artırmak; (foto.) resmin daha belirli çıkması için negatifi kuvvetlendirmek. intensifica'tion kuvvetlendirme.
- intention -- maksat; mana; kasıt; (çoğ.) evlenme niyeti; (tıb.) yaranın kapanma tarzı. intentional maksatlı
- inter -- (red; (önek) arasında; birbiriyle.
- interact -- birbirini etkilemek. interaction birbirine tesir etme. interactive birbirini etkileyen .
- interbreed -- (bred) çeşitli hayvan veya bitkileri karıştırarak üretmek.
- intercalate -- araya sokmak; takvime gün veya ay ilave etmek .
- intercede -- araya girmek
- intercept -- durdurmak; yolda iken tutmak; avcı uçağı.
- interchange -- değiştirmek; mübadele; mukabele; vasıtaların trafiği aksatmadan giriş veya dönüş yapabildiği ve bir hız yoluyla diğer bir yolun kesiştiği kavşak.
- intercommunicate -- birbiri ile konuşmak veya muhabere etmek
- interconnect -- birbirine bağlamak. interconnection birbirine bağlı olma; bağ.
- intercourse -- görüşme; cinsi münasebet.
- interdict -- yasak; (Kat.) bir kimseyi kilise veya ibadet ayinlerinden menetme .; menetmek; (Kat.) kilise ayinlerinden menetmek. interdiction yasak. interdictory
- interest -- alaka; merak uyandırma; hisse; menfaat; kar; faiz; (çoğ.) iktisadi hayatta hakim grup. in the interest of menfaatine; hakları tanınmış iktisadi müesseseler.; alakadar etmek; merakını uyandırmak; hissedar etmek; bir şeyde hakkı olan; menfaat gözeten. interested in a thing bir şeye meraklı .
- interface -- iki cisim arasındaki ortak yüzey
- interfere -- karışmak; çatışmak; dokunmak; (fiz.) birbiri üzerine tesir etmek; mâni olmak; bazı oyunlarda karşı tarafın yolunu kesmek .
- interfold -- birbiriyle katlamak.
- interfuse -- karıştırmak; her tarafı dolmak; karışmak .
- intergrade -- yavaş yavaş birbirine karışmak .
- interject -- içine atmak
- interlace -- ağ gibi örmek; karıştırmak.
- interlard -- içine karıştırmak; (konuşmayı) süslü sözlerle doldurmak .
- interleaf -- (çoğ.) leaves) bir kitabın arasına konan boş sayfa.
- interleave -- kitabın sayfaları arasına boş yapraklar ilâve etmek.
- interline -- yazının satırları arasına başka yazı yazmak; kumaş ile iç astarı arasına orta astarı koymak. interlining orta astarı.
- interlink -- halkalarla birbirine bağlamak .
- interlock -- birbirine bağlamak; (mak.) birlikte işlemeleri için manivelaları birbirine bağlamak. interlocking directorates idare heyetleri ekseriyetle aynı üyelerden meydana geldiğinden birlikte çalışan şirketler.
- interlope -- başkasının işine karışmak
- interlude -- arada olan olay; (tiyatro) ara piyesi; (müz.) ara faslı.
- intermarry -- değisik milletten birisi ile evlenmek; aileler arasında kız alıp vermek .
- intermeddle -- karışmak
- intermediate -- ortadaki; orta seviyede bulunan şey; orta boy araba; meyancı; (kim.) ara mamulü. intermediately ara yerde bulunarak; vasıta olarak .
- intermingle -- birbirine karıştırmak veya karışmak.
- intermit -- (ted
- intermix -- birbirine karıştırmak veya karışmak.
- intern -- enterne etmek; (bir gemiyi bir limanda) hapsetmek; harp zamanında kapamak; stajını yapan tıp öğrencisi; staj yapan kimse.
- internationalize -- milletlerarası kontrola sokmak
- interne -- (bak.) intern.
- interosculate -- (biyol.) bir birine bağlanmak; birbirinin arasına girmek .
- interpellate -- gensoru açmak. interpellation gensoru.
- interpenetrate -- tamamen içine girmek; birbirinin içine nüfuz etmek. interpenetra'tion tam olarak nüfuz etme.
- interplay -- karşılıklı etkileme; karşılıklı etkilemek.
- interplead -- (huk.) üçüncü bir şahsın (huk.)ukunu tespit veya tayin maksadıyle mahkemede birbiri ile davalaşmak. interpleader (huk.) bir borçlunun kendisinden alacak iddia eden iki kişiden hakiki hak sahibi olanın tespiti için bunlar arasında açılmasını istediği dava.
- interpolate -- yazıya kelime veya ibare ilave ederek asıl metni değiştirmek; iki şey arasına başka bir şeyi sokmak; (mat.) ara değeri bulmak. interpola'tion ara değeri bulma; metne ilave.
- interpose -- iki şeyin arasına koymak; araya girmek
- interpret -- manasını izah etmek; tercüme etmek; tefsiri mümkün. interpreta'tion yorum
- interrupt -- kesmek; intizamını bozmak; birinin sözünü kesmek
- intersect -- kesişmek; katetmek
- interspace -- ara vermek; ara
- intersperse -- arasına serpmek
- intertwine -- birbirine örmek veya sarmak; örülmek
- intervene -- karışmak; arada bulunmak; diğer olaylar arasında meydana gelmek; aracılık yapmak; (huk.) nüfuzunu kullanmak; müdahale
- interview -- röportaj yapmak; görüşme
- intervolve -- birbirine sarmak; birbirine dolaşmak .
- interweave -- (wove; birbirine karıştırmak.
- interwind -- (wound) birbirine sarmak
- inthrall -- (bak.) enthrall.
- inthrone -- (bak.) enthrone.
- intimate -- ima etmek; çok yakın dostluk ve ilişkiye ait; deruni; mahrem; yakından; teklifsiz dost; candan arkadaş. be intimate with ile samimi olmak; kanun dışı cinsi münasebeti olmak. intimacy mahremiyet
- intimidate -- gözünü korkutmak
- intomb -- (bak.) entomb.
- intonate -- monoton bir makamla okumak; (dilb.) seslenmek .
- intone -- monoton bir makamla okumak; belirli bir ses vermek.
- intoxicate -- sarhoş etmek; sevinçten çılgın hale sokmak; (tıb.) zehirlemek. intoxica'tion sarhoşluk; (tıb.) zehirlenme.
- intrench -- (bak.) entrench.
- intricate -- karışık; girintili çıkıntılı. intricacy
- intrigue -- entrika; el altından görülen iş; gizli aşk macerası; merak uyandırabilme kabiliyeti; hikâyeyi ilginç bir duruma sokan karışık olaylar.; merakını uyandırmak; şaşırtmak; el altından iş görmek; gizlice sevişmek. intriguingly merakını uyandırarak .
- intro -- (önek) içe doğru.
- introduce -- takdim etmek; ortaya çıkarmak; tanıtmak; yeni bir bilgi getirmek; öğretmek; içine sokmak; öne sürmek; başlamak
- introspect -- kendi düşünce veya hislerini tahlil etmek. introspection kendi düşünce ve hislerini tetkik ve tahlil etme
- introvert -- içedönük kimse; (biyol.) kendi içine çevrilen uzuv; içeriye doğru çevirmek veya eğmek; düşüncelerini kendi üzerine çevirmek; (zool.) bir uzvu kendi içine çevirmek (salyangoz gözü gibi) introver'sion içeriye doğru dönme veya çevrilme.
- intrude -- zorla içeriye sokmak; istenilmeyen bir yere müsaadesiz ve davetsiz girmek; (jeol.) tabakalar arasına sokmak (volkanik kaya) .
- intrust -- (bak.) entrust.
- intubate -- (tıb.) boğaz gibi bir nefes alma organının içine boru sokmak (difteride) intubation boru sokma ameliyesi.
- intwine -- (bak.) entwine.
- intwist -- (bak.) entwist.
- inundate -- su ile kaplamak; çok fazla miktarda mevcut olmak; garketmek. inunda'tion sel; çok fazla miktarda olma.
- inure -- dayanmaya alıştırmak
- inurn -- yakılmış ceset külünü muhafaza içine koymak; gömmek.
- invade -- saldırmak; tecavüz etmek; istila etmek; ihlâl etmek .
- invaginate -- içine koymak
- invalid -- geçersiz; hasta zayıf; hastaya mahsus; hasta kimse; sakat kimse; çürüğe çıkarmak; malul kılmak; hasta olmak; (ing.) hasta sayarak memleketine göndermek. invalidism hastalık
- invalidate -- hükümsüz kılmak
- inveigh -- tenkit etmek
- inveigle -- aldatmak; aldatarak bir kimseye iş yaptırmak. inveiglement aldatma
- invent -- icat etmek; uydurmak
- inventory -- envanter; deftere kayıtlı eşya; müfredat defterine geçirmek
- inverse -- ters çevrilmiş; (mat.) ters sonuç. inverse ratio veya proportion (mat.) ters orantı. inverse'ly tersine olarak.
- invert -- tersine çevirmek; bir müzik parçasında notaların sırasını değiştirmek. invert sugar dekstroz ile levüloz karışımı; meyva ve balda bulunan tabii şeker. invertedly tersine.
- invest -- (para) yatırmak; (para; memuriyete koymak; (saIâhiyet) vermek; kuşatmak. invest in ileride gelir sağlamak için bir şeye para yatırmak.
- investigate -- incelemek
- inveterate -- kökleşmiş; düşkün; tiryakilik. inveterately kökleşmiş olarak .
- invigorate -- canlandırmak
- invisible -- görülmez; çabuk kestirilemez; (ikt.) resmi hesaplarda gözükmeyen; görülmeyen şey veya kimse. invisible ink ancak kimyasal etki veya ısı tesiriyle görünen
- invite -- davet etmek; cezbetmek; icrasını teklif etmek. invitingly davetkar bir şekilde
- invoice -- fatura; gönderilen mal; fatura çıkarmak
- invoke -- dua etmek; niyaz etmek; çağırmak; müracaat etmek; davet etmek; himayesini dilemek .
- involute -- dolaşık; (bot.) içeriye kıvrılmış; (zool.)) bazı böcek kabukları gibi içeriye kıvrılmış; (geom.) involut.
- involve -- icap ettirmek; sarmak; karıştılrmak; duçar etmek; (mat.) belirli bir dereceye yükseltmek. be involved (gen.) in iie alakası olmak; dalmak
- inweave -- (inwove
- inwrap -- (bak.) enwrap.
- inwreathe -- (bak.) enwreathe.
- iodine -- (iyot.) tincture of iodine tentürdiyot.
- ionize -- iyonize etmek
- ire -- öfke
- iris -- iris tabakası; gökkuşağı veya buna benzer herhangi bir şey; (mit.) gökkuşağı tanrıçası; süsen
- irk -- bıktırmak
- iron -- demir; demir alet; ütü; maden üçlü golf sopası; (tıp.) demir şurubu; (mec.) kuvvet; demirden yapılmış; demir gibi; merhametsiz; sabit; kuvvetli. ironclad zırhlı gemi; demir kaplı; kuvvetli; ucu demir. iror stone demir filizi; bir nevi beyaz porselen. ironwood demirağacı; ütülemek: demir kaplamak. iron out ütülemek; (planın) teferruatını hazırlamak; kelepçelemek.
- irradiate -- aydınlatmak; üzerine saçmak (sevgi; röntgen ışınlarına tutmak. irradia'tion parlaklık; zihnin aydınlanması; ısı saçılması; röntgen ışınlarına tutma.
- irrigate -- (toprağı) sulamak; tazelendirmek; (tıb.) bir yarayı antiseptik su ile yıkamak veya üzerine su serpmek. irriga'tion sulama.
- irritate -- sinirlendirmek; tahrik etmek; tahriş etmek; (biyol.) (bir siniri) harekete geçirmek. irrita'tion öfke; sinirlendirme. ir'ritative sinirlendirici.
- island -- ada
- isle -- ada
- isolate -- ayırmak; (kim.) bir maddeyi başka maddelerden ayırmak; karantinaya almak
- isotope -- (fiz.) izotop.
- issue -- yayınlama; konu; sonuç; (mecmua) sayı; boşalma yeri; boşalma; donatma; çocuklar; (tıb.) cerahat; dışarı çıkmak; sonuç vermek; husule gelmek; hasıl olmak; basılıp yayınlanmak; çıkarmak; vermek; yayınlamak. issue of shares hisse senedi ihracı. at issue üzerinde konuşulan
- italicize -- italik harflerle basmak; el yazısında kelime veya satırın altına çizgi çizmek.
- itch -- kaşınmak; şiddetle arzu etmek; kaşıntı; şiddetli arzu; uyuz hastalığı. itching palm aşırı kazanç hevesi. itchiness kaşınma
- item -- parça; bent; hesapta münferit rakam; aynntıları ile yazmak veya kaydetmek; keza
- iterate -- tekrarlamak; tekrarlayıcı.
- itinerate -- yolculuk etmek; gezici vaizlik etmek.
- jab -- dürtmek; ucu keskin bir şeyle dürtmek; dürtme
- jabber -- hızlı konuşmak; anlaşılmaz şekilde söz söylemek; anlamsız laf etmek; çabuk konuşma; anlaşılmaz veya manasız laf.
- jack -- (oto.) kriko; adam; gemici; ağır yükleri yerinden kaldırmaya özgü makina; (iskambil) bacak; bazı oyunlarda top; (argo.) para; (elek.) priz; (den.) cıvadra sancağı; ingiliz veya Amerikan bayraklarının üst köşesinde bulunan dikdörtgen (kıs.)ımdan ibaret sancak; erkek hayvan (eşek; eskiden kullanılan bir zırhlı ceket; (çoğ.) beş taş oyunu. creeping jack damkoruğu; up ile bocurgatla yükseğe kaldırmak; bir kimseye vazifesini hatırlatmak.
- jackal -- çakal; başkasının hesabına alçakça iş gören kimse.
- jackass -- erkek eşek; ahmak adam
- jackboot -- kaba kuvvet; kaba kuvvet kullanan kimse; kaba kuvvet kullanarak başkasını boyun eğmeye zorlamak; kaba kuvvete dayanan.
- jacket -- ceket; ciltli kitabın üstüne geçirilen kâğıt kap; (mak.) silindir ceketi; (mak.) silindire ceket geçirmek
- jackhammer -- basınçlı hava ile çalışan kaya delgisi.
- jackknife -- iri çakı.
- jackpot -- (iskambil) pot
- jade -- yeşim.; yaşlı ve işe yaramaz beygir; cadı karı; fahişe; ağır bir işe koşarak takatini kesmek; isteksiz
- jag -- (ged; diş; ok dikeni gibi herhangi bir şey; diş diş etmek; (A.B.D.); sarhoş edecek miktarda içki; içki âlemi; nöbet. have a jag on (A.B.D.); esrarın etkisinde olmak.
- jake -- (argo.) yolunda
- jam -- reçel; (med; bir şeyin arasına sıkışıp hareketini durdurmak; sıkışmak; sıkışma; bir araya sıkışmış insan veya şeyler; zor durum; akıntıya engel olan birikinti; radyo yayına engel olmak üzere başka bir istasyondan yapılan kuvvetli gürültü. traffic jam trafik tıkanması. jampacked dopdolu kalabalık
- jamb -- kapı veya pencerenin dik yanı veya kenar pervazı; (mad.) galeri içinde direk olarak bırakılan maden cevheri .
- jangle -- ahenksiz ses çıkarmak; kavga etmek; ahenksiz ses; gürültü.
- jap -- (kıs.) Japan
- japan -- Japonya. Sea of Japan Japon denizi.; Iaka parlak ve sert cilâ; Japon tarzında işlenmiş ve cilâlanmış şey.; (ned
- jape -- (eski) şaka etmek; (slang) işletmek; şaka
- jar -- (red ring) sarsmak; titretmek; sinirlendirmek; sinirine dokunmak; bozuk ve çatlak ses çıkartmak; sarsıntı; çatlak ses. on a jar on the jar hafifçe aralık.; kavanoz.
- jargon -- anlaşılmaz dil veya söz; belirli bir grubun kullandığı dil.
- jaunt -- gezmek; gezinti.
- javelin -- cirit; elle atılan hafif kargı
- jaw -- çene; (çoğ.) ağız; mengene gibi aletlerin karşılıklı iki parçasından biri; (argo) laf; (argo) çene çalmak; (argo) tehditle baskı yapmak. jawbreaker çok sert akide şekeri; konkasor; (k.dili) telaffuz edilmesi zor kelime. jawed çeneli.
- jazz -- caz müziği; caz müziğine ait parça; caz müziği ile yapılan dans; bir şiir veya oyundaki canlı ve güldürücü unsurlar; (argo) canlılık; caza ait; (argo) hızlandırmak; ( argo) martaval okumak. jazz band cazbant; caz gibi.
- jeep -- cip.
- jeer -- alay etmek; istihza
- jell -- (A.B.D.); tutmak
- jelly -- meyva özünden yapılmış jelatinli marmelat; pelteleştirmek; pelteleşmek
- jemmy -- (İng.); kızarmış koyun başı
- jeopardize -- tehlikeye atmak
- jeopardy -- tehlike; (huk.) muhakeme edilmekte olan bir sanığın maruz olduğu cezaya çarpılma ihtimali. in jeopardy of his life idam cezası tehlikesine maruz; hayatı tehlikede. double jeopardy (huk.) aynı suç için ikinci defa yargılanma.
- jerk -- birdenbire ve şiddetle çekmek; silkip atmak; sıçratmak. jerk out kesik kesik ve hızlı söylemek.; eti uzun parçalar halinde kesip güneşte kurutmak. jerky kurutulmuş et.; şiddetli ve ani çekiş; fizyol. büzülme; (argo) görgüsüz kimse
- jerky -- sarsıntılı; spazmodik; aptal. jerkily sarsıntılarla; aptallık.
- jerrybuild -- kötü malzeme ile bina etmek
- jess -- atmaca kösteği; atmaca ayağına köstek takmak.
- jest -- şaka; latife etmek
- jet -- siyah kehribar; simsiyah renk; simsiyah; fışkırtmak; jet uçağı ile seyahat etmek; tepkili uçak; fışkırma; fıskıye; jet gibi hızlı; enerjik
- jettison -- tehlike zamanında gemiyi hafifletmek amacıyle eşyayı denize atma; bu suretle denize atılan mal; bu suretle denize atmak.
- jetty -- dalgakıran; kâgir iskele.
- jew -- Yahudi. Jewbaiting Yahudilere eza etme. jew'-harp dişlerin arasına sıkıştırılarak çalınan ufak bir çalgı; jew down (k. dili)
- jewel -- (-ed; cep saatlerinin içindeki taş; değerli şahıs veya şey; kıymetli taşlarla süslemek; cep saatlerinin mil yuvalarına kıymetli taş yerleştirmek. jeweller kuyumcu; mücevherat satıcısı. jewelry; kuyumculuk.
- jib -- (den.) flok yelkeni. jib sheet flok yelkenini düzeltmeye mahsus halat. flying jib kotra flok. the cut of one' jib (k. dili) çehre; (-bed; gerilemek; diretmek; inat edip ileri gitmemek (eşek)
- jibe -- (den.) bumba ile seren veya yelkeni rüzgâr yönünde giderken kavanço etmek; (A.B.D.)
- jig -- oynak ve hızlı bir dans; bu dansın müziği; ağırlıklı balık iğnesi. The jig is up. (argo) Sır meydana çıktı. İş bozuldu. (slang) Ayvayı yedik.; (-ged; iki yana sallanmak; ağırlıklı iğne ile balık tutmak; cig dansı yaptırmak; iki yana sallamak.
- jigger -- (bak.) chigoe.; (den.) bocurum veya mancana yelkeni; ufak bir çeşit yelken gemisi; golfta demir uçlu ufak çomak; kokteyl karıştırmak için ölçü olarak kullanılan ufak cam bardak.
- jiggle -- hafif hafif ve çabuk sallanmak veya sallamak; titrek hareket; hafif sallantı; (bak.) joggle.
- jihad -- cihat.
- jill -- kız.
- jilt -- sevgilisini reddetmek; sevgilisini reddeden kız.
- jimmy -- hırsızların kullandıkları demir çubuk; bu demirle kırmak
- jingle -- şıngırtı; vezinsiz şiir; (tekerleme gibi) küçük eğlenceli şiir; İrlanda veya Avustralya'ya özgü iki tekerlekli ve kapalı araba; küçük şarkı; şıngırdatmak; vezinsiz şiir yazmak.
- jinx -- (argo) uğursuz şey veya kimse; uğursuzluk getirmek.
- jitterbug -- (-ged; deli gibi caz dans yapmak.
- jive -- (argo) caz müziğine ve caz meraklılarına mahsus argo; (argo) gevezelik; en yeni argo tabirler; (argo )caz müziği ve caz müzikçileri ortamı; caz müziği; caz müziği çalmak.
- job -- iş; hizmet; dalavere; (-bed; kira ile tutmak; komisyonculuk yapmak; kişisel çıkarı için resmi işe girmek; götürü iş yapmak.; Eyüp; Eski Ahdin Eyüp kitabı. Job' comforter sözde teselli etmeye çalışarak birisinin kalbini kıran kimse.
- jockey -- en iyi vaziyeti elde etmek için manevra yapmak; cokey sıfatıyle ata binmek; hile yapmak. jockey for position (karşılaşmalarda) daha avantajlı bir yer aramak.; cokey
- jog -- (-ged; yavaş ve sakin gezinmek; bir tempoda ilerlemek; dürtme; at gibi yürüyerek gitme; (A.B.D.) duvar veya yolda girinti veya çıkıntı; keskin viraj. jog the memory bir olayı veya fikri hatırlatmak için ipucu vererek birinin zihnini canlandırmak. jog-trot harekette ağırlık; ya- vaş koşmak. jogging ağır ağır ilerleme; daha yoğun idman yapmaya başlamadan önce vücudu ısıtmak için yavaş yavaş koşma.
- joggle -- hafifçe sarsmak; hafifçe sarsılmak veya sallanmak; geçme ile tutturmak; birden dürtme; sarsıntı; geçme.
- join -- katılmak (kulüp; buluşmak; birleştirmek; birleşmek; bağlamak; izdivaçla birleştirmek; (k. dili) bitişmek; (gen.) ("in" ile) yer almak; bitişim noktası; birleşme; üye yazılmak.
- joint -- birleşmiş; müşterek; bitiştirmek; ek veya oynak yeri yapmak; oynak yerlerinden ayırmak (et); (anat.)mafsal; ek; ek yeri; iki eklem arasındaki kısım; kasabın kestiği kol veya but gibi et parçası; (bot.) nod; düğüm; (argo) afyon çekilen veya kumar oynanan kötü ve yasak yer; (argo) esrarlı sigara. joint surety (huk.) müteselsil kefil; çığrından çıkmış. put one' nose out of joint birinin pabucunu dama attırmak. universal joint (oto.) kardan mafsalı.
- jointure -- (huk.) bir kadına kocası tarafından ve kocanın ölümünden sonra kalmak şartıyle bağlanan gelir; böyle gelir bağlamak.
- joist -- binanın döşeme kirişi
- joke -- şaka; şaka mevzuu; şaka yapmak; eğlenmek
- jollify -- (k. dili) şenlenmek
- jolly -- şen; neşe verici; (İng.); (k. dili) pek çok; (argo) eğlenti; (argo) denizci. jolly boat (den.) geminin her işe mahsus kıç filikası. Jolly Roger üzerinde çapraz iki kemikle kafatası bulunan korsan bayrağı. He jolly well had to. (İng.) Pekâla işi yapmaya mecbur oldu. İster istemez yaptı.; gönlünü yapmak tatlı sözle kandırmak; neşelendirmek; eğlenmek; takılmak.
- jolt -- sarsmak; sarsma
- josh -- (A.B.D.); takılmak
- jostle -- itip kakmak; itip kakma
- jot -- pek az şey; down ile yazmak
- jounce -- sarsmak; sarsma
- journal -- günlük; (den.) seyir jurnalı; yevmiye defteri; gazete; mecmua; parlamentonun her günkü çalışmasının yazıldığı defter; (mak.) milin yataklara oturan kısmı. journal bearing çarkın mil yatağı. journal box mil kovanı. keep a journal muhtıra defteri tutmak.
- journalize -- (İng.) journalise yevmiye defterine geçirmek; muhtıra defteri tutmak veya bu deftere kaydetmek; gazetecilik yapmak.
- journey -- yolculuk; yolculuk etmek. take a journey yolculuk etmek. undertake a journey uzun bir yolculuğa hazırlanıp çıkmak.
- joust -- at üstünde mızrak dövüşü yapmak; at üstünde yapılan merak dövüşü.
- jowl -- çene kemiği; çifte gerdan; (kümes) hayvanların boynu altındaki sarkık deri; yan yana.
- joy -- sevinç; çalınmış araba ile gezme; kaçarcasına hızlı sürüş. joy stick uçakta manevra kolu.
- jubilate -- çok sevinmek
- judaize -- Musevileşmek
- judge -- yargıç; hakem; aralarında uyuşmazlık olan iki kişinin arasını bulan kimse; bilirkişi; Yahudi tarihinde krallardan önce hüküm süren hâkimlerden biri; b.h.; hükmetmek; hüküm vermek; muhakeme etmek; doğrusunu araştırmak; tenkit etmek; bir davayı çözmek.
- jug -- testi; (argo) hapishane; (-ged; (argo) hapishaneye tıkmak.; bülbül gibi şakımak.
- juggle -- hokkabazlık yapmak; el çabukluğu ile marifet yapmak; hile yapmak; aldatmak; hokkabazlık; hile. juggle the books aldatmak için hesap defterlerini karıştırıp hazırlamak.
- jugulate -- çok şiddetli tedavi uygulayarak gelişmesini durdurmak (hastalık)
- juice -- özsu; sebze; (çoğ.) insan vucudunun sıvı kısımları; öz; (A.B.D.); (argo) benzin; (argo) kuvvet. juiceless özü veya suyu olmayan
- jukebox -- içine para atılınca istenilen plakları çalan otomatik pikap.
- julienne -- et suyuna sebze çorbası; ince ve uzun doğranmış.
- jumble -- karmakarışık iş; ufak simit şeklinde ince ve tatlı kek; karmakarışık olmak veya etmek.
- jump -- sıçramak; sıçratmak; üzerinden atlamak; içine atlamak; kışkırtmak; geçivermek (bahis; yarışta hatalı çıkış yapmak. jump the track hattan çıkmak (tren) jumping jack sıçrayan kukla oyuncağı. jumping-off place en üst derece veya en son sınır.; atlama; atılış; bir atlayışta geçilen mesafe; birden silkinme; fırlayış; çok meşgul
- jumper -- atlayan veya sıçrayan kimse; delik delme aleti; (elek.) geçici olarak kullanılan bağlantı teli; (den.) sereni veya direği muhafaza etmek için bağlanan halat.; bluz veya kazak üzerine giyilen kolsuz elbise; elbise üzerinden çocuklara giydirilen pantolonlu ceket tulum; gemici veya işçi dış gömleğiç
- junction -- bitişme; bitişilen yer
- junk -- Çin sularında kullanılan bir çeşit yelkenli gemi.; kullanılmış karışık eşya; (k. dili) değersiz eşya; (argo) esrar; (den.) hurda halatlar; eskiden gemilerde yenilen tuzlanmış sert sığır eti; (k. dili) çöpe atmak. junk dealer eski eşya satıcısı; gemi gereçleri satan dükkan.
- junket -- kesilmiş sütten yapılan bir çeşit kaymak; ziyafet; (A.B.D.) devlet hesabına gezi; eğlenmek; devlet hesabına seyahat etmek; grup halinde sözde ciddi bir maksatla seyahat etmek.
- jury -- jüri; yarışma jürisi. jury box mahkeme salonunda jüri heyetine ait yer. juryman jüri üyesi. common jury; (den.) eğreti. jury mast (den.) yedek direk
- just -- doğru; tam. the just iyiler (din edebiyatı) justly adaletle; hak ve adalete uygunluk; doğruluk; tam; hemen; ancak; hemen hemen; neredeyse; güçbela; sadece; (k. dili) çok. just how many tam tamma ne kadar. just now hemen şimdi; bununla birlikte; (bak.) joust.
- justice -- adalet; hakkaniyet; hâkim. justice of the peace sulh hâkimi. bring a person to justice birine ettiğini buldurmak; kendine güvenmek.
- justify -- doğrulamak; suçsuzluğunu ispat etmek; (matb.) yazının sağ kenarını taşırmadan düz yapmak.
- jut -- (-ted; (gen.) out( ile) çıkıntı halinde dışarı fırlamış olmak; çıkıntı yapmak.
- juxtapose -- yanyana koymak; yanyana koyma .
- kabob -- kebap.
- kaiak -- (bak.) kayak.
- kaleidoscope -- çiçek dürbünü; çok değişen manzara
- kalsomine -- (bak.) calcimine.
- kamerad -- (ünlem); ( ünlem )Alman askerinin "teslim" sözü.
- kangaroo -- .kanguru kangaroo. court (A.B.D.) kanunların horlandığı ve yanlış uygulandığı usulsüz ve yetkisiz mahkeme. kangaroo rat Avustralya ve Kuzey Ameri ka'da bulunan keseli fare.
- kaolinize -- (İng.) (-ise) arıkile dönüştürmek.
- kasher -- (bak.) kosher.
- keck -- öğürmek; iğrenmek
- keckle -- (den.) halat veya zinciri sürtünmeye karşı ip veya yelken bezi ile sarmak.
- kedge -- (den.) tonoz çapasına bağlı yoma ile istikamet değiştirmek; böyle çekilerek yürümek veya çekip yürütmek; tonoz çapası. kedge anchor tonoz demiri.
- keel -- altı düz mavna; (İng.) )yirmi bir tonluk kömür ölçüsü.; gemi omurgası; gemi; omurga şeklinde olan veya omurga işini gören şey; (den.) gemiyi karina etmek; birden devrilip düşmek. false keel kontra omurga. on an even keel başta ve kıçta çektiği su aynı; herşey yolunda. keelage liman resmi.
- keelhaul -- ceza olarak birini geminin altından geçirmek; şiddetle azarlamak.
- keen -- keskin; acı; sert; kuvvetli; gözü açık; ( (A.B.D.); şevk ile. keenness keskinlik; düşkünlük; akıllılık.; ölü peşinden feryat; ölü peşinden ağlayıp feryat etmek. keener ağıtçı.
- keep -- (kept) tutmak; yedirip içirmek; metres olarak tutmak; sahibi olmak; beslemek; idame etmek; himaye etmek; kalmak; surüp gitmek; uzak tutmak. keep company yalnız bırakmamak; with (ile) arkadaşlık etmek; geri kalmamak. keep dark saklamak; yükselmesine müsaade etmemek. keep early (veya good) hours eve erken dönmek; ilerlemek; devam ettirmek. keep house ev idare etmek. keep in içeride kalmak; içeride alıkoymak; uzak kalmak keep one' balance kendine hâkim olmak; geçim; himaye; kale; kale zindanı. for keeps her zaman için
- keg -- küçük fıçı
- ken -- (-ned; iskoç; görüş sahası; bildiklerim arasında.
- kennel -- köpek kulübesi; (gen.) (çoğ.) köpek yetiştirilen yer; köpek sürüsü; tilki ini; izbe; .köpek kulübesinde oturmak veya yatmak; köpek kulübesine kapamak .
- kerb -- (İng.) yaya kaldırımının kenar taşı
- kerchief -- başörtüsü; boyun at(kıs.)ı; mendil. kerchiefed başörtülü.
- kerf -- çentik; kesme; kesilmiş parça.
- kernel -- tahıl tanesi; çekirdek içi; iç; öz
- ketch -- (den.) iki direkli bir çeşit yat
- kettle -- tencere; çaydanlık; kazan; güğüm; kayada veya buzulda kazan biçimindeki oyuk. That' a fine kettle of fish Ayvayı yedik iş iyice karıştı.
- key -- kilitlemek; (mak.) tutturmak; kilit taşını yerleştirip kemeri tamamlamak; kitapta bakılması gereken yeri gösteren not koymak; soruların çözüm cetvelini vermek. key up heyecanlan dırmak; (müz.) perdesini yükseltmek.; kıyı boyunca uzanan alçak mercandan ada.; anahtar; kurgu; çözümyolu; cevap cetveli; yazı makinalarında tuş; maniple; (müz.) tuş; (müz.) anahtar; müzik aletlerinde tuş; ses perdesi; (mak.) kama; (mim.) anahtar taşı; baş
- keyboard -- klavye .
- keyhole -- anahtar deliği. keyhole saw çok ince el testeresi.
- keynote -- (müz.) esas nota; temel düşünce; temel düşünceleri söylemek. keynote address toplan- tıyı açış konuşması. keynoter toplantıyl açmak için konuşan spiker.
- keystone -- anahtar taşı; esas madde
- kibosh -- ( argo)
- kick -- tekmelemek; tepmek (tüfek); (A.B.D.); tekmeleyerek kovmak. kick a goal topa vurup gol atmak. kick against the pricks kendi zararına olarak karşı gelmek. kick around (A.B.D.); ihmal etmek; diyar diyar dolaşmak; düşünup taşınmak. kick at tekme vurmak. kick back geriye tepmek (tüfek); (argo) rüşvet vermek; (argo) ölmek. kick the bucket (argo) nalları dikmek; tekme; (argo) kuvvet; (argo) heyecan; enerji çeviklik; ( (argo) merak; seğirdim; topa vurma. free kick frikik
- kid -- (-ded; oğlak derisinden yapılan kösele; oğlak eti; (k. dili) çocuk; (k. dili) takılmak; oğlak doğurmak. kid glove; denizcilerin azıklarını koydukları ufak tahta tekne; balıkçı gemilerinde içine balık konulan ufak tahta tekne.
- kidnap -- . (-ed
- kill -- öIdürmek; mahvetmek; (A.B.D.); (matb.) silmek; etkisiz hale getirmek; (zamanı) boşa geçirmek; veto etmek; öldürme; avda öldurülmüş hayvan
- kiln -- tuğla veya kireç ocağı
- kilt -- (İskoç.) erkeklerinin giydiği bir çeşit (kıs.)a eteklik; İskoçya etekliği haline sokmak
- kind -- çeşit; eskitabiat; müşfik; başkalarını seven; uysal; şefkatle; içten
- kindle -- tutuşturmak; alev lendirmek; alev gibi aydınlatmak; tutuşmak; yanmak; parlamak; uyanmak
- king -- kral; başta olan kimse; bir konuda en usta kimse; satranç şahı; iskambil papazı; dama olan taş; (çoğ.); kralllk etmek. king it krallık etmek; krallık taslamak.
- kink -- halat; garip fikir; ağrılı kas kasıncı; (den.) halat gibi dolaşmak; dolaştırmak. kinky dolaşık; (argo) müstehcen; garip.
- kip -- hayvan yavrusu derisi.
- kipper -- çiroz; balığl tuzlayıp tütsülemek veya kurutmak.
- kirtle -- (eski) kadın fistanı; (eski)erkek ceketi veya paltosu.
- kiss -- öpmek; hafifçe dokunmak; bilardoda hafifçe dokunacak surette bilyelere vurmak; öpuş öpücük; hafif temas; çok hafif bir çeşit bonbon. kiss and be friends barışmak. kiss away the hurt ağrıyı öpücükle geçirmek. kiss the book Kitabl Mukaddesi öperek ant içmek; vurulup ölmek. kissable öpülmeye değer; kan emen böcek.
- kit -- yavru kedi encik enik.; eskiden dans hocalannln kullandığı üç telli küçük keman.; tahin; alet takımı; monte edilmemiş takım; takım çantası. the whole kit and caboodle (k.dili) takım taklavat
- kitchen -- mutfak. kitchen cabinet mutfak dolabı; başbakanın özel danışmanlar grubu. kitchen garden sebze bahçesi. kitchen stuff yemek için pişirilecek malzeme; yemeklerden artan yaglar.
- kite -- uçurtma; çaylak; kell çaylak; sıçancıl; (tic.) sahte bono; (den.) hafif rüzgârda yelken direinin tepesine çekilen en ufak yelken. Arabian kite kocalak; dolandırıcılık için sahte bono çıkarmak. Go fly a kitel Çek arabanı. I kite balloon uçurtma yardımı ile uçurulan ve yere bağlı bulunan balon. kite flying uçurtma uçurma; sahte bono ile para toplama; tecrübe balonu uçurma.
- kitten -- yavru kedi; tavşan yavrusu; yavrulamak (kedi) kittenish kedi yavrusu gibi; oyuncu
- klaxon -- .çok yüksek sesli otomobil kornası
- knack -- ustallk; ustalıklı iş .
- knacker -- sakat at alıp kesen ve hayvan maması olarak satan kasap; eski ev veya gemileri malzemesi için satın alan kimse; yıkıcı
- knag -- (eski) budak. knaggy budaklı.
- knap -- Ieh. tık tık vurmak; kırmak; sinirli konuşmak; dişlerle koparmak.
- knapsack -- sırt çantası.
- knead -- yoğurmak; masaj yapmak. kneader hamurkâr. kneading trough hamur teknesi.
- knee -- diz ile vurmak.; diz; dize benzer veya diz şeklinde şey; elbisenin diz üzerine gelen kısmı; hürmet veya selâm makamında diz bükme. knee breeches kısa pantolon. knee jerk diz adalesine vurulunca meydana gelen geri atma hareketi. knee joint diz mafsalı. bring one to his knees yola getirmek; dizi bollaşmış
- kneecap -- dizkapağı kemiği
- kneel -- (knelt veya kneeled) diz çökmek; diz üstü oturmak; diz büküp selamlamak .
- knell -- matem çanı sesi; sala; ölüm haberi; herhangi bir şeyin yok olacağı haberi; matem çanı ile ilan veya davet etmek; salâ vermek; matem çanı gibi ağır ağır çalmak.
- knife -- (çoğ.) knives) bıçak; makina bıçağı; bıçakla kesmek; bıçakla karıştırıp hazırlamak (boya); bıçaklamak; ABD
- knight -- silâhşör; asılzade; satranç oyununda at; kendini bir şeye adayan kimse; birine şövalyelik payesi vermek; donkişotluk. knighthood silâhşorluk payesi; şövalyeler. Knights of the Round Table Kral Arthur'un sarayındaki şövalyeler. knightly şövalyeye ait; şövalyeye yakışır; şövalyece.
- knit -- (ted veya knit) örmek; sıkı sıkıya bağlamak; çatmak (kaşları); birbirine düğümlemek; birbirine yapışmak; kaynaşmak
- knob -- (bed; topuz; tepecik; (argo.) kafa; yumrulaştırmak. knobbiness yumru yumru olma. knobby yumrulu; tokmak gibi.
- knock -- vurmak; tokuşmak; at veya on ile çalmak; (mak.) vurmak (benzin); çarpışmak; ABD; vurma; kapı çalınması. knock ebout tekrar tekrar vurmak; (k. dili) oradan oraya dolaşmak. knock against çarpışmak; rast gelmek. knock down yumrukla yere devirmek; mezatta çekici vurup malı son fiyatı verenin üzerine bırakmak. knock off (k. dili) işi bırakmak; (colloq.) şıpınişi yapıvermek; (argo.) öldürmek; (argo.) soymak. knock on the head tepesine vurmak; acele bir araya getirmek. knock up bir araya toplamak; (kriket) puan yapmak; (İng.) kapıya vurup uyandırmak; (argo.) hamile bırakmak. engine knock benzin fazlalığı yüzünden makinada meydana gelen vuruş sesi.
- knockdown -- yere serici (darbe); portatif; yere serme; portatif eşya.
- knoll -- tepecik.; (bak.) knell.
- knot -- (ted; karmakanşık etmek; budaklanmak; saçaklık düğüm yapmak; düğümlenmek; düğüm; müşkül; rabıta; küme; güç durum; (bot.) nod; birkaç hat veya sinirin birleştiği nokta; (den.) halat cevizi; geminin deniz mili hesabıyle hızı; (den.) deniz mili. Gordian knot (bak.) Gordian. twenty knots (den.) saatte yirmi mil. tie the knot (k. dili) nikâhla bağlanmak. wed ding knot evlilik bağı.
- knout -- Rusya'da adam dövmek için kullanılan bir kamçı; bu kamçı ile cezalandırmak.
- know -- (knew; seçmek; iyi bilmek; haberi olmak; ezberlemek; tecrübeyle bilmek; (eski) cinsi münasebette bulunmak. He should have known better than to do it. O işi yapmayacak kadar aklı olmalıydı. know how usulünü bilmek. know ones own mind emin olmak; bilgi
- knowledge -- bilgi; ilim; kanaat; (eski) cinsi münasebet. intuitive knowledge hisle edinilen bilgi. take knowledge of biri hakkında (bir şey) anlamak. this branch of knowledge ilmin bu dalı. to my knowledge bildiğim kadar
- knuckle -- parmağın oynak yeri boğum; koyun budunun diz tarafı; dört ayaklı hayvanlarda ayak mafsalı; (çoğ.) muşta; parmağın oynak yerleri ile vurmak. knuckle down işe koyulmak. knuckle under teslim olmak
- knurl -- budak; kertik
- kodak -- (tic.) (mark.); bu makina ile çekilen fotoğraf; Kodak makinası ile fotoğraf çekmek.
- kohl -- göz sürmesi
- kraal -- Güney Afrika'da etrafı kazık ve sırıklarla çevrili kulübelerden meydana gelen koy; ağıl.
- kudos -- şöhret
- kurbash -- kırbaç; kırbaçlamak.
- kvetch -- (A.B.D.)
- kyanize -- çürümesini engellemek.
- laager -- Güney Afrika'da etrafı arabalarla kuşatılmış kamp veya konak yeri; böyle konak yeri yapmak; böyle yerde konaklamak.
- lab -- ABD
- label -- (ed; nitelendirici isim veya cümlecik; etiket yapıştırmak; tasnif etmek; (mim.) kapı veya pencereye saçak yapmak.
- labor -- (İng.) labour çalışmak; uğraşmak; (den.) denizlerde çalkalanmak; doğurma halinde olmak; ağrı çekmek; emekle meydana getirmek. l will not labor the point. işin teferruatına girişmeyeceğim. labored güçlükle yapılan; fazla şatafatlı.; (İng.) labour çalışma; işçi sınıfı; doğum ağrıları; zahmet; (den.) fırtınada geminin şiddetle çalkalanması. Labor Day ABD eylülün ilk pazartesi gününe tesadüf eden işçi bayramı. labor dispute iş ihtilafı; işçi ve işveren ilişkileri. laborsaving zahmeti azaltan
- labyrinth -- labirent; entrikalıl veya karışık iş; (anat.) labirent
- lace -- kaytan geçirip bağlamak; dantel ile süslemek; (k. dili) dövmek; renkler ile çizgilemek; korse kaytanını çekerek beli sıkıştırmak; içkiye hafif alkol katmak. lace into yumrukla saldırmak; şiddetle azarlamak.; dantel; şerit; kaytan; kordon. lace tree dantel ağacı
- lacerate -- yırtmak; (kalbini) kırmak
- lack -- eksiklik; ihtiyaç; yoksunluk; eksiği olmak; ihtiyacı olmak; mevcut olmamak; bir yerde hazır bulunmamak; mahrum olmak; malik olmamak; muhtaç olmak; eksikliğini duymak .
- lackey -- uşak; dalkavuk; hizmetçilik yapmak
- lactate -- laktik asidin tuzu veya esteri; süt hasıl etmek; meme vermek
- ladder -- merdiven; (mec.) yükselme vasıtası; (İng.) çorap kaçığı. ladder stitch iğneardı teyel
- lade -- (laded; geminin yükünü vermek; içine su doldurmak; içinden su boşaltmak; kepçe ile içinden su almak. laden yüklü.
- ladle -- kepçe; kepçe ile doldurmak veya boşaltmak. ladleful kepçe dolusu.
- lag -- (ged; böyle parçalarla kaplamak.; hapishaneye atmak; mahkum; gerileme; ağır
- laicize -- layik kılmak
- lain -- (bak.) lie.
- lair -- yatacak yer; vahşi hayvan ini; ağıla veya ine istirahat için girmek; ağıla koymak.
- laird -- (İskoç.) mülk sahibi.
- lake -- mora çalan koyu kızıl boya.; göl
- lall -- ''r" harfini "l'' gibi telaffuz etmek.
- lam -- (med; kaçmak; hızlı koşmak. be on the lam (k. dili) acele tüymek
- lamb -- kuzu; kuzu eti; kuzu gibi masum ve zayıf kimse; acemi borsacı; kuzulamak. Lamb of God Hz. lsa. lambkin küçük kuzu
- lambaste -- (leh.) dövmek; fena azarlamak.
- lame -- topal; eksik; ABD; topal etmek veya olmak. lame back ağrıyan sırt. lame brain (k. dili) aptal. lame duck (bak.) duck lame excuse kabul edilmez özür. lamely topallayarak. lameness topallık.; lame
- lament -- ağlamak; biri için ağlamak veya keder etmek; matem
- laminate -- yaprak şeklinde; yaprak halinde ince tabakalara ayırmak; safiha.
- lamp -- lamba; ışık; (çoğ.); bu isten yapılan boya. lamp chimney lamba şişesi. lamplight lamba ışığı. lamplighter sokak fenerlerini yakan adam. lamppost sokak feneri direği. lamp shade abajur. between you and me and the lamppost söz aramızda. incandescent lamp ampul safety lamp (kömür madeni ocaklarında kullanılan) emniyet feneri. student lamp ayar edilebilir masa lambası.
- lampoon -- hiciv; hiciv ile tezyif etmek
- lance -- mızrak; neşter ile yarıp açmak
- lancet -- (tıb.) neşter; (mim.) sivri kavisli dar pencere.
- land -- karaya çıkarmak; tutup karaya getirmek (balık); durdurmak; isabet ettirmek; elde etmek; karaya çıkmak; isabet etmek; kara; toprak; memleket; (huk.) emlâk
- landmark -- sınır taşı; herhangi bir şeyin yerini gösteren işaret; dönüm noktası.
- landscape -- kır manzarası
- landslide -- toprak kayması; seçimde bir tarafın büyük ekseriyeti kazanması.
- language -- dil; konuşma kabiliyeti; herhangi bir ifade tarzı; bir kabileye veya bir yere mahsus lehçe; (bilgisayar) lisanı. finger language sağırların kullandığı parmak işaretleri ile konuşulan dil. strong language küfür
- languish -- zayıf düşmek; isteği kalmamak; kederli ve baygın hal takınmak. languish in prison hapishanede çürümek.
- lank -- uzun ve zayıf; düz (saç)
- lantern -- fener; (mim.) hava ve ışık girmesi için binanın tepesine yapılan pencereli kuçuk kule. lantern fly renkli bir böcek
- lap -- kucak; etek; oturan kimsenin dizlerini örten elbise kısmı. lap dog kucağa alınan ufak köpek; (ped; örtmek; bir şeyi tamamen veya kısmen başka bir şeyin üzerine koymak; yarışta rakibini bir devirlik mesafe ile geçmek; kuşatmak; kucaklamak; çark ile cilâlamak; kenarı başka şeyin üzerine binmek; katlanmak; başka şeyin üzerine binen kısım; yarışta bir kerelik dönüm; kıymetli taş veya madeni eşyayı parlatmaya mahsus çark. lap dissolve sin zincirleme görüntü. lap joint bindirme.; hafif çarpmak (dalga); dil ile yalayıp ağzına çekme; köpeklere mahsus sulu yemek; sahile yavaş çarpan dalganın sesi. lap up; beğenip kabul etmek
- lapidate -- taşlayıp öldürmek
- lappet -- sarkık şey; elbisenin kıvrımı yeri; sarkık et parçası.
- lapse -- geçmek; ihmal veya vefat dolayısıyle başkasına intikal etmek; battal olmak; sapmak; yanılmak; bir zaman için inanç ve prensiplerinden vaz geçmek. lapse into silence sükuta dalmak; geçme; yanılma; yanlış (söz veya yazı); kayma; sapma; günaha girme; adalette kusur; sukut (hukuk); ihmal yüzünden hak ve tasarrufunu elden kaçırma; battal olma
- lard -- domuz yağı; domuz yağı ile yağlamak; yazı veya sözü tumturaklı kelilelerle süslemek.
- lariat -- at ve sığır tutmak için boyunlarına atılan ucu ilmekli ip; at bağlama ipi.
- lark -- cümbüş yapmak; takılmak; şaka; tarlakuşu. crested lark tepeli toygar
- larrup -- dövmek
- lase -- leyzer gibi dalga yaymak; leyzer dalgası altında tutmak.
- laser -- (fiz.) leyzer
- lash -- kamçı darbesi; kamçı ucu; küçük gören ve alaylı söz; vuruş; kirpik.; bağlamak. lash down bağlayıp muhafaza etmek. lash together iple birbirine bağlamak.; kamçı ile vurmak; kınamak; azarlamak; galeyana getirmek; hicvetmek; vurmak; söz veya yazıyla saldırmak; çarpmak. lash out at sert ve ani çıkış yapmak. lash oneself into a fury çok öfkelenmek.
- lasso -- yabani atları yakalamaya mahsus ucu ilmekli ip; böyle kementle tutmak.
- last -- son; geçen; sabık; son derece; en sonra; en nihayet. last but not least son fakat aynı derecede ehemmiyetli. last ditch son çare; ölüm döşeğinde yatanların başucunda yapılan ayin. last sleep ölüm; son moda; en mükemmel şey. at last nihayet; sürmek; yetmek.; eskiden ticarette kullanılan tartı veya ölçü; kundura kalıbı. stick to one' last işi olmayan şeye karışmamak
- latch -- kapı mandalı; mandallamak veya mandallanmak. latchkey kapı mandalını açacak anahtar; kapı anahtarı. latch key child anne ve babası çalışan çocuk. on the latch yalnız mandalla kapanmış. spring latch zemberekli mandal. latch on to ABD
- lath -- sıva tirizi; tiriz koymak. lath and plaster bağdadi kaplama. as thin as a lath değnek gibi
- lathe -- torna tezgâhı; çömlekçi çarkı; torna tezgâhında biçim vermek. lathe bed torna gövdesi.
- lather -- sabun köpüğü; atın köpüklü teri; sabun gibi köpürtmek
- latin -- Latin; eski Roma'ya ait; Katolik kilisesine ait; Latin edebiyatı; eski Romalı kimse; Katolik kilisesine mensup kimse. Latin America İspanyolca ve Portekizce konuşulan Amerikan memleketleri. Latinist Latin dili âlimi.
- lattice -- pencere kafesi; üzerinde kafes şekli bulunan arma; kafes yapmak; kafesle çevirmek. latticework kafes işi.
- laud -- methiye; methetmek
- laudanum -- (ecza.) afyon tentürü.
- laugh -- gülmek; sevinmek; gülerek ifade etmek; gülme; kahkaha. laugh at (birine) gülmek. laugh away gülüşle meseleyi kapatmak
- launch -- kızaktan suya indirmek (gemi); roket fırlatmak; başlatmak (yeni iş); mızrak gibi atmak; gemiyi kızaktan suya indirme; roketi fezaya fırlatma; (den.) işkampaviye; harp gemisinin en büyük sandalı. launch forth
- launder -- yıkayıp ütülemek (çamaşır) laundress çamaşırcı kadın. laundry çamaşırhane; çamaşır yıkama; kirli çamaşır. laundry list çamaşır listesi; uzun ve etraflı liste. laundryman umumi çamaşırhanede çalışan adam .
- laureate -- başarılarından ötürü şeref payesi vermek için seçilen; defne dallarından çelenk giymiş; çelenk giymeye layık; defneden yapılmış; mümtaz şair; İngiltere'de kral veya kraliçe tarafından verilen baş şairlik payesine erişmiş kimse. laureateship baş şairlik payesi.
- laurel -- (ed; defne dalından çelenk; (çoğ.) şeref; defne dalı ile süslemek. bay laurel defne ağacı. cherry laurel taflan ağacı
- lavage -- (tıb.) şırınga ile temizleme; mideyi yıkama.
- lave -- (şiir) yıkamak; yanından akıp geçmek (nehir)
- lavender -- lavanta çiçeği; bu bitkiden alınan lavanta; güzel koku; eflatun rengi; lavanta çiçeği renginde; arasına lavanta çiçeği koymak
- lavish -- müsrif; mebzul; israf etmek
- law -- kanun; adalet; hukuk; tabiat kanunu; usul; polis law and order küçük suçlara karsı şiddet; sokaklarda emniyet. law court mahkeme. law merchant ticaret kanunu. law of nations devletler hukuku. law school hukuk fakültesi. law term hukuk deyimi veya dili; adliye mahkemelerinin toplanma zamanı. administrative law idare hukuku. canon law şeriat; kilisenin koyduğu yasaklar. civil law medeni hukuk. commercial law ticaret hukuku. common law örf ve âdet hukuku. international law milletlerarası hukuk
- lawyer -- avukat
- lay -- duruş; kazanç üstünden hisse; (argo.) yol; bir halatın bükümü veya büküm tarzı. lay days (den.) yükleme ve boşaltma süresi. lay of the land etrafın hal ve şekli; durum; şiir; nağme; (laid) yatırmak; yatıştırmak; teskin etmek; koymak; vaz'etmek; yumurtlamak; üstüne koymak; yerine koymak; yaymak; belirli bir vaziyete koymak; önüne koymak; kurmak (sofra); (den.) (herhangi bir yöne) gitmek. lay about one sağına soluna vurmak; terketmek; biriktirmek. lay at one; ayırmak; feda etmek; feragat etmek; emretmek; bahis tutmak; hücum edip zor kullanmak. lay hold of ele geçirmek; yakasına yapışmak. lay in çokça tedarik etmek; azarlamak. lay it on mübalâğalı hareket etmek; ABD; (den.) kıyıdan veya başka gemiden uzaklaşmak; açılmak; (argo.) alay etmekten vazgeçmek. lay on üzerine atılmak; üstüne sürmek; kaplamak. lay on the table teşhir etmek; kesip içini açmak. lay out sermek; teşhir etmek; ölüyü gömülmeye hazırlamak; sarfetmek; planını tertip etmek; plana göre tanzim etmek; tasarlamak; kaplamak. lay siege to kuşatmak; (den.) gemiyi faça edip durdurmak. lay to rest gömmek; örtbas etmek. lay up biriktirmek; belirli meslekten olmayan; layik; papazdan başka bütün halktan olan veya halka ait. lay reader (kil.) papaz olmayıp ayinlerde bazı parçaları okuma yetkisi olan adam.
- layer -- kat; daldırma. a good layer bol yumurta yumurtlayan tavuk. layer cake arası kremalı kat kat pasta.
- laze -- tembelce vakit geçirmek
- lazy -- tembel
- leach -- bir sıvıyı bir şeyden süzmek veya filtreden geçirmek; filtre etme; filtre mahsulü; filtre.
- lead -- kurşun; (matb.) satırlar arasını açmak için kullanılan ince kurşun cetvel; iskandil; kalem kurşunu; saçma; kurşunla doldurmak veya kaplamak; (matb.) satır aralarını anterlin ile açmak; çanak çömleği kurşun sır ile kaplamak; pencere camlarını kurşunla tutturmak; kurşunla tıkamak (tüfek); iskandil etmek. lead acetate kurşun asetat. lead color kurşun rengi; (led) yol göstermek; elinden tutup götürmek; idare etmek; başına geçip yol göstermek; başında olmak; tesir etmek; başlatmak; başlamak; gitmek; başta gelmek; netice vermek. lead a happy life mesut bir hayat sürmek. lead aside bir yana çekmek. lead astray yoldan çıkarmak; bozmak; bir kimseyi istediği şekilde idare etmek. lead in prayer başkalarının düşüncelerini dua sözleri ile belirtmek; bir bahse yol açmak; sonuçlanmak.; rehberlik; önde gelme; oyunda başlama hakkı; buzlu sularda gemi için açık yol; kaya çatlakları içinde toplanmış maden cevheri; tiyatroda baş rol veya bu rolü oynayan kimse; (elek.) bağlama teli; (müz.) grupla söylenen şarkıda baş ses; makalenin ilk cümleleri; briç oyununda ilk konan kağıt veya ilk oynayacak olan kimse. have a big lead çok önde olmak; rehber olmak.
- leaden -- kurşundan; kurşun renginde; ağır kurşun gibi; ağırlık veren; kasvetli.
- leaf -- (çoğ.) leaves) yaprak; tütün veya çay yaprağı; ince madeni varak; açılıp kapanan masanın eğreti tahtası; yaprak vermek
- leaflet -- ufak risale; (bot.) bileşik yaprağın bir kısmı; ufakyaprak
- league -- çeşitli memleketlere göre değişen yaklaşık olarak 5 kilometrelik uzaklık ölçüsü; bir saatlik yol; birleşme; özel amaçlar için meydana getirilen birlik; (spor) lig; birleştirmek
- leak -- su sızdıran delik veya yara; sızıntı; usulsüzce para harcama; sırrın dışarıya sızması; (elek.) cereyanda sızıntı veya sızıntının yeri; sızmak; (gen.) out ile dışarı sızmak
- lean -- (ed veya leant) (gen.) on veya against ile dayanmak; eğri durmak; meyletmek; istinat etmek; dayamak; temayül ettirmek; eğilme; meyil. lean over back ward tarafsızlığını muhafaza etmek için kendi hakkını bile almamak. Leaning Tower of Pisa Piza Kulesi.; zayıf; yağsız; mahsulsüz; yağsız et. leanness zayıflık
- leap -- (ed veya leapt) sıçramak; üstünden atlamak; sıçratmak; atlama; atlanılan yer; atlanılan mesafe. leapfrog birdirbir oyunu. leap year artık yıl dört yılda bir gelen 366 günlük sene. leap in the dark tehlikeli teşebbüs
- learn -- (ed veya learnt) öğrenmek; işitmek; haber almak. learn by heart ezberden öğrenmek
- lease -- kira kontratı; icar; kontrat ile kiralamak. leasehold kontratla kiralanmış mal; kiralanmış. lease holder kiracı. a new lease on life hastalık veya üzüntüden sonra yeniden hayata başlama.
- leash -- tasma kayışı; avcılıkta aynı cins üç hayvandan ibaret takım; iple bağlamak. hold in leash yularını elden bırakmamak.
- leather -- kösele; deriden yapılmış şey; kösele ile kaplamak; (argo.) kamçı veya kayışla dövmek. leatherback yumuşak kabuklu iri bir deniz kaplumbağası. leatherette cilt bezi
- leave -- (gen.) out ile yaprak sürmek; (Ieft) bırakmak; kalkmak; bir yerde bırakmak; vasiyet etmek; vaz geçmek; havale etmek; yanından çıkmak; haline bırakmak; (h. dili) müsaade etmek. leave in the lurch müşkül mevkide bırakmak. Leave it alone. Elleme. Bırak. leave off giymemek; takmamak; bırakmak. leave out atlamak; izin; veda
- leaven -- maya; maya gibi işleyen tesir; mayalandırmak; maya gibi tesir etmek; bozmak. leaven the lump bütün hamuru mayalamak; hepsine tesir etmek.
- lech -- şehvetli olmak; sekse düşkün adam; şehvet.
- lecher -- aşın derecede sekse düşkün adam
- lecture -- konferans; umumi ders; tekdir; konferans vermek; ders vermek: tekdir etmek azarlamak. lecturer konferans veren kimse; okutman. lecture ship okutmanlık.
- ledge -- raf gibi düz çıkıntı; çıkıntılı kaya tabakası.
- ledger -- ana hesap defteri; mezarın kapak taşı. ledger bait bir yere bağlanan olta yemi. ledger line (müz.) yardımcı çizgi; kurşunu suyun dibine oturan olta sicimi.
- lee -- muhafazalı taraf; rüzgardan korunacak yer; (den.) rüzgar altı; rüzgar altı tarafına ait. lee anchor rüzgar altı tarafına atılan demir. lee shore rüzgar altındaki kıyı. lee tide rüzgârla beraber mey- dana gelen kabarma. under the lee of the shore kıyının rüzgârı altında.
- leech -- (den.) dört köşe yelkenin gradin yakası veya astarı.; sülük; (eski) doktor; (tıb.) hacamat; çanak yalayıcı kimse
- leer -- yan bakmak; yan bakış; öfke veya şehvet bakışı.
- leg -- bacak; bacak vazifesi gören şey; ayak; pergel ayağı; (den.) geminin bir rota üzerinde seyrettiği yol; pantolon bacağı; briç veya spor karşılaşmalarında kazanılan ilk oyun. leg of mutton koyun budu. legofmutton sail üç köşeli bir yelken. give no leg to stand on tutunacak bir dal bırakmamak. keep one' legs ayakta durmak; çok bitkin halde. pull one' leg birini aldatmak; (-ged; (kıs.) legal
- legalize -- meşru kılmak
- legate -- elçi; Papa elçisi. legateship elçilik
- legend -- masal; azizlerin hayatına dair hikaye; sikke veya harita ve resim üzerindeki yazı. legendary masal türünden
- legion -- 4200'(den.) 6000'e kadar erden meydana gelen eski Roma tümeni; ordu; kalabalık. legion of angels melekler alayı. Legion of Honor Birinci Napolyon devrinde verilmeye başlanan şeref nişanı. foreign legion özellikle Fransız ordusunda yabancılardan meydana gelen gönüllü alayı.
- legislate -- kanun yapmak; bir kanunu meclise tasdik ettirerek çıkarmak.
- legitimate -- meşru kılmak; nesebini tasdik etmek; meşru; meşru olarak doğmuş; mantıki
- lemon -- limon; limon ağacı; (argo.) değersiz kimse veya şey. lemon balm oğulotu
- lend -- (lent) ödünç vermek; vermek; bu usule göre vermek. lend itself veya oneself to yardım etmek; uygun gelmek.
- length -- uzunluk; müddet; (gram.) bir sesli harfin uzatılması veya uzunluğu. length of days uzun ömür. at great length tafsilâtıyle; en nihayet. at full length tafsilatıyle; boylu boyunca. cable' length (den.) gomene boyu
- lengthen -- uzatmak
- lens -- adese; göz merceği. achromatic lens renksiz mercek. crystalline lens göz merceği. telescopic lens dürbün gibi fotoğraf makinası objektifi. wideangle lens geniş açılı mercek
- lesion -- (tıb.) bir organ veya dokunun yapısındaki anormal veya zararlı değişiklik; yara
- less -- (sonek) -siz.; (edat) daha küçük; aşağı bir derecede; eksik bir miktar; daha küçük kimse veya şey; (edat) eksi.
- lessen -- küçültmek; küçülmek
- lesson -- ders; paylama; ibret.
- lest -- (bağlaç) olmasın diye; korkusu ile
- let -- (let; by; kontrata bağlamak; yardımcı fiil olarak --eyim; kiraya vermek. let alone; boşa çıkarmak; top veya tüfek atmak. let go bırakmak; serbest bırakmak. let him down gently yavaş yavaş alıştırarak hayal kırıklığına uğratmak. let in kapıyı açıp içeriye almak. let loose serbest bırakmak (köpek veya deli) let off cezasını affetmek; dışarı vermek. let on sırrı başkasına söylemek; çekinmeden konuşmak veya gülmek; gevşetmek; (sonek) -cik; (eski) mania; tenis oyuna başlarken topun hafifçe ağa dokunarak geçmesi
- lethargy -- atalet; (tıb.) letarji lethar'gic(al) uyuşuk. lethar'gically uyuşuk şekilde.
- letter -- harf; mektup; (çoğ.) ilim; matbaa harfi; harfi harfine anlamı; (spor) takım üyelerine verilen şeref arması; kitap harfiyle yazmak; plan veya haritaya yazı yazmak. letter book (eski) mektup kopya defteri. letter box mektup kutusu.letter carrier (İng.) postacı. letter file mektup dosyası. letter of credit akreditif; sahibi bulunmayan mektup. man of letters muellif; ilim adamı. night letter gece tarifesine göre gönderilen telgraf. silent letter yazılıp telaffuz olunmayan harf. small letter küçük harf. to the letter harfi harfine.
- levant -- Akdeniz'in doğu sahili ve bu sahildeki memleketler; kitap ciltlemeye mahsus özel meşin. levanter Akdeniz'de esen doğu rüzgarı.
- levee -- A.B.D nehir kenannda su taşmasına engel olacak set; set gibi yüksek nehir kenarı; rıhtım.; büyük şahsiyetlerin sabahleyin misafir kabul etmeleri; (İng.) yalnız erkeklerin hazır bulunduğu saray kabul merasimi; A.B.D bilhassa cumhurbaşkanının umumi kabul resmi.
- level -- (-ed; (mim.); tesviye aleti; yatay hat; irtifa sathı; seviye; düz; bir seviyede; aynı irtifada; (k. dili) ölçülü; düzeltmek; tahrip etmek; bir seviyeye kaldırmak veya indirmek; nişan almak için doğrultmak (tüfek); aynı seviyeye getirmek; yol veya bayırın nispi irtifalarını aletlerle ölçmek; (argo.) doğruyu söylemek. level crossing bir yolun demiryolundan aynı seviyede geçmesi. dead level dümdüz yüzey; aynılık
- lever -- manivela; fazla gayret sarfına vasıta olan şey; manive!a ile kaldırmak veya hareket ettirmek veya etmek.
- leverage -- manivela kudreti; (slang) piston.
- levigate -- düz etmek; bir maddeyi nemli iken ezip toz haline getirmek; birbirine iyice karıştırmak; cilâlamak; düz
- levitate -- hafif olmaktan dolayı havaya kalkmak; ispritizma kuvveti ile veya rüyada havaya yükselmek; havaya yükseltmek. levita'tion havaya yükselme olayı.
- levy -- mecburi olarak toplama (asker veya para); bu suretle toplanan asker veya para; zorla toplamak; (huk.) haczetmek. levy war on (birine karşı) harp açmak.
- lex -- (çoğ.) leges) (Lat.) kanun
- liaison -- irtibat; birleştirme; gizli ilişki; (ahçı.) terbiye
- lib -- (bak.) liberation. womens lib kadınlann özgürlük hareketi.
- libel -- (-ed; yazılı iftira; (huk.) arzuhal; iftira etmek; (huk.) arzuhal vererek davaya başlamak. libel(l)ous if tira kabilinden. libel(l)ously iftira ederek.
- liberate -- serbest bırakmak; kurtarmak. liberator kurtaran veya azat eden kimse.
- librate -- terazi gibi sallanmak
- license -- (İng.) licence izin; izin tezkeresi; ehliyet; aşırı serbestlik; nizama riayetsizlik; yazıda ve sanatta kaidelere riayetsizlik.li- cense tax içki satışı için verilen ruhsat parası. export license ihraç ruhsatı. import license ithalât ruhsatı.; (İng.) Iicence izin vermek; izin tezkeresi vermek; salâhiyet vermek. licensee ruhsat sahibi.
- licentiate -- resmi bir makamdan belirli bir amme hizmetinde çalışmak için müsaade almış olan kimse.
- lick -- yalamak; alev gibi yalayıp geçmek; (argo.) dayak atmak; (argo.) üstün gelmek; yalama; tokat; yalanacak miktarda az şey; büyük surat; hayvanların yaladıklan tabii tuz.lick clean yalayıp temizlemek. lick into shape biçim vermek
- lid -- kapak; göz kapağı; (bot.) tohum zarfının kase şeklindeki kapağı; (argo) şapka; (A.B.D.)
- lie -- (lay; durmak; düşmek; (huk.) (alacaklı) kanunen caiz olmak; yatış; mevki (arazi); hayvan ini; (-d; yalan. söylemek; yanlış olduğunu göstermek.
- lifeboat -- cankurtaran sandalı.
- lift -- kaldırmak; yükseltmek; (k. dili) çalmak; iptal etmek; kaldırmaya uğraşmak; yükselmek; kaldrış; kaldırılacak şey; (İng.) asansör; yardım; kaldırıcı kuvvet; neşe
- ligate -- (tıb.) bağlamak
- ligature -- bag; (tıb.) kan damarını bağlamak için kullanılan tel veya iplik; (müz.) bağ; tel ile bağlamak.
- light -- (-ed veya -lit) konmak; üzerine düşmek; inmek (at veya arabadan) light into azarlamak. light on rastgelmek; hafif; eksik; ehemmiyetsiz; ince; yüksüz; az; hazmı kolay; iyi mayalanmış; gailesiz; çevik; hafifmeşrep; kararsız; başı dönmüş; hafifçe; budala; deli. light literature eğlendirici; ışık; ışık veren şey; idrak veya akıl nuru; dünyaya ışık saçan kimse; pencere veya tepe camı gibi ışık veren şey; anlama; (güz. san.) bir resmin aydınlık kısmı; kibrit gibi yanınca ışık veren şey; gün ışığı; gerçekleşmek; (-ed veya -lit) yakmak tutuşturmak; aydınlatmak; neşelendirmek; yanmak; parıldamak
- lighten -- hafifletmek; neşelendirmek; yükü azalmak; neşelenmek.; aydınlatmak
- lighter -- mavna; mavna ile yük taşımak. lighterage mavna ücreti; mavnaya yükleme.; yakan şey veya kimse
- lightning -- şimşek
- lignify -- odun haline koymak; odunlaşmak. lignifica'tion odunlaşma
- like -- (edat); birbirine benzer; eşit; benzeri. It looks like rain. Yağmur yağacağa benziyor I feel like resting. Canım dinlenmek istiyor. I've never seen the like of it (k. dili) I never saw the likes of it. Benzerini hiç görmedim. Like father like son. Tıpkı babasına benzer. like (mad.) çılgınca; hoşlanmak; (sonek) -ımsı
- liken -- benzetmek.
- likeness -- suret; resim; benzeyiş
- lilt -- oynak şarkı; seke seke yürüme; oynak şarkı söylemek.
- limb -- kol ve bacak gibi vücuda eklemle bağlı uzuv; ağacın büyük dalı; herhangi bir şeyin kol veya dalı; başka bir şeyin kısmı veya vasıtası sayılan kimse veya şey.limb from limb tamamen (parçalanmış) be out on the end of a limb desteksiz kalmak.; yuvarlak bir sathın kenarı; açıları ölçmeye mahsus aletin derece işaretleri olan kenarı. upper limb of the moon ayın üst ucu. eastern limb güneş ve ayın doğuya bakan kenarı.
- limber -- top arabasının ayrılabilen ön parçası; (den.) geminin karinasına sintine suyunun geçmesi için yapılmış delik ve oluk; (gen.) up ile top arabasına koşum parçasını bağlamak. limber up harekete alıştırmak.; eğilir bükülür
- limbo -- (Kat.) (ilah.) vaftiz edilmeden ölen çocuklarla İsa'dan evvel yaşamış olanların ruhlarının bulunduğu yer; istenmeyen veva unutulmuş sey veya kimsenin gönde- rildiği yer veya içinde bulunduğu durum; zindan
- lime -- kireç; üzerine kireç dökmek. lime pit kireç kuyusu. slaked lime sönmüş kireç.; imhlamur agacı; misket limonu
- limelight -- kireç lambası; (tiyatro) projektör ışığı. in the limelight genel ilgiyi üzerinde toplamış; herkes tarafından bilinen.
- limit -- nihayet; (çoğ.) hudut; bir niceliğin hiçbir zaman erişemeden aralıksız olarak yaklaştığı başka nicelikı age limit yaş haddi. off limits askerlere yasak bölge. That' the limit ! (argo.) Ancak o kadar olur. çekilir şey değil!; hudut tayin etmek; kuşatmak; hasretmek
- limn -- (eski) resmetmek; betimlemek. Iim'ner ressam.
- limp -- topallamak; topal lama; yumuşak
- line -- çizgi; ip; iplik; (çoğ.) dizgin; ölçme ipi; olta ipi; satır; hudut hattı; seri; ekvator çizgisi; enlem veya boylam dairesi; plan; sıra; kısa mektup; hareket tarzı; fikir silsilesi; hiza; belirli bir cins veya marka mal; (tiyatro) rol; vapur şirketi; tarik; (ask.) savunma hattı; (den.) saf halinde yanyana giden gemi kafilesinin meydana getirdigi hat; silsile; nesep; saha; meslek; bir pusun on ikide birini teşkil eden ölçü çizgisi; (argo.) kandırıcı sözler; tire klişesi. lineofbattle ship eskiden savaş hattı gemisi. line of vision görüş hattı. line squall bora; tarafını tutmak; sıralamak; kıyas etmek; telefonu kapatmamak. in line for kazanma ihtimali olan. in line with uygun; bir hizada. in my line kabiliyet veya faaliyet alanımda. main line ana hat; başlıca iş. on a line aynı hizada; itaatsiz; uyuşmamış. read between the lines yazılı olanından fazlasını okumak; ordu veya donanma. toe the line bir kanun veya kurala itaat etmek veya ettirmek. What' your line? Ne işle uğraşıyorsunuz?; çizgilerle göstermek; altına veya üstüne çizgi çekmek; dizmek; çizgilerle doldurmak. line up sıraya girmek; içine astar koymak; kaplamak; doldurmak.
- linger -- ayrılamamak; gecikmek; gitme vaktini uzatmak; oyalanmak; kolayca ölmemek; kolay kolay geçmemek; yavaş yavaş gitmek. lingeringly ayrılmayarak
- liniment -- romatizma ve burkulmadan doğan agnları hafifletmek için ovarak kullanılan sıvı ilâç
- link -- halka; mesaha zincirinin 20 santimetre boyunda bir ölçü halkası; bağ; tek sosis kangalı; (mak.) mafsal; zincirlemek; insanla maymun arasında bağ olan yaratık.
- linotype -- matbaa harflerini satır halinde dizip döken makina
- lint -- iplik veya kumaş tiftiği; (tıb.) yara pansumanı için kullanılan keten tiftiği; saç filesi; yumuşak tüy.
- lionize -- birine çok rağbet göstermek; özel önemi olan yerleri veya şeyleri ziyaret etmek; kahraman gibi davranmak
- lip -- (-ped; yaranın kenarı; (anat.); ağıza almak: mırıldanmak. lip reading başkalarının dudak hareketlerinden sağırların söylenen sözü anlamaları. lip service sahte bağlılık. bite one' lip öfke veya üzüntüyü belli etmemek için dudağını ısırmak. button one' lip (argo.) susmak
- lipstick -- dudak boyası
- liquate -- (gen.) out ile bir alaşımdaki madenleri uygun bir sıcaklıkta ısıtıp birini eritmek suretiyle birbirinden ayırmak. liqua'tion bu suretle eritip ayırma.
- liquefy -- eritmek
- liqueur -- likör
- liquidate -- ödeyip tasfiye etmek (borç); tasfiye etmek (iş)
- liquidize -- sıvı haline koymak
- liquor -- içki: sert içki: sıvı madde: su içinde eritilmiş ilâç
- lisp -- yanlış telaffuz etmek
- list -- kumaş kenarı: kenar çekmek; çift pullu sabanla sürmek.; (den.) yan yatmak; geminin yan yatması.; liste; (çoğ.) yarışma yeri; fiyat koymak. list price katalog fiyatı. black list kara liste. enter the lists mücadeleye girişmekç free list parasız girenlerin listesi (tiyatro): memlekete gümrüksüz olarak girecek eşya listesi.
- listen -- dinlemek; radyo dinlemek. listening post düşman hattına yakın dinleme noktası.
- lit -- (bak.) light; yanmış; (kıs.) literally
- lithe -- kolay eğilip bükülebilen
- lithograph -- taşbasması resim: taşbasmasıyle resim yapmak. lithog'rapher litografyacı. lithog'raphy taşbasması
- litigate -- mahkemeye müracaat etmek; dava açmak; (bir maddeyi) mahkemeye arzetmek. litigant davacı; mu- hasım. litiga'tion dava etme
- litter -- döküntü; intizamsızlık; kedi veya köpek gibi hayvanın bir defada doğurduğu yavrular; tahtırevan; sedye; hayvanları yatırmak için serilen saman veya kuru ot; karmakarışık etmek; doğurmak; ahırda hayvanın altına yataklık ot sermek. litter bag A.B.D çöp torbası. litter down altına yataklık saman yaymak.litter up karmakarışık etmek. be in litter (hayvan) doğum halinde olmak.
- live -- yaşamak; beslenmek; geçinmek; oturmak; geçirmek; canlı; hayata ait; yanan; elektrikle dolu (tel); parlak (renk); asıl yerinde bulunan (kaya); (matb.) basılmaya hazır; patlamamış (bomba); (radyo) canlı (yayın) live embers sönmemiş ateş korları. live load hareketli yük. live oak kışın yapraklarını dökmeyen bir ceşit meşe ağacı. live rail elektrikli lokomotife cereyan veren ray. live steam kazandan gelen tam kuvvetli istim. live wire elektrik cereyanı nakleden tel; (k. dili) başkalarını harekete getirme kabiliyeti olan faal kimse. a live issue günün mühim meselesi.
- liven -- (gen.)" up" ile neşelendirmek; neşelenmek
- livery -- özel üniforma; hizmetçi sınıfı; kılık; kira atlarını besleme işi; kira atları ile arabalarının muhafaza olunduğu yer; (huk.) istimlak beratı; Londra'da lonca üyesi. livery stable kiralık atların beslendiği ahır. liveried özel üniformalı.
- lixiviate -- odun külünden külsuyu elde etmek.
- load -- yükletmek; yükünü vermek; hediye yağdırmak; hile yapmak için zarı doldurmak; birine tesir ederek haksız hüküm verdirmek; doldurmak; fotograf makinaslna film koymak; tıkabasa doldurmak (mide); hayat sigortasına zam koymak; yüklenmek; silah doldurmak. load up yükletmek.; yük; sıklet; endişe; fikir yorgunluğu; silâh doldurmak için barut ve fişek; (mak.) mukavemet; bir cihazın ihtiva ettiği elektrik miktarı
- loaf -- (çoğ.) loaves ekmek somunu; aylakça vakit geçirmek; haylaz kimse; mokasen tipi ayakkabı.
- loam -- içinde organik maddeler olan kum ve kil karışımının meydana getirdiği gevşek yapılı toprak; kuvvetli toprak; tuğla yapmak için kum; böyle harçla sıvamak. loamy özlü harçtan ibaret; kuvvetli toprak gibi.
- loan -- ödünç verme; ödünç alma; ödünç verilen şey; bilhassa faiz karşılığında ödünç para vermek; ödünç vermek; (eğreti olarak) vermek. loan collection sergide gösterilmek üzere sahipleri tarafından ödünç olarak verilen resim veya eşya koleksiyonu. loan shark (A.B.D.)
- loathe -- nefret etmek; tiksinmek
- lob -- (-bed; tenis kortunun arka tarafına düşsün diye topu havaya vurmak; (kriket) topu aşağıdan ve ağır ağır atmak; yavaş yavaş ve salınarak gitmek; havaya vurulan top; ağır ağır ve aşağıdan atılan top.
- lobby -- dehliz; antre; bekleme odası; senatör veya milletvekilleri ile görüşmek üzere bekleme salonunda bekleyen kimseler; kulis faaliyeti; (A.B.D.) oylarını kazanmak amacıyle meclis üyeleriyle görüşmek. lobbyist böyle görüşmelerde bulunan kimse.
- lobster -- ıstakoz
- localize -- belirli bir yere sınırlamak; yerini bulup belirtmek. localiz'able sınırlanabilir. localiza'tion sınırlama
- locate -- bir yerde iskân etmek; yerini tayin etmek; tam yerini keşfetmek; (k. dili) sakin olmak
- lock -- kilit; silâh çakmağı; güreşte birkaç çeşit yakalama usulü; kilitleme; kilitli şey; yokuşu inerken tekerleği tutan zincir; kanal içinde gemileri bir yüzeyden diğerine yükseltmek veya alçaltmak için kullanılan havuz. lock; tüfekte emniyet tertibatı. Yale lock Yale markalı veya ona benzer emniyet kilidi. under lock and key kilit altında.; kilitlemek; kapamak; kilitleyip tutturmak; birbirine geçmek; kanal havuzuna sokmak (gemi); kapatmak; kilitlenmek; kanal havuzunda yukarı veya aşağı gitmek. lock in kilitlemek; (matb.) bağlamak.; saç lülesi; (çoğ.) saçlar; bir tutam yün veya pamuk.
- loco -- (A.B.D.)
- locust -- çekirge; ağustosböceği; salkım ağacı; keçiboynuzu
- lodge -- tekke; mason teşkilâtının azaları veya toplanma yeri; ufak ev; kapıcı veya bahçıvan kulübesi; tatil evi; hayvan ini.; geçici olarak oda vermek; misafir etmek; yerleştirmek; arzetmek; ekini bastırıp yere yatırmak (rüzgâr); muvakkaten bir evde oturmak; misafir olmak; bir yerde kiracı olmak; bir yerde geçici olarak kalmak; içine gömülmek. lodger misafir; kiracı.
- loft -- çatı arası; çatı arası odası; güvercinlik; güvercin sürüsü; samanlık; kilise balkonu.; yükseğe atmak (top); fezaya yollamak.
- log -- kütük; kütük gibi şey veya adam; (den.) parakete; (den.) jurnal; (-ged; logaritma.; belirli bir mesafe katetmek.
- loiter -- yolda oyalanmak
- loll -- iş yapmadan dolaşmak; ağzından dışarı sarkıtmak (dil); "away" ile tembelcesine geçirmek (vakit); ağızdan dışarıya sarkmak (dil)
- long -- çok istemek; çok; müddetince; uzun; uzun süren; mesafece uzun; alışılmıştan uzun; şümullü; (şiir) uzun hece. long division (bak.) division. long dozen on üç. Long Island New York eyaletinde bir adanın ismi. long johns (A.B.D.); planlamada ilerideki sonucu düşünebilme. a long face ekşi yüz; zekâ
- loo -- bir çeşit iskambil oyunu; bu oyunda ceza kâsesi; (İng.)
- look -- bakmak; düşünmek; gözetmek; yönelmiş olmak; görünmek; bakış; görünüş; yüz ifadesi. look about etrafına bakmak; başkası ile aynı kitaptan okumak. look one in the face utanmayarak veya cesaretle birinin yüzüne bakmak. look out sakınmak; gözetmek. look out for dikkat etmek. look over incelemek; aramak; ziyaret etmek; iyileşmek; güvenmek
- loom -- dokuma tezgâhı; dokuma; (den.) küreğin topacı.; uzakta hayal gibi gözükmek; aslından daha kocaman ve korkunç gözükmek; büyük önem kazanmak; uzakta hayal gibi belirme.
- loop -- ilmek; ilik halkası; ırmağm yılankavi aktığı yer; kroşe ve örgü işlerinde bir ilmek; doğum kontrolü için dölyatağına konulan halka; ilmek yapmak; ilmek olmak
- loophole -- mazgal deliği; kaçamak.
- loose -- gevşek; dağınık; ahlakça serbest; şüpheli; yumuşak (öksürük); ishal olmuş; gevşetmek; salıvermek; boşaltmak (tüfek) loose ends yarım kalmış işler. loose-jointed mafsalları sıkıca birleşmemiş. loose-leaf sayfaları çıkarılıp tekrar takılabilen (kitap veya defter) loose rein dizginleri gevşek; hapishaneden kaçıp kurtulmak. cast loose çözmek; kaçmak; (k. dili) cümbüş etmek; aklından zoru olmak. let loose salıvermek; eğlencede; üstünkörü; ahlâksızca; hemen hemen; ishal; intizamsızlık; kararsızlık.
- loosen -- gevşetmek; salıvermek; (tıb.) ishal etmek; gevşemek
- loot -- yağma çapul; (A.B.D.); yağma etmek
- lop -- (-ped; ağacın dallarını kesmek; kesip düşürmek.; sarkıtmak.
- lope -- uzun ve rahat adımlarla koşmak; uzun ve rahat adım.
- lord -- efendi; hakim; lord (bir asalet unvanı); b.h. Rab; Hazreti İsa; lord payesi vermek. Lord bless me! Aman ya Rabbi! Lord Chamberlain İngiltere'de baş mabeyinci. lord it over someone gururlu dav- ranmak
- lorry -- (İng.) kamyon; (A.B.D.) alçak olup yansız ve dört tekerlekli yük arabası.
- lose -- .(lost) kaybetmek; kaçırmak; şaşırmak; azıtmak; kaybolmak; mahrum olmak; mağlup olmak. lose face itibarını kaybetmek. lose ground geri çekilmek; unutmak. lose the way yolu şaşırmak.
- loss -- ziyan; harabiyet; israf; (ask.) zayiat; her şeyi kaybetme. at a loss şaşırmış; zararına (satış) average loss (den.) (sig.) kısmi ziyan. bear a loss ziyana katlanmak. proof of loss ziyanı ispat. total loss (den.) (sig.) onarılmaya değmeyecek derecede kayıp veya zarar
- lot -- (-ted; kura; (İng.) vergi; arazi parçası; hisse; (gen.) (çoğ.) birçok; kısım; nevi; taksim etmek; kısımlara ayırmak (arazi); kur'a ile taksim etmek. a lot çok. cast in one' lot with birinin kaderine bağlanmak
- lotion -- vücudun bir yerini yıkamak veya yumuşatmak için kullanılan ilaçlı su
- louden -- yükselmek veya yükseltmek (ses)
- lounge -- tembelce uzanmak veya yayılıp oturmak; aylakça vakit geçirmek; şezlong; istirahat odası; aylaklık; tembelce yatış veya oturuş. lounge away (vakit) tembelce geçirmek. lounger tembelce yaşayan kimse.
- louse -- (çoğ.) lice) bit; ( argo) eşekoğlueşek
- lout -- kaba adam; (slang) eşek. loutish soytarı gibi; kaba; eşeklik.
- love -- sevgi; sevgili; b.h. aşk tanrısı; (psik.) eros; (tenis) sıfır; sevmek
- low -- alçak; alçaktaki; ekvatora yakın; ufka yakın; alçak gönüllü; hakir; az; ucuz; yavaş; (müz.) pes; kuvvetsiz; sıkıntılı; rezil; geri; kısa; karamsar; üzgün; alçak mevkide veya mevkie; ucuz fiyatla; pes olarak; mütevazı tarzda. low camp bayağı. low comedy fars. Low Countries Hollanda; yıkmak; niyetlerini gizlemek; böğürmek; böğürme.
- lower -- indirmek; azaltmak; zayıflatmak; alçaltmak; (müz.) pesleştirmek; inmek; daha aşağı; daha alçak. lower case minüskül; ölüler diyarı. lowermost en aşağı
- lozenge -- pastil; baklava biçimi; baklava şeklinde şey.
- lube -- lube oil (bak.) lubricating oil.
- lubricate -- yağlamak; yağdanlık.
- luck -- talih; uğurlu şey. as luck would have it şansıma. down on one' luck talihsiz
- lucubrate -- gece geç saatlere kadar çalışmak; emekle eser meydana getirmek. lucubra'tion emekle meydana getirilmiş eser. lu'cubrator böyle emekle çalışan kimse. lu'cu- bratory gece çalışmasına ait; zahmetli
- luff -- (den.) orsa seyiri; flok ve velena yelkenlerinde lerno yakası ve astarı; orsa etmek
- lug -- (İskoç) kulak veya kulak memesi; kulp; araba okunun içinden geçtiği meşin halka.; (-ged; güçlükle taşımak; zorla sokmak (lüzumsuz söz veya hikaye); ağır ağır hareket etmek
- lull -- sakinleştirerek uyutmak; uyuşmak; muvakkat sukunet; ara verme
- lullaby -- ninni; (müz.) ninniye benzer parça.
- lumber -- hantal hantal yürümek.; ing. kalabalık eden ve kullanılmayan eşya; lüzumsuz eşya ile doldurmak.lumber room ing. sandık odası.; kereste; kereste kesmek; ormanda ağaç kesmek lumberjack ormanda ağaç kesen kimse. lumberman keresteci
- lump -- parça; öbek; şiş; yığın; hantal kimse; yığmak; bir araya getirmek; toptan almak veya satmak; hantal hantal dolaşmak. lump coal iri parçalar halinde madenkömürü.lump sugar kesme şekerl Iump sum yekten; aptal. lumpishness topak hali; ağırlık. lumpy yumrularla dolu; (k. dili) ister istemez tahammül etmek
- lunch -- hafif yemek; öğle yemeğinde yenen yiyecekler; öğle yemeği yemek veya yedirmek. lunch counter büfe. lunch hour öğle tatili.
- luncheon -- hafif yemek
- lunge -- kılıç ile hamle; saldırış; eskrim veya boksta hamle etmek; saldlrmak
- lurch -- (eski) müşkül durum. leave in the lurch güç bir zamanda terketmek (bir dost veya ortağı); (den.) geminin birdenbire sallanması veya silkinmesi; sarhoş gibi sendeleme; sallanmak; sendelemek.
- lure -- hayan veya balık tutmak için yem; şahin veya atmacayı geri getirmek için gösterilen kuş veya ete benzer şey; cazibe; cezbetmek; kuş veya et gibi bir şey göstererek çağırmak (şahin)
- lurk -- hırsız gibi gizlenmek; gizli olmak; gizli gizli dolaşmak. on the lurk pusuda lurkingplace pusu yeri; hırslızın gizlendiği yer.
- lush -- çok sulu; bereketli; lezzetli; cafcaflı.; (argo) ayyaş kimse; çok içki içirmek veya içmek.
- lust -- şehvet; nefsaniyet; çok kuvvetli ve karşı konulamaz arzu; arzu; şehvetli olmak. lust for
- luster -- ing. -tre parlaklık; cila; şaşaa; şamdan; çok güzel olma; şöhret; cilalamak; zevksiz.
- lustrate -- törenle arıtmak; şartlamak. lustra'tion ayinde yıkayıp arıtma.
- lustre -- (bak.) luster.
- lute -- (müz.) ut; ut çalmak. lutist; borunun ek yerlerini yapıştırmak için kullanılan ince toz haline getirilmiş bir kil bileşimi; böyle bir bileşimle sıvamak.
- lux -- (çoğ.) es
- luxate -- mafsaldan çıkarmak
- luxuriate -- lüks ya şamak; pek çok zevk almak; külfetli şekilde yetişmek.
- lynch -- yargılamadan öldürmek
- lyse -- (tıb.) kaybolmak; yok etmek.
- macadam -- makadam; makadam inşasında kullanılan malzeme.
- macadamize -- makadam usulü ile şose yapmak.
- mace -- küçük hindistancevizi kabuğunun öğütülmesiyle elde edilen güzel kokulu bir baharat.; göz yaşartıcı bomba imalinde kullanılan kimyasal bir sıvı.; ortaçağda kullanılan ağır topuz; yetki belirtisi olarak kullanılan tören asası. macebearer bu asayı taşıyan görevli.
- macerate -- kab bir maddeyi sıvı bir maddede ıslatarak yumuşatmak; zayıflatmak; zayıflayıp erimek macera'tion yumuşama; zayıflama.
- machinate -- düzenbazlık etmek
- machine -- makina; makina gibi çalışan herhangi bir şey; motorlu araç; örgüt; mekanizma; politika çarkı; makinayla ilgili; makina ile yapılmış; makina ile imal etmek veya şekil vermek. machine gun makinalı tüfek; tornacı dükkanı. machine tools torna ve planya gibi maki- nalar
- mackle -- leke; (matb.) bulanık basmak.
- maculate -- lekelemek; benekli
- macule -- leke; (matb.) bulanık basmak.
- madam -- genelev idare eden kadın.
- madden -- delirtmek; delirmek; sinirlendirmek.
- magazine -- dergi; depo; cephane deposu; silahta fişek hazinesi.
- magnetize -- mıknatısiyet vermek; cezbetmek
- magnify -- büyük göstermek; mübalâğa etmek; (eski) övmek
- mahout -- Hindistan'da fil seyisi veya sürücüsü.
- maiden -- genç kız; evlenmemiş; tecrübesiz; masum; ilk. maiden effort ilk teşebbüs. maiden name evli kadının bekarlık soyadı. maiden over kriket oyununda sayı kaydedilmeyen devre. maidenly kız gibi; mahcup.
- mail -- halka veya zincirden yapılmış zırh; böyle zırh giydirmek. mailed fist saldırı tehdidi; posta; posta arabası; (A.B.D.) postaya vermek
- maim -- sakat etmek
- main -- asıl; taşra gelenekleri. main yard (den.) mayistra sereni. the main chance şahsi menfaat
- mainstream -- orta; ana görüş.
- maintain -- sürdürmek; korumak; beslemek; bakımını sağlamak; iddia etmek
- major -- (A.B.D.) üniversitede öğrenimi belli bir konuda yoğunlaştırmak; (ask.) binbaşı; (müz.) majör; (man.) büyük terim; (A.B.D.) bir üniversite ögrencisinin takip ettiği esas sertifika; (bir branşta) öğrenci. major general tuğgeneral.; büyük; başlıca; (müz.) (gam) majör; (man.) tasımın büyük önermesine ait. major key majör perdesi. major offense büyük suç. major premise
- make -- yapılış; mamulât; hasılat; (elek.) devrenin kapanması. be on the make (k. dili) kendi kazancı peşinde olmak; cinsi münasebet için eş aramak.; yaratmak; anlamak
- maladminister -- kötü idare etmek.
- malcontent -- memnun olmayan; tatmin olmayıp isyana hazır kimse.
- malice -- kötülük; muziplik; (huk.) ızrar niyeti. malice aforethought
- malign -- kötücül; garezci.; iftira etmek
- malinger -- yalandan kendini hasta göstermek
- mall -- ağaçlık yol; mesire; (A.B.D.) arabalara kapalı ağaçl çarşı yeri.; (bak.) maul.
- mallet -- tahta veya lastik başı olan çekiç; (spor) sopa.
- malt -- çoğunlukla bira yapmak için çimlendirilmiş arpa; arpa veya başka tahıldan malt yapmak; malt haline gelmek malt liquor malttan mayalanma usulu ile yapılan içki. malted milk süt tozu ve malt tan yapılmış dondurmalı bir içecek. malty malt gibi
- maltreat -- kötü davranmak
- mambo -- mambo (dans)
- man -- (çoğ.) men) adam; erkek cinsi; insan; insan türü; erkek adam; uşak; biri; satranç veya dama taşı; yönetim; mide; (ünlem); (konuşmada bir anlamı olmadan boşlukları dolduran söz): Man; (ned
- manacle -- (gen.) (çoğ.); kelepçe takmak
- manage -- idare etmek; çevirmek; terbiye etmek; yola getirmek; kandırmak; tertip etmek; yolunu bulmak; müdür olmak; işini uydurmak; geçinmek.
- mandamus -- (huk.) yüksek mahkeme tarafından bir alt mahkemeye veya belediyeye verilen yazılı emir.
- mandate -- manda; vekalet; emir; emirname.
- maneuver -- manevra; hile; tedbir; manevra yapmak; dolap çevirmek; tedbir almak.
- mangle -- vurarak ezmek veya parçalamak; bozmak.; iki silindirli ütü makinası; silindirli makina ile ütülemek.
- mango -- (çoğ.) es veya Hindistan'a mahsus yumurta şeklinde ve sarımsı bir meyva
- manhandle -- kabaca itmek; kaba kuvvetle itip kakmak; makina kullanmadan kaba kuvvetle kaldırmak.
- manicure -- el ve bilhassa tırnak tuvaleti; manikürcü; manikür yapmak. manicurist manikürcü.
- manifest -- manifesto; aşikar; açıkça göstermek; manifestoda göstermek; kendini belli etmek
- manifesto -- (çoğ.) toes) tebliğ
- manifold -- türlü türlü; teksir edilmiş kopyalardan biri; (mak.) birkaç ağızlı boru; makina ile kopyalarını çıkarmak (mektup); teksir etmek
- manipulate -- el ile işletmek; hile karıştırmak. manipula'tion el ile işletme; manevra; dalavereci manip'ulator idare eden kimse; vurguncu kimse; telgrafta maniple; manipulatör.
- manoeuvre -- (bak.) maneuver
- manse -- papaz evi.
- mansion -- büyük ve güzel ev; eskiden malikane konağı.
- mantle -- kolsuz manto; örtü; midye gibi kabuklu su hayvanlarını örten iç deri; lüks fitili; (jeol.) yer kabuğu ile yerözeği arasında kalan bir katman. mantled örtülü.
- manufacture -- imal; mamulat; imal etmek; yalandan icat etmek
- manumit -- (-ted; azat edilme
- manure -- gübre; gübrelemek. artificial manure suni gübre. barnyard manure ahır gübresi.
- map -- (-ped; ( argo) surat; haritasını yapmak; ayrıntılarıyle planlamak. off the map ortadan kaybolmuş. put on the map (k. dili) (bir yerin) ismini duyurmak.
- mar -- (-red; şeklini bozmak. make or mar yapmak veya bozmak.
- marathon -- uzun mesafe koşusu
- maraud -- çapulculuk maksadıyle akın etmek
- marble -- mermer; mermerden yapılmış sanat eseri veya kitabe; (çoğ.) mermer heykel koleksiyonu; mermer gibi düz; bilye; (çoğ.) zıpzıp oyunu; mermerden; mermer taklidi; mermer gibi soğuk; mermer taklidi boyamak; mermer döşeli.
- march -- mart ayı.; sınır; (çoğ.) ingiltere ile iskoçya veya ingiltere ile Gal arasındaki hudut sahaları.; asker yürüyüşü; resmi yürüyüş; ilerleme; asker yürüyüşü ile bir günlük yol; muntazam adımla yürüyüş; (müz.) marş; resmi yürüyüş yaptırmak; zorla yütmek; yürüyüş yapmak. march past geçit töreni. marching orders askere verilen hareket emri. funeral march cenaze marşı. forced march (ask.) cebri yürüyüş
- margin -- kenar; son hadde yakın hal; ihtiyaçtan fazla para ile yer veya zaman; (tic.) maliyet fiyat ile satış fiyatı arasındaki fark; sayfa kenarı; (tic.) ihtiyat akçesi; kenarına yazmak; kenar yapmak. margin of safety emniyet payı. buy on margin yalnız ihtiyat akçesi yatırarak satın almak.
- marginate -- yazı sayfasında kenar bırakmak.
- marinate -- (eti yumuşatmak için) zeytinyağlı salamurada bırakmak.
- marionette -- kukla .
- mark -- işaret; damga; nişan; kâfi derece; şöhret; (den.) iskandil savlası üzerinde kulaç işareti; not (ders); leke; yara yeri; muvaffak olmak. make one' mark şöhret kazanmak. miss the mark hedefe isabet et memek; tam doğru olmamak; konu dışı olmak. of mark meşhur. Plimsoll mark seksen tondan fazla her gemide yazılması lüzumlu olan ve su hatlarını gösteren işaret. up to the mark istenilen derecede. wide of the mark hedeften uzak.; ilk Hristiyanlardan biri; isaretlemek; ortaya çıkarmak; göstermek; çizmek; sayı tutmak; not vermek; hatırda tutmak; (tic.) fiyat etiketi koymak. mark off hudutlarını çizmek. mark down fiyat indirmek. mark out hudutlarım çizmek; planını yapmak; seçip ayırmak. mark time yerinde saymak; durup beklemek. mark up çizmek; fiyat yükseltmek.; Alman parası; eskiden bir gümüş veya altın tartısı.
- marker -- işaret koyan kimse; işaret
- market -- pazar; piyasa market basket pazar sepeti. market day pazarın kurulduğu gün. market garden bostan . market order komisyoncuya verilen piyasa fiyatına satma veya alma siparişi. market place pazar yeri. market town içinde pazar kurulan kasaba. market value piyasa fiyatı; mal satmak veya satışa çıkarmak; çarşıda alışveriş etmek.
- marl -- kireçli toprak; kireçli toprakla gübrelemek; (den.) halat üzerine başka ince halat sarmak. marlaceous (marley' -şıs) kireçli toprağı olan. marly kireçli topraklı
- marline -- (den.) iki kollu ince bir çeşit halat
- marmalade -- portakal reçeli.
- maroon -- kestane rengi; bir kimseyi ıssız ada veya kıyıya çıkarıp yalnız bırakmak.
- marquee -- kapı önü tentesi; büyük çadır; afiş.
- marrow -- ilik; öz. marrowbone ilik kemiği; (çoğ.) çapraz iki kemik. marrowfat bir çeşit bezelye. chilled to the marrow soğuk iliğine geçmiş
- marry -- (ünlem); evlenmek; evlendirmek; evermek; birleşmek
- marshal -- (-ed; teşrifatçı; polis müdürü; sıraya koymak; önüne düşüp götürmek. field marshal mareşal
- mart -- çarşı pazar.
- martingale -- şahlanmasına engel olmak için beygirin dizgin veya geminden kolanına bağlanan kayış. martingal kayışı; (den.) cıvadra sakalı
- martyr -- şehit; bir amaç uğruna ölen veya işkenceye katlanan kimse; uzun müddet ıstırap çeken kimse; şehit etmek; işkence etmek
- martyrize -- şehit etmek; şehit olmak.
- marvel -- (-ed; hayret uyandıran şey; hayret etmek
- marzipan -- (bak.) marchpane
- mascara -- sürme
- mash -- lapa; hayvanlara yedirilen sıcak lapa; bira yapmak için ezilmiş arpa ile su karışımı; ezilmiş arpayı su ile karıştırmak; ezip lapa yapmak; ezmek
- mask -- maske; alçı veya balmumundan yapılmış yüz kalıbı; maskeli kimse; (ask.) bir bataryayı veya askeri harekâtı düşman gözünden saklamak için yapılan çeşitli tertipler; köpek veya tilki başı. death mask ölünün alçıdan yapıl mış yüz kalıbı. throw off the mask maskesini indirmek; maske ile örtmek; (ask.) bir bataryayı veya askeri harekatı düşman gözünden saklamak; maske takmak
- mason -- duvarcı; b.h. mason; taş veya tuğla ile örmek.
- masque -- aktörlerin maske giydikleri eski usul sahne oyunu; maskeli balo.
- masquerade -- maskeli balo; maskeli balo kostümü; sahte tavır; maskeli eğlenceye katılmak; sahte tavır takınmak
- mass -- Katolik kiliselerinde ekmek ve şarabın takdisi ayini (Aşai Rabbani); bu ayine mahsus müzik. High Mass bu ayinin müzikli ve eksiksiz merasimi. Low Mass bu ayinin basit şekli. Black Mass ölüler için yapılan ayin; küfür ile icra edilmiş Aşai Rabbani ayini; parça; çokluk; hacim; (fiz.) herhangi bir cisimde bulunan madde miktarı; yığın halinde toplamak; (ask.) asker yığmak. mass media kitle iletişim
- massacre -- kılıçtan geçirme; katletmek
- massage -- masaj; masaj yapmak
- mast -- direk; palamut veya kayın kozalağı ve kestane gibi ağaç yemişi (özellikle domuzlara yem olarak kullanılır)
- master -- efendi; usta; dini lider; üstat; ing. erkek öğretmen; üniversitede bachelor'dan bir yüksek derece veya bu dereceyi alan kimse; yönetici; örnek; teksir kalıbı; mumlu kâğıt; kü çük bey; kaptan. Master of Arts (kıs.) MA) (bak.) art master of ceremonies teşri fatçı; lisans üstü fen diploması be master of ustası olmak. be one' own master başına buyruk olmak. Grand Master şövalyeler ile masonlarda büyük üstat. old masters eski üstatlar (özellikle Rönesans devrindeki italyan ressamları) the Master Hazreti isa; üstat.; baş; yapı ustası; ana metin. master key aynı cinsten bir takım kilitleri açan anahtar; kesin başarı. master switch (elek.) ana anahtar. master touch usta eli; yerinde söz veya davranış.; yenmek; iyice öğrenmek; idare etmek
- mastermind -- baş yönetici; çekip çevirmek.
- masthead -- direk ucu; gazete veya mecmuada yöneticiler listesi.
- masticate -- çiğnemek; çiğnemekle ilgili
- masturbate -- istimna etmek. masturba'tion istimna.
- match -- eş; tam kopya; tamamlayıcı şey; uygun çift; evlenme; evlenme kararı; eşliğe uygun kimse; rakip; maç; uymak; eşlemek; uydurmak; karşılaştırmak; geçmek; yazı turada karşılaştırmak üzere iki para atmak; geçirmek; birleştirmek evlendirmek. matching fund bağışların toplamına eşit miktarda yapılan şartlıbağış. matching funds şartlı bağışı eşitleyen küçük bağışlar.; kibrit; fitil. ordinary match herhangi bir yere sürtünmeyle ateş alan kibrit. safety match yalnız kutusunun eczalı kenarına çakılınca ateş alan kibrit.
- mate -- Paraguay çayı.; eş; karı; çift hayvanın erkek veya dişisi; arkadaş; (den.) ticaret gemisinde ikinci kaptan; eşlemek; evlendirmek; evlenmek; çiftleştirmek; çiftleşmek; uymak; (mat.) etmek.
- material -- maddi; bir şeyin esasına ait; bedensel; önemli; "to" ile değgin; madde; (çoğ.) gereçler; bez
- materialize -- maddileşmek; gerçekleşmek; maddileştirmek; maddi bir nitelik vermek; cisim vermek (ruh)
- math -- (A.B.D.)
- matriculate -- kaydetmek; öğrenci olarak kaydedilmek (bilhassa üniversiteye) matricula'tion öğrenci kaydı; ing. olgunluk imtihanı.
- matter -- özdek; konu; vesile; fark; öz; yaklaşık miktar; cerahat; (fels.) özdek; posta maddesi; (matb.) baskıya hazır hurufat; (matb.) dizilecek metin; (man.) bir önermenin kapsadığı husus; şikâyet veya pişmanlık sebebi. a matter of two dollars iki dolar meselesi. as a matter of course tabii olarak; hatta. in the matter of konusunda; ehemmiyeti olmak; cerahatlenmek. What does it matter? Ne önemi var? Ne olur ki?
- mattock -- kazma.
- mattress -- yatak; su kenarlarında aşınmayı durdurmak için kıyı önüne çekilen çalı ve sırıktan örülmüş engel. spring mattress yaylı yatak.
- maturate -- olgunlaşmak; (tıb.) cerahat toplamak. matura'tion olma veya olgunlaşma; cerahat toplama. (mat.)'urative olgunluğa götüren; cerahat top laylcı
- mature -- kemale erdirmek; olmak; vadesi gelmek.; olgunlaşmlş; iyi hazırlanmlş; vadesi gelmiş. mature de liberation iyi ve uzun düşünme. maturely olgunca; tamamen; vade.
- maul -- tokmak; dövmek; hırpalamak: (A.B.D.) yarmak.
- maund -- doğu memleketlerinde yerine göre degişen bir ağırlık ölçüsü (Hindistan' da geçerli ağırlık ölçüsü birimi 37
- maunder -- anlaşılmaz veya tutarsız bir şekilde konuşmak; aylak aylak dolaşmak.
- maverick -- (A.B.D.) damgalanmamış ve sahipsiz dana; (A.B.D.); parti disiplinine uymayan politikacı.
- max -- (kıs.) maximum.
- maximize -- azami hadde çıkarmak; bir prensibi en geniş anlamıyle yorumlamak.
- may -- mayıs ayı; gençlik; (3. (tek.) sahıs may; geçmiş zaman might) bilmek
- maze -- yolları şaşırtacak derecede karışık yer; şaşkınlık
- meager -- yetersiz; bereketsiz; zayıf. meagerly yetersizce; fena; zayıf halde. meagerness zayıf lık; kısırlık
- meal -- yemek; yemek zamanı. meal ticket yemek kartı; (A.B.D.); elenmemiş kaba un; una benzer şey. meal worm un kurdu.
- mean -- (meant) (ment) niyet etmek; ifade etmek; demek. He means well. Ne kadar beceriksiz olsa da hüsnüniyeti var. It is meant for you Bu sizin için. What do you mean by it? Ne demek istiyorsun? Yaptığın doğru mu? You mean everything to me Sen benim her şeyimsin.; orta; vasati; (mat.) orantılı. mean distance ortalama mesafe. mean pressure ortalama basınç. mean time vasati güneş saati. Greenwich mean time Greenwich ortalama güneş saati.; iki şeyin ortası; ılımlık; (mat.) ortalama nicelik; istatistikte gözlem sonucu ortalama değer; (man.) orta terim; (bak.) means the golden mean her şeyin kararı; adi; rezil; cimri; kılıksız; yoksul; (k. dili) huysuz; (k. dili) utangaç; (A.B.D.); (k. dili) kötü huylu; (k. dili) zor; (argo) şahane; cimrilik.
- meander -- dolambaçlı yol; zikzaklı veya dolambaçlı devinim; menderes; girintili kavislerden yapılmış nakış; (b. h.) Menderes Irmağının eski ismi; dolambaçlı yoldan gitmek; avare dolaşmak
- measure -- ölçü; ölçek; her hangi bir ölçü sistemi; ölçüm; derece; şiir vezni; tedbir; kanun; (müz.) ölçü. angular measure açı ölçüsü. beyond measure hadden aşırı; ölçmek; ölçüsü olmak; karşılaştırmak; ölçüsünü almak; süzmek; uydurmak; biri ile boy ölçüşmek. measure up to beklenilen nitelikte olduğunu ispat etmek. measuring rod ölçü değneği; düzgün; sınırlanmış. measureless ölçüsüz
- meat -- yenecek et et; (eski) yemek; öz; (k. dili) en büyük zevk. meat and drink to him onun için gıda kadar lüzumlu şey. meat and potatoes (argo) önemli olan; özlü
- mechanize -- makinalaştırmak.
- medal -- madalya
- meddle -- karışmak
- mediate -- aracılık etmek; ara bulmak; arada haber götürmek; dolaylı ilgisi olan; ara yerde bulunan
- mediatize -- (eski) yöneticisinin unvanı ve bazı yetkileri kendisinde kalmak üzere bir ülkeyi başka bir ülkeye bağlamak.
- medicate -- ilâçla tedavi etmek; içine ilâç katmak. medica'tion ilâçla tedavi. medicative ilâçla tedavi kabilinden.
- medicine -- ilaç; b.p. ilmi; ilkel insanlar arasında büyü; afsun; ilaç vermek
- meditate -- düşünceye dalmak; düşünmek; düşünce kabilinden.
- medley -- karmakaşışık şey; (müz.) potpuri; karışık
- meed -- (eski) hak; mükafat
- meek -- sabırlı ve yumuşak başlı; alçak gönüllü; kişiliksiz. meekspirited alçak gönüllü. as meek as a lamb kuzu gibi
- meet -- karşılaşma; uygun; (met) rastgelmek; karşılamak; tanışmak; buluşmak; birleşmek; uğramak; yerine getirmek.
- megaphone -- megafon
- meld -- iskambil oyunlarında belirli kâğıtların bir araya gelmesi ile kazanılan sayıyı ilân etmek; böyle iskambil kağıtlarının bir araya gelmesi.; birbirine karışmak.
- melee -- meydan kavgası.
- meliorate -- düzeltmek; iyileşmek
- mellow -- olgun; yıllanmış (şarap) dolgun; iyi huylu; keyifli; yumuşak (toprak); olgunlaşmak; yumuşatmak; yumuşaklık.
- melodize -- melodi bestelemek; ahenk vermek.
- melt -- eritmek; erimek; yumuşatmak; yumuşamak; yok etmek; yok olmak; kalbini yumuşatmak; erimiş madde; eritme; bir defada eritilen miktar. melt into içine karışmak. melt into tears göz yaşlarına boğulmak. melting point erime noktası. melting pot pota; çeşitli milletlerden kimselerin kaynaştığı memleket.
- member -- üye; organ; (mat.) denklemin bir tarafı. member of parliament (kıs.) MP) milletvekili. membership üyelik; üyeler.
- memo -- (k. dili) kısa not.
- memorialize -- takdirle anmak; anma töreni yapmak.
- memorize -- ezberlemek
- menace -- tehdit; tehdit eden; tehdit etmek
- mend -- onarım; tamir olunmuş yer. on the mend iyileşmekte; onarmak (çamaşır); ıslah etmek; tashih etmek; daha iyi hale koymak; iyileşmek. Least said; ıslahı mümkün. the mending onarılacak çamaşırlar.
- menstruate -- âdet görmek. menstrua'tion adet
- mention -- söyleme; ima; zikretmek
- mentor -- akıllı ve güvenilir öğretmen veya kılavuz.
- meow -- miyav; miyavlamak.
- mercerize -- pamuklu kumaşları boyamaya hazırlamak için bunları alkaliye batırmak; parlaklık vermek suretiyle kumaşı ipeğe benzetmek
- merchandise -- ticari eşya; alışveriş etmek
- merchant -- tacir tüccar; mağaza sahibi; ticarete ait
- mercury -- Romalıların ticaret mabudu; (astr.) Merkür; (k. h.) haberci; (kim.) cıva; termometre veya barometrede bulunan cıva sütunu; yer fesleğeni
- mercy -- merhamet; rahmet; bereket; insaf. Mercy!
- mere -- (eski) veya (şiir) göl; bataklık.; kat(kıs.)ız; önemsiz. merely sadece
- merge -- karışıp birleşmek; içine karışıp kaybolmak; (huk.) birleşmek.
- merit -- yararlık; hüner; hak; mukâfat; fazilet; hak etmek
- mesh -- ağ. ile tutmak; çark dişlerini birbirine geçirmek.; ağ gözü; ağ; çark dişlerinin birbirine girmesi; (gen.) (çoğ.) tuzak gibi şey. in mesh birbirine girmiş. meshwork ağ örgüsü
- mess -- karışıklık; karışık şey; karışık durum; tatsız yemek; çorba veya lapaya benzer yemek; daima aynı sofrada yemek yiyen kimseler; böyle arkadaşlarla yenen yemek. mess hall aynı kişilerin devamlı olarak yemek yedikleri yer. mess kit askerlerin kullandığı küçük sefertası. messmate sofra arkadaşı messy karmakarışık; kirli; karmakarışık etmek; bozmak; kirletmek; karışmak.
- message -- haber; resmi bildiri; peygamberin halka bildirdiği haber.
- messenger -- haber götüren kimse; kurye.
- metal -- maden; madde; tıynet; şişirilmeye ve dökülmeye hazır erimiş cam; ing. yol yapmak için kullanılan kırık taş. test someones metal bir kimsenin cesaretini ve ataklığını denemek. metallist madenci; maden özelliğini vermek.
- metamorphose -- başkalaştırmak; başkalaşmak.
- metaphor -- mecaz. mixed metaphor birbirine uymayan mecazların bir araya getirilmesi. metaphor'ic(al) mecazi. metaphorically mecazen.
- metaphrase -- aynen tercüme kelimesi kelimesine tercüme; aynen tercüme etmek; metni değiştirmek.
- mete -- out ile ölçüp vermek veya taksim etmek.
- meteor -- akanyıldız
- meter -- sayaç; saat ile ölçmek. gasmeter havagazı sayacı. water meter su sayacı.
- methinks -- (methought) (eski)
- method -- yöntem; yol; düzen
- methodize -- usule uydurmak
- metricate -- metre sistemine dönüştürmek.
- mew -- atmaca kafesi; "up" ile kafese koymak. mews ing. ahırdan bozma evleri olan dar sokak.; miyavlamak; kedi miyavlaması; miyavlama taklidi.; martı
- mewl -- bebek gibi zayıf sesle ağlamak.
- mezzotint -- bir çeşit bakır veya çelik klişe; böyle klişe ile resim basmak.
- microcopy -- kopyası fotoğrafla alınmış küçük nüsha; çok küçültülerek fotoğrafla alınmış kopya.
- microfilm -- mikrofilm .
- micrograph -- çok ufak yazı veya resim yapmaya mahsus bir alet; mikroskopta görüldüğü hali ile resim.
- microphone -- mikrofon. microphon'ic mikrofona ait.
- microtome -- mikroskopla muayene için ince dilimler kesme aleti.
- microwave -- çok (kıs.)a dalga
- micturate -- su dökmek
- middle -- orta; ortadaki; orta yer; eski çin imparatorluğu. Middle West (A.B.D.)'nin orta bölgesi.
- middleman -- komisyoncu
- midwife -- (çoğ.) wives ebe.
- miff -- (k. dili) manasız kavga; küsme; darıltmak
- mignon -- minyon
- migrate -- göç etmek; göçücü; göçle ilgili.
- mike -- (k. dili) mikrofon.
- mildew -- küf; bitkiler üzerinde yetişen çok zararlı küf; küflendirmek; küflenmek
- militate -- tesir etmek
- milk -- süt. milk fever (tıb.) loğusa kadınlarda sütün gelişi ile meydana gelen hafif ateş. milk leg filibit. milk of human kindness insanın tabii şefkati. milk of magnesia İngiliz tuzu karışımı; sütünü sağmak; (bir kimseden) almak; faydalanmak
- mill -- değirmende öğütmek; değirmenden geçirmek; (paranın kenarını) diş diş yapmak; dövüp köpürtmek (çikolata v.b.); koyun sürüsü gibi birbirine sokularak bir merkez etrafında dönmek.; değirmen; el değirmeni; fabrika; makina tertibatı; mengene; tecrübe sahibi olmak.; doların binde biri
- milt -- erkek balığın menisi; bununla balık yumurtalarını aşılamak.
- mime -- pandomimci; pandomima; eski zamanın taklitçilik komedyası; taklitçi komedyen; taklidini yapmak; mimik ve hareketlerle rol oynamak.
- mimeograph -- bir çeşit balmumlu kâğıtla işleyen teksir makinası; bu makina ile teksir etmek.
- mimic -- taklit eden; taklitçi; taklit; taklidini yapmak; taklit etmek; (zool.) benzemek. mimicry taklitçilik; (biyol.) benzeme
- mince -- kıymak; ufaltmak; nezaketle konuşmak; vakarlı eda takınarak (kıs.)a adımlarla dimdik yürümek; (İng.) kıyma. mince pie üzümlü ve baharlı elma ile yapılmış tart. make mincemeat of paramparça etmek. without mincing matters dobra dobra
- mind -- bakmak; meşgul olmak; ehemmiyet vermek; kaygı çekmek; boyun eğmek; saymak; dikkatli olmak; karşı çıkmak; mahzurlu görmek; (leh.) hatırlamak. Mind you Bak; akıl; hatır; fikir; zeka; istek; şuur; üstün insan. mind' eye muhayyile. mind reading başkasının zihnindekini anlama. be of one mind hemfikir olmak. blow one' mind esrar etkisiyle kendinden geçmek; şaşkına çevirmek; niyetinde olmak. in his right mind aklı başında know one' own mind kendi fikrini bilmek; unutulmuş. presence of mind tehlike zamanında işe yarayan çabuk düşünüş ve soğukkanlılık. set one' mind on çok arzu etmek
- mine -- maden; lağım; hazine; (ask.) mayın; kazıp çıkarmak (kömür; yeraltında (lağım veya yol) kazmak; araştırıp bulmak; sinsice bozmak; maden işletmek; tünel kazmak; (ask.) mayın dökmek.; (iyelik zam.) benim; benimki. a friend of mine bir dostum. It' mine Benimdir.
- mineralize -- mineralleştirmek; taşlaştırmak; mineralle kaplatmak; mineraller üzerinde çalışmak. mineraliza'tion madenleştirme. mineralizer bir madenle birleşince maden filizi husule getiren madde; kayalann yeniden kristalleşmesini hızlandıran madde.
- mingle -- katıp karıştırmak; birbirine karıştırmak; katmak; karışmak; katılmak.
- miniature -- minyatur; (eski) elyazısı kitaplarda resim veya tezhipli yazı; minyatür halinde; minyatür halinde resmetmek. miniature camera 35 m.m.'lik veya daha dar bir film kullanan fotoğraf makinası. in miniature ufak boyda yapılmış. miniaturist minyatürcü.
- miniaturize -- bir şeyin daha küçüğünü icat etmek veya yapmak.
- minify -- küçültmek; önemini azaltmak.
- minimize -- mümkün olduğu kadar azaltmak veya ufaltmak; önemsememek
- minister -- papaz; bakan; orta elçi. minister plenipo tentiarv orta elçi.; bakmak
- minnow -- golyan balığı; küçük balık.
- minor -- küçük; ikinci derecede olan; rüştünü ispat etmemiş; (müz.) yarım derece. pest sese ait: (man.) kücük; (A.B.D.) üniversitede ikinci branşa ait; azınlığa ait; rüştünü ispat etmemiş kimse; (A.B.D.) üniversitede ikinci branş; (müz.) minor; (man.) küçük önerme; (A.B.D.); "in" ile (A.B.D.) üniversitede ikinci branş olarak almak. minor key minor anahtarı. minor league (A.B.D.)
- mint -- darphane; büyük mebla (özellikle para) mint mark paralara konan darphanenin veya darphane müdürünün markası. mintmaster darphane müdürü.; para basmak; icat etmek; nane
- minuet -- üç tempolu ağır ve eski bir dans; bu dansın müziği; menüet.
- minus -- (mat.) eksi; (k. dili) sıfır; menfi miktar. minus seven degrees Centigrade nakış yedi; (edat) eksi
- minute -- çok ufak; önemsiz; dakik; dakika; (geom.) bir derecenin altmışta biri; an; (çoğ.) zabıt; derecenin altmışta birini gösteren işaret (') minute steak çabuk pişen ince biftek. minute wheel saat yelkovanını hareket ettiren çark.; not veya zabıt tutmak; saat tutmak.
- minx -- civelek kız.
- miracle -- mucize
- mirage -- serap
- mire -- çamur; kir; çamura batırmak; çamurla kirletmek; çamura batmak. mire down yarıda kalmak
- mirror -- ayna; ayna gibi göstermek
- misadvise -- yanlış öğüt veya bilgi vermek.
- misally -- uygunsuzca birleşmek.
- misapply -- yanlış tatbik etmek veya istimal etmek
- misapprehend -- yanlış anlamak. misapprehension yanlış anlama.
- misappropriate -- haksız olarak almak veya kullanmak
- misbehave -- yaramazlık etmek; fena hareket etmek. misbehavior fena hareket; yaramazlık.
- misbelieve -- itikat etmemek
- miscalculate -- yanlış hesap etmek. miscalcula'tion yanlış hesaplama.
- miscall -- yanlış isim vermek; (spor) yanlış karar vermek (hakem); Ing.
- miscarry -- başaramamak; boşa çıkmak; çocuk düşürmek; yanlış yere götürülmek.
- miscast -- tiyatroda yanlış rol vermek.
- mischance -- talihsizlik
- mischief -- yaramazlık; haylazlık; haylazca hareket veya tavır; haylaz kimse; zarar; zararlı şey; (k. dili) şeytan. mis chiefmaker kavga -çıkaran veya fitnecilik eden kimse. get into mischief yaramazlık etmek. keep out of mischief yaramazlıktan kaçınmak.
- mischoose -- (chose
- misconceive -- yanlış kavramak. misconception yanlış kavrama; yanlış kavram. labor under a misconception yanlış kanalda olmak.
- misconduct -- kötü davranış; zina; suiistimal; kötü idare.; kötü idare etmek. misconduct oneself ahlâkseca davranmak.
- misconstrue -- yanlış yorumlamak
- miscount -- yanlış saymak; yanlış hesap.
- miscreate -- yanlış yaratmak.
- misdate -- yanlış tarih koymak.
- misdeal -- (-dealt) iskambil kâğıtlarının yanlış dağıtmak; yanlış dağıtma.
- misdeem -- (şiir) yanlış hüküm vermek.
- misdemean -- kötü davranmak. misdemeanant kabahat işlemiş kimse; suçlu kimse. misdemeanor hafif suç; kötü davranış.
- misdirect -- yanlış salık vermek
- misdo -- yanlış yapmak; kötülük yapmak misdoer kötülük yapan kimse. mis doing kötü hareket.
- misdoubt -- (eski) şüphe etmek; korkmak; şüphe; korku.
- misemploy -- kötüye kullanmak
- misfire -- ateş almamak (tüfek veya torpil); hedefe isabet ettirememek; ateş almama.
- misfit -- uygun gelmeyiş; iyi uymayan şey; uyumsuz kimse
- misfortune -- talihsizlik; bedbahtlık; kaza
- misgovern -- kötü idare etmek. misgovernment kötü idare.
- misguide -- yanlış yola sevketmek; azdırmak
- mishandle -- kötü kullanmak
- mishmash -- karmakarışıklık.
- misinform -- yanlış bilgi vermek
- misinterpret -- yanlış yorumlamak
- misjudge -- yanlış hüküm vermek; yanlış anlamak; yanlış fikir edinmek.
- mislay -- . (laid) yanlış yere koymak
- mislead -- (led) yanlış yola sevketmek; yanlış fikir vermek
- mislike -- beğenmemek
- mismanage -- kötü idare etmek
- mismatch -- bir birine iyi uymamak; uygunsuz birleşme
- misname -- yanlış isim vermek.
- misnomer -- yanlış isim; yanlış isim kullanma.
- misplace -- yanlış yere koymak. misplace one' confidence yanlış kimseye güvenmek.misplacement yanlış yere koyma.
- misplay -- yanlış oyun
- misprint -- yanlış basmak; baskı hatası.
- mispronounce -- yanlış telaffuz etmek.
- misquote -- yanlış aktarmak
- misread -- (read) yanlış okumak
- misreckon -- yanlış saymak
- misremember -- yanlış hatırlamak.
- misrepresent -- yanlış ve ya yalan yere anlatmak; kötü temsil etmek. misrepresenta'tion yalan.
- misrule -- kötü idare etmek; kötü hükümet; karışıklık.
- miss -- vuramamak; bulamamak; özlemek; gidememek; nişanı vuramayış; başarısızlık. A miss is as good as a mile Fırsatı kaçırdlktan sonra; (k. dili) genç kız; b.h. Matmazel
- misshape -- (-shaped
- mission -- memuriyet veya vazife ile bir yere gönderilen kimseler; misyon; misyoner heyeti; misyonerlerin faaliyet sahası: (A.B.D.) sefarethane; kilisede yapılan özel toplantı veya vaiz serisi; imaret; en büyük arzu; aşk uçuş.
- misspell -- (-spelled veya -spelt) imlasını yanlış yazmak. misspelled imlası bozuk.
- misspend -- (-spent) kötü harcamak
- misstate -- yanlış ifade etmek; yalan.
- misstep -- yanlış adım; yanlış teşebbüs.
- mistake -- yanlış; (-took; yanlışlıkla benzetmek; yanlış telakki etmek veya görmek; yanılmak. mistaken for benzetilmiş
- mister -- (kıs.) Mr) Bay
- mistime -- zamanı yanlış ayarlamak; zamanını yanlış tahmin etmek.
- mistranslate -- yanlış tercüme etmek. mistranslation yanlış çeviri.
- mistreat -- kötü kullanmak
- mistress -- hanım; metres; (eski)
- mistrust -- güvensizlik; güvenmemek
- misunderstand -- (-stood) yanlış anlamak; anlaşmazlık.
- misuse -- kötü kullanış; suiistimal.; kötü işte kullanmak
- miter -- ing mitre piskoposluk tacı; piskoposluk rütbesi; gönye. miter box gönye kesmek için testereyi kılavuzlayan kutu. miter joint gönye. miter wheels bir birine 45 derecelik açı ile geçme dişli çark.mitered
- mithridatize -- miktarını azar azar artırarak zehir alıp vücudu zehirlenmekten muaf kılmak.
- mitigate -- yatıştırmak; azaltmak; azaltılabilir
- mitre -- (bak.) miter.
- mitten -- tek parmaklı eldiven.
- mix -- karıştırmak; karmak; katmak; melez elde etmek için çiftleştirmek; karışmak; karıştırma; kanşıklık veya şaşkınlık hali. be mixed up zihni karışmak; atılmak. mix up karıştırma!: They do not mix well Anlaşamıyorlar. uyuşamıyorlar. mixable karıştırılabilir.
- moan -- inlemek; inilti
- moat -- kale hendeği; etrafna böyle hendek çevirmek. moated hendekli.
- mob -- (-bed; ayaktakımı; (k. dili) gangsterler çetesi: güruh halinde saldırmak; merakla etrafını sarmak; yığılmak. mob law halk tarafından yürütülen kanun
- mobilize -- seferber etmek; seferberlik.
- mock -- alay; taklit şey; alay edilecek şey; sahte; alay etmek; hakir görmek; aldatmak; taklidini yapmak; alay için taklit etmek. mockingly .alay ederek.
- mod -- (argo.) şık.; (kıs.) moderate
- model -- örnek; kalıp; resim; örnek tutulacak kimse; manken; numune veya model olan; örnek tutulmaya lâyık.; (-ed; model yapmak; biçimlendirmek; defile yapmak; üç boyutlu görünümü vermek.
- moderate -- ılımlı; orta; ılımlı kimse. moderately mutedil olarak; az çok. moderateness ılımlılık.; yatıştırmak; yatışmak; azaltmak; başkanlık etmek
- modify -- .tadil etmek; ılımlı yapmak; (gram.) nitelendirmek
- modulate -- konuşma ve şarkı söylemede ses perdesini icabına göre değiştirmek; yumuşatmak; makam ile söylemek; (radyo) modüle etmek. modula'tion tadil; (müz.) modülasyon; (fiz.)
- module -- mikyas; ölçü esası; (bilgisayar) veya diğer makinalarda standart (kıs.)ım; bir feza gemisinin her bir (kıs.)mı. moon-landing module aya iniş kapsülu
- moil -- çalışıp didinmek; ağır iş; karışıklık
- moist -- nemli; ıslak; sulu
- moisten -- ıslatmak; ıslanmak
- mold -- ing mould küf; küflendirmek; küflenmek; ing. mould bahçivan toprağı; ing mould kalıp; genel biçim; ayırt edici özellik; şekil vermek; kalıp yapmak; kalıba dökmek; üste oturmak. mold public opinion kamuoyu oluşturmak. molder kalıpçı; şekil veren kimse.
- molder -- çürümek; ufalanmak; çürütmek; toz haline koymak.
- mole -- ben; (kim.) gram. molekül; köstebek; dalgakıran; suni liman.
- moleskin -- köstebek derisi; buna benzer kumaş; (çoğ.) bu kumaştan yapılmış pantolon .
- molest -- rahatslz etmek; tecavüz etmek. molestation tecavüz.
- mollify -- yumuşatmak
- mollycoddle -- muhallebi çocuğu; kadınımsı erkek; üstüne titremek.
- molt -- ing. moult tüylerini dökmek; deri değiştirmek; tüy veya deri dökme.
- mom -- (k. dili) anne.
- money -- para; para yerine geçen şey. money belt para taşlmaya elverişli kuşak. money market piyasa. money order posta havalesi. easy money kolay kazanılmış para. even money yarışta iki tarafln eşit meblâğlarla bahis tutuşması. hard money madeni para; nakit. ready money nakit; paradan ibaret; paradan ileri gelmiş moneyless parasız.
- monger -- ing. tüccar
- monitor -- sınıfta düzeni korumakla görevlendirilen öğrenci; nasihat eden kimse; etobur iri bir kertenkele; (den.) taretinde ağır topları olan güvertesi basık eski bir harp gemisi; izleme veya gözlem tertibatı; izlemek; düzeni korumaya ait.
- monk -- keşiş; münzevi kimse. monk hood keşişlik; keşişler. monkish keşiş gibi monk' cloth perdelik kaba pamuklu kumaş.
- monkey -- maymun; maymuna benzer kimse; şahmerdan başlı. monkey bread baobap; baobap meyvası. monkey business maymun işi; (k. dili) oynamak
- monogram -- bir ismin birkaç harfinden veya baş harflerinden meydana gelen desen
- monograph -- özel bir konudan bahseden yazı
- monologue -- monolog.
- monoplane -- tek kanatlı uçak.
- monopolize -- inhisar altına almak. monopolize the conversation başka kimseyi konuşturmamak.
- monotone -- aynı perdeden ses; yeknesaklık; (müz.) tek ve değişmez perde; yeknesak şey.
- monster -- canavar; acayip ve doğaüstü şey; hilkat garibesi; gaddar kimse; dev gibi şey veya kimse; buyük
- montage -- fotomontaj.
- monument -- abide; mezar taşı; eser; sınır taşı; tarihi yapı. monumen'tal anıtsal; muazzam; (güz. san.) aslından büyük. monumentally heybetle.
- moo -- böğürmek; böğürme.
- mooch -- (argo.) beleşe konmak; aşırmak; aylakça dolaşmak.
- moon -- ay; uydu; dolunay veya hilâl şeklindeki şey; ay ışığı; (k. dili) dalgın dalgın gezinmek. moon blind ness (bayt.) atlara mahsus bir çeşit göz iltihabı; (tıb.) tavukkarası; saçma; (k. dili) kaçak içki. moonless ay aydınlığı olmayan
- moonlight -- ay ışığı
- moonwalk -- ayda yürüyüş.
- moor -- demir atmak; palamarla bağlanmak. mooring post palamar babası. moorage geminin bağlanacağı yer veya şey; demir atma.; ing. kır; avlak. moor cock orman horozu. moorfowl ormantavuğu. moor hen dişi ormantavuğu; yeşil ayaklı su tavuğu.; Magribi; Faslı. Moorish Mağribi; Fasa ait.
- moot -- münakaşalı; münazara; ing.; müzakere etmek
- mop -- (-ped; (ask.) düşmanı temizlemek.; yüzünü buruşturmak; iplik veya bez parçalarından yapılmış ve sırığa bağlanmış tahta bezi; karışık ve taranmamış saç.
- mope -- üzüntülü olmak; üzmek; sıkıcı ve cansız kimse; (çoğ.) gam
- moral -- ahlaka ait; iyi ahlaklı; iyilik veya fenalık yapmaya muktedir; manevi; olasılı; ahlâk dersi; (çoğ.) ahlâkıyat; düstur
- moralize -- ahlâk öğretmek; ahlâki yönlerini açıklamak; ahlâkını diizeltmek. moraliza'tion ahlâk yönünden değerlendirme.
- mordant -- keskin; renkleri sabit kılan; renkleri sabit kılan ecza; bakır üzerine oyma işinde kullanılan aşındırıcı ecza. mordancy keskinlik.
- more -- daha ziyade; biraz daha; daha; fazla bir şey
- morrow -- ferda; (eski); sabah. good morrow (eski) sabahlar hayrolsun. on the morrow ertesi gün.
- mortar -- havan; havan topu; bina yapımında kullanılan kireçli harç; harç ile sıvamak.
- mortgage -- (huk.) ipotek; bir bina veya mülkü ipotek etmek. mortgagee ipotekli alacak sahibi.
- mortify -- küçük düşürmek; alçaltmak; (tıb.) kangrenleştirmek; kangren olmak
- mortise -- mortice (mim.) zıvana; zıvana açmak; zıvana ile birleştirmek. mortise chisel zıvana açmaya yarayan keski. mortise lock zıvana içine yerleştirilen kilit.
- mosey -- (A.B.D.); ayrılmak
- mosquito -- sivrisinek. mosquito fleet (den.)
- mote -- zerre
- motel -- motel.
- moth -- pervane; güve. moth ball güveden korumak için elbiseler arasına konulan naftalin topu. clothes moth güve
- mothball -- (ask.)
- mother -- anne; analık; baş rahibeye verilen unvan; annesi olmak; evlât edinmek. mother country anayurt; zemin; sirke tortusu.
- mothproof -- güve yemez .
- motion -- hareket; teklif; (huk.) hâkime arzolunan teklif; takrir; güdü; el ile işaret etmek. motion picture sinema filmi. in motion hareket halinde .lateral motion yandan hareket. make a motion bir meclise teklifte bulunmak. perpetual motion devamlı hareket. retrograde motion geriye hareket; (astr.) doğudan batıya hareket. set in motion harekete getirmek. motionless hareketsiz .
- motivate -- sevketmek; saik
- motive -- güdü; (müz.) motif; hareket meydana getiren; devindirici; harekete ait; güdüsel; hareket ettirmek; (edeb.) başlıca konuya bağlamak.
- motor -- motor; elektrik motoru; makina; ing. otomobil; hareket meydana getiren; motorlu; (tıb.) hareket kaslarına ait; hareket nakleden; (psik.) hareki; otomobille gitmek veya götürmek. motor nerve motor sinir. motor paralysis (tıb.) hareket kaslarına gelen felç. motorist otomobille gezen kimse. motorize motor takmak; motor kuvveti ile donatmak.
- motorboat -- motorlu sandal
- motorcade -- araba korteji
- motorcycle -- motosiklet.
- mottle -- beneklemek; benekli görünüş; benek
- mould -- (bak.) mold.
- moulder -- (bak.) molder.
- moult -- (bak.) molt.
- mound -- toprak yığını; küme; yığını; (beysbol) atıcının durduğu tümsek yer; tepeciklerle kuşatmak; tepecik şeklinde yığmak. Mound Builder tarihöncesinde Mississippi yöresinde topraktan gömüt ve kaleler yapan Kızılderili.
- mount -- dağ; koyacak; dayangaç; binek hayvanı; binme tarzı; üzerine resim yapıştırılan mukavva; top kundağı; lam ile lamel; tırmanmak; üzerine çıkmak; binmek; ata bindirmek; asmak; takmak; monte etmek; üzerine koymak; üzerine yapıştırmak; lam üzerine yerleştirmek; taşımak; girişmek; çiftleşmek (dişi ile); yükselmek
- mountaineer -- .dağlı kimse; dağcı; dağlara tırmanmak.
- mountebank -- şarlatanlıkla sahte ilâç satan kimse; şarlatan kimse.
- mourn -- matem tutmak; ağlamak
- mouse -- fare avlamak; sinsi sinsi bir şeyin peşinden gitmek. mouser avcı kedi.; (çoğ.) mice) fare; çekingen
- mousetrap -- fare kapanı; tuzak.
- mousse -- (Fr.) dövülmüş krema
- mouth -- hatiplik taslamak; kelimeleri çiğneyerek konuşmak; geme alıştırmak(atı); (nad.) surat buruşturmak.; ağız; ağız gibi şey; haliç; surat buruşturma. mouth organ ağız mızıkası; ölmeyecek kadar geçimi olmak. make one' mouth water ağzını sulandumak
- move -- kımıldatmak; tahrik etmek; satranç veya damada bir taşı usulüne göre yürütmek; teşvik etmek; tesir etmek; (tıb.) iletmek (bağırsak); satmak; kımıldamak; göç etmek; gitmek; kalkmak; teklif et- mek; hareket; oynama; dama ve satrançta taş sürme; dama ve satrançta oynama sırası; tedbirli iş; göç; içeri girmek. move on ileri gitmek. move out evden taşşınmak; acele etmek.
- mow -- (mowed; down ile top ve ya tüfek ateşi ile biçip öldürmek. mowing machine ekin biçme makinası.; ekin yığını; ambarda ekin veya ot yığınına mahsus (kıs.)ım.
- muck -- gübre; bataklık çamuru; pislik; gübrelemek; (k. dili) kirletmek
- mucker -- ing.
- muckrake -- özellikle siyasette bir şahsa kötü şeyler yüklemek; haksızlığı arayıp meydana çıkarmak.
- mud -- çamur; (k.dili) herhangi bir işin en kirli kısmı; kötü söz veya iftira. mud bath çamur banyosu. mud flat gelgit esnasmda biriken çamurların; toplandığı saha. mudhen su tavuğu; su yelvesi
- muddle -- karıştırmak; becerememek; karışıklık; şaşkınlık; karışık şey; yanılmalara rağmen bir işten sıyrılıp çıkmak. muddle through ing. her şeye rağmen gemisini kurtarmak.
- muddy -- çamurlu; bulanık; karışık; çamurla kirletmek; bulandırmak.
- muff -- acemice iş görmek; becerememek; acemilik; el kürkü; (mak.) boru bileziği.
- muffle -- sarınmak; sesi boğmak; sarınacak şey; sesi boğmak için kullanılan örtü veya sargı; bir maddeyi alev ve gazlara temas ettirmemek için kullanılan fırın gözü.; gevişgetirenlerin ve diğer bazı hayvanların tüysüz üst dudağı ve burnu.
- mug -- (argo) yüz; ağız; (A.B.D.) hüviyet fotoğrafı; (A.B.D.) adam; (İng.) avanak kimse; (A.B.D.) gangster.; (-ged; saldırıp soymak; mimiklerle maymunluk yapmak.; kulplu büyük bardak; bardak dolusu.
- mulch -- bitki köklerini sıcak veya soğuk ile kuraklıktan korumak veya meyvaları temiz saklamak için kullanılan saman ve yaprak tabakası; böyle tabakayla örtmek. mulch pile gübre haline gelsin diye yığılan yaprak ve çöp kümesi.
- mulct -- dolandırmak; cereme ile cezalandırmak; cereme.
- mule -- şıpıdık; katır; (A.B.D.); çıkrık makinası; küçük lokomotif veya traktör. mule skinner (A.B.D.); inatçı. mulishly inatla. mulishness inatçılık.
- mull -- (şarap veya elma suyunu) kaynatıp içine şeker ve baharat katmak.; ince muslin kumaş.; " over "ile derin düşünmek
- mullah -- molla.
- muller -- boya veya eczayı ezip karıştırmaya mahsus havaneli
- mullion -- pencere çerçevesinin dikey bölme tirizlerinden biri; tirizlerle ayırmak.
- multigraph -- (tic.) mark. ufak bir matbaa makinası.
- multiplex -- çok kısımlı; (elek.) tek kanalda iki yönlü iletim sağlayan sisteme ait.
- m