English - Turkish Dictionary
English language page.
- ab -- (önek) -(den.); abdicate feragat etmek.; (kıs.) Bachelor of Arts üniversite diploması; temmuz ortasında başlayan Musevî takvimindeki ay.
- abandon -- tamamıyle bırakmak; kendini tamamıyla vermek; kendini kaptırmak.
- abase -- alçaltmak
- abash -- utandırmak; gururunu kırmak.
- abate -- azaltmak; kısmen yahut tamamıyla kesmek; azalmak; hükmü kalmamak abatement azaltma; kesilmiş yahut indirilmiş meblâğ.
- abbreviate -- kısaltmak; özetleme; kısaltılmış yazı; (müz.) bir takım notaları gösteren remiz yahut işaret.
- abdicate -- -(den.) çekilmek; (özellikle hükümdarlıktan)tacını ve tahtını terk etmek abdica'tion tacını ve tahtını terk etme.
- abduct -- zorla almak
- abet -- söz ve davranışlarla cesaret vermek veya yardım etmek.(gen.) fina anlamda)
- abhor -- hor görmek; nefret edilen veya tiksinilen herhangi bir şey abhorrent nefret uyandıran; (to) ile karşı
- abide -- bir yerde kalmak; sabit durmak; tahammül etmek; ikamet etmek; itaat etmek durmak.
- abject -- sefil; gurursuz; köle gibi abjectly alçakça
- abjure -- yemin ederek vazgeçmek; kesin olarak feragat etmek
- ablaut -- (gram.) mana değişikliği ile sesli harfin değişmesi.
- able -- güçlü; istidadı olan; yetkili able-bodied vücudu sağlam olan güçlü able-bodied seaman gemici tayfa.
- abnegate -- inkâr etmek
- abode -- ev; kalma; (bak.) abide.
- abolish -- kaldırmak; ilga etmek
- abominate -- son derece iğrenç kabul etmek; iğrenç veya menfur şey; kötülüğe sebep olan herhangi bir şey.
- abort -- çocuk düşürmek; boşa çıkmak; bitirmeden durdurmak; başarısızlıkla bitmek.
- abortive -- vaktinden evvel doğmuş; boş; (tıb.) çocuk düşürmeye sebebiyet veren abortively akim kalarak.
- abound -- (gen.) in ile çok olmak
- abrade -- aşındırmak
- abridge -- kısaltmak; mahrum etmek abridgement kısaltma; azalma; bir eser; özet
- abrogate -- yetkisini kullanarak ilga etmek; kaldırmak
- abrupt -- birdenbire olan; ters; birbirini tutmaz; çok dik abruptly birdenbire; terslikle abruptness acele; sertlik
- abscess -- (tıb.) çıban
- abscond -- kaçmak
- absent -- çekilmek; nâmevcut
- absolve -- suç
- absorb -- içine çekmek; yutmak; işgal etmek
- abstain -- çekinmek
- absterge -- silmek
- abstract -- eşya veya fikirlerden soyut olan; soyut; dalgın; ideal; özet. abstract noun soyut isim abstract number soyut sayı; çıkarmak; çalmak; kimyasal usullerle ayırmak; özetlemek
- abuse -- kötüye kullanma; kötü muamele; zarar; fesat; küfür; Irza tecavüz.; kötüye kullanmak; suiistimal etmek; zarar vermek; sövüp saymak; şerefini lekelemek; Irza tecavüz etmek.
- abut -- dayanmak
- accede -- iktidara gelmek; razı olmak
- accelerate -- hızlandırmak; (fiz.) siklotron veya benzeri.
- accent -- aksan; aksan sareti; şive; hisleri belirtmek için cümlede belirli kelime veya hecelerin vurgulandırılması.; aksan vermek; önemle belirtmek.
- accentuate -- üzerine basarak okumak; önemle belirtmek accentua'tion aksan koyma
- accept -- kabul etmek; icabet etmek; onaylamak; anlamak
- access -- giriş; artma; (tıb.) nöbet have access yanına girebilmek
- accession -- vasıl olma; artma; cülus; (müzeye
- acclaim -- alkışlamak; bağırarak ilân etmek; bağırmak.
- accolade -- şövalyelik rütbesi verilirken kucaklama; mükâfat; övme; (müz.) rabıta.
- accommodate -- birbirine uygun hale getirmek; telif etmek; bir başkasının işini görmek; sağlamak; yerleştirmek
- accompany -- bir kimseye arkadaş olmak; (müz.) eşlik etmek; maiyetinde bulunmak; ilâve etmek
- accomplish -- başarmak; tamamlamak; hünerli; nezaketli.
- accord -- uzlaştırmak; teslim etmek; uymak; anlaşma; uyum; uygunluk; istek; (huk.) mahkeme haricinde uzlaşma
- accordion -- akordeon.
- accost -- yaklaşıp hitap etmek.
- account -- hesap vermek; cevap vermek; saymak; hesap; pusula; tarif; rivayet; önem; sebep
- accouter -- askeri giyecek vermek.
- accredit -- inanmak; itimatname vererek memur etmek accredita'tion (ABD) (bir okul
- accrete -- birleşmek; eklenip büyümek; eklemek; ekli; birleşmiş.
- accrue -- ziyadeleşmek; hasıl olmak; (huk.) hak olarak hissesine düşmek; gerçekleşmek
- accumulate -- yığmak; toplamak; birikmek
- accuse -- suclamak; töhmet accused sanık
- accustom -- alıştırmak accustom oneself alışmak
- ace -- as; zerre; beş düşman uçağı düşüren pilot; (spor) as oyuncu. ace in the hole (ABD) (argo) en son koz
- acerbate -- acılaştırmak; sinirlendirmek.
- acetify -- ekşitmek
- ache -- ağrı; ağrımak
- achieve -- başarmak; kazanmak; husule getirme; husule getirilmiş şey. achievement test başarı testi.
- acidify -- asit etmek
- acidulate -- mayhoş etmek
- acknowledge -- doğruluğunu kabul etmek; şükranla tanımak; gerçek veya kanuni olduğunu kabul etmek. acknowledgment teslim; senet
- acquaint -- haberdar etmek
- acquiesce -- kabul etmek
- acquire -- ele geçirmek
- acquit -- suçsuz çıkarmak; davranmak hareket etmek. acquit oneself well vazifesini iyi yapmak. be acquitted beraat etmek
- acquittance -- zimmetten kurtulma; ibra senedi
- acronym -- birkaç kelimenin baş harflerinin veya ilk hecelerinin bir araya gelmesiyle oluşan kelime: NATO
- act -- yapılan şey; kanun; resmi yazı; (tiyatro) perde. act of God (huk.) icbar edici sebep; rol yapmak; taklit etmek; yapmak; etkilemek; hareket etmek; temsil etmek
- action -- iş; (huk.)uk davası; etki; (tiyatro) bir oyundaki olaylar dizisi; harekete geçme (asker
- activate -- faal hale getirmek; (fiz.) radyoaktif hale getirmek.
- actuate -- kuvveden fiile çıkarmak; olumlu bir şekilde etkilemek.
- acuminate -- açmak; ucu uzun ve sivri.
- acupuncture -- (tıb.) iğne saplamak suretiyle teşhis ve tedavi.
- acute -- sivri; zeki; aşırı hassas; tiz; (Tıb) akut; hâd; şiddetle. acuteness zekâ keskinlik.
- adapt -- bir şeye uydurmak; (edeb.) adapte etmek. adapt oneself uymak; intibak eden ve ettiren şey veya kimse.
- add -- katmak; zammetmek; neticelenmek; (k.dili.) anlaşılmak
- addend -- katılan rakam veya miktar.
- addict -- tiryaki; alıştırmak. be addicted to alışmak
- addle -- bozmak; çürümek; çürük
- address -- adres; söylev; konuşurken takınılan tavır; hüner; söylev vermek; mektubun adresini yazmak.
- adduce -- getirmek
- adequate -- uygun
- adhibit -- koymak
- adjective -- sıfat; sıfat cinsinden olan
- adjoin -- bitiştirmek; bitişik olmak
- adjourn -- ertelemek; oturuma son vermek; dağılmak adjournment ertelenme; oturuma son verme; iki celse arasındaki müddet.
- adjudge -- hüküm vermek.
- adjudicate -- hüküm ve karar vermek adjudica'tion hüküm ve karar verme; hüküm. adjudicator hüküm ve karar veren kimse
- adjure -- Allah rızası için diye rica etmek; yemin.
- adjust -- düzeltmek; tanzim; düzen; uyma
- adlib -- (k.dili.) irticalen söylemek.
- administer -- yönetmek; vermek; hizmet etmek
- admire -- çok beğenmek; âşık. admiringly beğenerek
- admit -- kabul etmek; içeriye bırakmak; girme müsaadesi
- admonish -- öğüt vermek
- ado -- gürültü
- adopt -- kabul etmek; evlât edinmek. adoption kabul; evlatlığa kabul etme
- adore -- tapınmak
- adorn -- süslemek
- adulate -- yaltaklanmak
- adult -- reşit
- adulterate -- karıştırmak; karışık
- adumbrate -- ima etmek; gölgelemek. adumbra'tion ima; gölgeleme.
- advance -- ilerleme; fiyat yükselmesi; avans; (k.dili) açık verme; peşin olarak.; ilerletmek; artmak; avans vermek; teklif etmek. advanced ilerlemiş
- adventure -- tehlikeye atmak; cesaret etmek; cüretli; cesaret isteyen (bir iş); macera; spekülasyon
- adverb -- (gram) zarf. adverbial zarfa ait adverbially zarf cinsinden olarak.
- adverse -- zıt
- advert -- zikretmek
- advertise -- ilân etmek; reklâmını yapmak. advertisement ilân
- advice -- öğüt
- advise -- tavsiye etmek; öğüt veya nasihat vermek; haber veya bilgi vermek; danışmak
- advocate -- savunan kimse; savunmak
- aerate -- içine hava karıştırmak; havalandırmak
- aerify -- içine hava karıştırmak; gaz haline getirmek.
- affect -- etkilemek; müteessir etmek; taslamak. affect ignorance cahillik taslamak
- affection -- sevgi; etkileme; hastalık. play on one's affections karşısındakinin hislerine hitap etmek. win one's affection bir kimsenin sevgisini kazanmak. affectionate seven; sevgi gösteren.affectionately sevgi ile.
- affiance -- nişanlamak; nişan.
- affiliate -- yakın ilişki kurmak; evlât edinmek; (huk.) baba tanımak; aslını ve soyunu tayin etmek; bağlı şirket. affiliate wrth iltihak etmek; üye olmak. affilia'tion yakın ilişki; evlâtlığa kabul.
- affirm -- demek; (gram); teyit etmek; (huk.) tasvip etmek affirmable iddia olunabilir.
- affix -- ek; eklemek; takmak; koymak
- afflict -- keder vermek; müptela etmek
- afford -- para dayandırmak; işine gelmek; hâsıl etmek
- afforest -- orman haline getirmek
- affranchise -- azat etmek
- affray -- kavga
- affright -- ani korku.
- affront -- hakaret; kırmak
- afterthought -- sonradan akla gelen fikir.
- age -- yaş; yaşlanmak; yaşındaki .
- agglomerate -- toplamak; toplama; (jeol.) volkanik parçaların bir araya toplanması. agglomera'tion toplama; yığın; bir araya toplanmış şeyler.
- aggrandize -- büyütmek. aggrandizement büyütme; itibarını yükseltme; değer veya rütbesini yükseltme.
- aggravate -- ağırlaştırmak; (k.dili) kızdırmak; tahriş etmek; abartmak
- aggregate -- toplamak; hepsi; mecmu; kum; bütün.
- aggress -- saldırmak; kavga çıkarmak.
- aggrieve -- rencide etmek; zarar gören; (huk.) haksız hüküm yemiş olan.
- aghast -- şaşırmış
- agitate -- çalkalamak; altüst etmek; kışkırtmak; sıkıntı; fesat agitator kışkırtan kimse
- agonize -- can çekişmek; fazlasıyla eziyet ve ıstırap çekmek; bütün gücüyle mücadele etmek; ıstırap vermek
- agree -- razı olmak; (gram) uyuşmak. agree to bir konuda mutabık kalmak; münasip
- ague -- sıtma; sıtma nöbeti . aguish sıtmalı
- ah -- (ünlem) ey; Acayip ! Hayret (I.)
- ahoy -- (ünlem) Hey ! Hu ! Yahu ! Ship ahoy (I.) Hey gemi.
- aid -- yardım; yardım etmek
- ail -- rahatsız olmak; sıkıntı vermek
- aim -- maksat; nişan alma; hedef yönü; nişan tahtası; hedefe doğru çevirmek mermi; (gen.) at ile kastetmek; nişan almak; niyet etmek.
- air -- hava; (müz.) hava; tavır. air base hava üssü.air bladder (zool.) baIıklarda hava ile dolu bir kese; havadan nakledilen; uçmakta. air brake hava freni. air castle hayal edilen şey; (t) havalandırmak; güneşe sermek; ateşe göstermek; açmak. air one' views fikirlerini açmak.
- ajar -- aralık; ahenksiz.
- alarm -- tehlikeyi haber vermek; birdenbire korkutmak. alarmist etrafı telaşa veren kimse. alarmingly korku verecek surette.; korku; tehlike işareti; (ask.) silâh başına çağrı; tehlike işareti veya dikkati çekme tertibatı
- alarum -- bir tehlikeyi veya haberi bildiren işaret veya tertibat.
- alert -- tetik; alarm işareti the alert (ask.) "uyanık ol'' işareti. be on the alert gözünü açmak
- alias -- (Lat.) namı diğer
- alibi -- (huk.) suç işlendiği anda zanlının başka yerde bulunduğunu ispat etmesi; ABD
- alien -- yabancı; başka Irktan olan kimse; bazı hak veya imtiyazlardan mahrum olan kimse; hariçte bırakılan kimse; başkasına devretmek (mal v.b.); muhabbetini soğutmak. alienable satılabilir; yabancı uyruklu; yabancı özellikleri olan; yerleşmemiş; uymamış
- alienate -- diğerine feragat ve temlik etmek; soğutmak; diğerine feragat ve temlik etme; dini müesseselere ait mülkü ellere verme; akli dengesizlik. alienator diğerine feragat ve temlik eden kimse
- alight -- aydınlanmış; konmak (kuş v.b.); at veya arabadan inmek; on /e birdenbire bulmak.
- align -- sıraya dizmek; hiza çizgisi; iki nokta arasında muhayyel bir doğru çizgi çekme; (müh.) aynı hizada olma.
- aliment -- yiyecek; maişet
- aliquot -- (mat.)
- allay -- yatıştırmak
- allege -- iddia- etmek; delil göstermek
- allegorize -- remiz ve kinaye yolu ile öğüt verici hikâye haline getirmek; bir hikâyeyi remiz ve kinaye şeklinde yorumlamak. allegorist kinayeli hikâyeler meydana getiren kimse.
- alleluia -- (ünlem) sevinç if ade eden bir kelime
- alleviate -- hafifletmek; teselli.
- alliance -- anlaşma; evlenme ile hâsıl olan akrabalık; (zool.) birbirine benzeyen bir takım familyalar.
- alligator -- Amerika timsahı. alligator pear perse ağacı veya meyvası.
- alliterate -- bir satır veya cümlecikte aynı sesi tekrar etmek. allitera'tion bir cümlecikte aynı sesi tekrar etme. alliterative : aynı sesin tekrar edildiği par
- allocate -- tahsis etmek
- allot -- kur'a usulü ile tayin etmek; pay etmek; tahsis etmek. allotment hisse; tayin; tahsis; bölüştürme; tevzi .
- allow -- bırakmak; tasvip etmek; tasdik etmek; hesaba katmak; itiraf etmek; razı olmak; hesaplamak. allowable caiz
- allowance -- tahsisat; bırakma; karşılık; müsamaha; itiraf; (tic.) fiyat indirimi; tolerans; harçlık bağlamak.
- allude -- ima etmek; zikretmek
- allure -- cezbetmek; meftun eden veya cazip şey; sihir. alluring cazip
- ally -- müttefik; dost; yapısı veya bileşimi itibariyle başka bir şeye benzeyen şey; birleşmek; akraba olmak. ally oneself with veya to ile birleşmek.
- alphabet -- alfabe; unsurlar
- alter -- değiştirmek; hadım etmek; değişmek; (tıb.) bünyenin tabiatını değiştiren ve iyileştiren ilaç.
- altercate -- kavga etmek
- alternate -- münavebe ile birbirini takip etmek veya ettirmek; bir sıra takip etmek; karşılıklı; (bot.) karşılıklı olmayan; icabında başkasının yerini alabilen kimse
- alum -- şap.
- amain -- şiddetle
- amalgam -- malgama; karışım; iki şeyin birbirine karışması.
- amalgamate -- cıva ile başka bir madeni birbirine karıştırmak: karıştırmak; karışmak; karışma; millet; halita
- amass -- yığmak
- amaze -- hayran bırakmak
- amber -- kehribar; kehribar rengi .
- ambition -- hırs; heves; şiddetle arzu olunan şey. ambitious haris; çok istekli; başarma isteği olan; büyük işler peşinde koşan. ambitiously ihtirasla
- amble -- eşkin gidiş; binek hayvanlannın eşkin ve rahvan yürüyüşü; eşkin gitmek; avare avare gezinmek.
- ambulate -- gezmek; (tıb.) vücudun bir tarafından başka tarafına geçen; (tıb.) hastayı yatırmaya lüzum göstermeyen. ambula'tion gezme; gezmeye ait
- ambuscade -- pusu
- ambush -- pusu; tuzak kurmak
- ameliorate -- biraz ıslah etmek; iyileşmek; düzelmek
- amen -- (ünlem) âmin; (argo) Haklısınız (I.)
- amend -- ıslah etmek; (huk.) bir tasarı vb'ni tadil etmek; tamir etmek; değişiklik yapmak; iyileşmek; iyileşmeye yüz tutmak.
- amerce -- para cezasına çarptırmak
- americanize -- Amerikalılaştırmak.
- ammunition -- mühimmat
- amnesty -- genel af: genel af yoluyla serbest bırakmak.
- amortize -- (-ing) (-tise) (tic.) bir borcun anaparasını taksitlerle ödemek
- amount -- to ile; meblâğ; faizle beraber anaparanın yekunu; hulasa. amount brought forward (tic.) nakli yekun.
- ampersand -- (matb.) 've anlamına gelen işaret: &.
- amplify -- bollaştırmak; sesini kuvvetlendirmek; ayrıntıları ile söylemek veya yazmak; mübalâğa etmek. amplifier amplifikator; büyüten
- amputate -- bir uzvunu kaybetmiş olan kimse.
- amuse -- eğlendirmek
- anagram -- harflerin sırası değiştirilerek elde edilen yeni kelime.
- analyze -- (ing) analyse tahlil etmek; çözümlemek
- anastomose -- (anat.) anastomoz vasıtasıyle birleşmek
- anathematize -- anathematize (ing) (-tise) afaroz etmek
- anatomize -- (-ing) -mise teşrih etmek
- ancestor -- cet; iyi aileden gelme
- anchor -- demirlemek; (den) demir; iki duvarı birbirine tutturan demir; halat çekişme oyununda en arkada duran adam; çıkar yol; emniyet. at anchor demirli
- and -- (bağlaç.) ve
- anesthetize -- (tıb.) uyutmak.
- angel -- melek; ölmüş bir kimsenin ruhu; melek gibi adam; (k.dili.) bir piyes vb'nin masrafını üzerine alan kimse. angelfish maymunbalığı
- anger -- öfke; darıltmak
- angle -- olta ile balık avlamak. angler olta ile balık tutan kimse; başka balıkları yutan büyük ağızlı ve boynuzlu bir çeşit balık; açı; sivri köşe; görüş açısı; vecih; (argo) kâr. angle of incidence gelme açısı. angle of reflection yansıma açısı. angle of vision görüş açısı. acute angle dar açı. adjacent angles bitişik açılar. aIternate angles iç veya dış ters açılar. critical angle en küçük kırılma açısı; (hav.) zor iniş açısı. drift angle (den.) (hav.) akıntı açısı. abtuse angle geniş açı. plane angle düzlem açı. right angle dik açı. spherical angle küresel açı. angled açılı; köşeler yaparak dönmek; (k.dili) ima yoluyla bir şeyi veya fikri öne sürmek; el altından soruşturmak. angle iron köşebent demiri.
- anglicize -- İngilizleştirmek
- anguish -- Şiddetli ıstırap
- animadvert -- eleştirici bir şey söylemek
- animalize -- hayvanlaştırmak: hazım yoluyla besinleri hayvani madde haline getirmek. animaliza'tion hayvanlaştırma.
- animate -- hayat vermek; neşeli
- ankle -- ayak bileği. ankle bone (anat.) aşık kemiği
- anneal -- tavlamak
- annex -- ilâve; ek bina; ilhak etmek
- annihilate -- imha etmek yok etmek; bozmak; iptal etmek; iptal; tüketme; fena.
- annotate -- şerh etmek
- announce -- bildirmek
- annoy -- tâciz etmek; kızdırmak. annoyance sıkıntı
- annul -- bozmak
- annunciate -- ilan etmek
- anoint -- yağlamak; sıvamak. anointing
- answer -- cevap; (müz.) bir çalgının başka bir çalgıya cevap vermesi; hesabın doğru sonucu. answerless cevapsız.; cevap vermek; halletmek; mukabele etmek; ihtiyacı karşılamak; ödemek; to /e tekabül etmek; cevap verilebilir.
- ant -- karınca
- antagonize -- zıtlık yaratmak
- ante -- pokerde oyuna başlamadan evvel her oyuncu tarafından ortaya konulan para
- antedate -- bir mektuba veya senede geçmiş bir tarih atmak; daha evvel gelmek
- anthem -- şükran ve sevinç ilâhisi. national anthem milli marş.
- anticipate -- beklemek; önceden tahmin etmek sezinlemek; önce davranmak.
- antidote -- panzehir; herhangi bir (bedeni veya akli) bozukluğun etkisini giderici madde. antidotal panzehire ait.
- antiquate -- eskitmek.
- antique -- eski zamanlara ait; eski devirlerden kalma; sanatta eski Yunan ve Roma uslubu; bir çeşit matbaa harfi. antiqueness antikalık
- anvil -- örs.
- apartheid -- Güney Afrika'da ırk ayırımı.
- ape -- b kuyruksuz veya kısa kuyruklu maymun; maymun; mukallit kimse; taklit etmek.
- apocopate -- kelime sonundan bir veya birkaç harfi kaldırmak. apocopate son harfi veya sesi kaldırılmış (kelime) apocope kelime sonundan bir veya birkaç harfi kaldırma.
- apologize -- özür dilemek; yazılı veya sözlü olarak savunmak.
- apology -- özür; mazeret; savunma; yetersiz bir örnek veya taklit.
- apostate -- din değiştiren kimse; siyasi parti veya inancını değiştiren kimse; din değiştiren
- apostatize -- irtidat etmek; fikir veya prensiplerinde değişiklik yapmak.
- apostrophize -- bir söylevde hazır bulunmayan bir şahsa hitap etmek.
- appall -- (ing) appal dehşete düşürmek
- appanage -- kral tarafından hanedana mensup olanlara irat ve maaş olarak tahsis olunan arazi veya para; has; bir kimsede yaradılıştan mevcut olan kabiliyetler
- apparel -- esvap
- appeal -- münacat; cazibe; daha yüksek bir makama baş vurma; (huk.) temyiz; rica etmek; yardım talebinde bulunmak; (huk.) davayı daha yüksek bir mahkemeye devretmek; müracaat etmek; hoşuna gitmek; baş vurmak. appeal from the chair meclis başkanının kararına karşı gelerek meclise baş vurmak. appeal to the country (ing) halkın oyuna baş vurmak. ıt appeals to the eye.Göze güzel görünür. Göze hitap eder. Göz doldurur.
- appear -- gözükmek; belirmek; meydana çıkmak; aşikâr olmak; bizzat veya vekil vasıtasıyla mahkeme huzuruna çıkmak
- appease -- teskin etmek; tatmin etmek; bastırmak; (pol.) harp tehdidinde karşı tarafa taviz verme.
- append -- ilave etmek; iliştirmek.
- apperceive -- kavramak
- appertain -- ait olmak
- applaud -- alkışlamak; takdir etmek
- apple -- elma. apple blossom elma baharı. apple butter elma marmelâdı. apple green elma yaprağı renginde. applejack elma rakısı. apple juice elma suyu. apple of discord (mit) kavga tanrıçası tarafından tanrılara atılan ve Paris tarafından Venüs e hediye edilen elma. apple of the eve gözbebeği; k dili saçma
- apply -- yaklaştırmak; uygulamak; atfetmek; tahsis etmek; mahsus olmak; müracaat etmek
- appoint -- atamak; tesis etmek; kararlaştırmak; donatmak
- apportion -- eşit olarak bölmek; paylaştırma
- appose -- yan yana koymak; yapıştırmak.
- appraise -- değer biçmek; tahmin etmek. appraisement değer biçme; tahmin appraiser muhammin.
- appreciate -- paha biçmek; kadrini bilmek; fiyatı yükseltmek; ayırt etmek; fiyatı yükselmek
- apprehend -- vesayet altına almak; tutuklamak; anlamak; korkmak
- apprentice -- çırak; (den.) miço; usta yanına çırak olarak vermek
- approach -- yaklaştırmak; baş vurmak; başlamak; yaklaşma; methal; başlangıç; (spor) golf topunu yeşil meydana sokan vuruş. approachable müracaat edilebilir
- approbate -- resmen tasvip etmek
- appropriate -- almak; tahsis etmek; münasip; mahsus
- approve -- uygun bulmak; denemek
- approximate -- yaklaşık olarak; yaklaşmak; yaklaşma
- apricate -- güneşte ısınmak.
- apron -- önlük; tiyatro sahnesinin ön kısmı; (hav.) hangarın önündeki beton saha; makinelerin üzerindeki koruyucu metal kapaklar; kayışlı taşıyıcı; buzul eteği; örtü. tied to her apron strings aşırı derecede annesine veya karısına bağlı. aproned önlüklü.
- apt -- ...eğiliminde olan; çabuk kavrayan; uygun; çabuk kavrayış; eğiliminde olan
- aqualung -- su altında kullanılan oksijen tüpü
- aquaplane -- su kayağı
- aquatint -- (güz) (san) bakır levhaları kezzap ile özel bir şekilde işleyip suluboya resim gibi resim yapma metodu; bu şekilde yapılmış resim.
- arbiter -- hakem
- arbitrage -- (tic.) bir borsada satın alınan tahvilatı aynı zamanda diğer bir borsada kâr ile satma; arbitraj; hakem vasıtası ile bir davayı halletme.
- arbitrate -- hakem sıfatıyla dinleyip karar vermek; karar vermek; hakem kararıyla halletmek.arbitra'tion hakem kararıyla halletme. arbitration court (huk.) hakem mahkemesi. arbitrator hakem
- arch -- nazlı; (kıs.) archaic; kemer; ayak kemeri; kavis arch stone kemerin kilidi makamında olan taş. arch supporter ayak kemerine destek; kemer yapmak veya kemerlerle kapatmak; (sırt veya kaş) kabartmak.
- archetype -- asıl numune
- architect -- mimar.
- argue -- tartışmak; ispat etmek; out of ile caydırmak; for ile delil göstererek lehte söz söylemek; savunmak; against ile itiraz etmek
- argument -- tartışma; karşısındakileri ikna etmek için öne sürülen delil veya hususlar; bir kitabın savunduğu fikirlerin özeti. argumen'tal münakaşa veya delil göstermeye ait. argumenta'tion tartışma; yargılama; zıtlık ifade eden
- aright -- doğru olarak
- arise -- kalkmak; zuhur etmek; ortaya çıkmak
- arm -- silahlandırmak; silahlanmak; zırh giydirmek; silah; askeri kuvvetlerin bir kolu. arming silahlanma; silahlandırma; donatım teçhizat; kol; dal; mil: şube; pazı; koy; kuvvet; pazıbent; halis
- armature -- zırh; hayvan ve bitkilerde zırh; (elek) armatür; bobin endüvisi.
- armor -- (ing) armour zırh; silâh. armor-bearer silâhtar. armor-piercing zırh delen. armor plate zırhlı levha. armored zırhlı. armored car zırhlı otomobil
- armour -- (bak.) armor.
- aromatize -- kokulandırmak
- arouse -- uyandırmak; uyanmak
- arr -- (kıs.) arranged
- arraign -- (huk.) mahkeme huzuruna çağırıp cürüm isnat etmek; kusur bulmak. arraigning; kusur veya kabahat yükleme.
- arrange -- düzenlemek; bir konuda anlaşmaya varmak; kararlaştırmak; islah etmek; hazırlanmak; (müz.) aranjman yapmak. arrangement düzenlemi; hazırlık; anlaşma; tertip edilmiş şey; (müz.) aranjman.
- arras -- nakışlı duvar veya kapı halısı; halı dokuması.
- array -- saf; ordu; debdebe; muhteşem kıyafet.; dizmek; giydirip kuşatmak; giydirip kuşatma.
- arrest -- tutuklama; durdurma; kesme; durdurmak; (huk.) tutuklamak; çekmek; durdurulmuş.
- arrive -- gelmek; gelen kimse.
- arrogate -- iddia etmek; bir diğerinin üzerine atmak. arroga'tion haksız iddia.
- arrow -- ok. arrowhead ok başı
- arson -- kundakçılık
- arterialize -- (tıb.) oksijen vasıtasıyla ciğerlerdeki pis kanı temiz kan haline getirmek.
- article -- makale; bent; ey; kısım; (gram.) harfi tarif ve harfi tenkir : (zool.) boum; maddeler halinde tertip etmek; madde madde şikayetleri içine alan bir dilekçe vasıtasyyla bir kimseyi dava etmek; usta yanyna mukavele ile çırak vermek
- articulate -- mafsal ile birletirmek; mafsallarla bitişmek.; mafsallı; düzenli bir şekilde birbirine bağlı.; açıkça beyan etmek; telaffuz etmek; düşüncelerini rahatça ifade edebilen; konuşkan. articulately açıkça ifade ederek
- artifice -- oyun; hüner; hunerli iş; ustalık.
- ascend -- çıkmak; akarsu boyunca akıntıya karşı gitmek; artmak; üzerine çıkmak
- ascertain -- doğrusunu anlamak
- ascribe -- atfetmek
- ash -- dibudak ağacı veya kerestesi; kül. ash can kaloriferden alınan küllerin konulduğu varil. ash hole kül yeri
- ashen -- kül gibi; kül rengi; dişbudak ağacına ait veya ondan yapılmış.
- aspect -- görünüş; yüz; bakış; safha; (astrol.) gezegenlerin birbirine oranla durumları.
- asperse -- iftira etmek; serpmek. aspersion iftira
- asphalt -- maden zifti; asfalt; asfalt yol.
- asphyxiate -- boğmak; boğulmak.asphyxia'tion oksijen yokluğundan boğulmaya sebep olma
- aspirate -- "h" sesi ve ''h" harfi; "h'; "h" sesiyle telâffuz etmek; ''h" sesiyle telâffuz olunan.
- aspire -- yüksek bir gaye edinmek
- assagai -- Güney Afrika'da kullanılan hafif bir mızrak.
- assail -- saldırmak; tecavüz etmek
- assassin -- suikastçı; (bh) ismaili mezhebinin Haşşâşin denilen koluna mensup olan kimse.
- assassinate -- suikast yapmak; bir kimsenin şöhretini mahvetmek assassina'tion suikast
- assault -- saldırı; saldırmak
- assay -- tahlil; tecrübe; tartma; ayar için alınan madde.; denemek; tahlil etmek; değer biçmek
- assemble -- toplamak; parçaları yerli yerine takmak; toplanmak
- assent -- rıza; razl olmak
- assert -- ispat ve iddia ile beyan etmek; üzerinde durmak; demek
- assess -- tayin etmek (vergi
- asseverate -- beyan ve iddia etmek
- assign -- atamak; aylrmak; kararlaştırmak; atfetmek; (huk.) devretmek as(sig.)nable tayini mümkun; feragat edilmesi mümkün.
- assimilate -- benzetmek; özumsemek; benzesme; hazım; hazmedici
- assist -- yardım etmek; yardım assist at hazır bulunmak assistance yardım
- assize -- kurulda alınan karar; (çog)
- associate -- arkadaş; serik; uye; arkadaşlık etmek; ortak etmek; benzetmek; ortakllk kurmak; arkadas olan; tam üyelik haklanndan yararlanamayan; şeriklik
- assort -- tasnif etmek; uymak; çesitle
- assuage -- azaltmak; tatmin etmek.
- assume -- üzerine almak; farzetmek; var gibi göstermek; yetkisi olmadan bir vazifeyi üstüne almak. assumed farzolunan; hayali; takma; gasbedilmiş assuming kibirli
- assure -- temin etmek; ikna etmek; söz vermek; (sig.)orta etmek.assured önceden belli olan (ışur'idli) elbette
- asterisk -- yıldız işareti.
- astonish -- şaşırtmak
- astound -- aşırı derecede şaşırtmak
- astringe -- sıkmak; sıkıştırıcı büzücü.
- astrogate -- uzay aracında yön tayin etmek.
- asymptote -- (mat.)asimptot
- atom -- atom; çok küçük miktar.
- atomize -- (ing)-ise atomlara ayırmak.
- atone -- telâfi etmek
- atrophy -- (tıb.) gıdasızlıktan zayıflama; dumur
- attach -- takmak; bitiştirmek; (huk.) haczetmek; maiyete tayin etmek; vermek; sevdirmek attached bağlı; ilişik; tutkun.
- attack -- hücum etmek; laf atmak; işe koyulmak; tutmak; saldırı; (tıb.) yakalanma; birbirinin aleyhinde söyleme; işe koyulma; (müz.) bir notaya başlama tarzı.
- attain -- varmak; kazanmak
- attaint -- (huk.) idam hükmü verilmesi üzerine bir kimsenin vatandaşlık haklarını kaldırmak; lekelemek; Ieke; medeni hakların kaldırılması.
- attemper -- mülayimleştirmek; (içine bir şey katarak) ısıyı ayarlamak veya düzenli bir hale koymak; adapte etmek
- attempt -- kalkışmak; çalışmak; hayatına kastetmek; teşebbüs; deneme
- attend -- (toplantıya) iştirak etmek; kulak vermek; bakmak; eşlik etmek; hazır bulunmak; beklemek; on ile hazır bulunmak; to ile bakmak; ilgilenmek; meşgul olmak; kulak kesilmek
- attenuate -- ince; inceltmek; değerini düşürmek attenua'tion inceltme; incelme
- attest -- ( resmen ve açıkça söylemek; şahadet etmek; şahadet
- attire -- süslu veya gösterişli elbise; giydirmek; tezyinat.
- attitude -- tutum; vaziyet alış; (hav.) dünya ve ufka göre meyil tutumla tutumla ilgili
- attorn -- (huk.) başkasının kiracısı olmaya razı olmak; devretmek.
- attorney -- vekil; başsavcı; vekaletname attorneyship vekâlet
- attract -- çekmek
- attribute -- vermek; sıfat; ozellik; yetki; (gram) niteleyici.; (man.) yüklem; (gram) yüklem; sıfat veya benzeri.
- attune -- akort etmek; ahenk kazandırmak
- auction -- mezat; bir çesit iskambil oyunu; miizayede ile satmak
- audible -- işitileilir
- audit -- hesapların gözden geçirilmesi; hesapları kontrol etmek. auditor hesap kontrolörlüğü.; dinlemek; ABD dinleyici talebe olarak bir dersi takip etmek. auditive işitmeyle ilgili (şey) auditory işitme duyusu ve organları ile ilgili; (çog) dinleyiciler. auditory canal (anat.) kulak yolu.
- audition -- (opera; işitme hassası
- auger -- burgu
- aught -- sıfır.; şey; hiç bir şey; hiç; hiç bir şekilde For aught (I.) carel Umurumda deği.l Vız gelir tırıs gider. Bana ne !
- augment -- zam; ilâve harf veya hece (Yunan; büyütmek; uzatmak; büyümek; augmentable artırılması mümkün olan; (gram.) kelimenin anlamını büyüten (ek) augmented artmış
- augur -- eski Roma'da kuşlara bakarak kehanet etmekle görevli bir çeşit falcı; kâhin; kehanet etmek; yormak. augural kahinliğe ait. augury kehanet; fal; kehanet ayini.
- august -- Ağustos ayı.; muhterem
- auscultate -- (tıb.) stetoskop ile dinlemek.
- auspicate -- uğur getireceğine inanılan törenlerle açmak
- authenticate -- doğru olduğunu ispat etmek
- author -- yazar; yaratıcı; yazarın eserleri; yazmak
- authorize -- yetki vermek; yetkili olarak kurmak; izin vermek; ruhsat vermek; müsaade etmek; caiz görmek; teyit etmek
- autoclave -- otoklav
- autograft -- (tıb.) aynı vücuttan alınıp vücudun başka bir yerine yapıştırılan ekleme parça.
- autograph -- bir kimsenin kendi el yazısı; muharririn kendi eliyle yazılmış yazı veya müsvedde; bir kimsenin kendi el yazısı ile imzası; kendi el yazısı ile imza atmak.
- automate -- otomatikleştirmek
- automobile -- otomobıl.
- autopsy -- otopsi.
- avail -- yarar; yaramak
- avalanche -- (çığ) dağ1ardan yuvarlanan kar kümesi; heyelân.
- avaunt -- (ünlem)
- avenge -- intikam almak
- aver -- iddia etmek
- average -- ortasını bulmak; vasati olarak yapmak veya almak; vasati yekun tutmak.; vasati hesap; cari olan fiyat; adi ölçü; (den) hasar; muhammin
- averse -- to ile karşı; çekinen
- avert -- başka tarafa çevirmek; önlemek
- aviate -- uçak kullanmak.
- avoid -- sakınmak; (huk.) bertaraf etmek; bertaraf edilir; (huk.) iptal.
- avouch -- onaylamak
- avow -- açıkça söylemek
- await -- beklemek
- awake -- uyanık; uyandırıcı.
- award -- ödül müküfat; olarak vermek; hükmen vermek
- awe -- korkutmak; korku
- azure -- gökyüzü; gök mavisi; gökmavisi renkte.
- baa -- koyun melemesi; melemek.
- babbitt -- vaytmetal; buna benzer herhangi bir alaşım. babbitt bearings bu maden ile yapılan mil yatağı.
- babble -- anlaşılmaz sözler söylemek; gevezelik etmek; çağlama; manasız ve saçma bir şekilde if ade etmek; boşboğazlık etmek; boş laf; gevezelik; çağlayan (ırmak)
- baby -- bebek çocuk; bir ailenin en küçüğü; çocukça halleri olan kimse; (argo) bir kimsenin ovunmesine sebep olan icat veya eser; (argo) kız; bebek gibi; bebeğe ait; bebeğe yakışan; (k.dili.) küçük nispeten küçük; küçük çocuk muamelesi yapmak; şımartmak baby blue süt mavisi baby'sbreath bir cins uzun saplı
- bach -- (k.dili.) bekâr hayatı yaşamak.
- back -- bir şeye destek olmak; tarafını tutmak; geriye sürmek; sırtına binmek; (den.) güneşin aksi yönüne dönmek; desteklemek.; arka; belkemigi; futbolda bek; vazgeçmek; ihmal etmek.back scratcher kasağı.; geri; yine; gerilemek; tekne; arkadaki; arkaya doğru olan; eski. back country taşra; geri kalmış bölgeler. back formation ((dilb.) benzetme yolu ile bir kelimeden geriye gidilerek türetilen yeni kelime. back issue eski tarihli mecmua. back number günü geçmiş gazete; itibardan düşmüş şey veya kimse back taxes vergi borcu.
- backbite -- gıyabındaçekiştirmek
- backdoor -- gizli
- backdrop -- sahnede arka perde.
- backfire -- orman yangınını söndürmek için aksi yönde çıkartılan yangın; (mak.) geri tepme; bunsen lambasında fitil yanmadan gazın tutuşması; aksi yönde kasten yangın çıkarmak; geri tepmek.
- backgammon -- tavla oyunu; tavla oyununda yenmek
- background -- arka plan; (güz) (san) (fon); bir kimsenin geçmişteki görgü; muğlak
- backhand -- elin tersi öne gelecek şekilde yapllan vuruş; geriye doğru veya sola yatık olan el yazısı; elin tersi öne doğru olarak yapllan; dolayısıyle
- backlash -- şiddetli geri itme; makinede boşluk veya salgı; yeniliğe karşı umumun aksi tepkisi.
- backlog -- ABD ocakta arka tarafa konan iri kütük; destek veya yedek vazifesi gören herhangi bir şey.
- backscratch -- birbirini yağlamak back-scratcher sırt kaşıyıcısı; yagcılık yapan kimse. back-scratching birbirini yağlama.
- backset -- sekte; ters akıntı.
- backslide -- fena yola sapmak; doğru yoldan tekrar günaha dönmek. backslider fena yola sapan kimse; tekrar günaha dönen kimse.
- backspace -- daktiloda geri gitmek.
- backstitch -- iğneardl dikiş; iğneardı dikiş dikmek.
- backstop -- (A.B.D.) topun kaçmasnı önlemek için arka plana gerilen ağ veya parmaklık.
- backstream -- ters akıntı anafor.
- backstroke -- ters vuruş; sırt üstü yüzüş.
- backtrack -- geriye dönüş yapmak; söylediğini değiştirmek veya sözünü geri almak.
- backwash -- kayık küreklerinin veya gemi pervanesinin geriye attlğı su; kendisini yaratan olayın bitiminden sonra da devam eden durum.
- backwater -- bir set vasltaslyle geri çevrilen su; dümen suyu; durgun su; durgunluk; (den.) siya etmek
- bad -- (worse; değersiz; kifayetsiz; yanlış; geçersiz; bozuk; keyifsiz; pişman; şiddetli; çürük. in bad (k.dili.) güç durumda. be bad at something bir şeyi becerememek. bad debt şüpheli alacak
- badge -- nişan
- badger -- porsuk; porsuk kürkü; porsuk kılından yapılma fırça ve olta; kızdırmak; taciz etmek
- badinage -- takılma; istihza
- baffle -- şaşırtmak; engel olmak; boşa çıkarmak; beyhude yere mücadele etmek; su; hoparlör ekranı. be baffled şaşırmak.
- bag -- (-ged; kese; bir çanta muhtevası; inek memesi; (argo) bir paket esrar; torbaya veya çuvala koymak; torba gibi şişmek; şişirmek; yakalamak; avucunu yalamak. in the bag ABD (argo) emin; (colloq.) çantada keklik.
- bagel -- bir cins tatlı küçük ekmek.
- bagpipe -- gayda
- bail -- (huk.) kefil; kefalet; kefalete bağlanma; kefaletle tahliye; tahliye için kefalet; bir kimseye kefalet ederek tahliyesini temin etmek; mevkufu kefile teslim etmek; emanet etmek; kayıktan su boşaltmaya mahsus tas; çember kulp; tente desteği; ahır bölmesi; (kriket) oyununda kullanılan çubuk; kayığın suyunu boşaltmak. bail out tayyareden paraşütle atlamak. bailer kayığın suyunu boşaltan kimse; (kriket) sipere vuran top; (huk.) bir kimseye emanet para veren kimse.
- bait -- olta veya kapan için yem; aldatma; mola; oltaya veya kapana yem koymak; olta veya tuzak yemi ile cezbetmek; üzerine köpek saldırtmak (hayvan); eziyet etmek
- baize -- (çoğ.)unlukla yeşil renk olan ve özellikle bilardo masalarında kullanılan yumuşak; bu kumaştan yapılmış eşya.
- bake -- fırında pişirmek; ateşte kurutmak. baking fırında pişirme; bir pişim. baking powder krem tartar ve karbonat karışımı kabartıcı toz
- baksheesh -- bahşiş
- balance -- balance of trade ticaret dengesi; tartmak; eşit olmak; tereddüt etmek
- bald -- dazlak; çıplak; sade; gizli olmayan; (zool.) başında ak tüyler olan (hayvan) balding saçları dökülen. baldhead; aşikâr olarak. baldness kellik; açıklık. baldfaced beyaz yüzlü (hayvan); yüzsüz
- balderdash -- saçma sapan söz
- bale -- balya; balya yapmak
- balk -- bir engel karşısında duraklamak; yürümemekte ısrar etmek; mani olmak; kaçınmak; mania; hata; tarlada sürülmemiş kısım; kiriş; ( beysbol) topu atanın zamansız olarak topa vuruyor gibi davranarak yaptığı hata; bilardo masasının bir kısmı. balk line bilardo masasındaki çizgi.
- balkanize -- ing. -ise Balkanlaştırmak; birbirlerine düşman olan muhtelif ufak devletlere bölmek.
- ball -- top; bilye; yumak; top oyunu; (beysbol) istenilen şekilde ve yönde atılmayan top; (ask.) gülle; yumak haline koymak; yumak haline gelmek; (A.B.D.); bilyeli yatak. ball cock yüzen top ile işleyen kapama valfı. ball of the foot ayak parmaklarının kökü. ball peen hammer bir ucu yarım küre biçiminde olan çekiç. ball valve toplu valf. ball and chain ayak kösteği; balo. have a ball (argo) eğlenmek.
- ballad -- balad
- ballast -- (den.) safra; safra koymak; çakıl döşemek. in ballast yüksüz
- ballet -- bale; bale trupu.
- balloon -- balon; (kim) balon şişe; karikatür serilerinde şahısların sözlerini içine alan balon şeklindeki çizgi; balon ile uçmak; balon gibi şişip kabarmak; şişirmek. balloon foresail (den.) (çoğ.)unlukla yatlarda kullanılan bir cins balon yelkeni; balon gibi şişen ve fazladan kullanılan yelken. balloon sickness (tıb.) çok yüksek irtifalarda hası1 olan hastalık
- ballot -- oy pusulası; bir seçimde oyların toplamı; gizli oy usulu ile yapılan seçim; oy vermek; kura çekmek (yer için) ballot box oy sandığı. ballot paper oy pusulası.
- ballroom -- dans salonu
- ballyhoo -- (k.dili) heyecanlı ve göze batan propaganda veya yazı; gürultü
- balm -- ilâç olarak kullanılan birkaç çeşit yağ; belesan yağı; (bot.) melisa; kokulu merhem; ağrı veya sızıyı dindiren; merhem; bir cins Kuzey Amerika kavağı. balm honey kötü kokulu oğulotu.
- balsam -- belesan; pelesenkağacı; kınaçiçeği; bu ağacın tahtası sweet scented balsam yabani nane. balsamıc belesan gibiüzel koku verici
- bamboo -- hintkamışı; bambudan yapılmış.
- bamboozle -- (k.dili) aldatmak; şaşırtmak.
- ban -- beyanname; ortaçağda seferberlik ilanı. banns (çoğ.) nikâh ilânı; Hırvat ve Slovanya valisi.; yasaklamak; (eski) lânetlemek; yasak
- band -- takım; bando; dans müziği çalan orkestra; toplamak; bağlamak; şaşırtıcı olmak.; şerit; sargı; kemer; kayış; çizgi; çizgilerle süslemek.
- bandage -- sargı; sarmak
- bandicoot -- Hindistan'da bulunan bir cins büyük fare.
- bandit -- haydut
- bandoline -- bir çeşit saç yağı.
- bandy -- topa vurur gibi sağa sola vurmak; mukabele etmek; çarpık; ing. hokey oyunu; hokey kulubü. bandylegged çarpık bacaklı.
- bane -- zehir; afet; öIüm.
- bang -- gürültü; bir vuruş neticesinde çıkan ses; patırtı; enerji; (A.B.D.); (argo) uyuşturucu madde içitimi; çarpmak; hızla vurmak; gürültü yapmak; (argo) morfin yapmak; gürültülü bir şekilde
- bangle -- halka
- banish -- sürgün etmek; kovmak
- banjo -- (müz.) banco
- bank -- yığın; bayır; kıyı; kıyıdan açık kısımlarda deniz dibinin sığ olduğu bölge; (mad.) ocak agzı; bilardo masasının kenarı; kısa kürekçi sırası; piyano veya orgda tuş sıralanndan her biri; (matb.) küçük manşet; (matb.) gale yatağı; (hav.) yatış; yığmak; (hav.) dönerken yan yatmak; ateşin yavaş yanmasnı temin için küllemek; kümelenmek; orgda klavyelerden her bir bank of lights (tiyatro) grup; banka; (iskambil) banko; banka veya bankacılık vazifesini yapmak; bankaya para yatırmak; (k.dili) dayanmak; bir banka tarafmdan diğer bir banka üzerine çekilen poliçe. bankbook banka defteri; müşterilere gönderilen hesap hulasası. blood bank kan bankası. savings bank tasarruf sandığı tasarruf bankası. bankable bankaca muteber. banking bankacılık.
- bankrupt -- müflis (kimse); iflas ettirmek
- banner -- bayrak; (gazet.) manşet.
- banquet -- ziyafet; ziyafet çekmek.
- banter -- şaka; şaka etmek
- baptize -- vaftiz etmek; ad koymak vaftiz ayini ifa etmek; ilk defa kullanmak.
- bar -- çubuk; mania; bir nehir ağzında veya kıyıya paralel olan uzun kum ve cakıl seti; avukatlık mesleği; mahkemede dinleyicileri hakim; mahkemede sanık kürsüsü; içki satılan veya içilen yer; (müz.) ölçü çizgisi; (hane.) armada birbirine paralel iki serit. bar line (müz.) öIçü çizgisi. bar of soap sabun kalıbı. admit to the bar baroya kabul etmek. behind bars hapiste; kol demiri ile kapamak; parmaklığln arkasında tutmak; mani olmak; hariç tutmak; kumaş üzerine çizgi veya yollar yapmak.; (fiz.) bar; (edat.) maada; (kıs.) barometer
- barb -- (argo); olta çengeli; ok ucu; kanca; kuş tüyünün bir kılı; (bot.); kısa ve kalın gagalı güvercin; rahibelerin kullandığı boynu ve göğsü örten keten örtü; (eski.) sakal; Mağrip atı; ok
- barbarize -- ing. rise vahşileştirmek
- barbecue -- kuzu v.b.'nin bütün olarak çevrildiği açık hava toplantısı; bütün çevrilmiş koyun; bu işe mahsus portatif ızgara; baharatlı ve salçalı bir et yemeği; açık havada bütün hayvan çevirmek.
- barber -- berber; tlraş etmek. barbers itch birkaç cins parazit mantarın yüzde ve boyunda meydana getirdiği bir deri hastalığı. barbershop berber dükkanı.
- bard -- saz şairi; ing. fırında pişerken kurumasın diye rostonun üstüne konulan yağlı et.; at zırhını meydana getiren parçalardan biri; ata zırh giydirmek; donatmak.
- bare -- çıplak; sade; havı dökülmüş; ancak yetecek kadar; yüzsüz; soymak
- bargain -- pazarlık; muamele; işlem; kelepir; pazarlık etmek; kayıt ve şarta bağlamak
- barge -- mavna; saltanat kayığı; mavna ile taşımak; mavna gibi ağır hareket etmek; (k.dili); işe karışmak
- bark -- havlama; (k.dili) öksürük; havlamak; havlamaya benzer sesler çıkarmak; yüksek sesle konuşmak veya bağırmak; (argo) bir eğlence yerinin kapısında çığırtkanlık etmek; öksürmek. bark up the wrong tree yanlış kapı çalmak. His bark is worse than his bite Ne varsa dilindedir.; (bot.) kabuk; ağaç kabuğu; kabuğunu soymak; tabaklamak.
- barm -- biranın üstündeki köpük.
- barn -- ahır; ambara koymak. barn dance bir çiftlikte ambarda yapılan danslı toplantı. barn owl peçeli baykuş
- barnacle -- gemi diplerine veya kayalara yapışan midyeye benzer birkaç cins kabuklu deniz hayvanı; bir cins yabani kaz; (mec.) yapıskan huylu sırnaşık adam (fig.) çamsakızı. acorn barnacle beyaz kurt; (gen.) (çoğ.) at nallanırken burnuna takılan kıskaç
- barnstorm -- (A.B.D.) (k.dili.) taşrada temsil vermek; taşra halkını uçakla gezdirip para kazanmak.
- barrack -- kışlada oturtmak.; Avustralya ve ing.; bağlrarak tezahürat yapmak.
- barrage -- sulama işlerinde hendekteki suların yönünü veya seviyesini değiştirmek için hendeğe konulan geçici mânia.; (ask.)top ateşi ile yapılan mania; şiddetli hücum.barrage balloon uçak hücumuna karşı savunmada kullanılan ve yere bağlı olan balon.
- barrel -- varil; bir varilin içine alacağı miktar; top veya tüfek namlusu; fıçıya koymak; (A.B.D.) arabayı hlzlı kullanmak. barrel buoy fıçı şamandıra. barrel organ latarna. barrel roll uçuşta uçağın ekseni üzerinde tam bir devir yapması. barrel vault (mim.) beşik kemer
- barrette -- saç tokası.
- barricade -- barikat; mânia; siper yapmak; barikatla önünü kesip müdafaa etmek. barricader barikat yapan kimse.
- barrier -- herhangi bir yolu kapamak için yapılan mania; doğal mânia (sıradağlar v.b.); çit
- barter -- mübadele usulü ile alışveriş etmek; takas yapmak; mübadele
- base -- kaide; (bot.) sap dibi; (zool.) bir uzvun gövdeye bitiştiği noktaya en yakın kısmı; (spor) depart; (ask.) üs; (kim.) alkali; (spor) saha kenarı. base of a column (mim.) pabuç (sütun)base of operations hareket üssü. off base (A.B.D.); temel atmak; on veya upon ile bir esas üzerine bina ettirmek; dayandırmak.; alçak; korkak; değersiz; sahte; nikahsız doğmuş; zalim. basely alçakça. baseness alçaklık.
- bash -- (k.dili.) kuvvetle vurmak; şiddetli vuruş; kuvvetli darbe; ing.
- basil -- fesleğen
- bask -- güneşlenmek; zevk verici bir durumun tadınl çıkarmak; bir şeyi güneşe veya ateşe tutmak.
- basket -- sepet; sepet dolusu; (spor) sayı; basketbol topu.basket fern eğreltiotu
- bass -- levrek; hani; (müz.) alçak perdeden; pest; basso
- basset -- sepet; sepet işi çocuk arabası.
- bassoon -- (müz.) çifte kamışlı bir nefesli saz.
- bastard -- piç; (argo) alçak herif; gayri meşru (çocuk); sahte; alışılmışın dışında; (matb.) normal boyda olmayan. bastardy piçlik. bastardly gayri meşru olarak doğan; hileli; bayağı.
- bastardize -- ing. -ise piç olduğunu ispat etmek; alçaltmak; şerefi lekelenmek; değiştirip kıymetini bozmak.
- baste -- teyellemek; (ahçı.) eti pişerken tereyağı v.b. ile yağlayarak yumuşatmak; (k.dili.) dayak atmak; dövmek. basting teyelleme; azarlama.
- bastinado -- dayak; sopa; falakaya yatırmak; dayak atmak
- bat -- (spor) beysbol; pingpong ve tenis raketi; tokmak; (spor) beysbol sopası veya diğer bir değnekle vurmak; beysbol v.b. oyunlarda sopa ile vurma sırası gelince oynamak; kırpmak (göz) bat around (argo) dolaşmak; münakaşa etmek; şaşmadan.; yarasa
- batch -- bir fırın dolusu ekmek; bir defada alman miktar; takım; yığın.
- bate -- nefesini tutmak; azaltmak
- bath -- banyo; kaplıca; fotoğraf; ing. banyo etmek; tuvalet. bathtub banyo kuveti.; ibranilerde eskiden kullanılan bir sıvı öIçü birimi
- bathe -- yıkamak; ıslatmak; banyo yapmak; deniz banyosu almak; etrafı su veya diğer bir sıvıyla çevrili olmak bathing beach plaj.
- batik -- batik
- baton -- (fr.) rütbe veya mevki alameti olan asa; değnek; (müz.) orkestra şefinin değneği
- battalion -- (ask.) tabur
- batten -- ince tahta parçası; semirmek; başkalarının sırtından geçinerek lüks bir hayat sürmek; semirtmek
- batter -- sert darbelerle vurmak; dövmek; eskitmek tahrip etmek; hamle yapmak. battered baby büyükleri tarafından hırpalanmış küçük çocuk.; sulu hamur; (matb.) bağlanmış sayfa halindeki dizilmiş harflerde bozukluk; bu bozukluğun meydana getirdiği yanlış; (spor) topa vuran oyuncu.; (mim.) temelden yukarı doğru meyletmek; bu şekilde meyilli duvar.
- battle -- muharebe; dövüş; savaşa katılmak; mücadele etmek; (argo) huysuz kocakarı. battle cruiser ağır kruvazör. battle cry savaş narası; herhangi bir kampanyada kullanılan mücadele sloganı. battle fatigue harp görmüş kimselerde görülen ruhsal çöküntü. battlefield savaş meydanı. battle royal birkaç kişinin katıldığı kavga; büyük ve hararetli münakaşa. battleship zırhlı harp gemisi. join battle savaşmak; meydan okumak. pitched battle iki tarafm da bütün güçlerini seferber ettiği savaş. battlescarred savaşta alınmış yara izleri taşıyan.
- baulk -- (bak.) balk.
- bawd -- (eski) genelev patronu.
- bawl -- haykırmak; bağırarak satış yapmak (işportacı); yüksek sesle ağlamak; haykırış
- bay -- defne; zafer nişanesi olarak verilen defneden yapılmış taç; (çoğ.) şöhret; doru rengi; doru at; doru; uzun havlama sesi; havlamak; sıkışık durumda.; koy; pencere çıkması; duvar bölmesi; bölüm. bay window cumba.
- bayonet -- süngü; süngülemek. bayonet clutch bayonet kavramı. spade bayonet kazma şeklinde süngü. trowel bayonet mala şeklinde ufak süngü.
- be -- (kıs.); (önek) hakkında; olmak; varlığını göstermek; to be seen görünmek) be at bulunmak; meşgul olmak. be after peşinde olmak. be from -(den.) gelmek
- beach -- kumsal; (den.) karaya çekmek; okyanustan sahile vuran büyük dalga. beach flea kumsallarda rastlanan birkaç çeşit sıçrayan yengeç cinsi küçük hayvan. beachhead (ask.) çıkarma yapılan sahil. beach wagon (A.B.D.); karada vazifeli (denizci); kızağa çekilmiş.
- beacon -- fener; işaret vermek için yüksek yerlerde yakılan ateş; işaret kulesi; (hav.) yol ve mevkii gösteren ışık veya radyo sinyali; yol göstermek; işaret koymak; işaret vermek .
- bead -- boncuk; coğ tespih; hava kabarcığı; arpacık; boncukla süslemek; boncuk dizmek. bead tree tespihağacı
- beagle -- bir seşit küçük av köpeği.
- beak -- gaga; kaplumbağa ve diğer bazı hayvanların baş kısımlarında bulunan sert kısım; (argo) burun; ibrik ağzı; eski tip harp gemilerinde düşman gemisini tahrip etmede kullanılan sivri madeni burun; ing.
- beam -- kiriş; direk; terazi kolu; araba veya saban oku; şua; (den.) kemere; geyigin boynuz. kökü be on her beam ends (gemi) alabora olurcasına yana yatmak. on the beam doğru yönde; doğru; yanlış.; yaymak; parlamak; yayılmak; sevinç göstermek (yüz ifadesiyle) beaming parlak; (den.) orta kısmı geniş olan.
- bean -- fasulye; diğer bitkilerde tane (kahve v.b.); fasulyeye benzeyen şey. vanilla bean; (argo) baş; (k.dili.) çok uzun boylu kimse. broad bean
- bear -- ayı; ayıya benzer hayvan: ant bear; hantal kimse; (tic.) borsada fiyatlar düşecek ümidiyle ilerde alacağı tahvil ve senetleri evvelden satan kimse. the Bear Rusya. bearberry ayı üzümü; kargaşalık. bears-breech ayı pençesi; taşımak; tahammül etmek; üstüne almak; lâyık olmak; etrafa yaymak; aklında tutmak; (meyva) vermek (ağaç); doğurmak. bear down çabalamak; sıkıstırmak. bear on alakası olmak. bear out desteklemek
- beard -- sakal; (bot.); sakalını yolmak; sakalına yapışmak; siddetle karşı koymak; sakal yapıştırmak. beard grass (bot.) sıçan kuyruğu. bearded sakallı. beardless sakalsız.
- beast -- hayvan; hayvanca davranan kaba kimse beast of burden yük hayvanı. beast of prey yırtıcı hayvan; (k.dili) çok fena; ing.
- beat -- vuruş; darbeden ileri gelen ses; (müz.) tempo; ses; polis devriyesi; ilginç bir haberin rakip gazeteden evvel neşri; (fiz.) birbirine yakın iki sesin meydana getirdigi ritmik çatlşma sesi. beaten dövülmüş; mağlup; çok kullanılmış beater; (A.B.D.); dövmek; defalarca vurmak; çalmak (davul); yenmek; sürgün avında avı çıkarmak için çalılara vurmak; üstün olmak; (ask.) davul çalarak işaret vermek; atmak (kalp) beat about the bush bin dereden su getirmek. beat all hollow tamamen yenmek. beat a retreat geri çekilmek; havanda su dövmekş beat the bushes aramak. beat time tempo tutmak. beat to windward (den.) orsasına seyretmek. beat up (k.dili) dövmek
- beatify -- saadete ulaştırmak; (Kat.) öImüş bir kimseyi azizlik mertebesine çıkarmak. beatification (Kat.) öImüş birkimsenin ilk azizlik derecesine çıkarıldığının Papa tarafından ilân edilmesi.
- beautify -- güzellestirmek; güzelleşmek
- beauty -- güzellik; güzel bir kimse; güzel manzaralı yer.
- bebop -- bir çeşit dans ve bunun müziği.
- becalm -- teskin etmek; (den.) rüzgarsızlıktan yelkenliyi kımıldatamamak. becalmed yatışmış.
- bechance -- vaki olmak; zuhur etmek.
- beck -- başla yapılan işaret; birisini işaretle çağırmak. at one's beck and call birisinin emrinde
- beckon -- baş veya el işareti ile çağırmak.
- becloud -- bulutlandırmak; kaplamak; içinden çıkılması zor hale getirmek.
- become -- olmak: yakışmak
- bed -- yatak; çiçeklik; yığın; evlenme; nehir yatağı; tabaka; mezar. bed linen yatak takımları. bed and board yiyecek ve yatacak yer; yatak temin etmek; misafir etmek; dikmek (çiçek); gömmek; tabakalar halinde dizmek; yatmak. bed down at ve inek gibi hayvanlara samandan yatak yapmak.
- bedabble -- bulaştırmak.
- bedaub -- bulaştırmak; aşırı derecede süslemek.
- bedazzle -- gözünü kamaştırmak
- bedeck -- süslemek; donatmak.
- bedevil -- çileden çıkartmak; cinnet getirtmek; bozmak
- bedew -- çiğ taneleri ile ıslatmak
- bedight -- (eski) donatmak
- bedim -- karartmak
- bedizen -- (eski.) gösterişli ve kaba bir şekilde süslemek
- bedraggle -- kirletmek bulaştırmak
- bedrench -- sırılsıklam etmek
- beef -- sığır eti; sığır; (k.dili.) adale kuvveti; (A.B.D.) (argo) şikâyet; (argo) şikâyet etmek. beef up (argo) kuvvetlendirmek. beef extract et suyu hulâsasu. beef tea sığır eti suyu.
- beehive -- arı kovanı.
- beeline -- kestirme yol; düz çizgi
- beer -- bira; alkollü veya alkolsüz olarak bitki kökleri; ing. önemsiz kimse
- beeswax -- balmumu; balmumu sürmek
- beetle -- tokmak; ağır çekiç; tokmaklamak; sarkık; sarkmak; taşmak. beetlebrowed sarkık kaşlı; çatık kaşlı.; kınkanatlılar familyasından herhangi bir böcek. black beetle ing. hamamböceği
- befall -- olmak; başına gelmek.
- befit -- uygun olmak
- befog -- sisle kapamak; şaşırtmak
- befool -- aldatmak
- befoul -- kirletmek
- befriend -- dostça davranmak
- befuddle -- sarhoş etmek; şaşırtmak.
- beg -- dilenmek; dilemek
- beget -- babasl olmak; sebep olmak
- beggar -- dilenci; saka çapkın kimse; dilenciye çevirmek; eksik bırakmak
- begin -- başlamak; meydana gelmek; başlatmak
- begird -- kuşatmak
- begrime -- kirletmek; isletmek.
- begrudge -- çok görmek; vermek istememek. be grudging kıskanan. begrudgingly kıskanarak.
- beguile -- aklını çelmek; cezbetmek; hoşça vakit geçirmek.
- begum -- Hindistan'da Müslüman kadm lider; soylu Müslüman kadını
- behave -- davranmak; görgü kurallanna göre hareket etmek. behave oneself terbiyesini takınmak
- behead -- boynunu vurmak
- behest -- emir
- behold -- (ünlem) bakmak; gözlemlemek; görmek; (ünlem) işte! Hah !
- bejewel -- mücevherle donatmak; ziynet eşyasıyla süslemek.
- belay -- (den.) halatı volta etmek; bağlamak. belaying pin (den.) armadora çeliği
- belch -- geğirmek; püskürtmek; geğirme; fırlatma
- beleaguer -- muhasara etmek
- belie -- yalancı çıkarmak; iftira etmek.
- believe -- inanmak; iman etmek; zannetmek; "in" ile güvenmek
- belittle -- küçültmek; alçaltmak.
- bell -- çıngırak veya zil takmak; böğürmek; çan şekline girmek; kösnüme devresinde geyiklerin çıkardlığı ses; çan; çan şeklinde herhangi bir şey; zil; (den.) gemide saati belirtmek için çanın vuruş sayısı. bell buoy çanlı samandıra. bell jar çan şeklindeki kavanoz. bell metal çan yapımında kullanılan bakır ve teneke karışımı bir metal. bell pull
- bellow -- böğürmek; kükremek; yüksek sesle konuşmak; bağırmak; böğürme
- bellows -- (tek.); akciğer.
- belly -- karın; oburluk; rahim; herhangi bir şeyin içi veya Sişkin olan kısmı; (anat.) adalenin yumuşak (etli) kısmı; (müz.) keman veya benzeri bir sazın ön kısmı; şişmek; (argo) sızlanış; (argo) şikayet etmek; böyle dalmak. bellyful karın doyuracak bir miktar. belly laugh gürültülü kahkahalarla gülme. bellied karınlı.
- belong -- ait olmak
- belt -- kemer bağlamak; kuşatmak; etrafını çevirmek; kayışla dövmek. belted kuşaklı; kayış tertibatı.; kuşak; kayış (argo) darbe. belt buckle toka; şehrin etrafımı dolaşan demiryolu; (mec.) kahpece hareket etmek. cartridge belt fişeklik. cotton belt pamuk istihsal bölgesi. shoulder belt omuz kayışı. sword belt kılıç kayışı. tighten one' belt kemerleri sıkmak.
- bemire -- çamura batırmak
- bemoan -- birşeyden ağlayıp sızlayarak şikayet etmek; üzüntüsünü belirtmek.
- bemuse -- aklını karıştırmak. bemused şaşkın; dalgın.
- bench -- sıra; peyke; yargıçlık mevkii ve rütbesi; yargıçlar heyeti; tezgâh; üzerinde hayvanların teşhir edildiği platform; sıraya oturtmak; sıralar koymak (bir yere); (spor) oyun harici etmek
- bend -- kıvlrmak; yola getirmek (birisini); (den.) bağlamak; kıvrılmak; kuvvetini bir tarafa yöneltmek bend to veya towards aklı yatmak (bir şeye)on bended knee yalvararak; kıvtılma; dirsek; kavis; inhina; dönemeç; (den.) bağ
- benedict -- uzun bir bekârlık devresinden sonra evlenen adam; yeni evli adam; evli adam.
- benefice -- ing. maaşlı papazlık makamı; arpalık; arpalık sahibi olan.
- benefit -- fayda; menfaat için tertiplenen eğlence veya gösteri; hak; hayır işlemek; istifade etmek
- benumb -- uyuşturmak
- bequeath -- (huk.) vasiyet etmek
- bequest -- (huk.) ölüme bağlı tasarrufla yapılan bağışlama; menkul (bilhassa para) vasiyeti.
- berate -- azarlamak
- bereave -- mahrum etmek; merhametsizce elinden almak bereavement mahrumiyet. bereft mahrum edilmiş. the bereaved geriye kalan.
- berhyme -- Siir konusu etmek
- berm -- yolun kenarındaki toprak kısım; kalelerde siper ile hendek arasmdaki toprak.
- berry -- (bot.) tohumlardan oluşmuş yumuşak meyva; çilek; bu seçit meyvayı toplamak. hound' berry tilki üzümü
- berth -- yatak; (den.) manevra veya rıhtımda palamar yeri; gemici ranzası; iş; mevki; (den.) manevra yaparak yer vermek (gemiye); yatacak yer vermek; rıhtıma yanaşmak (gemi) give the land a wide berth karadan çok uzakta bulunmak. slive a wide berth to -den kaçınmaya dikkat etmek.
- beseech -- yalvarmak
- beseem -- uygun olmak munasip olmak; yakışık almak. beseeming yakışır
- beset -- kuşatmak; rahat vermemek; üzerine koymak
- besiege -- kuşatmak muhasara etmek; üstüne varmak. besiegement kuşatma. besieger kuşatan kimse.
- beslobber -- salya bulaştırmak.
- besmear -- bulaştırmak
- besmirch -- kirletmek; şerefine halel getirmek.
- besom -- çalı süpürgesi.
- besot -- sarhoş etmek; bunaltmak. besotted sarhoş.
- bespangle -- pul veya payet ile süslemek.
- bespatter -- çamur sıçratmak; zifos atmak; iftira etmek .
- bespeak -- Ismarlamak
- bespot -- benek benek lekelemek.
- bespread -- örtmek; kaplamak
- besprinkle -- serpmek
- best -- en iyi; en iyisi. best beloved en çok sevilen; çok sevgili. best man sağdıç. the best part yarısından fazla; hakkından gelmek; baskın çıkmak
- bestead -- yardım etmek; faydalı olmak; (eski) konmuş
- bestir -- harekete geçirmek
- bestow -- hediye etmek; ( kız) vermek. bestowal
- bestraddle -- bacaklarını ayırarak binmek.
- bestrew -- saçmak
- bestride -- bacaklarını ayırarak binmek; üzerinden geçmek.
- bestud -- kakma işiyle süslemek; pullarla süslemek
- bet -- bahse girmek; iddia etmek; bahis
- beta -- Yunan alfabesinin ikinci harfi (bilimsel sınıflandırmalarda ikinci olan bir şeyi ifade için kullanılır) beta particle (fiz.) beta ışınındaki elektron. beta rays (fiz.) radyoaktif maddelerden çıkarılan elektron ışınları.
- betake -- oneself ile gitmek; üzerine almak
- bethink -- düşünmek; hatırlamak; aklına getirmek; baş vurmak.
- betide -- (kimsenin) başına gelmek; ol (mak.)
- betoken -- göstermek
- betray -- hıyanet etmek; ihanet etmek; ele vermek; ifşa etmek; göstermek; yanlış yola saptırmak
- betroth -- nişanlanmak; nişanlı.
- better -- daha iyisi; (çoğ.) (akıl servet v.b.'nde) kendinden üstün kimseler; üstünlük; islah etmek; önüne geçmek. get the better of galip gelmek; daha iyi; daha çok; daha iyi bir şekilde
- bevel -- (mak.) iki yüzeyin 90° dışındaki herhangi bir eğimi; açı; iletki; şevlendirmek; şevli
- bewail -- feryat etmek; hayıflanmak; üzüntüsünü beyan etmek.
- beware -- (ünlem) sakınmak; dikkat etmek; b.h.
- bewilder -- şaşlrtmak
- bewitch -- büyü yapmak; tehir etmek; cezbetmek
- bewray -- (eski.) ağzından kaçırmak..
- bias -- meyil; şev; taraf tutma; verev; verev olarak; meylettirmek
- bib -- çocukların boynuna bağlanan mama önlüğü; iş yaparken takılan önlüğün üst parçası. bib and tucker (k.dili) giysi.; (kıs.) bible.
- bicker -- atışmak; titremek; münakaşa
- bicycle -- bisiklet; bisiklete binmek
- bid -- müzayedede fiyat arttırmak; (briç.); teklif vermek; teklif; kalkışma; (briç.) deklarasyon. bideler teklif veren kimse; (briç.) deklarasyon yapan kimse. bidding müzayedede fiyat artırma; deklarasyon serisi. bid in açık artırmada mal sahibi hesabına fiyat yükseltmek. bid up açık artırmada fiyat artırmak.; emretmek; demek; davet etmek; (k.dili.) davet. bid fair ihtimal dahilinde olmak. bid farewell veda etmek. do as one is bid boyun eğmek; davet
- bide -- dayanmak; oturmak
- biff -- (A.B.D.); vurmak
- bifurcate -- iki kola ayırmak iki kola ayrılmak; çatallanmak; iki kola ayrılmış
- big -- büyük; gebe; büyümüş; mühim; yüksek ruhlu; yuksek (ses) Big Ben ingiliz parlamento binasındaki büyük saat ve çanı. Big Brother diktatör. big business büyük sermayeli ticaret. big game büyük av; ağır ve tehlikeli teşebbüs. big-hearted eli açık
- bike -- (k.dili) bisiklet.
- bile -- (biyol.) öd safra; huysuzluk
- bilge -- (den.) sintine; (argo) saçmalık; fıçı karnı; (den.) delinmek; şişmek; bel vermek. bilge ejector sintine suyunu boşaltan cihaz. bilge keel yalpa omurgası. bilge pipe sintine borusu. bilge pump sintine tulumbası. bilge water sintine suyu.
- bilk -- dolandırmak; bir şeyden sıyrılmak; dolandırıcı; hile
- bill -- gaga; gagalarım birbirine sürterek sevişmek; bir çeşit balta; (den.) demirde tırnak ucu.; fatura; (A.B.D.) banknot; kanun layihası tasarı; afiş; dilekçe (bilhassa mahkemeye verildiği zaman); eğlence programı; (tiyatro veya konserde) basılı program; fatura çıkarmak; ilân etmek; programa dahil etmek. bill broker kambiyo tellâlı; manifesto. bill of rights insan hakları beyannamesi. bill of sale satış bordrosu
- billet -- (ask.) askerlere kışlalar dışında temin edilen ikametgâh; bu ikametgâhı temin için çıkarılan yazılı veya sözlü emir; iş; pusula; kütük; konaklatmak
- billingsgate -- ağız bozukluğu
- billow -- büyük ve kaba dalga; dalgalar halinde kabarmak
- bin -- ambar; ambarlamak
- binate -- (bot.) çift halinde bulunan.
- bind -- bağlamak yerine tespit etmek; dondurmak; tutmak; inkıbaz etmek; kenarını tutturmak ciltlemek; (huk.) senetle bağlamak; donmak; bağlayan şey. bind over veya down (huk.) mali kefaletle bağlamak
- bingo -- bingo oyunu.
- biography -- hayat hikâyesi
- biopsy -- biyopsi.
- birch -- huş ağacı; bu ağacın kerestesi; bu ağaçtan yapılmış falaka değneği; bu denekle sopa atmak.
- bird -- kuş; hindi gibi hayvanlar; bedmintın oyunundaki top; (argo) herif; yuha çekme; kuş tutmak; (k.dili) tayyareci
- birl -- yuvarlanmak
- birth -- doğum; soy; başlangıç; zuhur. birth control doğum kontrolü. birthday doğum günü .birthmark doğuştan var olan yüz veya vücuttaki leke. birthplace doğum yeri. birth rate nüfusa göre doğum oranı. birthright doğuştan kazanılan hak. birthstone bir kimsenin doğduğu ayı temsil eden ve kendisine uğur getirecedine inanılan taş. give birth to doğurmak
- bisect -- ikiye bölmek; (geom.) iki eşit parçaya ayırmak. bisection ikiye bölme. bisector (geom.) açıortay.
- bishop -- piskopos; (satranç) fil; sıcak ve baharatlı şarap; piskopos tayin etmek. bishop' miter shell firavun tacı
- bit -- bir aletin keskin olan ucu; matkap; gem; anahtarın kilide giren kısmı; gemlemek; tahdit etmek; parça; kısa zaman; bilgi iletme birimi; (sahnede) ufak rol; (A.B.D.); ing. pek az değerli ufak para; (A.B.D.) yirmibeş sentin yarısı: two bits yirmibeş sent; ufak; az .a bit biraz
- bitch -- dişi köpek veya kurt; kancık; (argo) Şirret kadın; kötü kadın; (argo) şikâyet etmek; acemice iş yapmak. bitchy orospu tabiatlı
- bite -- ısırmak; sokmak (arı v.b.); oltaya vurmak (balık); yakmak; aşındırmak; ısırık; diş izi; keskinlik (içki; acı.
- bitt -- (den.) geminin kablosunu biteye bağlamak; (den.)
- bitter -- acı keskin; sert; kötü. to the bitter end iş bitinceye kadar; ölünceye kadar. a bitter pill yenilir yutulur cinsten olmayan durum. bitterish acımsı. bitterly acı olarak. bitterness acılık.
- bitumen -- zift; ziftlemek.
- bivouac -- açık havada kurulan geçici ordugâh; açık hava ordugâhı kurmak; açıkta gecelemek.
- blab -- gevezelik etmek; ifşa etmek; geveze kimse
- black -- siyah renk; siyah boya; siyah elbise; zenci; siyah; karanlık; kirli; uğursuz; karartmak; kararmak; basılı şey; siyah beyaz resim. black art büyü. black belt judo'da en yüksek derece; (A.B.D.) siyahların beyazlardan daha çok olduğu bölge; (A.B.D.) toprağı siyah olan bölge. black body (fiz.) siyah cisim; içine bakılmadan kullanılacak cihaz. black coffee siyah kahve; morarmış göz; kara leke. blackeyed Susan öküzgözüne benzer bir çeşit sarı papatya. black face (tiyatro) zenci rolüne girmiş beyaz adam; (matb.) siyah baskı. black flag siyah flama korsan flaması. Black Forest Kara Ormanlar (almanyada) black hole hapishane koğuşu; cenaze arabası. black mark kara leke. black market kara borsa. black mass şeytana ibadet ayini. black medic kelebek otu; tiyatro v.b.'nde ışıkların sönmesi. black out karartma tatbikatı yapmak; geçici olarak şuurunu veya görme duyusunu kaybetmek. black pepper karabiber. black power zencilerin talep ettikleri toplumsal ve kanuni hakları temsil ve temin eden güç. black pudding kıyma; Faşist bir kurulusun üyesi black tea siyah çay. blackthorn karaçalı; smokin. black walnut bir nevi siyah ceviz .black widow zehirli bir örümcek; karanlık olma.
- blackball -- kırmızı oy; karşı oy kullanmak; toplum dışı etmek.
- blackberry -- böğürtlen; ayı dutu
- blackbird -- karatavuk
- blackboard -- kara tahta
- blacken -- karartmak; lekelemek
- blackguard -- alçak kimse; alçak; küfretmek
- blackjack -- cop; büyük içki bardağı; bir kâğıt oyunu; (bot.) bir çeşit küçük meşe; siyah korsan flaması.
- blackleg -- (bayt.) bir cins sığır vebası; dolandırıcı; ing. greve uymayan işçi.
- blacklist -- kara liste; kara listeye almak
- blackmail -- t. şantaj; tehditle birinden para koparma; şantaj yapmak. blackmailer şantajcı.
- blacktop -- asfalt; asfalt ile kaplamak. blackwater fever (tıb.) karasu humması.
- bladder -- (anat.) mesane; iç lastik. air bladder (zool.) hava kesesi. gall bladder safra kesesi.
- blade -- bıçak ağzı; kılıç; ince uzun yaprak; kalemtıraşın ağzı; kürek palası; delikanlı; pervane kanadı. blade bone kürek kemidi.
- blah -- (A.B.D.)
- blame -- ayıplama kabahat; azarlarnak; sorumlu tutmak. be to blame for suçlu olmak
- blanch -- ağartmak; sararmak; kabuğunu soyarak beyaz kısmını ortaya çıkartmak (badem v.b.); haşlayarak rengini açmak.
- bland -- yumuşak; şahsiyetsiz
- blandish -- yağcılık etmek. blandishment yağcılık; albeni
- blank -- boş; manasız; son şeklini almamış; şaşkın; boş ve açıklık yer; üzerinde yazı olmayan kağıt; piyangoda boş numara; nişan tahtasnın ortası; kurusıkı fişek; (argo) çok düşük kaliteli uyuşturucu madde; feshetmek; iptal etmek; ilga etmek; sövmek; (spor) hasmının sayı yapmasını önlemek. draw a blank neticesiz kalmak; hatıra getirememek. blankbook not defteri. blank cartridge kurusıkı fişek. blank endorsement açık ciro. blank verse kafiyesiz on heceli nazım şekli. blankly ifadesiz bir şekilde; anlamsızlık.
- blanket -- battaniye; ince bir tabaka halinde olan bir şey; birkaç şeyi veya durumu kapsayan; battaniye ile örtmek; üstüne örtü çekmek; geniş çapta içine almak; mâni olmak; geminin rüzgârını tutmak; battaniye içinde havaya atıp tutmak.
- blare -- boru sesi; yüksek ses; boru gibi ses çıkarmak; herkese ilân etmek
- blarney -- yaltaklanma
- blaspheme -- küfretmek
- blast -- ani esen rüzgâr; düdük sesi; yaprakların soğuk veya rüzgârdan kavrulması; patlama; (argo) gürültülü eğlenti; (argo) uyuşturucu maddenin kuvvetli etkisi; tahrip etmek; yakmak
- blat -- (k.dili.) düşünmeden söylemek; melemek.
- blather -- saçma sapan konuşmak; saçma laf.
- blaze -- büyük alev; parlaklık; alevlenme; atın alnındaki beyaz işaret; yolun kolayca bulunması için ağaçların gövdelerine kazılan işaret; (çoğ.); alevlendirmek; saçmak (ışık); ilân etmek; ağaçların gövdesine işaret koymak suretiyle yol göstermek.blaze away ateş etmeye devam etmek; herhangi bir işi hararetle devam ettirmek. Go to blazes! Cehenneme git ! Defol !
- blazon -- hanedan arması; armacılık; fiyaka; renklerle süslemek; arma çizmek
- bleach -- beyazlatmak; beyazlanmak; çamasır suyu
- blear -- ağrı vermek; karartmak; çapaklı
- bleat -- melemek; meleme
- bleb -- (tıb.) kabarcık.
- bleed -- kan kaybetmek; akmak; su boşaltmak; (matb.) sayfanın kenarına kadar basmak; bitkilerin özü gibi akmak; kan ağlamak; (k.dili.) para çekmek
- blemish -- bozmak; leke
- blench -- ürkmek; ağartmak. blencher tehlikeli veya tatsız seylerden çekinen kimse.
- blend -- karıştırmak; harman olmak; harman; (dilb.) yakın anlamlı iki ayrı kelimenin kaynaşmasından meydana gelen kelime.
- bless -- takdis etmek; Allahtan niyaz etmek; inayet etmek; mesut etmek.
- blight -- bitkileri kavuran ve mahveden yaygın birkaç çeşit hastalık; samyeli; herhangi bir felâket meydana getiren afet; soldurmak; kurutmak; bu hastalıklardan birine yakalanmak.
- blimp -- keşif balonu; sevk ve idare kontrolu olan herhangi bir balon.
- blind -- kör; anlayışsız; şuursuz; duygusuz; anlaşılması güç; gizli; çıkmaz; körü körüne olan; (k.dili.) sarhoş; kör etmek körleştirmek; gözünü almak; perde; pusu; neticesi ümitsiz görunen iş. blind date (k.dili.) karşı cinsten evvelce tanışmadığı bir kimse ile gezmeye gitme. blind side görmeyen gözün olduğu taraf (tek gözlülerde); basiretsizlik
- blinder -- körleten şey; siper teşkil eden herhangi bir şey; (A.B.D.) atın göz siperi.
- blindfold -- gözlerini bağlamak; salim kafayla düşünmesini engellemek; gözü bağlı; düşüncesiz; gözbağı.
- blink -- göz kırpmak; yarı kapalı gözlerle bakmak; göz atmak; pırıldamak; kaçınmak; göz kırptırmak; göz kırpma; bakış nazar; pırıltı.
- blinker -- ışıklı sinyal verirken kullanılan alet; atların arkalarını veya yanlarını görmelerini önlemek için takılan meşin göz siperi; (argo) göz; (çoğ.) güneş gözlüğü
- blip -- radar ışık aksi.
- blister -- kabarcık; yakı; (ask.) uçağın üsünde bulunan ve içine silah yerleştirilen saydam odacık; kabarmak; kabartmak; azarlamak. blistery kabarcıklı; azarlayıcı.
- blizzard -- tipi
- bloat -- şişirmek; balık tutsülemek; şişmek; (bayt.) hayvanın yediği yeşilliklerin mayalanmasından dolayı işkembe veya bağırsak yollarında gaz toplanması.
- blob -- su kabarcığı; damla; leke.
- block -- büyük parça (ağaç; bitişik bir sıra bina; blok; iki kavşak arasındaki mesafe; tahta tezgah; mezatlarda tellalın üzerinde satış yaptığı tahta; üzerinde kelle uçurulan tahta; şapka kalıbı; makara; (d.y.) sinyalleri beraber çalışan hat bölümü; engel; (psik.) bilinçdışı engel; tıkamak; döviz muamelesini kısıtlamak veya durdurmak. blockhead kalın kafalı kimse; (bir arabayı) tahtalar üzerine oturtmak. children' blocks kutu şeklinde oyuncak tahtalar. go to the block mezada çıkarılmak; idama gitmek
- blockade -- (den.); denizden abluka etmek; etrafını çevirmek. blockader abluka eden düşman gemisi. run the blockade ablukayı yarmak.
- blond -- açık renk; sarışın kimse; ipek tül veya dantel; bilhassa siyah veya beyaz ipek dantel.
- blood -- kan; bitkilerin suyu; kan dökme; mizaç; nesep soy; asalet; kan rabıtası; akrabalık; delikanlı. blood bank kan bankası. blood blister kan oturması. blood corpuscle (anat.) kan cisimciği. blood count kan sayımı.blood feud kan davası. blood group kan grubu. blood heat kan ısısı; diyet. blood poisoning kan zehirlenmesi .blood pressure tansiyon. blood relationship kan bağı. blood serum (biyol.) kanın renksiz sıvı kısmı; merhametsizce. of one blood aynı ırktan
- bloody -- kanlı; kan gibi; kana susamış; Ing.; kana bulamak
- bloom -- çiçek; çiçek açma; tazelik; yanakların pembeliği; meyva üzerindeki buğu; (mad.) dökülmüş demir kütük; çiçeklenmek; çiçek gibi taze ve sıhhatli olmak; çiçek açtırmak
- blossom -- çiçek; çiçek vermek; gelişmek; hali vakti yerinde olmak. in blossom baharı açmış
- blot -- leke; ayıp; silme (yazıda); lekelemek; karartmak; kurutma kağıdı ile kurutmak; gelişigüzel boyamak; lekelenmek; emmek (kurutma kağıdı)blot out bozmak; ortadan silmek; tavlada açık pul; herhangi bir meseledeki açık veya zayıf nokta.
- blotch -- büyük leke; derideki kabartı; lekelemek
- blouse -- bulüz; sarkmak
- blow -- darbe; hamle; ani gelen bela; rüzgar; (k.dili) övünme; esmek; üflemek; rüzgara kapılmak; çalmak; solumak; (k.dili.) övünmek; (A.B.D.); üfleyerek itmek; (cama) üfleyerek şekil vermek; (atı) yorgunluktan çatlatmak; (sinek) ette yumurtlamak; (argo) bol bol harcamak; (argo) tepesi atmak .blow great guns fırtına halinde esmek (rüzgar) blow hot and cold (k.dili.) kararsız olmak; (mad.) yakmak (ocak) blow off istim salıvermek; (argo) hiddetle parlamak. blow out üfleyip söndürmek; patlamak (lastiği); dinmek (fırtına); atmak (sigorta); üfleyip pisliğini çıkarmak. blow over dinmek (fırtına); unutulmak; havaya uçurtmak; (foto.) buyütmek; patlamak; patlak vermek (fırtına); (k.dili.) çok kızmak
- blowtorch -- lehim lambası
- blubber -- balina yağı; ağlayış; hüngür hüngür ağlamak; ağlarken (bir şeyler) söylemek; şişkin
- blue -- mavi renk; çivit; mavi üniformalı kimse; sembolü mavi olan bir zümrenin üyesi; mavi; katı kurallara dayanan; müstehcen; maviye boyamak; çivitlemek. black and blue çürük; yüksek okulların imtihanlarında kullanılan genellikle mavi kaplı defter; sınav; ingiliz parlamentosuna veya diğer bir resmi daireye ait mavi kaplı kitap. blue blood asil kan; aristokrat. blue cheese (iyi cins) mavi peynir. blue chip sağlam bir şirketin hisse senedi; kumarda en kıymetli olan mavi fiş. blue-collar işçi sınıfına ait blue devils yeis; şahsi davranışları sert bir şekilde tanzim eden kanunlar; hüzün duymak. out of the blue aniden; deniz; mavilik. the blues hüzün
- blueberry -- yaban mersini.
- blueprint -- mavi kopya; proje; mavi kopya çekmek; tasarlamak.
- bluff -- tok sözlü; sarp; kayalık; blöf yapmak; bir şeyi blöfle elde etmek; blöf
- blunder -- gaf; gaf yapmak; düşünmeden söz söylemek
- blunderbuss -- alaybozan tüfeği; aptal kimse.
- blunge -- kili su ile karıştırarak çamur hazırlamak.
- blunt -- kör; lafını sakınmayan; anlayışı kıt; hissiz; körletmek; açıkça. bluntness pervasızlık; keskin olmayış.
- blur -- bulanıklaştırmak; bulaştırmak; bulanmak; leke
- blurb -- ilan; kitap kapağındaki reklam.
- blurt -- ağzından kaçırmak
- blush -- kızarmak; utanmak; pembeleşmek (çiçek; kızartmak; kızarma; utanma; pembelik. at first blush ilk bakışta. blush rose pembe renkli bir çeşit gül; kırmızımsı bir renk. blusher yüzü kızaran kimse. blushful yüzü kızaran. blushingly yüzü kızararak.
- bluster -- şiddet ve gürültüyle esmek (rüzgar); yüksek sesle tehdit savurmak; patırtı etmek; gürültü; yüksekten atma
- board -- kereste; (çoğ.); oyun tahtası (satranç); mukavva; masa; yiyecek; idare heyeti; (den.) geminin yanı veya bordası; (den.) volta seyrinde bir rüzgara karşı gidilen yol. above board dürüst; kaybolmak (fırsat) on board gemide. tread the boards sahneye çıkmak; tahta döşemek; para karşılığında yiyecek içecek temin etmek; (vapur veya trene) binmek; pansiyoner olmak; denç borda etmek.
- boardwalk -- deniz kıyısında tahtalardan yapılmış kaldırım.
- boast -- övünmek; iftihar etmek; keski ile kabaca şekil vermek; övünme
- boat -- kayık; kayık tabak; sandalla gezmek; sandal ile taşımak
- bob -- hafifçe eğmek; kısa kesmek (saç); hafifçe vurmak; demet; şakul; kısa kesilmiş saç modeli (kadın ve çocuklarda); balık yemi; olta mantarı; hafif bir darbe; baş hareketi; ing.; (A.B.D.) bir çeşit kızak veya kayak.
- bobble -- (A.B.D.)
- bobtail -- kısa kuyruk; kuyruğu kesilmiş hayvan; kısa kuyruklu.
- bode -- (bak.) bide.; işaret olmak; (eski) kehanet etmek
- body -- beden; ceset; gövde; bir şeyin ana bölümü; karoser (araba); (geom.) üç buutlu cisim; yoğunluk; cisim. body corporate (huk.)uki şahıs. bodyguard muhafız asker. body politic hükümetin idaresi altında birleşmiş halk topluluğu. body snatcher ceset hırsızı. just keep body and soul together kıt kanaat geçinmek; şekil vermek; şekil yönünden temsil etmek.
- bog -- bataklık; bataklık bölge; bataklığa ömülmek veya batmak. bogbean su yoncası. bog down tecrübe sonucunda başarılı olamamak. bogland bataklık arazi bog moss bataklık yosunu. bog oak bataklıktan çıkarılan abanoza benzer meşe ağacı. bog ore bataklıklardan çıkarılan bir çeşit demir cevheri. bog rush bataklık sazı. bog spavin atın okçesinin iç tarafında hası1 olan şiş. bogtrotter bataklık arazide oturan kimse. boggy bataklıklı.
- bogey -- golfta başa baştan bir vuruş fazla.
- boggle -- ürkmek; iç acemilik; paniğe kapılma. boggler ürkek kimse.
- boil -- kaynamak; öfkeden köpürmek; haşlanmak; kaynatmak; kaynama; kısaltmak; öfke veya heyecanını bastıramamak; (tıb.) çıban.
- bold -- cesur; atılgan; arsız; çarpıcı; dik
- boll -- tohum kabuğu veya zarfı (pamuk
- bolo -- tek yüzlü uzun bir çeşit bıçak.
- bolster -- uzun süs yastığı; yastık; yastıkla beslemek; (gen.) "up" ile desteklemek
- bolt -- sürgü; kilit dili; cıvata; fırlama; top (kumaş; yıldırım; kısa kalın ok; kitabın kesilmemiş kenarları ve sayfaları; süngülemek; fırlamak; düşünmeden söylemek; çiğnemeden yutmak; top veya rulo haline koymak (kumaş; ansızın yerinden fırlamak; (A.B.D.); (partisine) destek olmaktan kaçınmak; ansızın; elemek; eler gibi dikkatle gözden geçirmek.
- bolus -- normalden daha büyük olan hap; topak
- bomb -- bomba; aerosol bombası; (jeol.) yanardağın dışarı püskürttüğü küre veya elips şeklindeki lav kümesi; bombardıman etmek; bomba patlatmak. bomb bay (ask.) uçakta bombanın atıldığı bölüm.
- bombard -- topa tutmak; üzerine varmak; en eski cins top.
- bombast -- abartmalı söz veya konuşma.
- bombproof -- bomba geçmez.
- bond -- bağ irtibat; ip; fertleri bir grup halinde bir araya getiren ilişki; yapışıklık; yapıştırıcı madde; mukaveler bono; gümrüğü ödenmemiş malların hükümette muhafaza edilme durumu; kefalet; örgü (duvar); kefalete raptetmek; ipotek etmek; duvar örmek. bondage kölelik; toprağa bağlı köylü. bond paper iyi cins mektupluk kağıt. bondservant köle. bondslave köle
- bone -- kemiklerini ayyrmak; gübre olarak toprağa ufalanmış kemik ilave etmek; balina geçirmek (korse; (argo) çok çalışmak; kemik; (çoğ.) iskelet; balina (korse için); (k.dili) zar. bone ash kemik kulu. boneblack yanık kemiklerden yapılan siyah boya. bone china icinde kemik külü olan tabaklar. bone-dry kupkuru. boneless kemiksiz. bone meal kemik tozu. bone setter çıkıkçı
- bonfire -- şenlik ateşi
- bong -- gong gibi ses çıkarmak; gong sesi.
- bongo -- tropikal Afrika ormanlarında yaşayan
- bonjour -- (Fr.) bonjur
- bonnet -- bağcıkları olan kadın ve çocuk şapkası; başlık şeklindeki kapak; ing. arabanın motor kapağı; başlık giydirmek.
- bonsai -- göze hoş görünmesi için çeşitli metotlarla fazla büyümesi engellenmiş ağaç; bu çeşit ağaç büyütme sanatı.
- bonus -- ikramiye
- boo -- (ünlem) Bööö !
- boob -- (A.B.D.)
- booby -- budala kimse; bir oyun veya müsabakada en kötü oyuncu; sınıfın en tembel talebesi. booby hatch (A.B.D.); gizli tuzak.
- boohoo -- hüngür hüngür ağlamak; hıçkırarak ağlama sesi.
- book -- deftere geçirmek; yer ayırtmak; tutmak; ismini kaydetmek; kitap; cilt; (müz.) livre; (tiyatro) senaryo; (iskambil) bir takımın kazandıgı el sayısı; (briç.) kazanılan ilk altı el; müşterek bahis defteri. the Book Kitabı Mukaddes. book of matches kibrit paketi. book club abonelerine indirimli fiyatla kitap satan firma. book muslin ince frenk tülbenti. book review bir kitabı inceleyen yazı; tam örnek. on the books kaydedilmiş; salahiyetsiz.
- bookmark -- kitapta sayfayı belirtmek için kullanılan kağıt; kitabın sahibini gösteren etiket
- bookplate -- kitabın iç kapağına yapıştırılan ve sahibinin ismini gösteren desenli kağıt.
- boom -- top gibi derin ve kuvvetli bir ses çıkarmak; vızıldamak; hamle yapmak; (A.B.D.) hızla büyümek; ileri gitmek; hızla ilerleme veya yükselme (ticaret; hamle; gürleme; vızıltı (arı; (den.) seren; akıntının kütükleri götürmemesi ve gemilerin seyrine engel olunması için set şeklinde konulmuş ve araları zincirli tomruk dizisi; bu sınırın içinde kalan bölge.
- boomerang -- Avustralya yerlilerince silah olarak kullanılan ve ileri doğru fırlatılınca geri gelen eğri bir değnek; ortaya atanın aleyhine dönen durum veya plan.
- boondoggle -- (A.B.D.); faydasız işlerle meşgul olmak.
- boose -- (bak.) booze.
- boost -- (A.B.D.) arkasından itmek; lehinde konuşarak yardımcı olmak; artırmak; destek; artma
- boot -- çizme; ing. (bot.); ayak ve bacağı sıkıştıran çizme benzeri işkence aleti; ing. arabanın bagajı; koruyucu tabaka; (A.B.D.) acemi deniz eri; tekme; (argo) azletme; tepeleyip geçmek.; çizme giydirmek; çizme şeklindeki aletle işkence yapmak; (argo) tekmelemek; futbolda tekme atmak; (argo) işten çıkarmak; (eski) veya (şiir) fayda etmek; yararlı olmak; (eski) fayda; çare. What boots it? Faydası ne? Neye yarar?. to boot ilaveten
- bootblack -- ayakkabı boyacısı
- bootjack -- çizme çekeceği.
- bootleg -- (A.B.D.) kaçak içki; kaçak olarak imal; kaçak; kaçakçılıkla ilgili.; içki kaçakçılığı yapmak; kaçakçılık etmek; satmak üzere üzerinde kaçak eşya bulundurmak.
- booze -- ing. booze; içki alemi; kafayı çekmek
- bop -- (argo) vurmak; (müz.) bap
- bo-peep -- saklanıp sonradan "boo" diye ortaya çıkarak oynanan cocuk oyunu.
- border -- kenar; hudut; bir resim veya yazının etrafındaki süs. borderer sınırda oturan kimse. borderland sınır bölgesi. borderline sınır güçlükle ayırt edilebilen.; sınır koymak; sınır meydana getirmek; sınırdaş olmak; benzemek; eğiliminde olmak.
- bore -- (bak.) bear.; can sıkmak; can sıkıcı kimse veya olay; delik açmak; delik; kalibre; kabarma sonucu oluşan yüksek tepeli dalga.
- borrow -- ödunç almak; (mat.) ödunç almak (çıkarma işleminde) borrow trouble önceden tasasını çekmek. borrowing başka bir dilden alınan kelime veya deyim.
- bosh -- (k.dili) saçmalık
- bosom -- göğüs; elbisenin göğsü kaplayan kısmı; samimi çok yakın; göğüse ait. bosom friend samimi dost; bağrına basmak; gizlemek
- boss -- (A.B.D.); (A.B.D.) patron amir; (A.B.D.) kendi seçim bölgesinde partinin örgütünü denetleyen politikacı; kontrol etmek; fazla otoriter ve sert olmak.; (bot.); (mim.) fildişi; kabartmalarla süslemek.
- botanize -- ing. -ise inceleme yapmak için kırlardan bitki toplamak; bitkileri yerinde incelemek.
- botch -- beceriksizce yamamak; kabaca tamir etmek; bozmak; kabaca yapılmış yama; beceriksizlik. botchy (kaba) yamalı
- bother -- sıkıntı; canını sıkmak; endişe etmek
- bottle -- şişe; emzik; bebekler için süt.; şişeye koymak; susturmak.
- bottleneck -- dar geçit; engel; iş1erin yürümesini engelleyen kimse veya durum.
- bottom -- dip; esas; vadi; (den.) karina; dayanma gücü; iskemlenin oturulacak yeri; (k.dili.) kıç; dip koymak; bir şeyin asIına inmek; tesis etmek; esasına dayanmak; dibine inmek
- boult -- (bak.) bolt.
- bounce -- sıçramak; gürültüyle veya hızla bir yere dalmak; sıçratmak; (A.B.D.); (argo) yol vermek; sıçrayış; (k.dili) hayatiyet; ing.; (argo) kovma
- bound -- sekmek; sektirmek; bağlı; ciltli; mecbur. bound to win mutlaka kazanacak. bound up in bağlı; sıçrayış; (gen.) (çoğ.) hudut; hudutlamak; kuşatmak; hudutlannı çizmek; hemhudut olmak; gitmeye hazır
- bourgeois -- (Fr.) burjuva; orta sınıf; orta sınıfa mensup; zarafet ve incelikten yoksun. bourgeoisie' orta sınıf
- bourgeon -- (bak.)burgeon.
- bout -- kuvvet gösterisi; nöbet; devre.
- bow -- baş; filikada pruvacı.; baş eğerek selamlama; başını eğerek selamlamak; eğmek; başını eğdirmek; başını eğerek yol göstermek; ezmek. bow and scrape yaltaklanmak.; yay; okçu; kavis; gökkuşağı; boyunduruk; fiyonk; (müz.) yay ile çalmak. bow tie papyon kravat
- bowdlerize -- bir eserden ahlaka aykırı olduğu düşünülen kısımları çıkarmak veya değiştirmek; ıslah etmek.
- bowel -- bağırsak; (gen.) (çoğ.)ç iç kısımlar; bağırsaklarını çıkarmak. bowel movement dışkı çıkarma; dışkıç
- bower -- etrafına kameriye yapmak; ihata etmek; iç "Euchre'' denilen iskambil oyununda bacak; (şiir) bahçe köşkü; (den.) pruvada iki lenger çapadan biri.
- bowl -- kase; tas; tahta top; birkaç tip top oyunu.; bir çeşit top oyunu oynamak; top gibi yuvarlamak; top atmak. bowl over vurup devirmek; şaşırtmak
- bowstring -- kiriş; iple boğarak öldürmek.
- box -- kutu; bir kutu dolusu miktar; hediye kutusu; loca; külübe (bakçi veya nöbetçiler için); av külübesi; at arabalarında arabacının oturduğu yer; yolcu veya yük kompartımanı; mil yatağı; müşkül durum; (gazet.) çerçeveli kıslm; (beysbol) oyuncuların topa vurdukları yer. box calf bir çeşit kahverengi buzağı derisi. box camera basit ve ayarsız fotoğraf makinası. boxcar kapalı yük vagonu; arkası bele oturmayan palto. box drain kapalı lağım. boxfish sandıkbalığı; (k.dili.) bir temsilden elde edilen hasılat. box pleat plikaşe. boxwood şimşir kerestesi; şimşir; el veya yumruk darbesi; tokat veya yumruk atmak (bilhssa kulağa); boks maçına girmek; boks yapmak. boxer boksör.; kutuya veya sandığa koymak; (gen.) "up" ile kutulara yerleştirmek; (den.) orsada boca ve pupa ederek gemiyi yeniden orsaya getirmek. box the compass (den.) pusulaya göre kerteleri sırayla saymak.
- boxhaul -- (den.) orsada boca ve pupa ederek gemiyi yeniden orsaya getirmek.
- boy -- erkek çocuk; delikanlı; (aşağ.) genç uşak. boy friend (k.dili) erkek arkadaş. boy scout erkek izci.
- boycott -- boykot yapmak; boykot.
- brace -- bağ; (mak.) matkap kolu; (den.) prasya; (gen.) (çoğ.); (tıb.) destek; ing.; çift; iki veya daha çok satırı birbirine bağlayan işaret; sağlamlaştırmak; birbirine tutturmak; (den.) prasya etmek. brace up (k.dili) kuvvet vermek; sıkmak
- brachiate -- (bot.) dalları geniş ve karşılıklı olan.
- bracket -- dirsek; altından destekle tutturulmuş raf; vergi değerlendirmesi için gelire göre yapılan ayırım; parantez; parantez içine almak; destek veya dirsek ile tutturmak; bir tutmak; hedefi makas içine almak.
- brad -- ince ve küçük başlı çivi.
- brag -- övünmek; övmek; övünme; övürlen kimse; ovünülecek şey.
- braid -- örmek; kurdele veya bant ile tutturmak; şerit veya sutaşı ile süslemek; örgü; şerit; kurdele; saç örgüsü şeklindeki motif veya süs.
- brail -- (den.) yelken ipi; istinga etmek.
- braille -- körlerin parmaklarıyla dokunarak okumaları için kabartma harflerden meydana gelen bir baskı sistemi.
- brain -- kafasını yarmak; beyin dimağ; (çoğ.) kavrayış; (k.dili.) ani gelen ilham. brain trust bir grup danışman. brainwash beyin yıkamak. brain wave (biyol.) beyin akımı; (k.dili.) birdenbire akla gelen parlak fikir. beat one's brain kafa yormak
- braise -- eti veya sebzeyi yağda çevirdikten sonra kendi suyuyla yavaş yavaş pişirmek.
- brake -- çalılık. braky çalıyla kaplı.; fren; keten ve kenevir liflerini ayırmak için kullanılan tokmak veya makina; fren yapmak; fren tertibatı takmak; iş1emek (keten veya keneviri) brake adjustment (oto.) fren ayarı. brake block tekerlek baskı takozu; bir çeşit büyük eğreltiotu
- branch -- dal; akarsu kolu: dal budak salmak; kollara ayrılmak; bölmek; elişi ile süslemek. branch off ikiye ayrılmak; konu dışına çıkmak. branch out geniş1emek
- brand -- marka; dağlama; namus lekesi; dağlamada kullanılan demir; yanan veya yarı yanmış odun parçası; (eski); dağlamak; lekelemek
- brandish -- sallamak; sallama
- brandy -- konyak. brandied konyağa yatırılmış.
- brash -- (A.B.D.) aceleci; yüzsüz; ufalanmış kaya parçaları; dalgaların sahile getirdigi buz parçacıkları; (leh.) hastalık krizi; sağanak.
- brass -- pirinç (madeni alaşım); pirinçten yapılmış alet veya eşya; (müz.) pirinçten yapılmış nefesli çalgılar; (A.B.D.); (argo) para; kendine güven; küstahlık; pirinçten yapılmış
- brattice -- bir maden ocağında hava deliği meydana getiren tahta v.b.'nden yapılmış bölme.
- bravado -- kabadayılık
- brave -- cesur; yağız; yiğit kimse; Kızılderili savaşçı; cesaretle karşı koymak
- bravo -- (ünlem) Aferin! Bravo!; haydut
- brawl -- gürültülü munakaşa; (A.B.D.); eski bir Fransız halk oyunu; kavga etmek; patırtı etmek; gürül gürül akmak.
- brawn -- iyi gelişmiş adale; adale kuvveti; haş1anmış yabani domuz eti.
- bray -- anırma; anırmak; gürültülü ve hoşa gitmeyen sesler çıkarmak.; ezmek
- braze -- pirinçle kaplamak; pirince benzer hale getirmek; pirinçten imal etmek; pirinç veya çelikle kaynak yapmak.
- brazen -- pirinçten yapılmış; pirinç gibi; utanmaz; yüzsüzlükle karşılamak; yüzünü kızdırmak. brazen a thing out işi pişkinliğe vurmak.
- breach -- kırık; ihlâl; bozulma; balinanın suda sıçraması; dalgaların sahile vurarak kırılması; (eski) yara; gedik veya rahne açmak. breach of the peace asayişi ihlâl etme
- bread -- ekmek; maişet; (argo) para breadbasket ekmek sepeti; (mec.) tahıl ambarı; (argo) mide. bread crumb ekmek kırıntısı; (k.dili.) geçim
- break -- kırmak; ihlâl etmek; bir yerini kırmak; bozmak; sona erdirmek; nüfuz etmek; iflâs ettirmek; bozdurmak (para); kaçmak; (elek.) devreyi bozmak; parçalanmak; kopmak (fırtına): kesilmek; birdenbire yön değştirmek; fırlamak; ilgisi kesilmek; sudan fırlamak (balık); top atmak; yiyeceği birlikte paylaşmak. break down işlemez hale gelmek; ruhen yıkılmak; kendinden geçmek; itiraf etmek; teslim olmak; yıkmak; tahlil etmek; kısımlara ayrılmak. break a fall düşüşü hafifletmek. break ground inşaatın ilk kazısını yapmak; başlangıç yapmak. break a habit kötü alışkanlıktan kurtulmak. break in zorla girmek; lafa karışmak; alıştırmak. break into tecavüz etmek; alıştıra alıştıra haber vermek. breakoff kırılıp ayrılmak; birdenbire durmak; ilişiğini kesmek. break open kırmak; (tıb.) dökmek (sivilce; (hapishane v.b.'(den.) firar etmek. break out in song birdenbire şarkı söylemeye başlamak. break a promise sözünden vaz geçmek. break a record rekor kırmak. break a strike grevi dağıtmak. break up dağılmak; dağıtmak; bozuşmak; (argo) kendini tutamayıp gülmek. break a will (huk.) vasiyetnameyi bozmak. break wind yellenmek; kırık; atılma; kaçış; ani kesiş; az bir miktar; (k.dili.) fırsat; (k.dili.) gaf; (elek.) devrenin bozulması; cazda solo bölüm; borsada ani fiyat düşüşü; (matb.) paragraflar arasındaki fasıla; (matb.)
- breakfast -- kahvaltı; kahvaltı etmek; kahvaltı çıkarmak
- bream -- çipura; çapak; sarıgöz; sarpa; (den.) karina yakmak
- breast -- göğüs; sine; göğüs germek; göğüslemek. breastband eyerin göğüs kayışı; (den.) iskandil atan neferin göğüs verip dayandığı halat. breastbone göğüs kemiği
- breathe -- nefes almak; hafifçe esmek; yaşamak; koku neşretmek; nefes alıp vermek; fısıldamak; ifade etmek; agzından püskürtmek; hayat vermek; nefes aldırtmak. breathe again veya freely rahat nefes almak.
- breech -- kuyruk takmak (tüfeğe); pantolon giydirmek.; kıç; top kuyruğu. breech block topun kuyruk kapağı
- breed -- doğurmak; çiftleştirmek; özel olarak yetiştirmek; sebep olmak; gelişmek; hâsıl olmak; türemek; cins; çeşit
- breeze -- ing. kok ve mangal kömürü artığı kul ve kömür parçaları.; hafif rüzgâr; ing.; (k.dili.) coşarak gitmek
- brevet -- subayların fahri ve salâhiyetleri sınırlı olarak atandıkları bir üst rütbe.
- brew -- mayalama yoluyla bira gibi içkiler yapmak; hazırlamak; bir defada çekilen miktar (bira); mayalanmak suretiyle hazırlanmış içki. be brewing patlamak üzere olmak.
- bribe -- rüşvet; rüşvet teklif etmek veya vermek. bribery rüşvetçilik.
- brick -- tuğla; (k.dili.) mert ve iyi bir kimse; tuğla döşemek; (k.dili.) hoşa gitmeyen söz veya tenkit
- bride -- dantel veya nakışta motifleri birbirine bağlayan (bağlaç.); süslü kadın şapkası şeridi.; gelin
- bridesmaid -- düğünde gelinin yanında bulunan genç kız.
- bridge -- köprü; kaptan köprüsü; (anat.) burun kemiği; (dişçi.) köprü; (müz.) köprü; gözlüğün buruna oturan kısmı; köprü yapmak; (iskambil) (briç.)
- bridle -- eyerin atın başına isabet eden kısmı; gem; bağ; (den.) iki gemi demirini birleştiren zincir veya halat. bridle hand dizgini tutan el; gem vurmak; hareketlerini sınırlamak; baş kaldırmak; karşı gelmek.
- brief -- kısa; özet; (huk.) dava özeti; lâyiha; üzerinde Papa'nın mührü bulunan mektup; özetlemek; ing.
- brigade -- tugay; ekip; bir araya getirmek; alayları tugaylara göre tanzim etmek.
- bright -- parlak; renkli; şeffaf; muhteşem; zeki; canlı; memnuniyet verici; parlak bir şekilde. brightly parlak bir şekilde. brightness parlaklık.
- brighten -- parlamak neşeli ve canlı olmak; parlatmak
- brilliantine -- briyantin; alpakaya benzer bir çeşit kumaş.
- brim -- bardak veya fincan gibi çukur bir kabın ağzı; dışarı doğru taşan veya çıkıntılı olan kenar; ağzına kadar dolu olmak; ağzına kadar doldurmak. brimful ağzına kadar dolu. brimmer ağzına kadar dolu kadeh veya kâse.
- brine -- tuzlu su; deniz; deniz suyu; tuzlu suya bastırmak salamura etmek.
- bring -- getirmek; hâsıl etmek; sevketmek; icbar etmek; beraberinde getirmek. bring an action; ayıltmak; doğurmak; sebep olmak. bring forward ileri sürmek; hesap yekününü nakletmek. bring home to ikna etmek; arzetmek; kazandırmak bring off başarı1ı olmak. bring on husule getirmek; neşretmek. bring over kandırmak; aklını başına getirmek; kendi buyruğuna tabi etmek. bring up yetiştirmek büyütmek: yaklaşmasını sağlamak. bring up the rear bir sıranın sonuna gelmek.
- brisk -- canlı; canlandırmak; canlanmak
- bristle -- kalın ve sert kıl; tüylerini kabartmak; diken diken olmak (saş; sert kılları andıran bir şeyle dolu veya kaplı olmak; dikeltmek. bristly kıllı; öfkeli.
- brit -- ufak ringa balığı; bir cins kabuklu ufak deniz hayvanı.
- broach -- matkap; delmek; fıçı açmak; çekmek; ortaya atmak; (den.) birdenbire orsaya gelip fazla yatmak.
- broadcast -- radyo ile yayınlamak; saçmak; etrafa yaymak (dedikodu v.b.); radyo ile yayın yapmak; saçma suretiyle tohum ekmek; radyo yayını; neşriyat; yayınlanmış; neşriyata ait; saçılmış; geniş bir alana yayılmak üzere. broadcaster radyo ile yayın yapan kimse veya firma; etrafa yayan kimse.
- broaden -- genişlemek
- broadside -- (den.) borda; borda ateşi: geniş taraf: kötü muamele: eskiden halka dağıtılan bir yanı basılmış el ilanı.
- brocade -- brokar; desenli olarak dokumak.
- brogue -- bir nevi erkek ayakkabısı; bir çeşit kaba ve sağlam ayakkabı.; ingilizce'de irlanda aksanı.
- broil -- ızgara yapmak; kızartmak; fazla ısıya maruz kalmak; sabırsızlık v.b.'nden tutuşmak; ızgara. broiler et veya balık pişirmeye mahsus ızgara veya tava; ızgaralık piliç.; münakaşa
- broke -- (bak.) break; (k.dili.) meteliksiz
- broker -- simsar
- bromate -- (kim.) bromat asidinin tuzu; bromin ile karıştırmak.
- bronze -- bronz; bronz rengi; bronzdan yapılmlş sanat eseri.; bronzlatmak; güneşte yakmak
- brooch -- broş
- brood -- kuluçkaya yatmak: derin derin düşünmek; damızlık. brooder kuluçka makinası; arpacı kumrusu; düşünceye dalan.
- brook -- çay; tahammül etmek
- broom -- saplı süpürge; katır tırnağı (bot.) Genista scoparia. butcher' broom Yalova mercam; tavşan memesi
- brother -- erkek kardeş; aynı cemiyette üye. brotherhood kardeşlik; bir kuruluş veya kuruma üye olanlar. brotherin-law enişte; kayınbirader: bacanak. brotherliness kardeşçe oluş. brotherly erkek kardeşe özgü
- brow -- kaş: alın: çehre
- browbeat -- sert bakış veya sözlerle gözünü korkutmak
- brown -- kahve rengi; kahverengi; güneşten yanmış; Malezya ırkına mensup; karartmak; esmerletmek; kızartmak. brown bread siyah ekmek. brown paper kahverengi veya diğer koyu renk bir ambalaj kâğıdı. brown study derin ve ciddi düşünceler
- browse -- (otlamak; (kitabı) gözden geçirmek; fidanların ve ağaçların taze sürgünleri veya dalları.
- bruise -- çürütmek; incitmek; dövmek (havanv.b.'de); çürük peyda etmek; incinmek; çürük; (k.dili.) kaba ve güclü adam.
- bruit -- etrafa yaymak
- brunch -- (A.B.D.)
- brunt -- darbe
- brush -- fırça; fırçalama: çok tüylü kuyruk; müfreze çarpışması; (elek.) fırça; fırçalamak; süpürmek; hafifçe dokunmak; aceleyle ve telâş1a hareket etmek. brush aside brush away bir kenara itmek; tozunu almak. brush up tazelemek.; çalıllk; yer yer meskun olan ormanlık bölge. brushwood çalı çırpı; sık çalılık
- brut -- sek.
- brutalize -- hayvanca veya gaddarca davranmak
- brute -- hayvan; hayvan gibi adam; insanların hayvanca arzu ve duyguları; düşüncesiz; hayvan gibi vahşi; zalim; şehvete ait
- bub -- (k.dili) kardeş
- bubble -- kabarcık; değersiz ve göz boyayıcı herhangi bir şey; sahte hareket; kaynayış; kaynamak; kaynatmak; coşkun.
- bubbler -- fıskıye
- buccaneer -- korsan
- buck -- sıçramak (at); sıçrayıp binicisini sırtından atmak; (A.B.D.); A.B..D.; (mad.) ezmek. buck for (A.B.D.); erkek geyik; erkek hayvan; aldırışsız delikanlı; (A.B.D.) (argo) dolar. buck bean su yoncası
- bucket -- kova; tulumba pistonu. bucket seat çanak biçiminde koltuk. bucket shop borsa hisseleri üzerinden vurgun yapan; meyhane gibi yer. kick the bucket (argo) nalları dikmek; kova ile taşlmak veya çekmek; dörtnala at koşturmak; borsa hisseleri üzerinden vurgun yapmak; süratle hareket etmek veya ettirmek.
- buckle -- toka; toka veya kopça ile tutturmak; ısı veya basınç ile bükülmek
- buckler -- kalkan; (den.) loça kapağı; muhafaza etmek
- buckram -- tela; suni ve fazla resmi tavır; tela ile beslemek.
- bud -- tomurcuk; gelişmemiş; sürmek; gelişme çağında olmak; tomurcuklandırmak; (bahç.) aşı yapmak; ABD
- buddy -- (A.B.D.)
- budge -- kımıldamak; kımıldatmak
- budget -- bütçe; bütçe yapmak
- buff -- (araba; cilt yapmak; kahverengimsi sarıya boyamak; tesirini azaltmak.; güderiye benzer kalın bir çeşit deri; özellikle askerlerin giydiği kalın deri palto; kahverengimsi sarı renk; bu deriden yapılmış; kahverengimsi sarı renkte. in the buff (k.dili)
- buffalo -- birkaç cins yaban sığırı; kara sığır; gözdağı vermek. buffalo grass boğa otu. buffalo moth bir cins bokböceği tırtılı. buffalo robe bizon derisinden yapılmış diz örtüsü. bull buffalo kara boğa. water buffalo manda; su sığırı
- buffer -- tampon; cilt yapmada kullanılan bir araç. buffer arm tampon kolu. buffer beam tampon kirişi. buffer letter kaynaştırma harfi buffer state tampon devlet.
- buffet -- tokat; şok tesiri yapan ani bir olay; tokatlamak; karşı gelmek; el ve yumruk darbeleriyle karşı koymak; büfe; şeklinde verilen hafif yemek.
- buffoon -- soytarı
- bug -- böcek; (k.dili.) mikrop; ing. tahtakurusu; Volkswagenin ufağı; (argo) gizli dinleme cihazı; (k.dili.) (makina; (k.dili.) gizli dinleme cihazı yerleştirmek; (argo) kızdırmak
- bugbear -- yersiz korku uyandıran gerçek dışı herhangi bir şey; (eski) yaramaz çocukları yiyen umacı.
- bugger -- kulampara; alçak herif; (argo) herif; kimse; kulamparalık etmek; bozmak. buggery oğlancılık.
- bugle -- boru; boru çalmak; boru çalarak çağırmak. bugler boru çalan kimse.; (bot.) mayasıl otu; (çoğ.)unlukla siyah olan ve elbiseleri süslemekte kullanılan uzun cam boncuk
- build -- bina etmek; (iskambil) elinde toplamak; inşaatçılık yapmak; plan yapmak veya kurmak; yapı; toparlanmak; gelişmek; evlerle doldurmak; göklere çıkarmak
- bulb -- çiçek soğanı; ampul
- bulge -- çıkıntı; (A.B.D.); bel vermek; çıkıntı yapmak; pırtlamak; dışarı uğratmak
- bulk -- şişmek; cüsseli veya önemli olmak; şişirmek; hacim; büyük kısım; ambalajlanmamış yük veya eşya. in bulk dökme halinde; toptan.
- bull -- boğa; diğer bazı hayvanların erkeği; boğa gibi kimse; vurguncu kimse; gaf; (A.B.D.); (argo) saçma; buldok cinsi köpek. bull calf erkek buzağı. bull market borsada fiyatların devamlı yükselişi. bull session (A.B.D.); tipik bir ingiliz. take the bull by the horns cesaretle zor bir işe girmek.; (kıs.) bulletin.
- bulldog -- buldok; büyük saplı tabanca.
- bulldoze -- üstünden buldozer geçirmek; (A.B.D.)
- bulldozer -- buldozer; (A.B.D.)
- bullet -- mermi; küçük top. bulletproof kurşun geçmez.
- bulletin -- bildiri
- bullock -- iğdiş edilmiş boğa
- bullwhip -- kalın kırbaç.
- bully -- (ünlem); (ünlem) Bravo ! Aferin !; konserve sığır eti.; kabadayı; zorbalık etmek
- bulwark -- siper; siper ile korumak
- bum -- (A.B.D.); ing. but; başkalarının sırtından geçinmek; ödünç alıp geri vermemek. on the bum (argo) bozuk çalıçmaz durumda; serseri hayatı yaşayan. bum' rush zorla dışarı atılış bum trip (argo) uyuşturucu maddelerin kötü etkisi.
- bumble -- acemice iş yapmak.
- bump -- vuruş; şiş; vurmak; yerinden olmak. bump off (argo) öldürmek
- bumper -- (oto.) tampon; ağzına kadar dolu kadeh veya bardak; mebzul
- bun -- çörek; çörek şeklinde kıvırımış saç.
- bunch -- demet yapmak; salkım halinde meyva vermek.; salkım; kambur. bunchflower (bot.) yabani çörek otu.
- bunco -- (A.B.D.)
- bund -- rıhtım; rıhtım caddesi.; (Al.) birlik; dernek.
- bundle -- paket; kundak; yığın; toplamak; acele olarak bir yere göndermek; (slang) sepetlemek; veda etmeden aceleyle gitmek; soyunmadan aynı yatakta yatmak. bundle up sarınıp sarmalanmak.
- bung -- tapa; fıçı deliği; tıpalamak; dövmek
- bungle -- acemice iş yapmak; acemice yapılan iş
- bunk -- ranza; (k.dili.) herhangi bir çeşit yatak; ranzada yatmak; rahatsız bir yerde yatmak. bunkhouse işşi yatakhanesi.; (A.B.D.)
- bunker -- yeraltı sığınağı; (den.) ambar; golf sahasında kumluk çukur veya toprak tümsek gibi topun gidişine engel olan kısım.
- bunt -- tos vurmak; (beysbol) topa hafifçe vurmak; tos; (beysbol) topa hafifçe vurma.; (den.) yelken eteğinin orta yeri; balık ağının şişen kısmı.; bir çeşit buğday hastalığı; bu hastalığın sebebi olan mantar
- buoy -- (den.) şamandıra; cankurtaran simidi veya yeleği; suyun yüzünde tutmak; su yüzüne çıkmak
- burble -- fıkırdamak; fıkırtı; (hav.) kanadın kenarındaki hava çalkantısı.
- burden -- yük; sorumluluk; yük taşıma kapasitesi; yüklemek; yüklenmek; üstüne çullanmak. burden of proof ispat kulfeti; esas konu; nakarat. burden of a song bir şarkının nakarat kısmı.
- burgeon -- tomurcuk; tomurcuk ve filiz vermek
- burglar -- ev soyan hırsız .burglar alarm hırsıza karşı konan alarm tertibatı.burglar proof hırsıza karşı emniyet tertibatı olan.
- burglarize -- k.ili ev soymak.
- burgle -- k.ili ev soymak.
- burke -- boğmak; dolambaçlı bir davranışla bir seyden sıyrılmak.
- burl -- kumaş veya iplikte rastlanan düğüm; yumru; dokunmuş kumaştan düğümleri temizlemek.
- burlesque -- hicvederek güldüren; gülünç; hicviye; hicvetmek
- burn -- yanmak; ışık saçmak; parıldamak; tutuşmak; yakmak; kavurmak; pişirmek : (A.B.D.); (A.B.D.); yanıp bitmek. His ears are burning Kendisi yokken methediliyor.; yanık; pişirme (tuğla veye kiremit); iskoç çay
- burnish -- cilalamak; parlatmak; cilâ; mühre perdah kalemi.
- burp -- (A.B.D.) (k.dili.) geğirme; geğirmek.
- burr -- bazı meyva tohumlarının dikenli kabuğu; kozak; sırnaşık adam; çapak; ayla; (dişçi) frez; kalem pürüzü; çiğ ipekten kalan iplik; "r" harfinin titrek olarak söylenmesi; bir çeşit sert değirmen taşı.
- burrow -- oyuk; barınak; tünel kazmak; bir oyuk veya yuvada gizlenmek.
- burst -- patlama; mermi atılması; bir el silah atımında yapılan atış; açılma; göz önüne serilme; yarılmak; boşanmak (göz yaşı; had safhaya gelmek; gözle görülür hale gelmek; patlatmak
- burthen -- (bak.) bur(den.)
- bury -- gömmek; gizlemek; bertaraf etmek. bury the hatchet geçmişi unutup barış yapmak. bury one's sorrows kederini saklamak
- bus -- otobüs; k.ili binek otomobili; otobüsle gezmek; otobüsle taşımak.bus bar elektrik bağlama çubuğu. bus boy lokantada kirli tabakları toplayan işçi.
- bush -- çalı; (mak.) zıvana; çalı ile örtmek; çalıdan yapılmış tarakla taramak. beat about the bush sadede gelmemek.
- bushel -- kile; ing. 4/5 kile. hide one's light under a bushel örnek olmak istememek; yeteneğini gizlemek.; (A.B.D.) biçimini değiştirmek
- busk -- korseyi dik tutan kemik veya madeni balina.
- buss -- (eski) ve (leh.) öpücük; öpmek.
- bust -- (k.dili.) patlamak; iflâs etmek; patlatmak; mahvetmek; orduda rütbesini tenzil etmek; vurmak; göğüs. bust; (argo) mahvolma; (slang) top atma; içki âlemi.
- bustle -- telâş etmek; acele ettirmek; telaş; eskiden kadınların eteklerini kabarık tutmasl için kalça kısmına taktıkları yastık gibi şey. hustle and bustle telâş
- busy -- meşgul; hareketli; işgüzar; meşgul etmek iş vermek; meşgul olmak
- but -- (edat.); (bağlaç.) fakat; sadece
- butcher -- kasap; katil; (A.B.D.) trenlerde şeker ve sandviç satışı yapan adam; kasaplık hayvan kesmek; zalimce öldürmek; berbat etmek
- butler -- bir evin baş erkek hizmetkârı; kethuda
- butt -- herhangi bir şeyin enli ucu veya sapı; dipçik; izmarit; (argo); alay konusu olan kimse; nişan talimi yapılan yerin arkasındaki duvar veya toprak yığını; bitişik olmak; bitişmek; iki şeyin enli uçlarını birbiriyle birleştirmek.; tos vurmak; kafa atmak; araya girmek; tos; fıçı (şarap; bir oylum ölçü birimi
- butter -- tereyağı; ekmeğe sürülen diğer yumuşak maddeler; tereyağı ilâve etmek veya sürmek; (k.dili.) yağlamak
- butterfly -- kelebek: kelebek gibi bir yerden bir yere gayesi oimaksızın dolaşan kimse
- button -- düğme; tomurcuk; küçük mantar; elektrik düğmesi; ar-go Kızılderililerin uyuşturucu madde niyetine çiğnedikleri dikensiz bir nevi kaktüsün ku-rutulmuş tepe kısmı; düğmelemek; düğme dikmek veya koymak
- buttonhole -- ilik; ilik açmak; yakasına yapışmak. button-holer ilik açan alet veya kimse.
- buttress -- payanda; desteklemek.
- buy -- satın almak; alıcı durumunda olmak; alış; ABDsatın alınan şey; ABD; hisse almak: sahibi için geri almak; (argo) üyeliğe kabul parası vermek. buy of rüşvetle elde etmek; satın almak. buy out bütün hisselerini almak. buy over rüşvetle (birini) satın almak. buy up tümünü satın almak
- buzz -- vızıltı; dedikodu; vızıldamak; fısıldamak; konuşmak; (ing); vızıltıya benzer bir ses çıkarmak; bir dedi-kodu veya şayiayı yaymak; vızıltıya benzer seslerle haberleşmek; (k.dili) telefon etmek; (hav.) alçaktan uçmak; alçaktan uçarak birisini selamlamak. buzz about bir iş yapıyormuş gibi ortada dolaşmak.
- cab -- taksi; tek atlı binek arabası; lokomotif veya kamyon sürücüsünün oturduğu üstü kapalı kısım.
- cabal -- fitne; gizlice çalışan küçük bir grup entrikacı; böyle bir grup kurmak; komplo hazırlamak.
- cabbage -- Iahana. drum-head cabbage top lahana; (ing) çalınmış bir şey; çalmak
- cabin -- kulübe; kamara; kabin veya kamarada yaşamak; küçük bir yere kapamak
- cabinet -- camlı ve raflı olan dolap; kabine; küçük özel oda; dolap ile ilgili; gizli. cabinetmaker ince iş yapan marangoz. cabinetwork ince marangozluk.
- cable -- kablo; (den.) gomene; kablo ile çekilen araba.; kablo ile raptetmek bağlamak; kablo döşemek sualtı kablosu ile telgraf çekmek. cablegram sualtı kablosu ile çekilen telgraf.
- cabob -- şiş kebabı.
- cache -- (Fr.) erzak; böyle bir yere gizlemek
- cachet -- (Fr.) mühür; alameti farika; kapsül
- cachinnate -- yüksek sesle gülmek; isterik kahkahalar atmak. cachinna'tion isterik kahkahalar.
- cackle -- gıdaklamak; kesik kesik gülmek; gürültülü bir şekilde konuşmak; gıdaklama; gevezelik cackler geveze kimse.
- caddy -- daha ziyade çay koymaya mahsus küçük kutu
- cade -- annesi tarafından terkedilmiş ve elde büyütülmüş (hayvan yavrusu); yabani ardıç
- cadence -- ritim; sesin yavaşlaması; (müz.) perdenin derece derece inmesi; ahenkli
- cadge -- (k.dili.) dilenmek.
- cage -- kafes; hapishane; asansör; iskele (inşaatlarda); kafese kapamak
- cajole -- aldatmak
- cake -- kalıplaşmak; katılaşmak; pasta; kalıp; küspe. take the cake (k.dili) birinci gelmek. That takes the cakel Aşk olsunl cakes and ale hayatın neşesi; rahat içinde yaşama.
- cakewalk -- Amerikan zencilelerinin oynadığı bir çeşit oyun; çalımla dolaşmak.
- calamine -- (min.) tutya taşı. calamine lotion kalamin losyonu.
- calcify -- kireç haline koymak; kireçlenmek; kalsiyum tuzları ile sertleştirmek; taş haline gelmek.
- calcimine -- badana; badana etmek
- calcine -- yakarak toz haline getirmek veya gelmek; kirecimsi bir hale gelmek.
- calculate -- hesap etmek; saymak; ayarlamak; ABD; düşünmek; tahminde bulunmak; upon veya on ile güvenmek; tahmin.
- calendar -- takvim. calendar year takvim senesi. Chinese calendar gün ve ayları altmışlık devrelerle ayarlanmış olan ve 12 kameri aydan meydana gelen eski bir
- calender -- perdah makinası; perdahlamak; kalender
- calenture -- (tıb.) tropikal memleketlerde görülen
- calibrate -- ayar etmek. calibra'tion ayarlama; öIçü işareti.
- calk -- buz mıhı; (bak.) caulk.
- call -- bağırma; ötüş ötme (kuş); boru (avcılıkta); boru sesi; kısa ziyaret; celp; lüzum ihtiyaç; hak iddia etme; yoklama. call girl fahişe.calling card kartvizit. call letters radyo istasyonlarını belirten harfler. call number kütüphanelerde kitapları sınıflandıran numara. close call dar kurtulma. direct call ara santralsız konuşma. local call şehir içi konuşma. long distance call şehirlerarası konuşma; bağırmak; davet etmek; bağırarak ilgi çekmek; çağrıda bulunmak; telefon etmek; isimlendirmek; ... olarak kabul etmek; haykırmak; ilgi çekmek için yüksek sesle konuşmak; uğramak; telefonla aramak; (iskambil) istemek.call at uğramak. call attention to dikkatini çekmek. call back geri çağırmak; arayan kimseye telefon etmek. call down niyaz etmek; (k.dili) azarlamak. call for istemek; gerekli olmak. call forth ortaya çıkmasına sebep olmak. call in toplamak (para; yüksek sesle okumak; iptal etmek. call out yüksek sesle konuşmak; işbaşına çağırmak; greve çağırmak. call to mind hatırlamak; askeri vazifeye çağırmak; telefon etmek.
- callus -- (çoğ.) -luses) nasır; kırık kemiğin etrafında hasıl olup kaynamasına yardım eden madde; (bot.) yaraları onaran doku; nasırlaşmak.
- calm -- sakin; sukunet; yatıştırmak; sakinleşmek
- calumniate -- iftira etmek
- calumny -- iftira.
- calve -- buzağı doğurmak; parçalara ayrılmak (buzul; buzağı doğurtmak; parçalara ayırmak
- calypso -- kalipso
- cam -- (mak.) kam
- camber -- kavis meydana getirmek; hafifçe bükülmek; dışbükey yapmak; kavis; (hav) kanadın bükümlülüğü.
- cameo -- kabartma hakkedilmiş kıymetli taş
- camouflage -- (ask.) kamuflaj; kamufle etmek
- camp -- bayağı veya gülünç hareketlerde bulunan kimse; adilik; bayağı eser; adi; dikkati çekmek için göz alıcı bir şekilde giyinmek ve davranmak; (argo) adileştirmek. campy yapmacık; adi.; kamp; ordugâh; kampa çıkma; kamp çadırları; askerlik hayatı; bir fikrin veya idealin taraftarları topluluğu. camp chair portatif sandalye. Camp Fire Girls ABD-de kız izci teşkilâtına benzeyen bir örgüt. camp follower orduyu takip eden sivil veya fahişe; yardakçı. camp meeting büyük çadırda dini toplantı; kamp kurmak konaklamak; kampa yerleştirmek; konaklatmak.
- campaign -- sefer; kampanya; belirli bir sonuca ulaşmak için mücadele: mücadele etmek; kampanyaya katılmak. campaigner kampanyaya katılan kimse.
- camphor -- kafur
- campus -- üniversite veya okul arazi ve avlusu; okulda kalma cezası vermek.
- can -- (ed; çöp tenekesi; ABD; (argo) yüznümara; (argo) kaba et; konserve yapmak; kutulara doldurmak; (argo) kovmak; (argo) filime veya teybe almak. Can it (I.) Yeter be (I.); (could) (-ebil-); yerine will be able to kullanılır); (k.dili.) izinli olmak: Can (I.) go ? Gideyim mi ?; (kıs.) Canada
- canal -- kanal; su yolu; (anat.) içinden damar
- canalize -- kanal açmak; kanallara sevketmek; (tıb.) kanal açarak cerahati akıtmak. canaliza'tion kanal açma.
- canary -- kanarya kuşu; kanarya sarısı; Kanarya adalarında yapılan bir çeşit tatlı beyaz şarap. canary flower kanarya çiçeği
- cancan -- kankan
- cancel -- üstüne çizgi çekmek; iptal etmek; geçersiz hale koymak; (matb.) çıkarmak; (mat.) kısaltmak; çizgi çekme; çıkarma. cancela; işaretleme; iptal olunan şey; çıkarma.
- candidate -- aday; talip. candidateship adaylık
- candle -- mum; (yumurtaları) ışığa tutarak muayene etmek. Peter doesn-t hold a candle to Mary. Peter; gece gündüz eğlenmek.
- candy -- şeker; şekerleme yapmak; şerbet içinde kaynatmak; şekerleme haline getirmek. candy pull akide şekerine benzer bir şekerin yapılışı nedeniyle gençlerin toplanması.
- cane -- baston; kamış; boğürtlen veya ahududunun sapı; baston ile dövmek; kamışla kaplamak
- canister -- (çoğ.)unlukla madenden yapılmış olan çay
- canker -- (tıb.) ağızda meydana gelen yara; yozlaştıran herhangi bir şey; atların tabanlarında hâsıl olan yara; bitkilerin gövdelerinde görülen bir hastalık; pamukçuk hâsıl etmek; çürütmek; pamukçuğa tutulmak; çürümek
- cannibalize -- bir diğerini tamir etmek için bozulmuş araba
- cannon -- top; (mak.) bir şaft üzerinde serbestçe hareket eden (mil); bilardo oyununda karambol; koşum takımında bir çeşit gem; (zool.) incik kemiği; topa tutmak; gülle gibi fırlatmak. cannon ball gülle. cannon bone incik kemiği. cannon fodder (ölmek ihtimali ile) savaşa giden askerler. cannon shot top ateşi; top menzili.
- cannonade -- top ateşi; topa tutmak; bombardıman etmek.
- canoe -- hafif sandal
- canonize -- öImüş bir kimseyi kilisece kabul edilen azizler listesine dahil etmek; takdis etmek; muteber addetmek. canoniza'tion azizlik mertebesine yükseltme.
- canopy -- gölgelik; gök kubbe; gölgelemek; kaplamak
- cant -- meyil; şiv; yatay kesit; eğmek; ani bir hareketle fırlatmak; eğilmek; dönmek.; yapmacık; riyakârlık; belirli bir zümre; (argo); riyakâr bir şekilde konuşmak: dinsel konularda samimiyetsizce davranmak; murailik etmek; dilenmek
- canter -- eşkin gidiş (at); eşkin gitmek; eşkin sürmek.
- cantilever -- (mak.) dirsek; binanın dışarıya çıkık olan kısmı. cantilever bridge her biri bir ayak üzerinde dengeli oturan iki parçadan ibaret köprü.
- cantillate -- tilâvet etmek
- cantle -- eyerin arka kaşı; köşe; parça bölüm.
- canton -- idari bölümlere ayırmak; (kanton ) askerleri konaklatmak. cantoral kantonlara ayırmayla ilgili.; Kanton. Canton crepe ince ve hafif bir cins krep ipekli kumaş. Canton flannel bir yüzü tüylü pamuklu kumaş. Cantonese' Güney; Güney çin dili.; kanton; bir bayrağın bölümü.
- canvas -- yelken bezi; çadır; yelken; kanaviçe; (güz) (san) tuval; tuval üzerine yapılmış resim. canvasback Kuzey Amerika'ya mahsus yabani ördek. under canvas; yelken açmış.
- canvass -- kapı kapı dolaşarak oy veya sipariş toplamak; tetkik etmek; soruşturmak; muzakere etmek; sipariş toplama; oy toplama; tetkik; soruşturma; seçim kampanyası. canvasser sipariş veya oy toplayan kimse; tetkik eden kimse.
- cap -- (kıs.) Civil Air Patrol.; kep; zirve; kapak (tüp; tabanca mantarı: tapa; (argo) uyuşturucu ilaç kapsülü. cap and bells saray soytarısının giydigi çıngıraklı kukuleta. cap in hand hürmetkarane. blasting cap dinamit tapası. a feather in one's cap koltukları kabartan başarı. set one's cap for (argo) tavlamaya çalışmak (erkegi); (-ped -ping) baş1ık geçirmek; örtmek; tamamlamak; daha iyisini yapmak; kapak veya örtü vazifesi görmek. cap the climax beklenileni aşmak; tepesine tüy dikmek.
- capacitate -- muktedir hale koymak; salahiyet vermek
- caparison -- eyerin veya dizginin üstüne örtülen süslü örtü; kıyafet; haşe örtmek; süslemek
- cape -- pelerin; burun. The Cape
- caper -- kebere; sıçramak; sıçrama; kaprisli davranış; (argo) soyma
- capitalize -- sermayeye katmak; büyük harf ile yazmak. capitalize on kendi menfaatine çevirmek
- capitulate -- teslim olmak; silâhları bırakmak.
- capon -- semizleşmesi için kısırlaştırılan horoz.
- capriole -- sıçrayış; atın durdugu yerde dört ayağı üstüne sıçraması.
- capsize -- alabora olmak; alabora etmek
- capsule -- kapsül; (bot.) tahıl veya tohumu içinde saklayan kuçük kese; (anat.); özlü. capsular kapsüle benzer; kapsül içinde. capsulated kapsül şekli verilmiş; kapsül içinde saklanmış.
- captain -- kaptan; şef; deniz albayı; kaptanlık etmek; liderlik.
- caption -- manşet; (huk.) kanuni vesikanın düzenlendiği zaman ve yeri gösteren başlangıç kısmı.
- captivate -- büyülemek
- captive -- esir; tutkun kimse; esir düsmüş; baskı altında; esarete ait; büyülenmiş. captiv'ity esaret; tutkunluk. captive audience ABD zoraki dinleyiciler.
- capture -- zaptetmek; esir etmek; zaptetme; esir
- caracole -- binicilikte yarım çark hareketi; bu hareketi yaparak at sürmek.
- caramel -- tatlılara renk ve lezzet vermede kullanılan yanmış şeker; karamela.
- caramelize -- yanmıs şeker haline gelmek veya koymak.
- caravan -- kervan; üstü kapalı büyük yolcu veya yük taşıyan araba; kamyon; (ing) arabanın arkasına takılarak çekilen tekerlekli seyyar ev.
- carbolize -- karbol asidi katmak.
- carbon -- (kim) karbon; kopya kağıdı
- carbonado -- ızgara et veya balık; ızgara yapmak; gelişigüzel kesmek; siyah elmas
- carbonate -- (kim) karbonat; kömür haline koymak; karbonata çevirmek.
- carbonize -- kömürleştirmek
- carboy -- damacana etrafında sepet örgü veya tahta muhafazası olan büyük şişe.
- carburet -- (kim) karbon ile birleştirmek veya doldurmak.
- carburize -- karbon ile birleştirmek. carburiza tion karbon ile birleştirme.
- card -- kart koymak (masaya); fişlemek; kart veya kartonlara yapıştırmak; (yünü; kart; tebrik kartı; kartvizit; üyelik kartı; giriş kartı; program; iskambil kağıdı; (çoğ.) kâğıt oyunları; (k.dili.) şakacı ve neşeli insan; yün
- care -- endişe; merak; gaile; dikkat; tedbir; (eski.) üzüntü; muhafaza etmek.; merak etmek; ilgilenmek; üstüne almak; hoşlanmak; beğenmek; arzulamak. (I.) don't care. Umurumda degil. Bana ne?
- careen -- (den) karinaya bastırmak; kalafat etmek; yan yatmak (gemi); ABD sarsılmak; karinaya bastırma
- career -- meslek; meslekte başarı kazanma; sürat; profesyonel. take up a career bir mesleğe girmek. career woman meslek sahibi kadın. in full career bütün hızı ile. careerist meslek bakımından ilerlemeye meraklı olan kimse.; hızla gitmek veya koşmak.
- caress -- okşama; okşamak
- carhop -- (A.B.D)
- caricature -- karikatür; karikatür sanatı; kötü taklit; karikatürünü yapmak; çizgilerle alaya almak. caricaturist karikatürcü
- carl -- (iskoç) iri yarı adam; (eski.) köylü
- carnify -- et haline gelmek; et gibi olmak. carnifica'tion et bağlama.
- carol -- neşeli şarkı; halk şarkısı; neşeyle şarkı söylemek; şarkı söyleyerek kutlamak. Christmas carol Noel ilahisi. caroler Noel şarkısı söyleyen gezginci kimse.
- carom -- bilardo oyununda karambol; geri tepme; karambol yapmak; çarparak geri tepmek.
- carouse -- içkili ve gürültülü eğlence; böyle bir toplantıya katılmak; içmek
- carp -- kusur bulmak; durmadan şikâyet etmek; tutturmak. carper kusur bulan kimse. carping fazla tenkitçi olan; yersiz tenkit. carpingly devamlı kusur bularak.; sazan (zool.) Cyprinus carpio. crucian carp havuz balığı
- carpenter -- marangoz; marangozluk etmek
- carpet -- halı; halı gibi bir örtü meydana getiren herhangi bir şey. carpet beetle güve gibi yün yiyen bir böcek. carpet sweeper halı süpürgesi. carpet tack halı çivisi. call on the carpet azarlamak.; halı döşemek; kaplamak; (ing) azarlamak
- carpetbag -- heybe carpetbagger Amerikan iç Savaşından sonra Kuzey'(den.) Güney'e giderek vurgun yapan kimse; vurguncu kimse
- carrot -- havuç
- carry -- taşımak; nakletmek; götürmek; çekmek; sürüklemek; -e hamile olmak; desteğini kazanmak; zaptetmek; satışa arzetmek; elde etmek; devam ettirmek; (mat.) geçirmek; menzili olmak; (mecliste) kabul edilmek; taşıyıcı vazifesi görmek; atıcı veya fırlatıcı kuvveti olmak (top); uzaktan duyulabilir olmak (ses); (başını) dik tutmak. carry a motion bir teklifi onaylamak. carry away asker olmak; silâh taşımak. carry away götürmek; büyülemek; (hesabı) yeni sayfaya nakletmek; öIümüne sebep olmak; başarmak; cesurca karşılamak; kazanmak (ödül) carry on devam etmek; deli gibi davranmak; ile meşgul olmak; flört etmek. carry out başarmak; tamamlamak; icra etmek. carry over aktarmak; tehir etmek. carry the day yenmek. carry three (mat.) elde var üç (toplama ve çarpmada) carry through bitirmek
- cart -- atlı yük arabası; el arabası; at arabası ile taşımak; taşımak. get the cart before the horse ters iş!er yapmak.
- cartel -- kartel; savaş halinde olan devletlerin esir mübadelesi için aralarında yaptıkları anlaşma; düelloya davet.
- carton -- karton kutu
- cartoon -- karikatür; seri halinde yayınlanan karikatür; hayvanların canlandırıldığı karton filim; büyük resim taslağı. cartoonist seri halinde karikatür çizen kimse.
- cartwheel -- el yardımı ile yanlamasına atılan takla.
- carve -- oymak; parçalara bölmek; oymalarla süslemek. carver oymacı.
- cascade -- şelale çağlayan; gorünüşü çağlayanı andıran havai fişek; çağlayan şeklinde dökülen herhangi bir şey; (elek) kademeli dizi.
- case -- durum; mesele; hasta; vaka; dava; (gram) ismin hallerinden biri; (k.dili.) garip bir kimse; (A.B.D); kutu; mahfaza; kın; kasa; çerçeve; matbaa tezgâhı; kutu veya mahfaza içine koymak
- cash -- para; peşin para; (çin ve doğu hint adalarında) ufak madeni bir para birimi. cash-and-carry peşin para ödeyip satın alınan. cash crop peşin para ile satılan mahsul. cash on delivery tesliminde ödenecek; (kıs.) (C.O.D) cash register otomatik kasa. payable to cash hamiline. petty cash küçük kasa; küçük masraf. ready cash eldeki para.; paraya çevirmek; tahsil etmek. cash in kumarda fişleri kasaya verip parasını almak; (A.B.D)
- cashier -- işine son vermek; veznedar
- cask -- varil; bir varil dolusu.
- casket -- (ABD) tabut; küçük kutu; kutuya koymak.
- casserole -- kapaklı toprak veya cam tencere; böyle bir tencerede pişirilen yemek; kimya laboratuvarlarında kullanlıan saplı küçük kap.
- cast -- (cast) atmak; cevirmek; olta atmak; yere yıkmak (güreşte); ayrılmak; dökmek (meyva; erken yavrulamak; bir kenara atmak; küreklemek; (oy) vermek; rol taksimi yapmak; döküm dökmek; toplamak; hesap yapmak; tasarlamak; göz onüne almak; bükmek; çarpıtmak; döküm kalıbı içinde şekil almak; kehanette bulunmak; kokuyu aramak (köpek); (den.) gemiyi rüzgarı arkasına alacak şekilde çevirmek. cast a horoscope yıldız falına bakmak. cast a shadow gölge yapmak. cast a spell upon büyü yapmak. cast a vote rey vermek. cast about düşünmek; ıssız adada bırakmak. cast down devirmek; canını sıkmak. cast off reddetmek; (den.) alarga etmek. cast up kusmak; sayıları toplamak; karaya vurmak. cast iron dökme demir; çok sert; atma; atılan şey; (kırık kemiğe) alçı; zar atma; zarda gelen sayı; artık sey; mesafe; balık ağı atma; (bir tiyatro oyunu veya filimde) rol alan kimseler; avcılıkta köpeklerin koku peşinden etrafa dağılmaları; şans; tertip; dökmecilik; döküm; kalıp; dış görünüş; çeşit; temayül; şaşılık; eğrilik; açık renk; az bir miktar. cast of mind düşunüş şekli.
- castigate -- paylamak; kınamak. castiga'tion paylama
- castle -- kale. şato; (satranç) kale. castle in the air; kaleye koymak veya kapatmak; (satranç) küçük veya büyük rok yapmak.
- castrate -- hadım etmek
- casuist -- ahlâk meseleleriyle ugraşan kimse. ahlâk kurallarını kendi isteğine göre yorumlamaya gayret eden kimse. casuis'(tic.) ahlâk kurallarıyla ilgili; ahlak kurallarınl kendi çıkanna göre yorumlayan. casuis'tically kendi çıkarına göre yorumlayarak.
- cat -- (kıs.) catalogue; kedi; kedigiller familyasından herhangi bir hayvan; dedikoducu ve kinci kadın; çelik çomak oyunu; yayın balığı; (den.) griva palangası; ABD.; denizde; (den.) bir çeşit duğüm. civet cat misk kedisi
- catalyze -- katalize etmek
- catapult -- mancınık; (ing) sapan; mancınık ile atmak; sapanla vurmak.
- catcall -- tiyatroda memnuniyetsizlik işareti olarak çalınan ıslık; ıslıklamak
- catch -- (caught) yakalamak; yetişmek (trene; suçustü yakalamak; vurmak; nefesini tutmak; takılmak (elbise; cezbetmek; büyülemek; yakalanmak; ateş almak; yayılmak; tutulmak; moda olmak. catch one' breath soluğunu tutmak; dinlenmek.catch one' eye dikkatini çekmek. catch up ani hareketle yerden almak; tutturmak; yetişmek; hatasını tespit etmek; dalmak.catch up to üstüne almak. catch-as-catch-can serbest güreş; fırsatları değerlendiren.; tutma; kilit dili; av; (k.dili.) müstakbel eş olarak düşünülen uygun kişi; parça; (k.dili.) bityeniği; (müz.) şarkının hatırda kalan bir iki mısraı
- catechize -- ilmihal öğretmek; sıkı sıkıya sorguya çekmek. catechizer ilmihal öğretmeni; sorguya çeken kimse.
- categorize -- sınıflandırmak; vasıflandırmak.
- catenate -- zincir gibi birbirine bağlamak
- cater -- yiyecek tedarik etmek
- caterwaul -- azgınlık zamanlarında kedilerin çıkardığı seslere benzer sesler çıkarmak; bu şekilde bağırmak; kediler gibi kavga etmek; azgın kedi sesi.
- catfish -- yayın balığı
- catholicize -- Katolikleştirmek; evrenselleşmek
- caucus -- (-ed; (ing) parti yönetim kurulu; parti disiplin kurulu; parti kurulu toplantısı yapmak.
- caudle -- hastalara içirilen (şarap
- caulk -- kalafat etmek; buz mıhı çakmak; macun. caulking hammer kalafat tokmağı. caulking iron kalafat kalemi
- cause -- sebep; harekete sevkedici unsur; gaye; (huk.) dava konusu. final cause asıl gaye. first cause asıl sebep. make common cause with işbirliği etmek; sebep olmak; doğurmak; netice meydana getirmek. causable bir sebebin neticesi olabilen.
- causeway -- ıslak veya bozuk arazide yayalar için yapılmış yol; şose; cadde; geçit yapmak.
- cauterize -- (ing)-ise (tıb.) yakmak
- caution -- tedbir; (eski.); ikaz etmek; ihtar etmek. cautionary uyarıcı.
- cavalcade -- süvari alayı; süvarilerin veya atlı arabalann geçit töreni.
- cavalier -- atlı; şövalye ruhlu kimse; kavalye; (bh) ingiltere kralı 1.Şarl taraftarı; kendini beğenmiş
- cave -- mağara. cave (man.) mağara adamı; (k.dili.) kaba ve hoyrat adam.; oymak; oyulmak; (k.dili.) teslim olmak
- caveat -- (huk.) alâkadar bir şahsın ilgili makamlara; ihtar
- cavern -- büyük mağara.
- cavil -- bahane aramak; bahane
- cavort -- ABD sıçramak
- caw -- karga sesi; karga gibi ötmek
- cease -- durmak; bitmek; bırakmak; durma; inkıta. without cease durmadan
- cede -- bırakmak; terk etmek; devretmek
- ceil -- tavan çekmek
- celebrate -- kutlamak; ilân etmek; ayin yapmak; bayram yapmak celebra'tion kutlama celebrator kutlayan kimse.
- celibate -- bekâr; özellikle dini sebeplerle evlenmeyen.
- cell -- hücre; küçük oda; ünite; (elek) pil. cell-block hapishanede birçok hücreden meydana gelen bölüm. cell fluid lenf. cell wall hücre çeperi. dry cell kuru pil. padded cell çok azgın deliler için duvarları pamukla kaplanmış hücre.
- cellar -- kiler; mahzen; bodrum; şarap mahzeni; şarap stoku. salt cellar tuzluk.
- cellophane -- selofan.
- cement -- yapıştırmak; beton ile kaplamak. cement good relations with.... ile dostluk kurmak.; çimento; tutkal; yapıştırma işinde kullanılan herhangi bir madde; (dişçi) dolgularda kullanılan alçı .cement block çimento briket. hydraulic cement su kireci. Portland cement Portland çimentosu .
- cense -- buhur yakmak
- censor -- sansürcü kimse; başkalarının ahlâki davranışlarını kontrol eden kişi; eski Roma cumhuriyetinde nüfus ve ahlâk meselelerine bakan yüksek rütbeli görevli; sansürcülük görevi yapmak; sansür koymak. censor'ial sansüre ait
- censure -- tenkit; itham etme; sert bir şekilde tenkit etmek; kabahatli bulmak; tasvip etmemek
- census -- sayım; eski Roma'da vergi sistemiyle ilgili olarak vatandaş ve (mal.) sayımı.
- centralize -- merkezileştirmek; hükümetin eli altında toplamak; merkezde toplanmak
- centrifuge -- santrifuj
- centuple -- yüz misli; yüz ile çarpmak; yüz misline çıkarmak.
- centuplicate -- yüz ile çarpmak; yüz misli; yüz katına çıkarılmış sayı veya miktar. centuplica'tion yüz ile çarpma.
- cere -- balmumlu beze sarmak; (eski.) balmumuna batırmak.
- cerebrate -- beyin faaliyeti göstermek; düşünmek.
- certificate -- belge; sertifika; ruhsat; diploma. birth certificate nüfus kâğıdı. health certificate sağlık belgesi. certificate of origin menşe belgesi; belge vermek; vesika veya sertifika sağlamak. certifica'tion belgeleme; ruhsat.
- certify -- tasdik etmek; referans vermek; teyit etmek; garanti etmek; deli olduğunu açığa vurmak.
- chafe -- ovarak ısıtmak; ovarak aşındırmak; taciz etmek; ısıtmak; ovmak; ovularak aşınmak; taciz olmak; tedirginlik; ovma neticesinde meydana gelen ısı; aşınma veya zedelenme. chafe at the bit işlerin geç kalmasından dolayı huzursuz olmak.
- chaff -- hububat kabuğu; saman; yem olarak kullanılan ufalanmış saman; önemsiz mesele; saçma ve anlamsız söz. chaffy kabuklu.; şakalaşmak; şaka
- chaffer -- pazarlık; pazarlık etmek; alışverişte bulunmak
- chagrin -- üzuntü
- chain -- zincir; (bağlaç.); öIçme zinciri. chain armor zincirden örülmüş zırh. chain belt zincir kayış. chain gang prangalı mahkumlar takımı. chain letter zincirleme mektup. chain lightning yılankavi şekilde görünen şimşek. chain of command komuta zinciri. chain of thought fikir silsilesi. chain reaction zincirleme reaksiyon. chain reactor atom reaktörü. chain smoker sigara tiryakisi. chain store aynı idareye bağlı mağazaların her biri. mountain chain dağ silsilesi. watch chain köstek.; zincirlemek; kayıt altına almak
- chair -- iskemle; makam; kürsü; başkanlık sandalyesi; elektrikli iskemle; sedye; tahtırevan; (d.y) rayı traverslere bağlamak için kullanılan bir cins destek. easy chair rahat koltuk. chair car koltuklu vagon. take the chair başkanlık makamına geçmek.; iskemleye oturtmak; makama geçirtmek; (ing) iskemleyle beraber omuzlarda taşımak.
- chairman -- (çoğ.)-men) başkan; tekerlekli iskemle sürücüsü chairmanship başkanlık.
- chalk -- tebeşirle yazmak veya işaret koymak; tebeşirle beyazlatmak; tebeşirle karıştırmak; rengini açmak. chalk up kazanmak; tebeşir; tebeşirle konan işaret; veresiye verilen her içki
- challenge -- meydan okuma; bir konuda açıklama yapmaya çağırma; (ask.) nöbetçinin "dur" emri veya kimlik sorması; (huk.) hâkim veya jüriyi reddetme; (ABD) oy pusulasının geçersizliğinin veya seçmenin yetersizliginin iddia edilmesi; meydan okumak; düelloya davet etmek; (fig.) 'hodri meydan' demek; (ask.) ''dur" emri vererek kimlik sormak; (huk.) hakim veya juriyi reddetmek; (ABD) oy pusulasının geçersiz veya seçmenin yetersiz olduğunu iddia etmek; iddia etmek; itiraz etmek; kokuyu bulunca havlamak (av köpeği) challengeable meydan okunabilir; tartışılabilir. challenger meydan okuyan kimse.
- cham -- (eski) kağan
- chamber -- oda; daire; saray veya resmi ikametgah odası; hâkimin oturum dışı konularda çalıştıgı oda; mahkeme; bölme; teşrii meclis; fişek yatağı (silâhlarda); odaya koymak; odaya kapatmak; oda vermek
- chamfer -- şev; oluk açmak
- chamois -- (çoğ.) chamois) dağ keçisi; bu hayvanın derisi
- champ -- (argo) şampiyon.; ısırmak; gürültü ile çiğnemek; ısırma ve çiğneme hareketleri yapmak; çeneyi ve dişleri çiğner gibi oynatmak.
- champagne -- şampanya; şampanya rengi; şampanyaya ait; bu renkte olan.
- champion -- savunmak; tarafını tutmak; şampiyon; savunucu kimse; mücadeleci kimse; galip. championship şampiyonluk.
- chance -- şans eseri olarak vaki olmak; tesadüfen meydana gelmek; rast gelmek; (k.dili.) . göze almak; denemek. chance on; talih; kader; ihtimal; fırsat; risk; riziko; şans eseri olan. by chance tesadüfen
- change -- değiştirmek; aktarma yapmak (tren vb); para bozdurmak; para değiştirmek; yatak takımlarını değiştirmek; değişmek; elbiselerini değışmek; yüzü solmak.change front (ask.) taarruz yönünü değiştirmek. change hands sahip değiştirmek.; değişim; sapma; yenilik; bir şeyin diğerinin yerini alması; bozukluk; aktarma; (müz.) çanlarla çalınan bir parçanın perde değişiklikleri. change of address adres değişikliği. change of air hava değişimi. change of life âdet kesilmesi; aynı konuyu değişik yollardan bıktırıncaya kadar anlatmak.
- channel -- kanala dökmek; kanal açmak; yatak (nehir); bir su yolunun derin kısımları; geniş boğaz; U demiri; (den) palasartalar; hat; oluk. the English Channel Manş Denizi. Channel Islands Angloormand Adaları.
- chant -- şarkı; tilavet; (müz.) nağme; monoton bir melodi; monoton ses tonu; şarkı söylemek; şarkı söyleyerek kutlamak; tilâvetle okumak (kur'an)
- chanticleer -- horoz.
- chap -- çatlak; cildi çatlatmak; toprağı; çatlamak; (k.dili.) adam
- chapel -- özel ibadet yeri; kilisenin özel törenlere ayrılmış bölümü; küçük kilise; bir okul; böyle bir kilisede yapılan ayin; kilise koro veya orkestrası; (eski) matbaa; bir basımevine bağlı olarak çalışan bütün matbaacılar.
- chaperon -- bir genç kıza veya gençler grubuna refakat eden kimse; himaye gayesiyle beraber gitmek
- chaplet -- başa takılan çelenk; bir dizi boncuk; tespihin üçte biri kadar olan küçük tespih.
- chapter -- bahis; ruhani meclis toplantısı; bölümlere ayırmak
- char -- bir cins alabalık.; (ing) hafif gündelik ev işi; yevmiye ile çalışmak.; (-red; yakarak kömür haline getirmek; kavurmak; ateşe tutmak; yanarak kömür haline gelmek
- character -- karakter; vasıf; hususiyet; şöhret; bonservis; statü; tip; (k.dili) garip kişiliği olan kimse; (tiyatro) karakter; işaret; alfabe. character actor karakter oyuncusu. character reference bonservis. in character karakterine uygun. Latin characters Latin harfleri. out of character karakterine aykırı.; oymak.
- characterize -- tanımlamak
- charcoal -- mangal kömürü; kara kalem; kara kalem resim.
- charge -- yüklemek; doldurmak (tüfek; doyurmak; (havayı) gerginleştirmek; (elek.) şarj etmek; emretmek; mükellef addetmek; fiyat talep etmek; hücum etmek; hesaba kaydetmek; emir verilince yere yatmak (köpek) charge off gözden çıkarmak; elden çıkarmak. charge with yüklemek; suçlamak; borçlandırmak.; yük; bir atışta kullanılan patlayıcı madde miktarı; görev; idare; emanet; mesuliyet; itham; masraf; ücret; vergi; (emir); borç; (elek.) şarj. charge account mağazada açık hesap. charge plate veresiye alışverişte gösterilen kağıt. in charge nezaret altında; amir; yönetici vasfında. take charge of mesuliyetini üzerine almak.
- chariot -- eski zamanlarda kullanılan iki tekerlekli savaş veya yarış arabası; dört tekerlekli hafif gezinti arabası; araba ile taşımak; araba ile gitmek; araba sürmek.
- charioteer -- savaş veya yarış arabası sürücüsü
- charleston -- çarliston dansı.
- charm -- cazibe; tılsım; muska; buyu; cezbetmek; sihirli bir güçle korumak; büyüleyici olmak
- chart -- (den) portolon; plan; çizelge; plan yapmak; harita yapmak. chartless haritasız.
- charter -- patent; gemi kira kontratı. charter member bir derneğin ilk üyelerinden biri; kiralamak; berat
- chase -- (t); kabartma işleri yapmak (maden üzerine); (matb.) harflerin muhafazasında kullanılan demir çerçeve; oluk.; kovalama; kovalanan herhangi bir şey; (ing) avlanabilinen alan; (ing) başkalarının arazisinde avlanabilme hakkı. give chase avlamak. the chase avcılık.; kovalamak; avlamak; (k.dili) koşmak
- chasse -- ç. yana doğru yapılan bir dans figürü; böyle dans etmek.
- chasten -- ıslah etmek için cezalandırmak; dersini vermek.
- chastise -- cezalandırmak dövmek chastisement döverek cezalandırma.
- chat -- teklifsizce konuşmak; gevezelik etmek; hoşbeş etmek; sohbet; birkaç cins ötücü kuş.
- chatter -- gevezelik; diş çatırdaması. chatter marks bir aletin titreşimi sonucu meydana gelen düzensiz çizikler.; gevezelik etmek; konuşur gibi sesler çıkarmak; çatırdamak (diş); (mak.) titreşim meydana getirmek; alelacele söylemek.
- chauffeur -- maaşlı hususi araba söförü; özel şöförlük yapmak.
- chaw -- (Ieh) çiğnemek: ağız dolusu.
- cheap -- ucuz; az zahmetle elde edilebilen; ucuzca; faizi ehven (borç para); bayağı
- cheapen -- ucuzlatmak; itibarını bozdurmak; ucuzlamak.
- cheat -- hile; oyun; (huk.) hile ile (mal.) alma; dolandırıcı; (slang) üç kâğıtçı; sahte bir şey.; hile yapmak; aldatmak; dolandırıcılık etmek; (ABD)
- check -- durdurmak; engel olmak; kontrol altına almak; kontrol etmek; kontrol işareti koymak; kare deseni ile kaplamak; emanet odasına teslim etmek; (satranç) şah çekmek; (boya tahta) çatlamak. check in otel veya uçak defterine kaydolmak. check up on soruşturmak; (ABD); soruşturmak; doğru olduğu açığa çıkmak; (mağazada) seçtiklerini kasada hesap ettirmek; işleyişini kontrol etmek.; engel; geciktirme; kontrol; kontrol işareti; ABD fiş; (lokantada) hesap; (kumaşta) ekose deseni; dama; (satranç) şah; tahtada hafif çatlak deseni. in check kontrol altında.
- checkerboard -- dama tahtası.
- checkmate -- (satranç) (mat.); tam yenilgi; (satranç) mat etmek; hünerle yenmek.
- cheddar -- yumuşak bir cins ingiliz peyniri.
- cheek -- yanak; (k.dili) cüret
- cheep -- cıvıldamak; cıvlltı.
- cheer -- alkış tutmak; neşelendirmek; teşvik etmek; tempo tutarak bağırmak; neşelenmek. cheer up moralini düzeltmek. Cheer up ! Keyfine (bak.) ! Gecmiş olsun !.; teşvik; neşe ve memnuniyet veren şey; ruh haleti; kıvanç; yiyecek; misafirperverlik.
- cheese -- peynir; bu şekilde herhangi bir şey. Cheese it ! (argo) Kaç ! big cheese (argo) önemli bir kimse.
- chef -- şef
- chequer -- (bak.) checker.
- cherish -- aziz tutmak; bağrına basmak: gütmek. cherisher aziz tutan kimse. cherishingly aziz tutarak.
- chest -- göğüs; sandık; kutu: bir kurumda para alınıp verilen yer: banka. chest of drawers çekmeceli dolap
- chevron -- assubay ve erlerin rütbelerini gösteren kol işareti; (mim.) zikzak çıta.
- chew -- çiğnemek: düşünmek; tütün çiğnemek; çiğneme; lokma. chew out azarlamak. chew the cud geviş getirmek. chew the rag çene çalmak. chewing gum çiklet.
- chicane -- hile; hile yapmak
- chick -- civciv; çocuk; (A.B.D.)
- chicken -- piliç; tavuk veya diğer kümes hayvanlannın eti; (k.dili) toy kimse; (A.B.D.); (argo) korkak; (argo)
- chide -- (chid veya chided
- chief -- şef; (argo) patron; (hane.) armanın en üst kısmı; en yüksek rütbede olan; belli başlı; başta olan. in chief baş
- chilblain -- (gen.); mayasıl.
- child -- (çoğ.) -children) bebek; çocuksu kimse; kız veya erkek evlât. childbed kadının doğum yapma hali. childbirth doğum. child labor çocukların çalıştırılması. child' play kolay iş. adopted child evlât edinilmiş çocuk
- chill -- üşümek; (mad.) donmak; üşütmek; soğutmak (şarap); ümidini kırmak. chillingly üşütücü bir şekilde. chillriess soğuk; soğuk davranış.; soğuk; titreme; soğuk davranış; soğuk döküm kalıbı; üşütücü; soğuk. take the chill off ıIıtmak. chill-cast soğuk kalıba dökülmüş. chiller soğutucu; korkunç hikâye.
- chime -- ahenkle çalmak (çan); şarkı söyler gibi konuşmak; harmonize etmek; ahenkli ses çıkarmak. chime in uymak; söz kesip konuşmaya katılmak.; ahenkli zil veya çan sesi; (müz.) madeni borulardan meydana gelen bir çalgı; müzik; akort
- chimney -- baca; lamba şisesi; krater
- chin -- çene; jimnastikte çeneyi çubuğun hizasına getirmek; (k.dili.) konuşmak; (k.dili.) çene hizasına kaldırmak
- chine -- omurga kemiği; sırttan çıkarılan et.
- chink -- ( (A.B.D.); yarık; (argo) temiz para; madeni ses; yarıkları doldurmak; şangırdamak
- chip -- yonga; ince dilim halinde kesilmiş yiyecek; (çoğ.); (iskambil) fiş; küçük kıymetli taş parçası; önemsiz bir şey; lezzetsiz kuru yiyecek; kurumuş tezek parçası; sepet örücülüğünde kullanılan hasır. a chip off the old block hareket ve konuşmasında ailesine benzeyen kimse. a chip on one' shoulder kavgaya hazır oluş; yontmak; (iskambil) fişle oyuna girmek; cıvıldamak (kuş) chip in (k.dili) iştirak etmek; sözü kesmek. chipped beef ince dilinmiş kuru sığır eti.
- chipmunk -- üstü çizgili birkaç çeşit ufak sincap.
- chipper -- (ABD); şık
- chirp -- cıvıldar gibi ses çıkarmak; cıvıldar gibi konuşmak; cıvıltı. chirpy cıvıltılı
- chirr -- (çekirge; bu şekilde ötmek; çekirge ve benzeri hayvanların ötüşü.
- chirrup -- neşe ile cıvıldamak; cıvıltı.
- chisel -- keski; kalemle kesmek; (argo) aldatmak; keski ile çalışmak. chiseled keski ile şekil verilmiş; güzel bir şekil verilmiş; keskin hatlı.
- chit -- yiyecek içecek masrafları için ödenen para makbuzu; (ing) not; çocuk
- chitchat -- Iaf; dedikodu.
- chivaree -- (bak.) charivari.
- chive -- yemeğe tat vermek için kullanılan Frenk soğanı
- chivvy -- (bak.) chevy.
- chlorinate -- klorlamak.
- chloroform -- (kim) kloroform; karınca yağı; kloroformla uyutmak.
- chock -- takozla desteklemek; (den) kızağa çekmek. chock-block palanga makaraları birbirine kavuşmuş; dopdolu; sıkışık.; odun parçası; (den) yomalık büyük kurt ağzı; kızak.
- chocolate -- çikolata; koyu kahverengi; çikolatalı; çikolata renginde.
- choir -- kilise korosu; kilisede koroya mahsus yer; koroda şarkı söylemek. choir loft kilise balkonunda koro yeri.
- choke -- boğma; (oto.) kısıcı; boğmak; önünü kesmek; bastırmak; boğulmak; yutmak; menetmek. choke up tıkanmak; heyecandan konuşamamak.
- choose -- (chose; tercih yapmak. cannot choose but mecburdur. chooser seçen kimse.
- chop -- ağız; ani ısırma; ağzı ile yakalamak; birdenbire söylemek.; Hindistan'da mühür; birinci kalitede.; (-ped; parçalamak; birdenbire ve şiddetle hareket etmek; birdenbire yön değiştirmek (rüzgar) chop up kıymak; (odun) yarmak.; kesme işi; pirzola; yarık
- chopper -- kısa saplı balta; elektrik akımını kesen alet; (argo) helikopter.
- chord -- çalgı teli; his; (geom.) kiriş; (müz.) bir arada çalınan ahenkli birkaç çeşit nota; sol ile ahenkli akort. spinal chord. (bak.) cord chord of an arc yay kirişi.
- chore -- (ABD) küçük bir iş; (çoğ.) bir evin veya çiftliğin günlük işleri; güç ve zevksiz bir iş.
- chortle -- kıkırdamak; kıkırdama.
- chorus -- koro; bir şarkının koro kısmı; koro ekibi; koro halinde şarkı söylemek veya konuşmak. chorus girl kabare kızı. in chorus hep beraber
- chouse -- (eski) aldatmak
- chow -- kahverengi veya siyah tüylü; (ABD)
- chowder -- balıklı sebze çorbası.
- christen -- vaftiz etmek; vaftiz ederken isim koymak: isim koymak ve ithaf etmek; (k.dili) ilk olarak kullanmak. christening vaftiz.
- chrome -- krom. chrome green krom yeşili. chrome steel kromlu çelik.
- chronicle -- tarih; kaydetmek
- chronograph -- olayların tam oluş anını tespit eden alet; çok kısa zaman bölümlerini öIçen alet. chronograph-ic bu alet ile ilgili.
- chuck -- sığırın boynu ile kürek kemiği arasmdaki kısım; takoz olarak kullanılan odun veya kalas; dağ sıçanı; (mak.) torna balama aynası. drill chuck matkap aynası; çenesini okşamak; atmak; (k.dili.) çöpe atmak; (argo) istifa etmek; okşama; kısa bir mesafeye fırlatma; (ing); yaka paça. kapı dışarı etmek.
- chuckle -- kıkır kıkır gülmek; kıkırdama; anne tavuğun civcivlerini çağırmak için çıkardığı ses. chuckler kıkırdayan kimse.
- chug -- bir makinanın işlerken çıkardığı egzoz sesi; bu sesi çıkarmak; bu sesi
- chum -- yem olarak kullanılan yağlı balık parçaları.; (-med -ming) yakın arkadaş; yatılı okulda oda arkadaşı; yakın dost olmak; aynı odayı paylaşmak. chummy (k.dili.) samimi.
- chump -- çiğnemek.; (k.dili.) kalın kafalı kimse; kütük; (argo) kafa
- chunk -- külçe; (k.dili.) kuvvetli ve tıknaz adam; bodur ve güçlü at veya başka hayvan. chunky bodur; topak topak
- church -- kilise; kilise ayini; herhangi bir Hıristiyan mezhebi; cemaat; din adamlığı; dinsel örgüt. church'goer kiliseye muntazam giden kimse. church'(man.) kilise azası. church'warden kilise mütevellisi. church'yard kilise bahçesi ve mezarlık.; kiliseye getirmek; kilise disiplinine tabi tutmak; kilisede şükran duası etmek (bilhassa doğumdan sonra kadınlar)
- churn -- yayık; süt kabı; tereyağı yapmak için sütü dövmek; devamlı olarak dövmek
- churr -- uçarken kuşun çıkardığı kanat sesi; (bak.) chirr.
- chute -- akıntı; kanal; şelale; dar boğaz şeklinde ağıl; paraşüt.
- cicatrize -- kabuk bağlamak; kapatmak. cicatriza'tion kabuk bağlama.
- cicerone -- turist rehberi
- cigarette -- (sig.)ara.
- cinch -- at kolanı; (k.dili.) sıkıca tutma; (argo) kolay ve emin sey; kolan takmak; (argo) sağlam kazığa bağlamak.
- cincture -- kemer kuşak; çevre hududu; etrafını çevirmek
- cinder -- cüruf; kül; (çoğ.)
- cinematograph -- sinema makinası; filim oynatma makinası
- cipher -- sıfır; önemsiz şey veya kimse; şifre; şifre halindeki yazı; şifre anahtarı; monogram; hesap yapmak; şifreli olarak yazmak; devamll ses çıkarmak (org borusu gibi)
- circinate -- halka şeklinde; (bot.) filizlerinin ucu kıvrılan.
- circle -- daire çember; bu şekildeki herhangi bir cisim; ring; etki sahası; devir: hale; muhit; (coğr.) paralel dairesi; (astr.) gök cisimlerinin yörüngesi; gök cisimlerinin kendi etraflarında dönmeleri. great circle (coğr.) büyük daire. inner circle merkezi grup.vicious circle fasit daire.; etrafını çevirmek; etrafında dolaşmak; devretmek
- circuit -- devretmek; turneye çıkmak.; daire; ring seferi bir yerden kalkıp gene aynı noktaya dönme; turne; gezici hâkim veya papazın yaptığı mutat seyahatler; gezici hakim veya papazlar; (elek) devre. circuit breaker devre kesici anahtar. circuit court şehirden şehre giden mahkeme. circuit judge gezici hâkim. circuit rider atla dolaşan gezici vaiz. closed circuit kapalı devre. short circuit kontak
- circularize -- sirküler yollamak: sirküler halinde kaleme almak. circulariza'tion sirküler yollama. circularizer sirküler yollayan kimse.
- circulate -- deveran etmek dolaşmak; dağıtmak
- circumambulate -- etrafım dolaşmak; tavaf etmek. circumambula'tion etrafını dolaşma. circumam'bulatory etrafını dolaşan.
- circumcise -- sünnet etmek.
- circumference -- daire çevresi. circumferen'tial daire çevresine ait veya onunla ilgili.
- circumflex -- uzatma işareti; uzatma işareti ile ilgili; eğri; etrafına dolamak; uzatarak telaffuz etmek.
- circumfuse -- etrafına dökmek (su); etrafını bir sıvı ile çevirmek. circumfu'sion etrafına dökme.
- circumnavigate -- denizden etrafını dolaşmak. circumnaviga'tion denizden etrafını dolaşma. circumnavigator denizden etrafını dolaşan kimse. circumnutate.
- circumscribe -- etrafına çizgi çizmek; sınırlamak; çemberlemek; (geom.) bir şeklin etrafına diğer bir şekil çizmek.
- circumstance -- hal; vaka; teferruat
- circumstantiate -- tafsilatlı olarak izah etmek; delil ileri sürerek desteklemek.
- circumvallate -- etrafına siper çekili; etrafına siper çekmek.
- circumvent -- tuzağa düşürmek; hile ile önüne geçmek; etrafını dolaşmak. circumventer circumventor tuzağa düşüren kimse; atlatan kimse. circumvention tuzağa düşürme; atlatma. circumventive tuzağa düşürücü; atlatıcı.
- circumvolve -- dönmek
- cite -- delil olarak iktibas etmek; mahkemeye celbetmek; çağırmak; bahsetmek; (ask.) kahramanlığını günlük emirde zikretmek. citeable aktarılabilir.
- citrate -- (kim) asit sitrik tuzu.
- civet -- bir çeşit misk; misk kedisi. civet cat misk kedisi.
- civilize -- medenileştirmek; aydınlatmak. civiliz'able uygarlaştırılabilir. civilizer uygarlaştıran kimse.
- clabber -- kesilip koyulaşmış süt; kesilip koyulaşmak (süt)
- clack -- çatırdamak; gevezelik etmek; çatırtı; gevezelik
- clad -- (bak.) clothe.
- claim -- talep; hak; (sig.)orta poliçesi üstünden ödenecek para; maden vb'ni işletmek için devletin arazisinde hak talep etme. clalm for damages tazminat davası; tazminat talebi. claim jumper ABD başkasının maden ocağını işgal edip alan kimse. Iay claim to sahip çıkmak.; hak talep etmek; iddia etmek; sahip çıkmak. claimable hak talep edilebilir. claimant hak talep eden kimse.
- clam -- tarak; (k.dili.) sessiz ve içine kapanık kimse; deniz tarağı toplamak. clambake (ABD) deniz tarağı pişirilip yenen bir piknik. clamshell tarak kabuğu; çift çeneli kova. clam up (ABD); mengene.
- clamber -- tırmanmak; clamberer el ve ayakla tırmanan kimse.
- clamp -- mengene; kelepçe; mengene ile sıkıştırmak; menetmek.
- clank -- madeni ses; bu sesi çıkarmak; bu sesi çıkarttırmak.
- clapboard -- (ABD) inşaatlarda kullanılan dış kaplama tahtası; bu tahtalar ile kaplamak.
- clapper -- çan dili; alkışlayıcı şey veya kimse; (argo) dil.
- clapperclaw -- (eski ve (leh.) tırmalamak; küfretmek
- claret -- kırmızı Bordo şarabı; aynı tipte diğer şaraplar; koyu morumsu kırmızı.
- clarify -- aydınlatmak; aydınlanmak
- clarion -- açık; (müz.) boru; (şiir) bu çalgının sesi.
- clary -- (bot.) adaçayı. meadow clary yılan kökü
- clash -- gürültülü bir ses çıkarmak; çangır çungur çarpışmak; fikir ayrılığı olmak; hızla çarpmak; bir çarpışma nedeniyle ses çıkarmak; çarpışma neticesinde çıkan ses; çarpısma; fikir uyuşmazlığı; ihtilaf. clash with ile münakaşa etmek.
- clasp -- toka; kucaklama; toka veya kopça ile tutturmak; toka koymak; kavramak
- class -- sınıf; kast; çeşit; takım; ders; bir okulda aynı yılda mezun olacak toplam; (argo) mükemmellik; mevki (tren); (ask.) kura; (zool.); sınıflara ayırmak; yerine oturtmak; bir sınıf veya zümrede yer almak. class consciousness mensup olunan sosyal sınıfın özellik; birinci mevki. Iower class aşağı tabaka. middle class orta tabaka. the classes yüksek tabakalar. tourist class turist mevkii; (kıs.) classic classification classify.
- classicize -- klasik hale koymak; klasikleştirmek.
- classify -- sınıflara ayırmak; sınıf. classified advertisements küçük ilânlar.
- clatter -- takırdatmak; yüksek sesle konuşmak; takırdamak; patırtı takırtı; gürültülü konuşma; boş laf; dedikodu.
- clause -- madde; (gram.) cümlecik. clausal cümlecikle ilgili.
- claw -- pençe; pençeye benzer bir alet; yırtmak; kaşımak. claw hammer domuz tırnağı çekiç.
- clay -- kil; insan vücudunu meydana getiren hamur
- clean -- temizlemek; temizlenmek; (k.dili.) terk etmek; silip supürmek; (argo) çok para kazanmak; bitirmek; galip gelmek.; temiz; halis; kusursuz; engelsiz açık; masum; yenebilir (av eti vb); mevzun; mükemmel; (hastalık olmadığını belirten) temiz kâğıdı; şüphe kaldırmazlık. make a clean breast of it bütün kabahatleri açlklamak. show a clean pair of heels koşarak kaçmak.; tamamen; temiz bir şekilde
- cleanse -- temizlemek. cleanser temizleyici; sabun.
- clear -- temizlemek; kurtarmak; aydınllğa kavuşturmak; engeli aşmak; hesabını temizlemek; borcunu ödemek; temize çıkarmak; gümrükten çekmek; tahliye etmek; net kar etmek; tahsil etmek (çek vb); temizlenmek; takas odalannda çek vb'ni değiştirmek; limana giriş veya çıkış izni almak. clear away kaldırıp götürmek; kaybolmak. clear for action harbe hazır etmek; defolmak; boşaltıp temizlemek. clear the air işleri düzeltmek; gerginliği gidermek. clear the decks diğer işleri bir tarafa itip belirli bir işe koyulmak. clear the way yol açmak. clear up halletmek; aydınlatmak; açılmak (hava); iyileşmek (hastalık); açık; parlak; şeffaf; net; kati; masum; sakin; açık (arazi vb); hudutsuz; takıntısız. clear conscience vicdan rahatllğı. clear-cut keskin; açık ve seçik. clear evidence açık ve kesin ispatlayıcı delil.; açıkça; tamamen
- clearstarch -- kolalamak
- cleat -- mesnet takozu; (den) koç boynuzu; takoz vurmak.
- cleave -- yapışmak; bağlanmak; (cleft veya cleaved veya clove; cleft veya cleaved veya cloven; (eski) cleave; ayırmak; açmak (yol vb); ayrılmak; arasmdan geçmek. cleavable yarılabilir.
- cleft -- çatlak
- clench -- (yumruğunu; sıkıca yakalamak; sıkma; mandal.
- clepe -- (cleped veya clept
- clerk -- katip; (ABD) tezgahtar; katiplik yapmak; tezgahtarlık yapmak. clerk of the court zabıt katibi. parish clerk (ing) kilise katibi. clerkship katiplik.
- click -- cıt; (dil) saklama; (mak.) kastanyola; çıtırdamak; tıkırdamak; (argo) başarmak; (argo) birbirine uymak
- climate -- iklim
- climax -- sahika; düğüm noktası; zirveye erişmek
- climb -- tırmanmak; tedricen yükselmek; çıkmak; tırmanacak yer; tırmanış; (k.dili.) (bir tutumdan) vazgeçmek.
- climber -- tırmanan sarmaşık; (k.dili.); toplum hayatında yükselmek isteyen kimse.
- clinch -- perçinlemek; sağlama bağlamak; (spor) girift olmak; (argo) kucaklamak; perçinleme; (spor) gögüs göğüse dövüşme; perçinlenmiş civi; (den) bir ceşit düğüm. clincher perçinleme; perçinleme çivisi; (k.dili.) karar vermeye yeterli olan sebep.
- cling -- (clung) yapışmak; yanında olmak; (hatlra vb'ne) bağlı olmak. clinging vine (k.dili.) erkeğe fazla dayanan güvensiz kadın.
- clink -- (argo) hapishane; hücre.; tıkırdamak; tıkırtı; ritmik bir ses; bazı kuşlann haykırışı.
- clinker -- sert tuğla; cüruf; ( ABD); (bilhassa şarkı söylerken veya çalgı çalarken) clinker built kaplama parçalan birbirine bindirilmiş gemi.
- clip -- kırkmak; kırpmak; uçlarını kesmek; bir kısım heceleri yutarak telaffuz etmek; (k.dili) vurmak; (k.dili) hızlı gitmek; (ago) hile yapmak; gazete veya mecmuadan küpür kesmek; süratli bir şekilde hareket etmek; kırpma; bir kırkmada elde edilen yün; (k.dili) darbe; adım; (çoğ.) makas clip the wings of imkanlarını kısıtlamak
- clique -- grup; klik
- cloak -- pelerin; manto; perde; paravana; bahane; pelerin veya manto ile örtmek; gizlemek
- clobber -- (ABD); yenmek.
- clock -- çorabın iki tarafında bilekten yukarı doğru çıkan. ajur clocked ajurlu
- clod -- toprak veya çamur parçası; toprak; budala kimse; (çoğ.) büyük ağır ayakkabı.
- clog -- mania; köstek; tahta ayakkabı
- cloister -- manastır; bir binaya bitişik üstü kapalı kemerli yol; munzevi hayat; manastıra kapatmak; tecrit etmek; manastır haline getirmek. cloistered manastırda oturan; dünyadan uzak. cloistral manastır ile ilgili.
- clop -- atın ayaklarının çIkardlğn ses; böyle ses çıkarmak.
- close -- yakın birbirine yakın; kısımları birbirine yakın; kapalı; dar; havasız; fikirlerini açıklamaktan kaçınan; gizli tutulan; cimri; ((dilb.) ağzı kısarak söylenen (harf); hemen hemen eşit olan. close call; avlu; (ing) ve iskoç geçit; sonuç; bağlantı: göğüs göğüse kavga.; kapamak; tıkamak doldurmak (delik); son vermek; etrafını çevirmek; kapanmak; sona ermek; yaklaşmak; anlaşmaya varmak; birleşmek. close down kapamak; kapanmak. close in on etrafını çevirmek. close out (ABD) hepsini satmak; birbirine yaklaşmak. closed kapalı. closed circuit kapalı devre. closed season avlanmanın yasak olduu mevsim closed shop yalnız sendika üyelerini çalıştıran fabrika.
- closet -- küçük oda; hücre; tuvalet; özel; gizli; uygulanma kabiliyeti olmayan: özel bir odaya kapatmak; mülakat veya görüşme yapmak için bir odaya çekilmek. closet drama okunmak için yazılmış piyes. skeleton in the closet şerefe leke sürecei için gizlenen şey.
- clot -- )(-ted; pıhtıtaşmak; pıhtılaştırmak.
- clothe -- (clothed veya clad) giydirmek; üstünü örtmek
- cloture -- bir toplantıda tartışmaları keserek oylamaya geçiş; tartışmaları keserek oylamaya geçmek.
- cloud -- bulut; duman veya toz bulutu; leke. cloudburst sağanak. cloud-capped bulut ile kaplanmış (dağ tepesi) cloud chamber (fiz.) buhar hücresi cloudland hayal. in the clouds hayal aleminde dalgın. under a cloud şüpheli; dertli.; bulutla kaplamak; lekelemek; bulutlanmak
- clout -- (k.dili.) tokat; hedef; isabet kaydeden atış; (argo) etki; nüfuz; (k.dili.) tokat atmak; (colloq.) yama yapmak. clout nai (I.) geniş başlı civi.
- cloverleaf -- (çoğ.) -leafs) yonca yaprağı kavşağı
- clown -- soytarı palyaço; köylü; kaba adam; soytarılık etmek. clownish budala; kaba. clownishness soytarılık; kabalık; budalalık.
- cloy -- bıktırmak
- club -- sopa; golf sopası; kulüp; kulüp binası; (iskambil) sinek; golf değneği.; sopa ile vurmak; bir araya toplamak; parasını ortak bir masrafa veya işe yatırmak. club together bir araya gelmek; bir dernek meydana getirmek.
- clubhaul -- (den.) tehlike zamanında geçici olarak demir atmak.
- cluck -- gıdaklamak; gıdaklama; (A.B.D.) (argo) aptal kimse.
- clump -- yığın; yığmak; ağır adımlarla yürümek.
- cluster -- salkım; tutam; küme; salkım haline getirmek; demet yapmak; bir araya toplanmak
- clutch -- kavrama; (mak.) kenet; (oto.) debriyaj; kavramak; kapmak. clutch pedal (oto.) debriyaj pedalı.; bir defada kuluçkaya yatırılan yumurtalar; bir defada kuluçkadan çıkan civcivler.
- clutter -- yığmak; koşuşmak; gurültü etmek; gürültülü bir şekilde ve acele olarak konuşmak; yığın; karışıklık; gürültü
- coach -- (spor) antrenör; özel öğretmen; yetiştirmek; fayton; çift kapılı otomobil; yolcu otobüsü; (d.y) yolcu vagonu.
- coadunate -- (zool.)
- coagulate -- pıhtılaştırmak; pıhtılaşmak .coag'ulant pıhtılaştıran. coagula-tion pıhtılaşma. coag'ulator pıhtılaştıran madde.
- coal -- (. kömür haline gelinceye kadar yakmak; (den) kömür vermek; kömür; (çog) kor coal basket (den.) kömür çavalyesi.coal bed (jeol.) maden kömürü yatağı. coalbin kömürlük coal black simsiyah
- coalesce -- birleşmek
- coarsen -- kabalaşmak
- coast -- sahil; kayak yapmak için uygun yokuş. coast artillery (ask.) sahil topçusu. Coast Guard sahil muhafızı. coastline kıyı boyu. coastwise kıyıdan; yokuş aşağı inmek veya kaymak (kayak; (den) kıyı boyunca gitmek. coaster bardak altı; sahil boyunca işleyen ticaret gemisi. coaster brake bisiklette pedal freni.
- coat -- palto; kat; kaplamak; paltoluk kumaş.
- coax -- tatlı sözlerle kandırmak; dil dökmek. coax a thing out of a person tatlı sözlerle kandırarak bir şey elde etmek.
- cob -- A.B.D mısır koçanı; erkek kuğu; kısa bacaklı bir cins binek atı; bir cins martı.
- cobble -- kaldırım taşı; kaldırım taşı döşemek; ayakkabı tamir etmek
- cock -- horoz; horoz ötüşü; herhangi bir erkek kuş; önder; rüzgârgülü; valf; tüfek horozu; ateşe hazır oluş; yukarı doğru kıvrılma (şapka kenarı); (kaba) penis; tüfek horozunu ateşe hazır duruma getirmek; umursamazllkla yana çevirmek (baş); hazır etmek; havaya dikmek; kurmak (fotoğraf makinasl ); erkek cock-and- bull story uydurma laf; gururlu ve umursamaz kimse. go off at half cock hazırlıksız iş görmek half cock alt tetik. speckled cock çil horoz cock one's hat şapkayı yan giymek. cocked hat yanlan kalkık bir çeşit üniforma şapkası. knock into a cocked hat tanınmaz hale getirmek pestile çevirmek; suya düşürmek.; saman yığını; saman yığmak.
- cockbill -- (den) Iengeri fondaya alesta etmek.
- cocker -- horoz dövüştüren kimse. cocker spaniel bir cins spanyel köpeği.
- cockle -- tarak; midye ve istiridyeye benzer eti yenir bir deniz hayvanı; bu hayvanın kabuğu; küçük hafif sandal. cockleshell tarak kabuğu; küçük hafif sandal; kırışık. corn cockle karamuk; buruşturmak; delice; buğdaygiller arasında yetişen zararlı ot.
- cocktail -- güdük kuyruklu at; saf kan olmayan at; asil diye geçinen kimse.; kokteyl; karides kokteyli; meyva kokteyli.
- cocoon -- koza.
- cod -- morina
- coddle -- yavaş yavaş kaynatmak; fazla hisli davranmak; ihtimam göstermek
- code -- kanun; dustur şifre; kanun haline getirmek; şifre ile yazmak. Code Napoleon 1804 yılında yururIüğe giren Fransız Medeni Kanunu
- codify -- kanun halinde toplamak; bir sisteme bağlamak. codifica'tion kanun halinde toplama.
- coerce -- zorlamak; baskı altında tutmak
- coexist -- bir arada var olmak. coexistence bir arada var oluş.
- coextend -- aynı yer veya zamanda var olmak. coextension aynı yer veya zamanda bitme. coextensive aynı yer veya zamanda biten.
- coffee -- kahve
- coffer -- sandık; (gen.) (çog) hazine; (mim.) girintili ve tahta kaplama tavan panosu; sandığa veya kutuya koymak; sandığa veya hazineye yatırmak (para); (mim.) kutuya benzer şekillerle süslemek. cofferwork (mim.) sandık şeklinde tezyinatı olan duvar yüzü.
- coffin -- tabut; atın toynağı içinde kalan kısım; tabuta koymak. coffin bone atın toynağı içindeki ayak kemiği. coffin nail (argo) (sig.)ara. coffin plate tabut üstüne konulan levha. drive a nail into one' coffin üzüntü veya içki ile öIümünü yaklaştırmak
- coffle -- insan veya hayvan kafilesi
- cog -- çark dişi diş; dişli çark; ikinci derecede fakat önemli bir iş yapan kimse; hile; zar tutmak; hile yapmak.
- cogitate -- düşünmek
- cognize -- bilmek; tanımak.
- cohabit -- karı koca olarak bir arada oturmak (gen.) gayrimeşru şekilde); (eski) aynı yerde oturmak. cohabitant aynı yerde oturan kimse. cohabita'tion bir arada yaşama.
- cohere -- mantıken birbirine bağlı olmak; birbirini tutmak; yapışmak
- cohobate -- (ecza) ikinci defa damıtmak.
- cohort -- eski Roma'da piyade taburu; bir grup asker; herhangi bir insan topluluğu; arkadaş; (k.dili) işbirlikçi.
- coif -- takke; saç tuvaleti; takke giydirmek; saç tuvaleti yapmak.
- coiffeur -- kuaför
- coiffure -- saç biçimi; başlık.
- coil -- kangal; (den) roda; halka; halka şeklinde kıvrılmış saç; (elek.) bobin; kangal etmek veya olmak; (den) roda etmek primary coil birinci devre bobini. secondary coil ikinci devre bobini.
- coin -- madeni para; para; (mim.) köşe; köşe taşı; madeni para bastırmak; icat etmek; para kazanmak; (ing); sahte şey. pay one in his own coin misli ile mukabele etmek
- coincide -- with ile rastlaşmak; uymak; mutabık
- coinsure -- ortak sigorta yapmak.
- coke -- kok kömürü.; (k.dili.) kola cinsi içecekler; (argo) kokain.
- collaborate -- beraber çalışmak
- collage -- (güz) (san) kolaj.
- collapse -- çökmek; katlanıp bukülmek; birsonuca bağlamadan dağılmak (proje; cesaretini kaybetmek; (balon) sönmek; (tıb.) çökmek; ciğerlere hava gitmemek; çökertmek; göçme
- collar -- yaka; gerdanlık; halka; tasma; (zool.) hayvanların boynunda yaka şeklindeki teekkül; (bot.) kökle sapın birleştiği nokta. collar band gömleğin yaka şeridi. collar beam (mim.) çatının kuşaklık kirişi. be hot under the collar kızmak; yaka takmak; yakalamak; pişirmek için eti sarmak; (k.dili.) ele geçirmek.
- collate -- karşılaştırakak okumak; (matb.) tertip etmek; (kil) papazı kilise memuriyetine tayin etmek.
- collation -- ( karşılaştırma; nüsha tavsifi; hafif yemek.
- colleague -- meslektaş
- collect -- toplamak; koleksiyon yapmak; tahsil etmek; kendine gelmek; toplanmak; koleksiyon haline gelmek; ödemeli. colleet call ödemeli telefon konuşması.collect oneself kendini toplamak. Send it collect ödemeli gönderin. collectable
- collide -- çarpışmak
- colligate -- birbirine bağlamak
- collimate -- (fiz.)
- collocate -- yan yana koymak veya oturtmak; sıraya koymak
- collogue -- (ing); gizli konuşma.
- collude -- hileli bir işe ortak olmak; dolap çevirmek. collusion hile; danışıklı dövüş. collusive hileli bir ortakIık ile ilgili.
- colonel -- albay Iieutenant colonel yarbay. colonelcy
- colonize -- (ing) sömürge kurmak; grup halinde toplanıp yerleşmek; koloni meydana getirmek; sömürgede yerleşmek. coloniza'tion sömürge kurma.
- color -- boyamak; olduğundan başka göstermek; renk katmak; renklenmek; renk değiştirmek yüzu kızarmak.
- colorcast -- renkli televizyon yaymı; renkli televizyon yayım yapmak.
- colt -- (tic.) (mark) Amerikan malı bir çeşit tabanca.; tay; taylık devresi. colt' tooth şehvet; atlarda köpekdişi.
- comb -- tarak; ibik; ibik gibi şey; petek; dalganın yüksek kısmı; taramak; (dalga) tümselip kırılmak comb out taramak
- combat -- dövüş; dövüşmek
- comber -- tarak; uzun ve tümsekli dalga
- combine -- uzlaşma; (A.B.D.); biçerdöğer makinası.; birleştirmek; toplamak; birleşmek
- come -- gelmek; akla gelmek; (k.dili.) orgazma varmak.come about olmak; dönmek; intiba bırakmak; (argo) istenileni yapmak; iyileşmek.come alongside yanaşmak; razı olmak.come at varmak; ile uğraşmak; üstüne yürümek; (argo) ters bir şekilde cevaplandırmak. come by elde etmek; yakınından geçmek; (argo) uyuşturucu madde kullandıktan sonra kendine gelmek.come off one's high horse (k.dili.) hak etmek; elde etmek; girmek; olmak; sona ermek; sonunu erişmek; (argo) tutnmak. Come off it ! (k.dili.) Saçmalama! come on rast gelmek; gelişmek ilerlemek; sahneye çıkmak; yayınlanmak; meydana çıkmak; sosyeteye takdim edilmek (genç kız); sonuçlamak; satışa çıkarmak. come over olmak; (karşıdan) gelmek; taraf değiştirmek; (bir çareye; dönüm noktasına varmak; baş vermek. come to blows yumruk yumruğa gelmek. come to grief başı darda olmak; başarısızlığa uğramak. come to grips with ciddiyetle ele almak. come to hand gelmek; açılmak. come to pass vaki olmak. come to stay yerleşmek . come to terms (with) uzlaşmak; teslim olmak; filizlenmek. come under girmek. come up against -e çatmak; (belirli bir seviyeyi) tutturmak. come up with (A.B.D.); saldırmak. come what may ne olursa olsun . Come July and we'll be swimming. Temmuz geldiğinde denize girmiş olacağız. to come önümüzdeki gelecek. come-at-able erişilebilir.
- comfit -- bonbon; şekerli meyva.
- comfort -- rahat; teselli; (A.B.D.) yorgan; rahat ettirmek; teselli etmek; yatıştırmak; (huk.) yardım etmek. comfort station umumi helâ. creature comforts bedeni rahatı sağlayan konfor comfortless kasvetli; konforsuz.
- comma -- virgül .comma bacillus virgül şeklinde mikrop
- command -- emir; bir subayın kumanda ettiği askerler; yetki; emretmek; amir olmak
- commandeer -- (ask.) askeri hizmete mecbur tutmak; müsadere etmek.
- commemorate -- anmak; anma töreni. commemorative anma vesilesi oian; hatıra serisi olarak basılmış (pul)
- commence -- başlamak.
- commend -- tavsiye etmek; övmek; saygılarını sunmak; emanet etmek.
- commensurate -- orantılı; yeterli; uygun
- comment -- yorumlama; açımlama; düşünce; eleştirme tenkit; açımlamak; on ile hakkında fikir beyan etmek; eleştirmek .commentary tefsir; çıkma haşiye.
- commerce -- ticaret; toplumsal ilişkiler; cinsel ilişki. chamber of commerce ticaret odası. domestic commerce iç ticaret. foreign commerce dış ticaret.; alışveriş etmek; ilişkide bulunmak.
- commercialize -- (ing) -ise ticarileştirmek.
- commingle -- karıştırmak; karışmak
- comminute -- ezmek
- commiserate -- kederini paylaşmak
- commission -- görev; işleme; eylem; komisyon ücreti; kurul; rütbe; salahiyetname; belirli bir görev için verilen yetki; tayin etmek; vazifelendirmek; den donanmaya katmak; işe hazır. out of commission görev yapamaz halde; bozuk. put into commission sefere hazır hale koymak; tamir etmek. put out of commission işlemez hale getirmek; yıkmak
- commit -- (ed -ting) işlemek; emanet etmek; kanun tasarısı v.b.'ni komisyona havale etmek; söz vererek bağlamak. commit oneself bir karara varıp bunu ilân etmek. commit oneself to kendini adamak
- commix -- birbirine karıştırmak veya karışmak.
- common -- genel; ortak; evrensel; adi; alışılmış; genel park veya otlak; (huk.) bir kimsenin başkasının toprak veya suyu üzerinde hak iddia etmesi. in common müştereken
- commonplace -- adi; olağan; kişiliği olmayan; beylik laf; çok görülmüş herhangi bir şey
- communalize -- bir şeyi mahalli halka (mal.) ettirmek; mahalli idare altına sokmak.
- commune -- sohbet etmek; bazı memleketlerde mahalli idare; komün; avam.
- communicate -- ifade etmek; nakletmek; meramını anlatmak; muhabere etmek; bulaştırmak; aralannda bağlantı olmak; bildirmek.
- communize -- müşterek tasarrufa tabi kılmak
- commute -- değiş tokuş etmek mübadele etmek; deiştirmek veya hafifletmek (cezayı); toptan daha ucuza almak (aylık tren bileti v.b'ni); karşılığını ödemek; yerini tutmak; (elek) cereyanın yönünü değiştirmek her gün iş ile ev arasında gidip gelmek. commuter her gün işi ile evi arasında gidip gelen kimse.
- comp -- (kıs.) companion comparecompiled complete.
- compact -- yoğun; ince taneli; kısa özlü; of ile -den mürekkep; tazyikle yoğunlaştırmak; pudriyer; (oto.) küçük araba.; sözleşme; sözleşmek.
- companion -- arkadaş; eş; elkitabı; (astr.) kendisinden daha parlak bir yıldıza çok yakın olan ikinci bir yıldız; arkadaşlık etmek.
- company -- grup; misafir grubu; misafir; şirket; beraberindekiler; eşlik; (tiyatro) oyuncu topluluğu; (ask.) bölük; (den.) mürettebat tayfa. company manners görgü kurallarına uygun davranışlar. company store bir müessesenin kendi memurlanna mahsus olan satış mağzası.compamy union (A.B.D.) işverene bağlı olan sendika; bir müessesenin işçilerine mahsus olan sendika. in company with ile beraber; flört etmek Iimited liability company limited şirket. part company with (den.) aynlmak ship' company gemi mürettebato
- compare -- mukayese; with ile karşılaştırmak; to ile benzetmek; (gram) (sıfat veya zarfın) üstünlük derecesini göstermek. compare notes görüş ve fikir teatisinde bulunmak.
- comparison -- karşılaştırma; münasebet; (gram.) sıfat veya zarflara üstünlük veya enüstünltk derecesini katan çekim şekli; benzetme
- compartment -- kompartıman
- compass -- etrafını dolaşmak; şamil olmak; çevirmek; başarmak; kavramak; gizli plan kurmak.; pusula; pergel; çevre; sınır; saha; devir
- compassion -- şefkat
- compassionate -- şefkatli
- compeer -- akran
- compel -- (-Ied
- compensate -- tazmin etmek; telafi etmek; (mak.) denklemek
- compete -- rekabet etmek
- compile -- toplayıp liste haline getirmek; çeşitli kaynaklardan bilgi toplayıp sıraya koymak; bu şekilde eser telif etmek
- complain -- şikâyet etmek; suçlamak. complainant şikâyetçi
- complement -- tamamlayıcı herhangi bir şey; tüm; (geom.) bir dar açıyı dik açı haline getirmek için gerekli olan açı derecesi; (gram) tümleç; (müz.) oktavı tamamlayan enterval; tamamlamak; birbirini tamamlar olmak.
- complete -- tamam; bitmiş; mükemmel; tamamlamak; bitirmek. a complete surprise tam bir sürpriz. completely tamamen; yerine getirme.
- complex -- bileşik veya karışık herhangi bir şey; karmaşa; (psik.) komplek. building complex site. inferiority complex aşağılık duygusu. superiority complex kendini üstün görme duygusu.; karmaşık; çapraşık; bileşik; karışık
- complexion -- cilt; sima
- complicate -- karıştırmak; karmaşık; (bot.); muğlak
- compliment -- kompliman yapmak; övmek; iltifat; övme kabilin(den.)
- complot -- (eski) komplo
- comply -- with ile uymak; itaat etmek.
- comport -- davranmak; with ile uymak
- compose -- meydana getirmek; düzenlemek; bir butünün parçalarını teşkil etmek; bestelemek; (eser) yazmak; (matb.) dizmek
- composite -- bileşik; karma; (b.h); (bot.) bileşikgiller familyasından; alaşım; (bot.) bileşikgillerden herhangi bir bitki. composite number (mat.) bölünebilir sayı
- compost -- çürümüş yaprak v.b ile karışık gübre.
- compound -- birleştirmek; şiddetlendirmek; borç konusunda anlaşmak. compound a felony menfaat karşıIığında suçluyu dava etmekten vazgeçmek veya suçunu örtbas etmek. compound with ile... anlaşmak; bileşik; (zool.) tek tek hayvancıklardan husule gelmiş; alaşım; bileşim; (gram) bileşik kelime. compound curve mürekkep eğri. compound eye bileşik göz. compound fraction bileşik kesir. compound fracture (tıb.) açık kırık. compound interest bileşik faiz. compound number karışık sayı. chemical compound kimyasal bileşim.; içinde binalar bulunan etrafı duvarla çevrili arazi.
- comprehend -- anlamak; kapsamak; kapsam; idraklı
- compress -- (tıb.) kompres; pamuk v.b balyalarını sıkıştıran makina.; sıkmak
- comprise -- kapsamak
- compromise -- uzlaşma; bazı şeylerden fedakârlık ederek varılan anlaşma zemini; uzlaştırmak; (bir kimsenin) şerefini tehlikeye atmak; (bir işin neticesini) tehlikeye atmak. compromisewith ... ile uzlaşmak
- compute -- hesap etmek
- comrade -- arkadaş
- con -- (den) gemiyi yöneltmek.; öntakı ile; ( A.B.D); dolandırıcılık.; (edat); karşı; aleyhtar; (-ned; okumak
- concatenate -- sıralamak raptetmek. concatena'tion neticelerin sıralanması.
- concave -- içbükey; içbükey yüzey. concavo-concave çift taraflı içbükey. concavo-convex bir tarafı içbükey
- conceal -- gizlemek
- concede -- teslim etmek; vermek
- conceit -- kendini beğenmişlik; garip fikir
- conceive -- gebe kalmak; anlamak; tasavvur etmek; tasarlamak; izah etmek. conceive of kavramak
- concentrate -- yoğun halde olan herhangi bir şey.; toplamak; yoğunIaştırmak; özünü çıkarmak; koyulaştırmak; zihni bir noktaya toplamak; toplanmak.
- concern -- ilgi; iş; endişe; şirket; (k.dili.) şey: alâkadar etmek; ucu dokunmak; tesir etmek; ait olmak
- concert -- bir araya gelerek karar almak; birlikte yapılmış; (müz.) bölümler halinde düzenlenmiş.; konser; ahenk; ittifak
- concertina -- akordeona benzer körüklü ufak bir çalgı.
- concession -- kabul; imtiyaz; mümessillik
- conch -- helezoni sedef kabuk; nefesli çalgı olarak kullanılan kabuk boru.
- conciliate -- gönlünü almak; uzlaştırmak; teveccüh kazanmak. conciliatory yatıştıncı.
- concise -- az ve öz
- conclude -- bitirmek; neticelendirmek; bir karara varmak; netice çıkarmak; bitmek; karar vermek.
- concoct -- birbirine karıştırarak hazırlamak; uydurmak; birbiri ile uyuşmayan şeyleri karıştırma.
- concord -- bağdaşma; uygunluk; barış geçim; anlaşma; (gram) uyum; (müz.) ses uyumu. Concord grape Kuzey Amerika'ya mahsus iri siyah üzüm.
- concrete -- maddi; somut; belirli; betondan yapılmış; beton; betona benzer herhangi bir karışım; somut bir varlık; bir bütün haline getirmek; beton dökmek; taşlaştırmak; donmak; somutlaştırmak. reinforced concrete betonarme. concrete mixer betonyer.
- concur -- aynı fikirde olmak
- concuss -- darbe vuruşu ile beyne tesir etmek; sarsmak.
- condemn -- kınamak; suçlu çıkarmak; mahkum etmek; kullanılamaz diye hüküm vermek; (huk.) müsaderesine karar vermek; (A.B.D) istimlâk etmek. condemn to death idama mahkum etmek. condemnable müsadere olunabilir; kınanmaya layık
- condescend -- tenezzül etmek
- condiment -- (tuz
- condition -- hal; sağlık; şart; (spor) idman içinformunda; in good condition iyi durumda; (spor) formundan diişmüş olan.; uygun bir duruma getirmek; şart koşmak; bütünleme sınavına tabi tutmak. conditioning machine tavlama makinası
- condole -- with ile taziyede bulunmak
- condone -- göz yummak
- conduce -- to veya toward ile sebep olmak
- conduct -- davranmak; idare etmek; orkestra idare etmek; refakat etmek; (fiz.) nakletmek; davranış; idare. safe-conduct yolculukta emniyet vesikası.
- cone -- (geom.) koni; (mak.) koni biçiminde olan makara; koza
- confabulate -- sohbet etmek
- confect -- imal etmek
- confection -- imâlat; bonbon; (ecza) şeker veya bal ile hazırlanan preparat; konfeksiyon
- confederate -- müttefik; suç ortağı. Confederate Amerikan iç harbi sırasında Güney Eyaletlerinin federasyonuna bağlı olan (kimse); ittifak etmek
- confer -- (-red; danışmak
- conference -- görüş ve fikir teatisi için toplantı; kongre; müzakere; verme. in conference toplantıda
- confess -- itiraf etmek; ikrar etmek; teyit etmek; günah çıkartmak; (şiir) belli etmek. confesedly itiraf kabilinden
- confide -- mahrem olarak söylemek; sır vermek.
- confine -- kuşatmak; hapsetmek; evde veya yatakta tutmak; sınırlamak; loğusa halinde.
- confirm -- teyit etmek; geçerli bir hale koymak. confirmed bachelor müzmin bekâr.
- confiscate -- müsadere etmek; haczetmek; istimlâk etmek
- conflict -- anlaşmazlık; çekişme; mücadele; çekişmek; mücadele etmek; zıtlaşmak.
- conform -- uydurmak; umuma tabi olmak; to veya with ile uymak: itaat etmek
- confound -- şaşırtmak; utandırmak; kahretmek. confounded şaşırmış; (k.dili) Allahın cezası. confusion worse confounded karmakarışık bir vaziyet.
- confront -- karşı durmak; karşılaştırmak
- confuse -- karıştırmak; ayırt edememek; şaşırtmak; utandırmak; mahcubiyet.
- confute -- tekzip etmek; (karşısındakini) susturmak.
- conga -- Latin Amerika'dan gelmiş olan Kanga dansı ve bunun müziği.
- congeal -- dondurmak; pıhtılaştırmak
- congest -- kalabalık etmek; tıkanmak.
- conglobate -- küre şekline sokmak; küre şeklinde.
- conglomerate -- küme halinde toplanmış; küme; (tic.) holding; (jeol.) yığışım
- conglutinate -- yapıştırmak; (tıb.) kaynaştırmak.
- congratulate -- tebrik etmek
- congregate -- toplamak birleştirmek; birleşmek; toplantı ile ilgili
- congress -- kongre; meclis; (b.h) özellikle ABD'de Millet Meclisi. congres'sional ABD Millet Meclisine ait. congressman ABD Millet Meclisi üyesi
- conjecture -- varsayı; tahmin etmek
- conjoin -- birleştirmek; (bak.) join.
- conjugate -- çift olan; (mat.); birbirinin yerine geçebilen; birleşik çiftin her biri.; (gram) çekmek
- conjure -- büyü yoluyla (ruh veya cin) çağırmak. conjure up büyü kuvvetiyle meydana koymak; zihinde bir fikir veya hayal uyandırmak; bir yolunu bulmak. conjuror; yalvarmak; ortak bir ant ile bağlı olan kimse.
- conk -- (argo) kafa; burun; başına vurmak. conk out (k.dili.) birden stop etmek; (argo) aniden çökmek.
- connect -- bağlamak; aralarında ilgi kurmak; birleşmek; (A.B.D); (k.dili.) başarmak. connecting link halka; (iki şey arasındaki) bağlantı
- connive -- at veya in ile suç işlenmesine göz yummak; gizlice anlaşmak
- connote -- akla getirmek
- conquer -- fethetmek; galip gelmek
- conquest -- fetih; zafer; kazanılmış şey veya kimse.
- conscript -- kur'a neferi kaydetmek; askere alınmış; askere alınmış nefer
- consecrate -- takdis etmek; tanrıya adamak
- consent -- muvafakat etmek; rıza; ittifak
- consequence -- sonuç; eser; ehemmiyet
- conserve -- reçel; korumak; şeker ile muhafaza etmek
- consider -- düşünmek; göz önünde tutmak; üzerinde düşünmek; mütalaa etmek; saymak; merhamet etmek; farz etmek. all things considered enine boyuna düşünülürse. not worth considering kale alınmaz
- considerate -- düşünceli; nazik.
- consign -- göndermek; gönderilen (mal.) on consignment konsiye olarak.
- consist -- of ile ibaret olmak; in ile içine almak
- consociate -- ortak olmak.; ortak; arkadaş
- console -- teselli etmek; konsol; radyo kasası; (mim.) balkonlann altına konulan süslü destek; (müz.) orgun tuşlarını havi kısım. console mirror konsol aynası. console table konsol.
- consolidate -- birleştirmek; pekiştirmek; (tic.) konsolide etmek. consolidated debts (tic.) konsolide borçlar
- consort -- arkadaş; eş; (den) yoldaş gemi; (eski.) birleşme; with ile arkadaşlık etmek; uymak muvafakat etmek; birleşmek
- conspire -- fesat maksadı ile gizli ittifak yapmak; elbirliği ile çalışmak; anlaşmak.
- constable -- (ing) kraliyet surlarının muhafızı veya valisi; polis; jandarma. Chief Constable (ing) bir vilâyetin polis müdürü. special constable geçici polis memuru.
- constipate -- (tıb.) kabzetmek
- constitute -- teşkil etmek; meydana getirmek; tayin etmek
- constrain -- zorlamak; bağlamak; menetmek; zaptetmek. constrained zorlanmış; yapmacık
- constrict -- sıkmak; boğaz; (zool.) avını sıkarak öldüren yılan. boa constrictor boa yılanı.
- construct -- yapmak; geometrik olarak çizrnek; yapılan şey; (psik.) daha basit izlenimlerden oluşan karmaşık bir eğilim.
- construe -- mana vermek; gramer kurallarınagöre cümle kurmak; cümleyi tahlil etmek.
- consubstantiate -- aynı cevherle birleştirmek; aynı esasa dayandığını farz etmek.
- consult -- danışmak; göz önünde tutmak; istişare etmek. consultant müşavir
- consume -- tüketmek; yakıp yok etmek; israf etmek; sarfetmek; yemek; tükenmek; ziyan edilmek
- consummate -- tam; tamamlamak; iyi sonuç.
- contact -- temas; ilişki; görüşme; (elek) bağlantı; (tıb.) bulaşıcı hastalık nakledebilen kimse; temas etmek; (k.dili.) ile konuşmak.
- contain -- kapsamak; sınırlamak; kontrol altma almak. container (sandık; yük gemisine yükletilecek iri sandık veya mavna. container ship yükü iri sandıklarda veya portatif mavnalar içinde taşıyan gemi.
- contaminate -- bulaştırmak; geçirmek (hastalık; lekelemek; pislik.
- contemn -- hor görmek
- contemplate -- düşünmek; niyetinde olmak; seyretmek.
- contend -- çarpışmak; iddia etmek
- content -- muhteva; (çoğ.) içindekiler; hacim; hoşnut; memnuniyet; (ing) Lordlar Kamarasında olumlu rey.; memnun etmek
- contest -- karşı koymak; (A.B.D) itiraz edilen seçim.; müsabaka; mücadele; tartışma; iddia
- context -- sözün gelişi; şartlar ve çevre. contex
- contexture -- yapı; düzen
- continue -- devam etmek; dayanmak; kalmak; üstünde durmak; uzatmak; (huk.) tehir etmek.
- contort -- burmak
- contour -- dış hatlar; (haritada) tesviye hattı; şeklini meydana getirmek; düzenini takip etmek. contour line eşyükselti çizgisi. contour map düzey haritası.
- contraband -- ithal veya ihracı yasaklanmış; kaçak (mal.) contraband of war tarafsız bir ülkenin
- contract -- anlaşma; anlaşma metni; (briç.) karar verilen oyun. on contract mukaveleli; kasmak; buruşturmak; yakalanmak; anlaşma veya mukavele yapmak; ilişki kurmak.
- contradict -- yalanlamak; karşı olmak
- contradistinguish -- zıddı ile tefrik etmek
- contraindicate -- (tıb.) hastalığın mutat tedavisini tatbik etmenin münasip olmadığına delalet etmek. contraindica'tioni
- contrary -- ters; nahoş; aksi istikamette olan; (man) mütenake; aksi ters; aksine. contrary child inatçı çocuk. evidence to the contrary aksini ispat. on the contrary aksine
- contrast -- aradaki farkı göstermek üzere karşılaştırmak; tezat; tefrik; (fotoğrafta) açık ve koyu kısımlar arasındaki fark. contrasty (foto.) açık ve koyu kısımlar arasında tezat olan.
- contravene -- karşı gelmek; itiraz etmek; bozmak
- contribute -- bağışlamak; katkıda bulunmak. contribute to yardım etmek; (gazeteye) yazı vermek. contributor veren kimse; dergi veya gazeteye yazı yazan kimse.
- contrite -- pişman
- contrive -- kurmak
- control -- idare; idare etme; spiritualizmde medyumu hareket ettiren ruh; istenilmeyen bir şeyin etkisini azaltacak program ve tedbir; (çoğ.) kumanda cihazları; (-led
- controvert -- tekzip etmek; itiraz etmek; aksini ispat etmek.
- contuse -- berelemek
- convalesce -- nekahet devresinde olmak; nekahet halindeki kimse.
- convene -- toplamak; (huk.) mahkemeye celbetmek; toplanmak
- convenience -- uygunluk; (çoğ.) konfor. at your convenience size uygun gelen bir zamanda
- convent -- rahibelerin bulunduğu manastır.
- conventicle -- (ing) (tar.) gizli dini toplantı.
- converge -- bir noktada birleşmeye yüz tutmak; (geom.) birbirine yaklaşmak (doğrular); (mat.) yakınsak olmak; birbirine yaklaştırmak. convergence birbirine yaklaşma; (fiz.)
- conversation -- konuşma
- converse -- (gen.) with (ile) konuşmak; zıt; karşıt; (man.) karşıt olan şey; nakzedici önerme converse'ly aksine olarak
- convert -- din veya inanç değiştiren kimse; değiştirmek; (tahvil) hisse senetlerine çevirmek; (öIçü veya miktarı) başka bir sisteme göre göstermek; tahvil etmek; (huk.) başkasının malını zapt etmek.
- convey -- nakletmek; geçirmek; ifade etmek; (huk.) başkasına terketmek; devredilebilir.
- conveyance -- nakletme; araba; (huk.) terk
- convict -- mahkum kimse.; mahkum etmek; suçlu bulmak.
- convince -- ikna etmek
- convoke -- toplantıya davet etmek
- convolute -- sarılmış; karışık
- convoy -- konvoy.; konvoyu korumak; rehberlik etmek.
- convulse -- şiddetle sarsmak. be convulsed with laughter gülmekten katılmak. convulsion ihtilâç
- coo -- ötmek; cilveleşmek; kumru ötüşü.; (ünlem)
- cook -- aşçı. cookbook yemek kitabı. Too many cooks spoil the broth idarecinin çok olduğu yerde iş yürümez.; pişirmek; tahrif etmek; (k.dili) üzerinde oynamak (hesaplar); hazırlamak
- cool -- serinlik; (argo) sükünet; serinletmek; serin; serin tutan (elbise); sakin; (ABD); (argo) iyi; (güz)
- coon -- (bak.) raccoon: (aşağ.) zenci. coon' age (ABD)
- coop -- kümes; (argo) hapishane; kümese sokmak. coop in
- cooper -- fıçıcı. cooperage fıçıcılık; fıçı imalâthanesi.
- cooperate -- beraber çalışmak
- cop -- (k.dili.) polis.; (-ped; yakalamak. cop out (argo) çekilmek; konik iplik yumağı.
- copartner -- ortak
- cope -- (gen.) with ile başa çıkmak; çaresini bulmak; papaz cüppesi; cüppe giymek.; marangozlukta (iki kirişi) birbirine uydurup birleştirmek; kaplamak.
- copilot -- ikinci pilot.
- copper -- bakır kaplamak; bakır rengi vermek; (argo) bahis tutuşmak. coppery bakır gibi; bakır; ufak para; (argo) polis; (çog); bakırdan yapılmış; copperbottomed bakır dipli; bir nevi bakır klişe. coppersmith bakırcı
- coppice -- küçük koru
- copse -- (bak.) coppice.
- copulate -- bağlı; cinsi münasebette bulunmak; cinsi yaklaşma; (man.) (bağlaç.)
- copy -- kopya etmek; kopya çekmek.; kopya; müsvedde; asıl; (gazet) metin
- copyright -- telif hakkı; telif hakkını muhafaza etmek; telif hakkı mahfuz olan.
- coquet -- (-ted
- coquette -- işvebaz
- corbel -- (mim.) dirsek. corbel block kısa dirsek tahtası. corbel out böyle bir dirseğe dayanıp çıkmak. corbel table böyle dirseğe dayanan çıkma.
- cord -- ip; yay kirişi; 3; bir çeşit kabartma çizgili kumaş; manevi bağ; (çoğ.) fitilli kadifeden yapılmış pantolon; iple bağlamak; iple süslemek; kütükleri yığmak. spinal cord (anat.) omurilik. vocal cords (anat.) boğazdaki ses telleri.
- cordon -- kordon.
- corduroy -- fitilli kadife; (çoğ.) bu kumaştan yapllan pantolon; fitilli kadifeden yapılmış; corduroy road bilhassa bataklıkları geçmekte kullanılan ve kütüklerden yapılmıs yol.
- core -- elma gibi meyvaların çekirdek yeri; zıvana; (mak.) maça parçası; (mad) derinden alınan yuvarlak sutun şeklinde taş numunesi; (jeol.) öz. core curriculum okutulan muhtelif derslerin ana bir tema etrafında birleştiği müfredat programı. rotten to the core tamamıyle çürük.
- cork -- mantar; mantarla kapamak tıpalamak; (ABD) kömürleşmiş mantarla siyahlaştırmak; mantardan yapılmış. cork oak dış kabuğundan şişe mantarı yapılan bir cins meşe ağacı
- corkscrew -- şişe açacağı
- corn -- (ABD) mısır; tahıl tanesi; tane; (ing) buğday; (ing) mısır nişastası. corn laws ingiltere tarihinde hububat satışını düzenleyen kanunlar. corn meal mısırdan imal edilen ve irmiğe benzeyen bir besin corn silk mısır püskülü. corn syrup glikoz. corn whisky mısırdan yapılmış viski.; nasır.
- corncob -- mısır koçanı. corncob pipe mısır koçanından yapılmış pipo.
- corner -- çıkmaza sokmak; tekelcilik suretiyle piyasayı ele geçirmek.
- cornice -- korniş; (mim.) geniş silme. corn poppy gelincik çiçeği
- corporate -- anonim şirkete ait; bir dernek veya bir şirket halinde (huk.)uken birleştirilmiş
- corpse -- ceset
- corrade -- (jeol.) yıpranmak aşınmak.
- corral -- (-led -ling) (at; ağıla kapamak; yakalamak
- correct -- düzeltmek doğrultmak; tekdir etmek; ayarlamak; gidermek. correction tashih; ihtar; giderme; ayar etme. correction fluid (matb.) korektör house of correction ıslahhane. correctional düzeltici; doğru yanlışsız; dürüst; uygun; uygunluk.
- correlate -- karşılıklı ilişkisi olmak; birbiri ile ilgisi olan şeylerin her biri.
- correspond -- uymak; benzemek. correspond to tekabül etmek
- corroborate -- (bir fikri) desteklemek
- corrode -- çürütmek; çürümek
- corrugate -- kırıştırmak; buruşmak; kırıştırılmış. corrugatediron oluklu demir levha. corrugatedpaper oluklu karton .corrug'ation kırışık
- corrupt -- namussuz; bozuk; bozmak; ayartılabilir; çürüyebilir. corruption irtikâp; kötü yol; çürüklük
- corset -- korse.
- coruscate -- parıldamak
- cosh -- (ing); cop ile vurmak.
- cosset -- çok sevmek; annesiz büyütülen kuzu; evde zevk için beslenen hayvan.
- cost -- fiyat; zarar; sermaye; (çoğ.); (cost) (mal.) olmak; pahası olmak; (maliyet masrafını) hesap etmek. It cost him dearly. ona pahalıya (mal.) oldu. It cost him infinite labor. çok emek sarfetti.
- co-star -- piyes veya filimde baş oyunculardan biri; baş rollerden birinde oynamak.
- costume -- kıyafet; kostüm; kıyafete sokmak. costume jewelry taklit ziynet eşyası
- cote -- ağıl; (leh.) kulübe.
- cottage -- küçük ev; yazlık ev
- cotter -- (mak.) anahtar; (iskoç) rençper.
- cotton -- pamuk; pamuğa benzer herhangi bir tüylü madde; pamuklu. cotton batting tabaka halinde pamuk. cotton belt (A.B.D.)'nde pamuk ekim mıntıkası. cotton eake çiğit küspesi. cotton slin çiğiti pamuktan ayıran çark; hintpamuu; (ing) hidrofil pamuk. cotton yarn az bükülmüş pamuk ipliği. sewing cotton dikiş ipliği; (eski) pamuğa sarmak. cotton u p to (k.dili.) yaltaklanmak. cotton to; yağcılık yapmak.
- couch -- sedir; in; ifade etmek; ima etmek; yatırmak; indirmek; pusuya yatmak. He couched his demand in respectful words. Talebini hürmetkâr bir lisanla arzetti.
- cough -- öksürük; öksürmek. cough drop öksürük pastili. cough up öksürüp çıkarmak; (argo) zorla vermek.
- counsel -- danışma; dava vekili; tedbir; öğüt; düşünce; nasihat vermek
- count -- sayma; hesap; (huk.) dava ve şikâyet fıkrası; (spor) on sayma. keep count sıra ile saymak. Iose count hesabı şaşırmak. take the count boksta yere serilip kalkamamak.; saymak; hesaba katmak; sayılmak; kont.
- countdown -- geriye doğru sayma; hazırlık devresi (bilhassa roket ve atom bombası denemelerinde kullanılır)
- countenance -- çehre; teveccüh; teveccüh göstermek; desteklemek. out of countenance mahcup.
- counter -- karşıt şey; karşılık; karşılıklı vuruş; ters; karşı; tersine; zıt gitmek.; karşı koymak; mukabil harekette bulunmak; tezgâh; fiş; sayaç
- counteract -- karşı koymak
- counterattack -- mukabil hücum.
- counterbalance -- eşit kuvvetle karşı koymak; telâfi etmek; denkleştirmek; karşılık
- countercharge -- karşı suçlama.
- countercheck -- karşı koymak; bir daha kontrol etmek; engel; tekrar kontrol etme. counter check bankadaki hesaptan para çekmek için düzenlenip müşterilere imzalattırılan zimmet fişi.
- counterclaim -- (huk.) karşı dava; karşı dava açmak.
- counterfeit -- sahte; taklit; kalp para basmak; taklit etmek
- countermand -- yeni bir emir ile evvelki emri iptal etmek; iptal emri.
- counterpart -- taydaş; karşılık; kopya
- counterplot -- mukabil entrika; bir oyun veya edebi eserde ikinci tema; mukabil entrika hazırlamak
- counterpoint -- (müz.) kontrpuan.
- counterpoise -- mukabil ağırlık; denge; mukabil ağırlık veya kuvvet ile muvazene husule getirmek
- countersign -- (ask.) parola.; tasdik için ikinci olarak imza etmek. counter(sig.)nature ikinci imza
- countersink -- havşa; havşa açmak.
- countervail -- aynı kuvvetle karşı koymak
- counterweigh -- denge sağlamak için ağırlık koymak.
- counterweight -- denge sağlamak için kullanılan ağırlık.
- counterwork -- zıt gitmek
- coup -- darbe; herhangi bir nihai veya kesin darbe.coup de main (ask.) ani hücum; bir oyunda olayların beklenmeyen bir şekil alması.
- couple -- çift; karı koca; (mak.) iki eşit ve birbirine zıt kuvvet; bağlamak; bağlantı kurmak; çiftleştirmek; cinsi münasebette bulunmak
- coupon -- kupon; faiz koçanı; müracaat kuponu.
- courage -- cesaret
- courier -- kurye
- course -- akmak; koşmak; av peşinden koşturmak.; yön; ders; (den) rota; gidiş; yol; ahça kap; (çoğ.) aybaşı. as a matter of course gayet tabii olarak. in due course zamanı gelirce
- court -- avlu; hükümdar sarayı; (huk.) mahkeme; dalkavukluk; kur. court fool saray soytarısı. Court of Appeals (huk.) istinaf mahkemesi; yargıtay. Court of Common Pleas (huk.) medeni (huk.)uk mahkemesi. court of first instance asliye mahkemesi. court plaster (ecza.) band. plaster Iaw court mahkeme. zettle out of court mahkemeye başvurmadan uzlaşmak. pay court to -e kur yapmak.; davet etmek; kur yapmak; dalkavukluk etmek; fırsat vermek
- courtesy -- nezaket; saygı; iltifat; umumun rızası. courtesy title resmi olmayan ünvan. by courtesy of sayesinde
- court-martial -- (çoğ.) courts -martial) askeri mahkeme; askeri mahkemede yargılamak.
- cove -- köy; (mim.) kemer; kovuk; koyak.
- covenant -- akit; akdetmek
- cover -- kapak; batlaniye; cilt; saklanmaya yarayan ağaçlık ve çalılık; bahane; sofra takımı; (tic.) karşılık. cover charge (lokantalarda) giriş ücreti. cover crop toprağı muhafaza etmek için kışın ekilen ekin. cover girl kapak kel. cover glass lamel: covered wagon üstü bezle kaplı dört tekerlekli at arabası. break cover gizlendiği yerden meydana çıkmak. take cover sığınmak; sığınmış; zarf içinde. under cover of perdesi altında; kapamak; kapsamak; (sig.)orta etmek; korumak; saklamak; yol almak; (gazet.) röportajını yapmak; kuluçkaya yatmak; (erkek hayvan) cinsi münasebette bulunmak; mesuliyetini üzerine almak; idare etmek; yerini doldurmak; yetmek; silâh ile tehdit etmek; destek ateşi sağlamak; aynı miktarda para koyarak bahse girişmek. cover up örtmek; gizlemek. Don't move: (I.)'ve got you covered (I.) Kıpırdama
- covet -- imrenmek
- covey -- aynı kuluçkadan çıkan yavrulan hepsi; çil; grup
- cow -- inek; dişi fil; yıldırmak
- coward -- korkak kimse. cowardly korkak
- cowboy -- kovboy
- cower -- çömelmek
- cowhide -- inek derisi; dövmek.
- cowl -- manastır rahiplerinin giydikleri cüppe; baca şapkası.
- coxswain -- (den.) filika veya kik serdümeni.
- coy -- cilveli; çekingen; mahcubâne. coyness mahcubiyet; cilve.
- cozen -- aldatmak
- cozy -- rahat; çaydanlık örtüsü.
- crab -- yengeç; aksi ve huysuz kimse. crab apple yaban elması. crab grass çok arsız bir nevi yabani çimen. (bot.) Digitaria sanguinalis crab louse kasık biti. catch a crab (den) kürek çekerken sandalın dengesini kaybetmek. sea crab çağanoz; yengeç avlamak; (den) yanlamasına sürüklenmek; (argo) azarlamak
- crack -- çatlak; çatırtı; hızlı darbe; aralık; (k.dili.) birinci sınıf; (k.dili.) kesin cevap; (k.dili.) deneme; (argo) hırsız; çatlamak; çatlatmak; zorlamak; çatallaşmak (ses); (petrol) ayırmak; (arabayı) kazada paramparça etmek; kaza geçirmek; güImektenkatılmak; (ing) övmek. a hard nut to crack başarılması zor bir iş; tesir edilemeyen kimse; (k.dili.) kaçık
- crackle -- çatırdamak; hışırdatmak; sırlamak; çatırtı; hışırtı; (çini) çatlak ve çizgili sır.
- cradle -- beşik; beşiğe benzer iskele veya çerçeve; ot toplamak için tırpana eklenen parmaklık; (den.) karada filika için dayak. cradlesongi ninni rob the cradle (k.dili) yaşça kendinden çok küçük birisi ile gezmek veya evlenmek.; ihtimamla muhafaza etmek; beşiğe yatırmak; parmaklıklı tırpanla ot biçmek.
- craft -- zanaat; esnaf; hüner; desise; (den) tekne
- crake -- su yelvesi
- cram -- tıkamak; tıkınmak; imtihan öncesi çok çalışmak; kalabalık
- cramp -- adalenin kasılmasına sebep vermek; mâni olmak; kenetlemek. cramp one' style bir kimsenin söz veya davranışlarını kısıtlamak. cramp the wheel direksiyonu tam kırmak. cramped okunması zor; kasılmış.; adale kasılması; şiddetli karın ağrısı; engel mânia; (mak.) mengene; (çoğ.) sancılı aybaşı. crampfish torpilbalığı. writer' cramp çok yazmaktan parmaklarda meydana gelen kramp.
- crane -- turna (zool.) Grus grus; (mak.) vinç; kollu ocak çengeli. crowned crane tuğlu turna. (zool.) Belearica pavonina demoiselle crane telli turna; vinç ile kaldırmak; turna gibi boynunu uzatmak.
- crank -- (mak.) dirsek; (k.dili.) garip huyları veya sabit fikirleri olan kimse; krankla hareket ettirmek. crank up hareket ettirmek. cranky ters; (den) yan yatma ihtimali olan.
- cranny -- yarık
- crap -- (argo) saçma; çöp; (argo) pislik; out ile (zarda) yediye atmak; (argo) şansım yitirmek. crap game (bak.) craps.
- crape -- krepon krep; yas belirtmek için taklıan siyah tül. crapehanger (ABD)
- crash -- şiddetli ses; kaza; (tic.) borsada hisselerin birden düşmesi; iflâs; gürültü ile kırılmak; (uçak) kaza geçirmek; parçalanmak; (k.dili.) davetsiz olarak bir ziyafete katılmak. crash dive (denizaltı) birden dalma. crash-land (uçak) mecburi iniş yapmak. crash of thunder şiddetli gök gürültüsü. crash program çok acele olarak ve masraflar gözönüne alınmadan bitirilmesi istenilen bir proje. crash the gate; havlu ve perde yapımında kullanılan kaba bez.
- crate -- sandık; (argo) derme çatma araba; sandıklamak.
- crater -- krater; bombanın açtığı çukur.
- cravat -- kravat
- crave -- şiddetle arzu etmek; rica etmek
- craven -- korkak
- craw -- kursak; hayvan midesi. It stuck in my craw ondan hoşlanmadım.
- crawl -- sürünmek; dalkavukluk etmek; sürünme
- crayfish -- (bak.) crawfish.
- crayon -- mum boya; mum boya ile yapılan resim; mum boya ile resim yapmak.
- craze -- çıldırtmak; çömlekçilikte ufak çatlak ve çizgiler yapmak; geçici moda; delilik; sırda çatlak.
- creak -- gıcırtı; gıcırdamak. creaky gıcırtıIı; zayıf
- cream -- kaymak; kremalı tatlı; cilt kremi; öz; krem rengi; kaymak bağlamak; kaymağını almak; krema haline getirmek; (ABD)
- crease -- kırma; çizgi; ütü çizgisi; kırma yapmak; buruşturmak; katlanmak
- create -- yaratmak; meydana getirmek; atamak; yapmak
- credence -- güven
- credential -- itimat sebebi; (çoğ.) kimlik kartı
- credit -- itimat etmek; (tic.) matluba geçirmek.; kredi; itibar; nüfuz; okullarda bir kursun başarıyla bitirilmesiyle kazanılan hak; üniversite kurslarının değer birimi; (çoğ.); tanıtma yazıları. credit manager (tic.) kredi işlerini düzenleyen memur. credit rating (tic.) kredi değerlendirmesi. credit union (tic.) kredi kooperatifi. a credit to his school okulu için iftihar vesilesi. agricultural credit (tic.) tarım kredisi. get credit for -dan dolayı şeref kazanmak. give credit (tic.) kredi açmak; şeref payı vermek. give credit for saygı göstermek. Ietter of credit (tic.) akreditif on credit (tic.) veresiye. (I.) gave him credit for more skill Kendisinin daha hünerli olacağını zannetmiştim.
- creed -- iman ikrarı; itikat
- creel -- balık sepeti.
- creep -- (crept; ağır ve ihtiyatlı hareket etmek; nüfuz etmek; ürpermek; hafifçe kaymak; (bot.) sarılmak; sürünen.; yerin yavaş yavaş kayması; (argo) hoşa gitmeyen kimse. the creeps (k.dili) tüyleri diken diken olma
- cremate -- (öluyü) yakmak. crema'tion öIüyü yakma. cremator'ium
- creosote -- (kim) kreozot
- crepe -- krep; (bak.) crape. crepe de Chine krepdöşin. crepe paper krepon kâğıdı. crepe rubber krepsol
- crepitate -- çatırdamak.
- crescendo -- (çoğ.) -dos) (müz.) kreşendo; kreşendo yapmak.
- crescent -- hilâl; hilâl şeklinde alâmet veya şey; islâm âlemi; hilâl şeklinde; büyümekte olan
- crest -- ibik; başlık sorguç; zirve; zirve teşkil etmek; üstünden aşmak (tepe dalga) crested lark tepeli toygar
- crevasse -- büyuk yarık
- crevice -- yarık
- crew -- tayfa; takım; güruh
- crewel -- gevşek bükülmüş iplik.
- crib -- kapamak; (k.dili.) . intihal etmek; (k.dili.) çalmak aşırmak.; (yanları yüksek; yemlik; ambar; kulübe; ahır; (k.dili.) intihal; (k.dili.) kopya malzemesi
- crick -- adale kasılması
- cricket -- cırcırböceği; (kriket) oyunu. mole cricket danaburnu. not cricket (k.dili.) doğru olmayan; oyun kurallarına aykırı.
- crime -- suç; cinayet; kabahat; (k.dili) ayıp.
- criminate -- itham etmek
- crimp -- zorla veya kandırarak denizci veya asker toplayan kimse veya acente; zorla askere almak.; kıvrım; (çoğ.) dalgalı saç; kıvırmak; (mak.) kenarlarını iç içe katlayarak birleştirmek; dalgalandırmak. put a crimp in (k.dili.) engel olmak.
- crimson -- koyu kırmızı; kırmızı boya; koyu kırmızıya boyamak; kıpkırmızı olmak
- cringe -- korkuyla çömelmek; yaltaklanmak.
- cringle -- (den) halat matafyon.
- crinkle -- buruşturmak; buruşmak; hışırdamak; kırışık.
- cripple -- sakat insan; sakat etmek; bozmak. crippled kötürüm; arızalı.
- crisp -- gevrek; kesin; uyanık; temiz; serin canlandırıcı (hava); kırışık; gevremek; kısmen yakmak. burned to a crisp yanıp kül olmuş. crispy kıvırcık: gevrek.
- crisscross -- çapraz; birbirini kesen çapraz doğrular; çapraz hatlar çizmek; tekrar tekrar karşıya geçip dönmek.
- critic -- bir şeyin değerini öIçen kimse; eleştirici; muhalif kimse
- criticize -- eleştirmek; yermek; değerini ölçmek.
- critique -- eleştiri; etüt
- croak -- kurbağa veya karga sesi; kurbağa veya karga gibi ses çıkarmak; (argo) öImek; (argo) herşeyden şikâyet eden kimse.
- crochet -- kroşe; kroşe yapmak
- crock -- çanak; (ing) yaşlı veya sakat at; (argo) âciz veya beceriksiz kimse.
- crocodile -- timsah; krokodil; bu hayvanın derisi. crocodile tears yalancıktan ağlama.
- croft -- (ing) eve bitişik etrafı duvarla çevrili ufak tarla
- crook -- dirsek; kıvrılma; çoban değneği; (k.dili) dolandırıcı; iğmek
- croon -- mırıldanmak
- crop -- ürün; (zool.) kursak; binici kırbacı. crop rotationher yıl değişik ekin ekerek toprağın bereketini koruma. cream of the crop bir şeyin en âlası.; kırkmak
- croquet -- tahta topla oynanan bir oyun
- cross -- çaprazlamak; karşıdan karşıya geçmek; geçirmek; (bot.); karşı gelmek; türleri karışmak; haç işareti yapmak; üstüne çizgi çizmek. crossed in love aşkta bedbaht olmuş. Cross my heart. Vallahi (I.) Yemin ederim ki... cross oneself istavroz çıkarmak. cross one's arms kollarını kavuşturmak. cross one's fingers iyi şans dilemek. cross one's legs ayak ayak üstüne atmak. cross one's mind hatırına gelmek; falcıya para vermek. cross swords with... ile çekişmek; hıyanet etmek.; çapraz işareti; haç; isa'nın öIümünün sembolü olarak kullanılan haç şekli; keder; dörtyol ağzı; melez. bear one's cross eziyete sabırla tahammül etmek; darılmış; huysuz; aksi; çapraz; aykırı; melez; karşıya geçen. cross action. (huk.) mukabil dava. cross section kesit
- crossbar -- sürgü
- crossbreed -- melez; melez elde etmek.
- crosscheck -- sağlamasını yapmak.
- crosscut -- enine kesmek. crosscut saw testere; kütük kesmeye mahsus iki saplı uzun testere; ince dişli bıçkı.
- cross-examine -- sorguya çekmek; (huk.) dava esnasında bir avukatın öbür tarafın şahidine sual sorması.
- crosshatch -- (mim.) paralel çapraz çizgilerle gölgelemek
- crosspollinate -- ayrı cinsten olan çiçekleri döllemek.
- cross-question -- karşı tarafın şahidine soru sormak.
- cross-reference -- kitapta bakılması gereken yeri gösteren not.
- cross-stitch -- kanaviçe işi.
- crosstalk -- (telefonda) hatların karışması.
- crosswalk -- yaya geçidi.
- crotch -- çatal; (anat.) kasık; (terz.) pantolon ağı; (den) puntal.
- crotchet -- ufak çengel; garip bir merak
- crouch -- çömelmek; çömelmiş vaziyet.
- croup -- (tıb.) krup hastalığı. croupy krup hastalığına tutulmuş.
- crow -- horoz gibi ötmek; sevinçle haykırmak; övünmek; karga; horoz ötmesi. crow'-foot karga ayağına benzer şey; ihtiyarlıkta göz kenarlarında husule gelen kırışıklar. crows-nest (den) direk üzerindeki gözcü yeri. as the crow flies kuş uçuşu. European crow kızılca karga
- crowbar -- (mak.) manivela
- crowd -- doluşmak; sıkıştırmak; üzerinde durmak; yer bırakmamak.; kalabalık
- crown -- taç; hükümdarlık; hükümdar; taça benzer şey; şeref ve itibar veren şey; tepe; başlık; beş şilin kıymetinde eski bir ingiliz parası; kron; (bot.) tohum fidanında sapın kök ile birleştiği nokta; (bot.) bir ağacın yaprakları ve can!ı dalları; (dişçi) dişin gözle görünen kısmı; (den) piyan cevizinin üzerine yapılan düğüm; (den) demirin memesi; kıymetli taşın üst kısmı. crown colony ingiliz imparatorluğunda hükümdar tarafından idare edilen sömürge. crown glass daire şeklinde ortası kalın cam. crown imperial iran'da bulunan bir çiçek; taç aiydirmek; başlık koymak; süslemek; (dama oyununda) dama yapmak; dişe kron takmak; kdili başa vurmak
- cruel -- zalim; çekilmez; çetin
- cruise -- (den.) seyrüsefer etmek; (polis arabası) kol gezmek; vapur seyahati. cruisingspeed (araba
- crumb -- kırıntı; parça; ekmek içi; (A.B.D); ufalamak; kırıntılarla süslemek (yemek); sofradan kırıntıları toplamak.
- crumble -- harap olmak; parçalanmak; ufalamak
- crumple -- buruşturmak; çökmek.
- crunch -- çatır çatır çiğnemek; çatırtı ile ezmek; çatırtı; (k.dili.) güç durum. in the crunch paçası sıkışınca.
- crupper -- at sağrısı; kuskun.
- crusade -- haçlı seferi; din uğruna yapılan savaş; kampanya; bu gibi bir mücadeleye katılmak; bir reform veya başka davanın hararetli taraftarı.
- crush -- ezme; kalabalık; (k.dili) şiddetli ve geçici sevgi; ezmek; baskı yapmak; gadretmek; ezilmek.
- crust -- ekmek kabuğu; pişmiş herhangi bir şeyin kabuğu; kabuk; (argo) arsızlık; kabukla kaplamak; kabuklanmak; crust of the earth yerkabuğu.
- crutch -- destek; koltuk değneği; çatal destek; (den) bumba üç ayağı.
- cry -- ses; ağlama; feryat; nara; yalvarma; hayvan sesi; istek. a far cry çok farklı. in full cry havlayarak avı kovalayan (av köpeği) war cry savaş narası. within cry of duyulabilecek uzaklıkta.; ağlamak; feryat etmek; bağırmak; yalvarmak. cry down kötülemek. cry for arzu etmek; bağırmak. cry out against karşı çıkmak
- crystallize -- billurlaştırmak billurlaşmak; belli olmak; belirli bir şekil vermek veya almak; şekerle kaplamak; (çelik) müteaddit gerilmeler ile mikrostrüktürünü değiştirmek. crystalliza'tion billurlaşma.
- cub -- yavru (ayı; budala çocuk; küçük tek motorlu uçak; yavrulamak. cub reporter tecrübesiz genç gazete muhabiri. cub scout yavrukurt.
- cube -- (.; (mat.) küp; küçük parçalara kesmek; (mat.) küp çıkarmak. cube root (mat.) küp kök. cube sugar kesme şeker.
- cuckold -- karısı tarafından aldatılmış erkek; (kocayı)aldatmak
- cuckoo -- guguk kuşu; bu kuşun ötüşü; (A.B.D)
- cud -- geviş. chew the cud geviş getirmek; derin derin düşünmek.
- cuddle -- kucaklamak; sarılıp yatmak.
- cudgel -- kısa kalın sopa; sopa ile dövmek; (çoğ.)
- cue -- kuyruk şeklinde saç örgüsü; bilardo sopası; sıra; (tiyatro) sahnede veya kuliste aktörün sözü arkadaşına bırakmadan evvelki son söz veya hareketi; başlama işareti; üstü kapalı söz; harekete geçirici söz veya olay; sufle etmek.
- cuff -- kol ağzı; sille; yumruk vurmak
- cuirass -- göğüslük zırh.
- cull -- koparmak; ayırmak; değersiz olanları seçip atmak; kötü veya değersiz olduğundan bir kenara ayrılmış şey.
- culminate -- neticelenmek; en yüksek noktaya varmak; en yüksek nokta.
- cultivate -- tarlayı sürüp ekmek; terbiye etmek; beslemek; (başka bir kimseyi) kendine bağlamaya çalışmak. cultivate a friendship dostluk kazanmaya çalışmak. cultivable; zarif; yetiştirme; kibarlık; küçük saban; ekici
- culture -- kültür; terbiye; münevverlik; medeniyetin bir safhası; (tıb.) kültür; kültür yapmak; medeniyete ait. cultural anthropology sosyo-antropoloji. cultured kibar
- culvert -- mecra
- cumber -- yük olmak
- cumulate -- birikmek
- cup -- fincan; (spor) kupa; litrenin dörtte biri; (tıb.) şişe çekmek
- cupboard -- dolap
- cupcake -- ufak kek.
- cupel -- ufak pota; potada tasfiye etmek.
- curate -- (ing) papaz
- curb -- sokak kaldırımının kenar taşı; fren; kuyu ağzı bileziği; atta suluk zinciri; tutmak
- curd -- kesilmiş sütün katı kısmı; yumuşak ve tuzsuz lor peyniri.
- curdle -- pıhtılaştırmak
- cure -- tedavi; şifa; kür; konserve yapma. cure-all her derde deva. past cure tedavi edilebilecek haddi aşmış; çaresiz.; şifa vermek; dumanla tütsüleyerek veya tuzlayarak konserve etmek; sertleşmek (kauçuk gibi)
- curette -- (tıb.) küret. ceuretting kürtaj.
- curl -- kıvrım; helezoni şekil; dalgalı çizgi; kıvırmak; kıvrılmak; "curling' oyunu oynamak. curl one' hair saçını kıvırmak; (k.dili) korkutmak. curl one lip alaylı bir şekilde güIümsemek; hor bakmak. curl up kıvrılmak.
- curlicue -- süslü kıvrım
- curry -- tımar etmek; dayak atmak; deriyi işleyip kullanılır hale getirmek; curry powder ile pişirilmiş et veya pilav. curry powder Hint mutfağında kullanılan biberli karışık baharat.
- currycomb -- kaşağı; kaşağılamak.
- curse -- Iânet etmek; belâ getirmek; Iânet; belâ; hırçın. cursed with çeken
- curt -- ters ve kısa (söz) curtly tersçe. curtness terslik
- curtail -- kesmek
- curtain -- perde; tiyatro perdesı; (çoğ.); perdelemek. curtain call (tiyatro) perde kapandıktan sonra alkışlarla tekrar sahneye çağırma. curtain lecture (k.dili) yalnızken kadının kocasını haşlaması. curtain raiser programın ilk kısmı; asıl piyesten evvel oynanan kısa piyes. curtain ring perde halkası. curtain rod perde rayı; konuyu bırakmak. Tron Curtain Demirperde. raise the curtain perdeyi açmak; piyese başlamak.
- curtsy -- reverans; reverans yapmak. make a curtsy reverans yapmak.
- curve -- eğmek; eğri; viraj; (spor) topun vuruşu takiben havada bir eğri çizmesi; bu eğri; imtihan notları sonucu sınıf standartına göre not verme sistemi.
- curvet -- şaha kalkıp hafif sıçrama; bu hareketi yapmak.
- cushion -- yastık; yastığa benzer şey; bir darbenin hızını kesen herhangi bir şey; bilardo masasının lastikli iç kenarı.; yastık veya minder koymak veya dayamak
- cusp -- zirve; (astr.) yeni ayın sivri uçlarından her biri; (geom.) iki eğrinin birbirlerine teğet oldukları nokta; (mim.) dilim; (bot.) sivri uç; cuspate
- cuspidate -- dilimli
- cuss -- (A.B.D) (k.dili) küfretmek; Iânet; (k.dili) herif. a queer cuss (k.dili) acayip yaratık. cussedness (A.B.D); Iânetlilik.
- custom -- gelenek; alışkanlık; müşterilik; (çoğ.) gelenekler; (çoğ.) gümrük; ısmarlama; ısmarlama üzerine çalışan (esnaf) customs union gümrük anlaşması.
- cut -- kesilmiş; tenzilâtlı; doğranmış; yontulmuş; sulandırılmış: hadım edilmiş. cut and dried evvelden hazırlanmış; sıkıcı; kesme; biçki; biçim; oyulmuş geçit; dilim; (matb.) klişe; hisse; (A.B.D); inciten söz veya tavır; fiyat; (cut; biçmek; yontmak; kamçılamak; katetmek; (filmi) kesmek; (konuşma; incitmek; görmezlikten gelmek; (k.dili) derse gitmemek; fiyatını indirmek; durdurmak sinema; (spor) (topa) fırıldatıp vurmak; sulandırmak (içki); sapmak; (iskambil) kesmek; hadım etmek. cut across her konuya dokunmak; üstün olmak; kestirme yoldan gitmek.cut adrift serbest bırakmak. cut and run bırakıp kaçmak; kesip kısaltmak; geri dönmek. cut both ways hem iyi hem kötü etkileri olmak. cut corners ucuz veya kestirme yoldan halletmek. cut down öIdürmek; (ağaç) kesmek; azaltmak; kısaltıp yeniden dikmek (elbise) cut into azaltmak. cut loose baskıdan kurtulmak; (informal) sulanmak. cut no ice önemli olmamak. cut one' coat according to one' cloth ayağını yorganına göre uzatmak. cut one- teeth on ile başlamak. cut short kısa kesmek. cut the ground from under etkisini yok etmek. cut to the bone asgari dereceye indirmek. cut in lafını kesmek; (iskambil) birinin yerini almak; danseden bir çifte gidip erkekten damını almak; trafikte birden arabaların arasına girmek. Cut it out. (k.dili) Yapma. Bırak. cut off kesmek; yolunu kesmek; mahrum etmek. cut out kesip çıkarmak; bırakmak; sürüden ayırmak; (metinden) çıkarmak; uygun olmak; yerini almak; trafikte sıradan çıkıp sollamak. cut up parça parça kesmek; çok etkilemek; (k.dili) yaramazlık etmek.
- cutlass -- bahriye kılıcı.
- cyanide -- siyanür.
- cycle -- dönem; dönme; divan; bisiklet; bir devir yapmak; bir devreden geçmek; devir devir vaki olmak; bisiklete binmek.
- cylinder -- silindir. cylin'drical silindir şeklinde.
- dab -- pisibalığına benzer bir balık.; hafifçe vurmak; dokunma; yumuşak veya ıslak bir şeyin bir parçası.; (k.dili.) uzman.
- dabble -- su serpmek; amatör olarak bir sanat veya işle uğraşmak. dabbler sathi çalışan kimse
- dado -- (mim.) bir sütun için kürsü taşı; oda duvarının süslü alt kısmı; bir tahtayı ikinci bir tahtanın kenarına tutturmak için oyulan oyuk.
- dagger -- kama
- daguerreotype -- (eski.)
- dally -- vakit öldürmek; haylazlık etmek. dally away vakit öIdürmek. dally with oynaşmak.
- dam -- (-med; baraj yapmak; kapamak. dam in; ana hayvan.
- damage -- zarar; (k.dili) masraf; hasar yapmak bozmak
- damascene -- hareli çizgilerle süslemek
- damask -- Şam'da dokunan çiçekli ipek kumaş; damasko (kumaş); Şam çeliği; koyu pembe renk; Şam çeliğinden yapılmış; Şam işi; gül renkli; Şam işi gibi işlemek; damasko ile döşemek; gül rengi vermek.
- damn -- lanet etmek; sövmek; Iânet. Damn!
- damp -- nemli; nem; kömür ocaklarında hâsıl olan zararlı bir gaz; boğmak; yavaşlatmak; ıslatmak; sindirmek. damp off (bahç) bir mantar hastalığı ile çürüyüp dökülmek. dampness rutubet
- dampen -- nemlendirmek; nemlenmek; (titreşim) azaltmak.
- dance -- dans etmek; dans; balo; dans müziği. St. Vitus' dance (tıb.) insan vücudunda bazı yerlerin istek dışında ve düzensiz olarak sıçraması
- dander -- (k.dili) öfke; kızdırmak.
- dandle -- hoplatmak
- danger -- tehlike
- dangle -- sarkmak; sarkıtmak
- dank -- yaş
- dap -- yemi hafifçe suya atarak balık tutmak; hafifçe veya birdenbire suya dalmak.
- dapple -- benekli; beneklenmek; benekli hayvan. dapple gray bakla kırı
- dare -- cesaret etmek; meydan okumak; meydan okuma. daredevil gözüpek kimse; cüretkâr
- dark -- karanlık; müphem; cehalet içinde olan; gizli; az sütlü (kahve) dark blue lacivert. dark-eyed kara gözlü. dark horse (pol.) beklenilmediği halde partisi tarafından aday gösterilen adam. dark lantern hırsız feneri. darkroom (foto.) karanlık oda. dark star (astr.) Işık vermeyen yıldız. a dark day karanlık gün; kötü gün. a dark saying kapalı söz. as dark as pitch zifiri karanlık. Keep it dark. Sakın kimseye söyleme. the Dark Ages Karanlık Devirler; esrarengiz bir şekilde. darkness karanlık.; karanllk; akşam; koyu renk; muğlaklık; mehtapsız gece. a leap in the dark körü körüne veya ne olduğunu bilmeden bir şeye atılma. at dark akşam olunca; habersiz.
- darken -- karartmak; anlaşılması zor hale getirmek; koyulaşmak
- darkle -- karanlıkta gözden kaybolmak; karanlık olmak.
- darn -- yamamak; örülerek tamir olunmuş yer. darning egg örgü yumurtası. darning needle örgü iğnesi; (zool.) Odonata familyasından uzun gövdeli sinek.; Iânet etmek; Iânetleme
- dart -- küçük ok; kargı; ani ve hızlı hareket; böceğin iğnesi; (terz.) pens; fırlatma; atmak; hela birkaç adım koşmak
- dartle -- fırlatıp veya fırlayıp durmak.
- dash -- hızlı koşmak; kısa mesafe koşmak; vurmak; atmak; sıçratmak; bozmak; karıştırmak; atılmak; sıçramak. dash off acele gitmek; kısa bir mesafeyi koşma; saldırma; canlılık; tantana; çizgi; herhangi bir şeye katılmış cüzi bir miktar; iz
- dashboard -- (mak.) arabada kontrol paneli.
- dastard -- alçak kimse; alçak. dastardly alçak
- date -- tarih koymak; tarih kararlaştırmak veya tahmin etmek; tarihli olmak; randevuya çıkmak. It dates from a thousand (B.C) Milâttan bin sene evvelden kalma bir eserdir. dated tarihli; modası geçmiş.; tarih; randevu; flört edilen kız veya erkek. date line (coğr.) gün değiştirme hattı. No date. Tarihi gösterilmedi. out of date modası geçmiş; tarihi geçmiş. to date bugüne kadar. up to date günümüze uygun; hurma. date palm hurma ağacı
- datum -- (ölçüde) başlangıç noktası veya hattı; malumat birimi.
- daub -- sürmek; harç; acemice yapılmış resim. dauber acemi ressam.
- daunt -- yıldırmak
- daw -- (bak.) jackdaw.
- dawdle -- işini ağırdan alarak vakit kaybetmek
- dawn -- tan; zuhur; görünmeye başlamak
- day -- gündüz; gün; zaman
- daydream -- hayal; hayal kurmak
- daylight -- güneş ışığı; önce şaşırtıcı gelen bir şeyin sonradan anlaşılması; gösterme
- daze -- göz kamaştırmak; şaşkınlık dazed yarı şuursuz; şaşkın.
- dazzle -- gözünü kamaştırmak; kamaştırma.
- deacon -- diyakoz; (k.dili) ilâhileri satır satır okumak; göz boyamak.
- deactivate -- çalışamaz duruma getirmek.
- dead -- ölü; sönük; cansız; renksiz; çıkmaz. dead hand (bak.) mortmain. dead heat (spor) berabere biten yarış. dead language ölü dil. dead letter hükmü kalmamış kanun; sahibi bulunamayıp postanede kalan mektup. dead march (müz.) cenaze marşı. dead nettle ısırganotu; dümen suyu. dead weight geminin darası. come to a dead stop tamamen durmak. the dead
- deaden -- kuvvetini kırmak hafifletmek; tatsızlaştırmak; parlaklığını gidermek; ses geçmesini önlemek.
- deadhead -- (k.dili.) ücretsiz olarak kartla seyahat eden veya tiyatro v.b yerlere giden kimse; boş olarak kalkan tren; sıkıcı kimse.
- deadline -- son teslim tarihi: cezaevlerinde hükümlülerin geçmemesi gereken yasak bölge sınırı.
- deadlock -- çıkmaz iki taraflı karşı koymanın sonucu olarak her iki tarafın hareketsiz kalışı; çıkmaza sokmak
- deadpan -- (A.B.D); boş ve anlamsız yüz ifadesi olan; duygularını açığa vurmadan; duygularını belli etmeden hareketetmek veya konuşmak.
- deaf -- (. sağır; kulak asmayan. deaf-and -dumb alphabet sağır ve dilsizlere mahsus işaret alfabesi. deaf-mute sağır ve dilsiz kimse. turn a deaf ear to dinlememek
- deafen -- kulağını sağır etmek; kulağını tıkamak.
- deal -- çam tahtası; pazarlık; iş; miktar; iskambil kâğıtlarını dağıtma. a good deal a great deal bir çok; (dealt) alâkadar olmak; iskambil kâğıtlarını dagıtmak. deal in tüccarı olmak. deal with temas etmek; işini görmek; müşterisi olmak ... ile alışveriş etmek. dealer satıcı; iş gören kimse; oyunda iskambil kâğıdını dağıtan kimse; (argo) esrar satıcısı. double-dealer ikiyüzlü kimse
- deaminate -- (kim) bir bileşikten amino gurubunu çıkarmak.
- dean -- dekan; bir üniversite veya yüksek okulda idari görevi olan kimse; ingiliz kilisesinde bir papaz rütbesi; bir başkentte bulunan kordiplomatiğin en kıdemli üyesi. dean of students talebe meseleleriyle ilgili üniversite memuru. deanery dekanın oturduğu ev; başpapazın evi.
- dear -- sevgili; aziz; samimi; pahalı. dear John azizim John; bir kızın nişanlısına yazdığı ayrılma mektubu. Dear me (I.) Aman (I.) Canım (I.) Yarabbi (I.) Deme (I.) for dear life canını kurtaracakmış gibi. dearly sevgi ile; pahalıya. deary (k.dili.) sevgili.
- debar -- mâni olmak
- debark -- gemiden çıkmak
- debase -- kıymetini düşürmek; şeref ve itibarına halel getirmek; bozmak. debased coinage içindeki gümüş veya altın miktarı azaltılmış madeni paralar.
- debate -- tartışmak; çok düşünmek; tartışma
- debauch -- ayartmak; sefahat
- debilitate -- takatini kesmek; anormal derecede halsizlik.
- debit -- zimmet; zimmet kaydetmek; birinin zimmetine kaydetmek. debit an account bir hesabı zimmetine kaydetmek. debit balance zimmet bakıyesi. debit a person with a sum
- debouch -- (ask.) dar ve kapalı bir yerden meydana çıkmak; açık bir yere çıkarmak.
- debrief -- (bir asker
- debug -- (bir odadan) gizli işitme cihazlarını sökmek; bir makina veya sistemin kusurlarını gidermek.
- debunk -- (k.dili.) kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak.
- debut -- başlangıç; (sahneye) ilk çıkış bir genç kızın sosyeteye ilk defa takdim olunması. make one's debut ilk defa olarak çıkmak; sosyeteye ilk defa takdim olunmak.
- decaffeinate -- içinden kafeini çıkarmak.
- decal -- (güz) (san) kâğıttan cama veya tahtaya resim çıkarma sanatı
- decalcify -- kireçten mahrum etmek
- decamp -- ordu veya karargâhı kaldırmak
- decant -- sulu bir şeyi tortusundan ayırmak için dikkatlice dökmek
- decapitate -- başını kesmek
- decarbonize -- bir maddedeki karbonu
- decay -- çürümek; azalmak; sıhhatçe düşmek; çürütmek; sıhhatçe düşme; azalma; harap olma.
- decease -- öIüm; öImek. the deceased merhum
- deceive -- aldatmak
- decelerate -- yavaşlamak; sürati kesmek.
- decentralize -- sorumluluğu dağıtmak
- decerebrate -- (tıb.) beynini çıkartmak.
- decertify -- bir belgeyi iptal etmek.
- decide -- karar vermek
- decimal -- (mat.) ondalık. decimal fraction ondalık kesir. decimal notation ondalık işaretleme veya notlama .decimal place ondalık hanesi. decimal point ondalık nokta. decimal system ondalık sistemi.
- decimate -- büyük bir kısmını yok etmek; bir grup içinden her on kişide birini alıp öIdürmek. decima'tion imha
- decipher -- şifre çözmek; yorumlamak . decipherable halledilebilir; anlaşılır.
- decision -- karar; ilâm; sebat tereddütsüzlük. come to veya make a decision karar vermek
- deck -- (den.) güverte; güverte gibi yer; (iskambil) kâğıt takımı; (argo) esrar paketi. deck chair şezlong. deck hand güverte tayfası. deck house üst güvertede yapılan kamara veya salon. below decks (den.) palavra altına; bir işe hazırlanmak. hit the deck (argo) yataktan kalkmak; yere çökmek; harekete geçmek. Iower deck (den.) tavlun. main deck (den.) palavra poop deck (den.) kıç kasarası promenadedeck (den.) gezinti güvertesi. quarterdeck (den.) kıç güvertesi; donatmak
- declaim -- belâgatle söz söylemek; nutuk çekmek. declaim against şiddetle karşı koymak
- declare -- ilân etmek; bildirmek; iddia etmek; ispat etmek. Well
- decline -- sapmak; zevalbulmak; eksilmek; eğilmek; reddetmek; (astr.) meyletmek; eğmek; -den çekilmek veya kaçınmak; (gram) çekmek; meyil; gerileme; batma; (tıb.) hastalık ârazının zeval bulma devresi; (tıb.) maddi ve manevi kuvvetten düşme. go into a decline kuvvetten düşmek. on the decline çökmekte
- declutch -- debreyaj pedalına basmak
- decoct -- kaynatarak özünü elde etmek. decoction kaynatma; bir şeyi kaynatarak elde edilen öz.
- decode -- şifre çözmek
- decolorize -- rengini açmak
- decommission -- (gemi v.b.'ni) yedeğe çekmek.
- decompose -- ayrıştırmak; çürütmek; çürümek. decomposi'tioni ayrışma; çürüklük
- decompress -- yeraltı işçisini hava basıncından kurtarmak. decompression chamber uçuşa hazırlık için normal basıncı azaltan kapalı hücre.
- decontaminate -- bir cisim veya bölgeyi zararlı kimyasal maddelerden arıtmak.
- decontrol -- kontrol altından çıkarmak
- decorate -- süslemek; nişan vermek.
- decorticate -- kabuğunu soymak.
- decoy -- tehlikeye atmak; av hayvanlarını tuzağa düşürmekte kullanılan herhangi bir şey; teşvikçi kimse
- decrease -- azalmak; azaltmak; eksilme; küçülme; eksiklik
- decree -- resmi emir; emretmek; hüküm vermek
- decrement -- eksilme; zayiat; eksiklik.
- decrepitate -- çatırdatarak ateşte kavurmak (tuz
- decrescendo -- (müz.) dekreşendo
- decry -- kötulemek
- decussate -- çaprazvari geçmek; X şeklinde geçmek; X şeklinde
- dedicate -- adamak; vermek; tahsis edilmiş. dedica'tion adama
- deduce -- anlamak
- deduct -- çıkarmak; istintaç etmek; (man); sonuç; hesaptan düşme; tümdengelimli.
- deed -- iş; (huk.) senet; senetle devretmek. draw up a deed senet yazmak. in deed aslında; bir işe şahit olmak.
- deem -- saymak
- deemphasize -- önemini azaltmak
- deepen -- derinleşmek; artırmak; koyulaştırmak (renk); kalınlaşmak (ses)
- deescalate -- (bilhassa harbin) kuvvetini azaltmak; azalmak
- deface -- resim v.b'ni bozmak
- defalcate -- emanet paradan çalmak
- defame -- zem ve iftira ile bir kimsenin itibarını zedelemeye çalışmak; namusuna leke sürmek. defamation iftira; lekeleme. defamatory ri)( iftira olan
- default -- ihmal; mahkeme; hazır bulunmayış; emanet paranın açığını ödemekten kaçınmak; mahkemede ispatı vücut etmemek; spor karşılaşmasına zamanında gelmeyip hakkını kaybetmek; ifa etmemek; ispatı vücut etmediğinden mahkum etmek.
- defeat -- yenmek; hezimete uğratmak; bozmak; bozgun; bozguncu.
- defecate -- dışkı boşaltmak; tortusunu çıkarmak. defeca'tion dışkı boşaltma.
- defect -- kusur; terketmek; karşı tarafa iltica etmek.
- defend -- savunmak müdafaa etmek
- defense -- (ing) defence savunma; muhafaza eden herhangi bir şey
- defer -- (-red
- defilade -- (ask.) havale siperi yapmak; havale siperi yapma.
- defile -- sıra halinde yürümek; sıra halinde yürüyüş; dağlar arasındaki uzun ve dar geçit.; kirletmek
- define -- tarif etmek; sınırlamak; ayırt edilebilir.
- deflagrate -- ateş alıp birden parlamak. deflagra'tion birden ateş alma.
- deflate -- hava veya gazı boşaltmak; gururunu kırmak; fiyatları duşürmek. deflation hava veya gazı boşaltma; fiyatların düşmesi
- deflect -- yoldan saptırmak; dönmek. deflector yana saptıran alet.
- deflower -- kızlığını bozmak; çiçeğinden mahrum etmek.
- defoliate -- yapraklarını dökmek veya düşürmek; düşmanın mevzilenmesini önlemek için bitkileri tahrip etmek. defolia'tion
- deforce -- (huk.) zorla alıkoymak (başkasının malını)
- deforest -- ormandan mahrum etmek.
- deform -- şeklini bozmak; sakat etmek; çirkinleştirmek.
- defraud -- dolandırmak; (slang) üç kâgıda getirmek.
- defray -- ödemek
- defrock -- (papaz) rütbesinden mahrum etmek; cüppesini çıkartmak.
- defrost -- buzlarını çözmek veya eritmek. defroster buzdolabı v.b.'nde buzları çözme veya eritme tertibatı.
- defunct -- öIü; feshedilmiş
- defy -- meydan okumak
- degauss -- bir şilebin manyetik alanını siper edip manyetik mayınlardan korumak.
- degenerate -- yozlaşmış; bozulmak; düşmek sukut etmek; (biyol.) cinsi bozulmak
- degrade -- alçaltmak; rütbesini indirmek; derece itibariyle alçalmak
- dehisce -- (bot.) (bitki tohumları kabuğu) kendi kendine açılmak
- dehumanize -- insanlıktan çıkarmak; şahsiyetsizleştirmek
- dehumidify -- rutubetini gidermek. dehumidifier rutubeti gideren alet.
- dehydrate -- suyunu çıkarmak; suyu çıkmak.
- deice -- buz tutmasına engel olmak
- deify -- tanrılaştırmak; Allah gibi tapmak.
- deign -- tenezzül etmek
- deject -- meyus etmek; hevesini kırmak. dejected meyus; (çoğ.)
- delate -- yaymak. delator iftiracı.
- delay -- ertelemek; gecikmek; tehir; muhlet
- dele -- (matb.)
- delegate -- (del'ıgeyt) temsilci; delege göndermek; delegeye yetki vermek; havale etmek; veka1et verme; murahhaslık.
- delete -- silmek; yazıdan çıkarılan parça.
- deliberate -- kasti; düşünceli; düşünmek; müzakere; tartışma; karar vermekte ihtiyat. deliberative düşünceli; düşünen
- delight -- memnun etmek; memnun olmak; hazzetmek; sevinç; sevinç verme hassası; füsun
- delimit -- tahdit etmek
- delineate -- şeklini çizmek; resim; tarif
- deliquesce -- kendi kendine havadan rutubet kapıp yavaş yavaş erimek. deliquescent havadan çektiği su ile eriyebilen. deliquescence havadan çektiğisu ile eriyebilme.
- deliver -- tevdi etmek; kurtarmak; çocuğu almak; irat etmek; atmak (tokat); hüküm vermek. deliver oneself of konuşma haline dökmek. be delivered of doğurmak.
- delouse -- bitlerini ayıklamak.
- delude -- aldatmak
- deluge -- tufan; suya boğmak
- delve -- araştırmak
- demagnetize -- (elek.) mıknatıs hassasını gidermek.
- demagogue -- demagog
- demand -- talep etmek; emretmek; sormak; muhtaç olmak; (huk.) mahkemeye celbetmek; talep; ihtiyaç; (huk.) talep
- demarcate -- hudut çizmek; ayırmak.
- demean -- alçaltmak
- demerit -- ihtar
- demilitarize -- askeri teşkilâtı ilga etmek
- demise -- irtihal; (huk.) terk; intikal; hükümdar tacının halefe intikali; mülkü vasiyetle ferağ etmek
- demobilize -- (ask.) terhis etmek.
- demolish -- yıkmak; yıkılma
- demonetize -- paranın değerini düşürmek; parayı tedavülden kaldırmak. demonetiza'tion paramn değerini düşürme; tedavülden kaldırma.
- demonstrate -- ispat etmek; nümayiş yapmak; göstererek ders vermek. demonstra'tioni ispat; nümayiş; sergi; (gram) işaret zamiri. demonstrative adjective (gram) işaret sıfatı. demonstrative pronoun (gram) işaret zamiri. dem'onstrator ispat eden şey veya kimse; nümayişçi.
- demoralize -- ahlakını bozmak; cesaretini kırmak
- demote -- aşağı dereceye indirmek
- demount -- parçalara ayırmak; dağıtmak. demountables kolayca takılıp çıkarılabilir.
- demur -- (-red; tereddüt etmek; (huk.) davada bir maddeye itiraz etmek; itiraz
- demure -- uslu; alçak gönüllü; ağır başlı; cilveli; sahte vakarlı. demurely ağır başlılıkla alçak gönüllülükle. demureness ciddiyet; alçak gönüllülük
- den -- in; sığınak; küçük oda; çalışma odası. den of thieves haydut yatağı. den of vice batakhane Iion' den aslan ini.
- denationalize -- ulusal haklardan mahrum etmek; milli vasıflarını yitirmek; devlet kontrolundan çıkarmak.
- denaturalize -- tabii halinden çıkarmak.
- denature -- tabii özelliklerinden uzaklaştırmak; diğer hassalarına dokunmak sızın içilmez hale koymak (alkol) denaturedalcohol mavi ispirto.
- denigrate -- iftira etmek; (informal) çamur atmak. denigra'tion iftira.
- denizen -- ikamet eden kimse; vatandaş; (ing) muayyen vatandaşlık haklarına sahip olarak bir memlekette ikamet eden yabancı; yeni şartlara veya bir yere intibak etmiş hayvan veya bitki; bir yeri devamlı ziyaret eden kimse; (ing) yurttaşlık haklarını kabul etmek.
- denominate -- isim koymak; tefrik etmek
- denote -- delâlet etmek
- denounce -- ihbar etmek; mukavele veya anlaşmanın fesholunacağını haber vermek; suçlamak
- dent -- bir yere çarpmaktan meydana gelen ufak çukur veya çentik; çentmek; tarak veya vites dişi.
- denude -- soymak; (jeol.) aşındırarak çıplak bırakmak; tamamen mahrum etmek. denuda-tion soyulma
- denunciate -- açıklamak; bir kimsenin kusurlarını açığa vurmak. denuncia'tion açıklama; itham eden kimse
- deny -- inkâr etmek; tekzip etmek; mahrum etmek; esirgemek; yalanlamak; kaçınmak
- deodorize -- )kokusunu gidermek. deodorizer koku giderici şey.
- deoxidize -- bir bileşimdeki oksijeni çıkarmak. deoxida'tion deoksidasyon.
- depart -- ayrılmak; hareket etmek; ölmek; from ile sapmak; bir yeri terketmek.
- depend -- on veya upon ile güvenmek; bağlı olmak; ihtiyacı olmak; from ile asılmak; sallantıda kalmak mualIâkta kalmak. Depend upon it Emin olunuz. dependable güvenilir
- depersonalize -- kişisel ilişkilerini kesmek.
- depict -- resmetmek; anlatmak tasvir etmek tanımlamak; tarif etmek. depiction çizme; tarif
- depilate -- tüylerini veya kıllarını almak; tüylerini veya kıllarını yok etmek. depilatory kıl döken (ilaç)
- deplete -- tüketmek bitirmek; boşaltmak; (tıb.) kan almak suretiyle beden dolgunluğunu izale etmek. depletion tüketme
- deplore -- (den.) dolayı kederlenmek; beğenmemek
- deploy -- plana göre yerleştirmek; sağa sola yaymak veya yayılmak. deployment acılma
- deplume -- tüylerini yolmak; soymak.
- depolarize -- depolarize etmek
- depopulate -- nüfusunu azaltmakveya boşaltmak. depopula'tion halkın başka yere gitmesi veya afet sonucu nüfusun azalması veya tükenmesi.
- deport -- (t) hudut harici etmek. deport oneself davranmak
- depose -- tahttan indirmek; yeminle yazılı ifade vermek.
- deposit -- emanet; depozito; pey; mevduat; teminat akçesi; tabaka; döküntü; (mad.) birikinti; depo. deposit account mevduat hesabı. demand deposits vadesiz mevduat money on deposit bankadaki para; koymak; dibine çökmek; emanet etmek; bankaya yatırmak; paranın bir kısmını vermek.
- deprave -- baştan çıkarmak
- deprecate -- karşı koymak; (eski.) kötülüklerden korunmak için dua etmek. depreca'tion karşı koyma protesto
- depreciate -- fiyatını kırmak; ucuzlatmak; amortize etmek. deprecia'tion kıymetten düşme veya düşürme; aşınma payı
- depress -- üzmek; kuvvetten düşürmek; (k.dili.) kolunu kanadını kırmak; değerini veya miktarını azaltmak; mevki veya rütbesini indirmek; bastırmak; meyus etmek. depressible şevki kırılır; üzerek.
- deprive -- (gen.) of ile mahrum etmek
- depurate -- tasfiye etmek
- depute -- vekil tayin etmek; vekile yetki vermek.
- deputize -- vekil olarak tayin etmek; for ile bir kimsenin yerini doldurmak.
- deputy -- vekil; yardımcı; bir polis rütbesi; mebus
- deracinate -- kökünden çıkarmak; ayırmak.
- derail -- treni raydan çıkarmak. derailingswitch raydan çıkarmaya mahsus makas derailment raydan çıkma (tren)
- derange -- düzenini bozmak; ifsat etmek; çıldırtmak; rahatsız etmek; delilik
- deride -- istihza etmek
- derive -- çıkarmak; istihraç etmek; (gram.) türemek; kökünü araştırmak; sâdır olmak
- derogate -- from ile azaltmak; alçalmak; dejenere olmak. derogative aykırı; küçültücü.
- desalt -- (deniz suyundan) tuzu çıkararak içilebilir hale getirmek.
- descant -- hararetli konuşma; (müz.) melodi; birkaç sesle söylenen bestede en yüksek ses; hararetli konuşmak: en yüksek sesle şarkı söylemek.
- descend -- inmek; kendini küçültmek; baskın yapmak; üşüşmek; genelden özele geçmek; ( bir tartışmada); intikal etmek
- describe -- tarif etmek
- descry -- uzaktan görüp seçmek
- desecrate -- kutsal bir şeye karşı hürmetsizlikte bulunmak
- desegregate -- ırk ayrımını kaldırmak. desegrega'tion ırk ayrımının kaldırılması.
- desensitize -- hassasiyetini azaltmak; (tıb.) hassaslığını azaltmak veya ortadan kaldırmak.
- desert -- çö1; : çöl halinde olan; terketmek; (ask.) vazifeden kaçmak; kaçmak; terkedilmişlik.; liyakat; mükafatı hak etme. He got his deserts. Hak ettiğini buldu.
- deserve -- müstahak olmak; hak kazanmak
- desiccate -- kurutmak
- desiderate -- arzulamak; eksikliğini duymak
- design -- plan; gaye; fikir; entrika; (güz) (san) resim taslağı; zihninde kurmak niyet etmek; resmetmek; plan yapmak; yaratmak. de(sig.)nedly kasten; modacı. de(sig.)ning plan yapma; entrikacı; düşünceli.
- designate -- göstermek; isimlendirmek; to veya for ile tayin etmek; seçmek; (gen.) nitelendirdiğiisimden sonra) atanmış
- desire -- arzu etmek; rica etmek; arzu; rica; hırs
- desist -- (gen.) from ile vaz geçmek
- desk -- yazı masası; daire
- desolate -- boş bırakmak; yalnız bırakmak; kederlendirmek; terkedilmiş; kimsesiz
- despair -- yeis; (sık sık) of ile ümitsiz olmak
- despise -- hakir görmek; nefret etmek.
- despite -- (edat) nefret; (edat) -e rağmen. in despite of -e rağmen; karşı koyarak.
- despoil -- soymak
- despond -- ümidini kaybetmek
- desquamate -- (tıb.) pulları dökülmek
- destine -- to veya for ile nasip etmek; belirli bir gayeye doğru yöneltmek.
- destitute -- (gen.) of ile yoksul
- destroy -- harap etmek; yok etmek; iptal etmek
- destruct -- (fırlatılan roket veya bombayı) hedefe ulaşmadan imha etmek. destructor roket imha cihazı; (ing)
- detach -- ayırmak; çıkmak; müfreze; ayrılık; dalgınlık; tarafsızlık; (ask.) kol.
- detail -- (çoğ.) teferruat; tafsilât; ayrıntılı plan; (ask.) müfreze; tafsilatıyla anlatmak; hususi bir işe tahsis etmek. in detail tafsilatıyla
- detain -- alıkoymak; engellemek; geciktirmek; gözaltma almak. detainment engelleme; geciktirme.
- detect -- meydana çıkarmak; keşfetmek
- detent -- (mak.) çalar saatin tetiği
- deter -- (-red; yıldırmak. determent engel; menolunma.
- deteriorate -- fenalaşmak
- determinate -- belirli; kararlaşmış
- determine -- karar vermek; niyetlenmek; tayin etmek; bitirmek; belirtmek; sınırlamak; tanımlamak; yön vermek.
- detest -- nefret etmek
- dethrone -- tahttan indirmek
- detonate -- patlamak
- detour -- sapma; dolambaçlı yoldan gitmek veya göndermek. make a detour dolambaçlı yoldan gitmek.
- detract -- eksiltmek; itibarını zedelemek; kötülemek; itibarını zedeleme
- detrain -- (ing) trenden inmek.
- detriment -- zarar
- detruncate -- ucunu keserek kısaltmak
- devaluate -- değerini düşürmek.
- devastate -- harap etmek; (k.dili) utandırmak. devasta'tion harap etme
- develop -- geliştirmek; genişletmek; harekete geçirmek; (foto.) develope etmek; gelişmek; genişlemek; olgunlaşmak; hâsıl olmak; peyda etmek
- devest -- (huk.) mahrum etmek
- deviate -- sapmak
- devil -- şeytan; cin; habis kimse; delicesine cesur veya öfkeli kimse; Allah'ın belâsı; kör şeytan; zavallı kimse; matbaacı çırağı. devil' advocate Katolik Kilisesinde aziz adayı aleyhinde münakaşa eden savcı; karşı tarafı tutarak münakaşa eden kimse. devilfish ahtapot; (zool.) Mobulidae familyasından yassı ve kuyruklu çok büyük tropikal bir balık. devil'-food cake çikolatalı pasta. devil-may-care pervasız; başıboş. between the devil and the deep blue sea iki tehlike arasında. give the devil his due kötü veya sevilmeyen bir adama bile hakça muamele etmek. Go to the devil ! Kahrol ! Cehenneme kadar git! like the devil şeytan gibi; çok çabuk; yemeği çok biber ve baharatla hazırlamak veya kızartmak; makinada ezip parçalamak (paçavra); (k.dili.) canını sıkmak
- devise -- tasarlamak; akıl etmek; kurmak; (huk.) bilhassa gayri menkul mülkü vasiyet etmek; vasiyet; tertip edilebilir devisee' vasiyetle kendisine emlak bırakılan kimse
- devitalize -- cansızlaştırmak; hevesini kırmak.
- devoid -- of ile boş; yoksun
- devolve -- intikal ettirmek; (gen.) on
- devote -- adamak; oneself ile kendini adamak.
- devour -- hırsla yemek; yok etmek; hırs ve istekle bir nefeste okumak
- dew -- çiy; gençliğin baharı; çiyle ıslatmak. dewberry böğürtlen
- diadem -- taç; hüküm darlık alameti olarak başa bağlanan kumaş parçası; hükümdarlık; taç giydirmek. diademed taçlı.
- diagnose -- hastalığı teşhis etmek. diagno'sis teşhis; bilimsel tetkik veya karar. diagnostic teşhise ait; teşhis. diagnostician teşhis mütehassısı
- diagram -- diyagram; çizge; plan; diyagram çizmek. diagrammatic diyagrama ait
- dial -- (ed veya led; (telefonda) kadran; kadran ile ölçmek; telefon numaralarını çevirmek. dialing telefon numaralarını çevirme; Güneş saati ile zamanı ölçme; kadran ile maden ocağında harita çıkartma. dial plate kadran
- dialogue -- diyalog; karşılıklı konuşma ve tartışma; diyalog tarzında edebi eser.
- diamond -- elmas; baklava biçimi; (iskambil) karo; beysbol main; (matb.) 4 1/2 puntolu ufak harf. diamond anniversary altmışıncı veya yetmiş beşinci yıldönümü. diamondback baklava şeklinde benekli sırtı olan kaplumbağa veya yılan. diamond cutter elmas keski. diamond drill elmaslı matkap. diamond point elmaslı pikap iğnesi; baklava biçimindeki demiryolu geçidi. diamond shaped baklava biçiminde. diamond wedding altmışıncı veya yetmiş beşinci evlilik yıldönümü. black diamond siyah elmas; maden kömürü. cut diamond işlenmiş elmas. rose diamond roza; Felemenk taşı. rough diamond işlenmemiş elmas; değerli fakat yontulmamış adam.
- diaper -- (A.B.D) çocuk bezi; çocuk bezini sarmak veya değiştirmek.; baklava şeklinde benekli pike; böyle kumaştan yapılmış havlu veya peşkir; baklava biçimindeki şekillerden ibaret süsleme.
- diaphragm -- (anat.); zar; ayıran zar; (foto.) adese perdesi.
- diary -- hatıra defteri
- dibble -- dikeleç; dikeleç ile toprağa çukur açmak
- dibs -- parça; (argo) ufak para; beştaş oyunu; hak: (I.)'ve got dibs on that. O benim hakkım.
- dice -- (çoğ.) (bak.) die); dama şekilleriyle süslemek; zar şeklinde kesmek. dicebox zar atmaya mahsus kupa. Ioaded dice hileii zar.
- dick -- (A.B.D)
- dicker -- (A.B.D) çekişe çekişe pazarlık etmek; cimrice pazarlık etmek; pazarlık; pazarlıkta uzlaşma.
- dictate -- emir; prensip. dictates of conscience vicdanın emri.; dikte etmek; emretmek; zorla kabul ettirmek. dictation dikte; emir.
- dictionary -- sözlük
- diddle -- aldatmak; boşuna vakit geçirmek
- die -- (died; ölecek gibi olmak; sıkılmak; helâk olmak; mahvolmak; yok olmak; bayılmak; ecel teri dökmek; (k.dili.) çok fazla arzu etmek. die a glorious death şerefli bir şekilde ölmek. die away yavaş yavaş kesilmek; azalıp tükenmek. die by violence suikast neticesinde ölmek; ); talih; (çoğ.) dies) kalıp
- diet -- rejim; günlük besin; yiyecek: perhiz yapmak; perhiz vermek. diet kitchen astalar için belirli yemekler hazırlayan mutfak. be on a diet perhiz yapmak; Diyet; kurultay
- differ -- from ile başka olmak; with ile muvafakat etmemek; kavga etmek
- difference -- ayrılık; ayırıcı özellik; ihtilaf; (mat.) fark; anlaşmak
- differentiate -- ayırmak; farklılaşmak
- difficult -- güç; geçinilmesi zor
- diffract -- kısımlara ayırmak; (fiz.) ışınları saptırmak ve kırmak.
- diffuse -- ayrıntılı; çok söz kullanan; geniş; yaymak; yayılmak; yayılma
- dig -- (dug; dürtmek; (k.dili.) üzerinde düşünmek; (mak.) derin kesmek. dig in (ask.) siper kazıp mevzi almak; kalmak niyetiyle yerleşmek. dig into çok çalışmak. dig out kazıp çıkarmak: ayrıntılarıyla incelemek. dig up kazıp çıkarmak: kazıp belleyerek toprağı havalandırmak.; hafriyat; (k.dili.) iğneli söz
- digest -- özet; sindirmek; (kim) ısı ile yumuşatmak. digestible hazmedilebilir
- digit -- parmak; parmak genişliği (20 milimetre); sıfırdan dokuza kadar tam sayıların her biri.
- dignify -- paye vermek
- digress -- dışına çıkmak
- dilapidate -- bakımsızlıktan harap etmek; bakımsızlıktan harap olmak. dilapida'tion harap olma
- dilate -- genişletmek; on veya upon ile tafsilata girişmek: genişlemek
- dill -- dereotu
- dillydally -- oyalanmak
- dilute -- sulandırmak
- dim -- (mer; donuklaştırmak
- dime -- Amerika Birleşik Devletlerinin on sent kıymetinde ufak gümüş parası. dime bag (A.B.D)
- dimension -- ölçüde esas olan uzunluk; oylum; genişlik; ölçü; (mat.) bir terimi belirleyen faktör
- dimidiate -- (bot.)
- diminish -- azaltmak; alçaltmak; azalmak; (müz.) bir yarım entervali kısaltmak. diminishingly eksilerek
- dimple -- gamze; ufak çukur; gamzesini göstermek; böyle çukur hasıl olmak veya hâsıl etmek.
- din -- (ned; gürültü ile söylemek; gürültü etmek. din into tekrar tekrar söyleyerek kafasına sokmak.; (kıs.) Deutsche Industrienor men Alman Sanayi Standartları; (foto.) filmin ışığa karşı hassasiyet ölçüsü.
- dine -- günün esas yemeğini yemek veya yedirmek; akşam yemeği yemek; ziyafet vermek; yemeğe davet etmek. wine and dine bir kimseye içkili ziyafet vermek. dine out dışarıda yemek yemek. dining car vagon restoran. dining hall yemek salonu. dining room yemek odası.
- ding -- çan gibi ses çıkarmak; çan sesi.
- dingdong -- çan sesi gibi; çan sesi; aynen tekrar edilen ses.
- dinner -- günün esas yemeği; akşam yemeği; ziyafet. dinner bell yemek zili veya çanı. dinner hour yemek saati. dinner jacket smokin dinner pail sefertası dinner party ziyafet
- dint -- kuvvet; ufak oyuk; ufak çukur meydana getirmek. by dint of kuvvetiyle
- dip -- (ped veya dipt; ıslatmak; kepçe gibi bir şeyle çıkarmak; bayrak gibi bir şeyi indirip kaldırmak; (den.) selam maksadıyla sancağı yarı mayna ve hisa etmek; antiseptik suya batırmak (bir hayvanı); dalmak; (jeol.) meyletmek; (hav.) çabuk inip tekrar havalanmak. dip into a book bir kitabı gözden geçirmek.; dalma; meyil; çukur; daldırma mum; (argo) yankesici. dip net uzun saplı balık ağı
- diphthong -- ((dilb.) diftong
- diplomate -- doktor ve mühendis gibi meslek diploması alan kimse.
- direct -- idare etmek; göstermek; yolu tarif etmek; doğru; açık; doğrudan doğruya; babadan oğula intikal eden; (astr.) güneş etrafında dünya yönünde dönen; (gram) doğrudan doğruya olan; dosdoğru; hemen; açıkça. direct action doğrudan doğruya yöneltilmiş hareket. direct current doğru akım. direct discourse (gram) doğrudan doğruya aktarılan konuşma. direct evidence izaha veya tahkike muhtaç olmayan delil. direct hit tam isabet. direct mail advertising posta ile ilan dağıtma. direct object (gram) nesne; derhal.
- dirge -- mersiye
- dirk -- bir çeşit kama.
- dirt -- kir; leke; alçaklık; dedikodu; içinde açık saçık resim ve yazılar bulunan kitap; (mad) toprak; iyi netice veren sistem. treat a person like dirt bir kimseyi hiçe saymak
- dirty -- kirli; bulanık; iğrenç; alçak; sisli; fazla miktarda radyoaktif zerreler yayan; (argo) yanında esrar bulunan; pisletmek; lekelemek. dirty work (k.dili) el altından yürütülen iş
- dis -- (önek) zıt oluş; uzaklaştırma; ayrı; olmayan (olumsuz bir kelimenin anlamını kuvvetlendirici ek); yapılan bir şeyi bozma anlamına gelen bir (önek)
- disable -- sakatlamak; (huk.) salahiyetini elinden almak; yetkisizlik
- disabuse -- yanlış bir fikri düzelterek gözünü açmak
- disaccord -- ihtilaf halinde olmak; anlaşmazlık
- disaccustom -- bir alışkanlıktan vazgeçirmek
- disacknowledge -- inkar etmek
- disadvantage -- mahzur; menfaatine halel getirmek
- disaffect -- sevgisini azaltmak
- disaffirm -- inkar etmek; (huk.) reddetmek; inkar
- disafforest -- (ing) (huk.) orman kanununun kapsamı dışında bırakmak
- disagree -- uyuşmamak; muvafık olmamak; bozuşmak; (gen.) with ile bünyesine uygun gelmemek
- disallow -- müsaade etmemek; inkar etmek
- disannul -- (led
- disappear -- gözden kaybolmak; yok olmak; zail olmak
- disappoint -- hayal kırıklığına uğratmak; canını sıkarak.
- disapprove -- of ile beğenmemek; tenkit etmek; reddetmek
- disarm -- silahsızlandırmak; zararsız hale getirmek; şüpheyi bertaraf etmek; (ask.) silâhını elinden almak; silahları bırakmak; bir memleketin silahlı kuvvetlerinin sayısını azaltmak veya sınırlamak. disarm (ing) dost kazandırıcı.
- disarrange -- karıştırmak
- disarray -- nizamsızlık; düzensiz kıyafet; düzensiz bir hale getirmek
- disassemble -- sökmek
- disassociate -- ayırmak
- disaster -- felaket
- disavow -- reddetmek
- disband -- dağıtmak; terhis etmek; dağılmak. disbandment dağılma; terhis.
- disbar -- (red
- disbelieve -- inanmamak
- disburse -- tediye etmek; harcamak; para dağıtmak; israf etmek. disbursement tediye; harcama; ödenen meblâğ; harcanan para.
- disc -- (bak.) disk.
- discard -- atmak; (iskambil) kağıt atmak; atma; boş kağıt.
- discern -- ayırt etmek; sezmek
- discharge -- yük boşaltma; ateş etme (top ve tüfek); sırtından yük atma; azil; terhis; cereyan; cerahat; (elek) boşaltma; boyayı çıkaran madde; yük boşaltmak (gemi); çıkarmak; top veya tüfekle ateş etmek; ödemek; ifa etmek (vazife); görevine son vermek; ihraç etmek; serbest bırakmak; (elek) cereyanı boşaltmak; ağartmak
- disciple -- taraftar; havari. discipleship taraftarlık; havarilik.
- discipline -- disiplin; talim; itaat; cezalandırma; ilim; terbiye etmek; disipline sokmak; cezalandırmak.
- disclaim -- inkâr etmek; müsaade etmemek; reddetmek; (huk.) bir dilekten veya iddiadan vazgeçmek.
- disclose -- açmak; keşfetmek; ifşa olunan şey
- discolour -- rengini bozmak; rengini değiştirmek. discolora'tion rengini bozma; leke.
- discombobulate -- (A.B.D)
- discomfit -- yenmek; sinirlendirmek; şaşırtmak. discomfiture rahatsızlık; şaşkınlık; bozgun
- discomfort -- rahatsızlık; sıkıntı vermek
- discommode -- taciz etmek; zahmet vermek
- discompose -- düzenini bozmak; karıştırmak
- disconcert -- düzenini bozmak; sinirlendirmek; şaşırtmak. disconcerted düzeni bozulmuş
- disconnect -- baglantısını kesmek
- discontent -- hoşnutsuzluk; memnuniyetsizliğe sebep olmak; memnun olmayan
- discontinue -- kesmek
- discord -- ahenksizlik; (müz.) falso; uymamak
- discount -- iskonto; kar oranı; fiyat indirimi yapmak; kırdırmak; aldırmamak; aslını saymamak. discount house daha ucuza (mal.) satılan mağaza.
- discountenance -- utandırmak; tasvip etmemek
- discourage -- hayal kırıklığına uğratmak; fikrini değiştirmek. discouraging ly hayal kırıklığına uğratarak
- discourse -- karşılıklı konuşma; tez; söz; söylemek
- discover -- keşfetmek; meydana çıkarmak. discoverable keşfi mümkün. discoverer kâşif
- discredit -- itibardan düşürmek; şüpheye düşürmek; inanmamak; itibarsızlık; itimatsızlık
- discrete -- ayrı; ayrı ayrı kısımlardan ibaret; (fels.) munfasıl
- discriminate -- ayırmak; fark gözetmek; bir kimse veya bir şeye karşı aleyhte hareket etmek. discriminately tedbirle
- discuss -- müzakere etmek
- disdain -- küçük görme; kibir; tenezzül etmemek
- disease -- hastalık
- disembark -- gemiden karaya çıkarmak veya çıkmak. disembarka'tion karaya çıkarma; karaya çıkma.
- disembarrass -- mahcup bir duruma düşmekten kurtarmak; güç bir durumdan sıyırmak
- disembody -- bedenden ayırmak
- disembogue -- suyunu denize dökmek
- disembowel -- (ed
- disenchant -- büyüden kurtarmak; gözünü açmak. disenchantment büyüyü; gözünü açma.
- disencumber -- yük veya sıkıntıdan kurtarmak.
- disengage -- ilgisini kesmek; (ask.) düşman kuvvetlerinden uzaklaşmak. disengaged serbest; salıverme
- disentangle -- serbest bırakmak; salıvermek; açılmak
- disenthrall -- serbest bırakmak
- disentitle -- unvan veya iddiadan mahrum etmek
- disentrance -- büyüden kurtarmak
- disestablish -- resmi müessese halinden çıkarmak
- disesteem -- itibarsızlık; itibar etmemek
- disfavor -- (ing) vour itibarsızlık; zarar; gözden düşürmek; taraftar olmamak
- disfigure -- seklini bozmak
- disfranchise -- vatandaşlık haklarından ve özellikle oy verme hakkından mahrum etmek; herhangi bir hak veya menfaatten mahrum etmek. disfranchisement vatandaşlık haklarından mahrum etme
- disgorge -- kusmak; boşaltmak; teslim etmek; zorla verme
- disgrace -- gözden düşme; ayıp; itibardan düşürmek; rezil etmek.
- disgruntle -- üzmek
- disguise -- gizlenmek; sahte kıyafet
- disgust -- nefret; bezginlik; iğrendirmek; bezdirmek bıktırmak; kusturmak. be disgusted with çok kızmak
- dish -- tabak; yemek; (k.dili.) bir kimsenin rahatlıkla yaptığı şey; (argo) güzel kız. dishcloth tabak bezi. dishful bir tabak dolusu. dishpan bulaşık tası. dishwasher bulaşıkçı; bulaşık yıkama makinesi. dish water bulaşık suyu. dull as dishwater can sıkıcı; up ile tabağa koymak; ortasını çukurlatmak; sunmak için hazırlamak; out ile
- dishearten -- cesaretini kırmak; hevesini kırmak.
- dishevel -- (ed veya Ied ing veya ling) darmadağınık etmek (saç
- dishonest -- namussuz
- dishonor -- (ing) our ayıp; (huk.) ödemeyiş; şerefine halel getirmek; namusuna leke sürmek; ırzına tecavüz etmek; (huk.) tediyeyi reddetmek. dishonorable namussuz
- disillusion -- hayal kırıklığına uğratmak
- disjoin -- ayırmak
- disjoint -- ayırmak; düzenini bozmak
- dislike -- sevmemek; nefret
- dislocate -- yerinden çıkarmak; (tıb.) mafsaldan çıkarmak; bozmak. disloca'tion (tıb.) çıkık.
- dislodge -- yerinden çıkarmak; bir evden çıkmak
- dismantle -- sökmek; eşyasını boşaltmak (ev)
- dismast -- geminin direğini kırmak veya çıkarmak.
- dismay -- korkutmak; yeis
- dismember -- parçalamak
- dismiss -- işten çıkarmak; yol vermek; azletmek; bertaraf etmek; (huk.) davayı reddetmek. dismiss from mind aklından çıkarmak; izin
- dismount -- binek hayvanı veya bisikletten inmek veya indirmek; (mak.) sökmek.
- disobey -- itaatsizlik etmek
- disoblige -- hatırını kırmak
- disorder -- düzensizlik; karışıklık; hastalık; düzenini bozmak; (sağIığını) bozmak. disordered düzensiz; kaçık
- disorganize -- düzenini bozmak
- disorient -- (bir kimsenin) yolunu şaşırtmak; zihnini karıştırmak.
- disown -- reddetmek
- disparage -- aleyhinde bulunmak
- dispatch -- gönderme; öldürme; acele; yazışma; telgraf; göndermek (kurye veya mektup); sevk etmek; idam etmek; süratle bitirmek. dispatch boat resmi mektupları taşıyan devlet gemisi. dispatch rider (ask.) posta. dispatcher hareket memuru (tren
- dispel -- (pelled pelling) dağıtmak
- dispense -- dağıtmak; üstesinden gelmek; yap- (mak.); yöneten veya idare eden kimse.
- disperse -- dağıtmak; ayrılmak; (fiz.) dağılım
- displace -- yerinden çıkarmak; yerini zaptetmek; azletmek
- display -- gösterme; göstermek; (matb.) iri harflerle teşhir etmek. make a display gösteriş yapmak.
- displease -- darıltmak
- displeasure -- memnuniyetsizlik
- disport -- oynama; oynamak
- dispose -- niyetlendirmek; dağıtmak; düzenlemek; idare etmek; uydurmak; son şeklini vermek; of ile satmak
- disposition -- düzen; eğilim; mizaç; istidat
- dispossess -- mal ve mülküne el koymak; yoksun bırakmak
- dispraise -- kötülemek; kötüleme
- disproportion -- nispetsizlik
- disproportionate -- nispetsiz
- disprove -- yanlış olduğunu göstermek; reddetmek. disprovable çürütülelir.
- dispute -- kavga; tartışmak; bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek; karşı koy (mak.)
- disqualify -- yetkisini elinden almak (ceza olarak); oyun oynama hakkını elinden almak; ödul alma hakkını iptal etmek.
- disquiet -- rahatsız etmek; merak
- disregard -- ehemmiyet vermemek; ihmal
- disrelish -- tiksinme; hoşlanmamak
- disrepair -- tamire muhtaç olma; bakımsızlık. in disrepair tamire muhtaç
- disrepute -- itibarsızlık
- disrespect -- hürmetsizlik; hürmet etmemek
- disrobe -- soymak; soyunmak. disrobing room soyunma odası.
- disrupt -- karışıklık içine itmek; engel olmak; yarmak; engel olma; kesilme
- dissatisfy -- memnun etmemek
- dissect -- parçalara ayırmak; inceden inceye tetkik etmek. dissecting teşrih
- dissemble -- gizlemek; başka şekilde göstermek; gör- mezlikten gelmek; iki yüzlülük etmek
- disseminate -- saçmak; geçirmek; geçme
- dissent -- karşı koymak; ayrılmak; kabul etmeyiş
- disservice -- zarar
- dissever -- tamamen ayırmak; ayrılmak.
- dissimulate -- başka türlü göstermek
- dissipate -- dağıtmak; dağılmak; müsrif olmak; ziyan olmak; sefahate dalmak. dissipated müsrif; ayyaş; dağılmış; israf; sefahat.
- dissociate -- ayırmak; (kim.) ayrıştırmak; (kim) çözüşme; (psik.) şahsiyetin çözülmesi.
- dissolve -- eritmek; çözmek; feshetmek; izale etmek; zeval bulmak; televizyon veya filimde iki görüntüyü karıştırarak değiştirmek. dissolve into tears gözyaşları boşanmak. dissolvable erir; fesholunabilir dissol vent eritici
- dissuade -- aksine ikna etmek
- distance -- mesafe; müddet; aralık; (güz) (san) buut; geride bırakmak. a good distance off epeyce uzakta. at a distance uzakta; belirli bir mesafede. from a distance uzaktan. keep one's distance haddini bilmek
- distaste -- sevmeyiş; tadını beğenmemek
- distemper -- huysuzluk; rahatsızlık; karışıklık; bir çeşit köpek hastalığı; rahatsız etmek; yumurta karıştırılmış bir çeşit boya; bu boyayı kullanma usulu; boyaya yumurta karıştırmak; bu boya ile sahne veya duvar boyamak.
- distend -- şişirmek; şişmek
- distil -- (tilled; damlamak; bir fikrin özünü bulup çıkarmak. distillate imbikten geçmiş sıvı; rakı v.b. imal eden kimse. distillery taktirhane
- distinct -- ayrı; bağımsız; açık; şüphesiz
- distinguish -- ayırt etmek; anlamak; sivrilmek; değer kazandırmak. distinguishable görülebilir
- distort -- eğri büğrü etmek; tahrif etmek; azdırmak. distortion çarpıklık; tahrif.
- distract -- zihni veya ilgiyi başka tarafa çekmek; rahatsız etmek; çıldırtmak.distracted şaşırmış
- distrain -- (huk.) borç yüzünden bir kimsenin eşyasına el koymak veya hac- zetmek. distrainable haczolunabilir. distrainor haciz veya el koyan kimse. distraint haciz veya el koyma.
- distress -- dert; (huk.) borca karşllık eşyaya el konulması; keder vermek; (huk.) borca karşılık bir kimsenin eşyasına el koymak. distressing keder verici
- distribute -- dağıtmak; düzenlemek; (matb.) tertip olunmuş harfleri yerlerine dağıtmak.
- district -- mıntıka; mıntıkalara ayırmak. district attorney bir mıntıkanın başsavcısı (kıs.) DA) district court (huk.)uki bir mıntıka içinde yetki sahibi olan mahkeme.
- distrust -- şüphe etmek; şüphe
- disturb -- kanştırmak; rahatsız etmek; endişelendirmek; telâşa düşürmek.
- disunite -- ayırmak; ayrılmak.
- disuse -- kullanılmama; terk. fall into disuse kullanılmaz olmak; kullanmaz olmak
- ditch -- hendek; (ark.); hendek kazmak; hendekle çevirmek; hendeğe atmak; (A.B.D) raydan çıkmak; (A.B.D); (argo) arızalı bir uçağı suya indirmek. ditchdigger hendek kazıcısı; ağır ve adi işte çalışan kimse. ditchwater hendekte biriken pis su.
- dither -- titremek; titreme
- ditto -- (ünlem); yukanda bahsedildiği gibi; (k.dili) Kabull; tekrarlamak; kopya etmek
- ditty -- bestelenmek için yazılmış şiir
- divagate -- başıboş dolaşmak; konu dışına çıkmak. divaga'tion sapma; konu dışına çıkma.
- divaricate -- çatallanmak; ayrılık
- dive -- (d veya dove) suya dalmak; (hav.) pike yapmak; dalış; pike; batakhane. dive bomber bombardıman uçağı diving dalan; dalış. take a dive (A.B.D.) (argo)
- diverge -- ayrılmak; sapmak; farklı olmak; ayırmak
- diversify -- değişik veya çeşitli bir hale sokmak.diöirsifica'tion değişiklik
- divert -- ilgisini başka yöne çekmek; çevirmek; oyalamak
- divest -- soymak; yoksun bırakmak; soyulma; mahrum etme veya edilme.
- divide -- bölmek; tevzi etmek; ara açmak; sınıflandırmak; oy kullanmak için ikiye ayırmak veya ayrılmak (parlamento); (mat.) bölmek; (cogr) yağmur sularını iki yana akıtan ve yamaçları veya meyilli düzeyleri birbirinden ayıran dağ sırası. divided highway geliş gidiş yönü birbirinden ayrılmış olan ana yol.
- divine -- Tanrı ile ilgili tanrı bilime ait; fevkalade; (k.dili) çok güzel; rahip; sezmek; kehanette bulunmak; fal açmak; içine doğmak; tahmin etmek; özel bir çubuk ile yerini bulmak. diviner kâhin
- divorce -- boşama; ayrılma; boşamak; ayırmak; ayrılmak; alâkasını kesmek. divorcee boşanmış kimse. divorcement boşama
- divulge -- ifşa etmek
- divvy -- (argo) kısım; up ile paylaşmak
- dizzy -- başı dönen; baş döndürücü; düşüncesiz dikkatsiz; (k.dili.) budala; başını döndürmek
- do -- (müz.) bir gamın birinci ve son notası.; (k.dili.); (did; icra etmek; başa çıkmak; tamamlamak; hazırlamak; hareket etmek; bir halde olmak; işini becermek; kafi gelmek; tercüme etmek; oynamak (piyes); belirli bir mesafe katetmek; fiilin anlamını ve emir cümlesini kuvvetlendirmede. (I.) do believe you Do be quiet: soru cümlelerinde: Do you hear? olumsuz cümlelerde: (I.) do not know do away with atmak; öldürmek. do badly işini becerememek. do battle uğraşmak; çok yormak; konserve yapmak; tamir etmek. Do tell ! Öyle mi ? Sahi mi ? do well işi iyi gitmek; iyi para kazanmak. do well by him ona iyilik etmek. do without muhtaç olmamak; öldürülmüş. all done up bitkin bir halde; hepsi hazır
- dock -- karabuğdaya benzer bir ot. patience dock labada; mahkemede sanık yeri.; (den) havuz; rıhtıma yanaşmak; (zool.) hayvan kuyruğunun etli kısmı; kuyruğunu kesmek; ücret
- docket -- (huk.) özet; (huk.) karar defteri; (huk.) bekleyen davalar listesi; gündem; paket etiketi; özetlemek; etiket yapıştırmak. on the docket yapılacak işler listesinde
- doctor -- doktor; herhangi bir bilim dalmda doktora yapmış olan kimse; makinalarda birtakım kolaylıklar sağlayan kısımlar; (k.dili.) doktorluk etmek; ilaç içmek; tamir etmek; düzeltmek; tahrif etmek; elden geçirmek
- dodder -- yaşlılık nedeniyle titremek; bağboğan
- dodge -- bir yana kaçmak; kaçamak yapmak; hile ile sıvışmak; -den bir yana kaçıp kurtulmak; bir yana kaçış; atlatma; (A.B.D.) küçük el ilânı.
- doer -- yapan kimse.
- doff -- çıkarmak (elbise); şapkayı çıkararak selâm vermek; atmak; şapkası ile selâm veren kimse; başından savan kimse.
- dog -- köpek; kurt; bu hayvanların erkeği; (k.dili.) herif; (argo) değersiz ve kötü olan herhangi bir şey; kütükleri tutmak veya kaldırmak için kullanılan demir alet; (argo) çirkin ve sıkıcı kadın; mandal; den palamar gözü; ocagm demir ayağı dogs (argo) ayaklar. dog collar köpek tasması; dik ve yüksek yaka. dog days yazın en rutubetli ve sıcak sayılı günleri; (A.B.D.); değersiz kimse veya şey. creeping dog' tooth grass büyük ayrık otu; gemici throw to the dogs itin önüne atmak; (ged; tazı gibi av peşinden gitmek; kütükleri aletle tutup kaldırmak. dog one' steps birinin peşini bırakmamak
- dog-ear -- kitap sayfası köşesini kıvırmak; kıvrık sayfa köşesi.
- dogfight -- köpek kavgası; savaş uçakları arasındaki çatışma.
- dogmatize -- kesin olarak fikrini söylemek veya yazmak; kestirip atmak
- dogtrot -- yavaş koşma.
- dole -- kısım; muhtaç kimselere yiyecek; hükümetin işsizlere yardım olarak verdiği para; out ile iane olarak dağıtmak; ufak miktarda giyecek
- dollop -- (k.dili) topak
- dolly -- (ç)dili bebek; (mak.) tekerlekli kriko; iki tekerlekli yük taşıyıcısı; filim veya televizyon kamerasını taşıyan tekerlekli araç; dekovil lokomotifi; şahmerdan başlık takozu; (çoğ.)
- dolt -- ahmak
- dome -- (mim.) kubbe; kubbe biçimindeki tabii oluşum; (argo) başın üst kısmı; kubbe ile örtmek; kubbe şekli vermek.
- domesticate -- evcilleştirmek; medenileştirmek; evcilleşmek. domestica'tion ehlileşme
- domicile -- ev; (huk.) daimi ikamet yeri; yerleştirmek; yerleşmek
- dominate -- hakim olmak; üstün olmak.
- domineer -- despotça hükmetmek; küstah. domineer ingly otoriterce
- domino -- bir çeşit maske veya yarım maske; domino taşı dominoes do mino oyunu.
- don -- ''Bay'' anlamına gelen ispanyolca bir söz; ispanya'nın ileri gelenlerinden; (ing); (ned
- donate -- hediye etmek
- doodle -- karalama; karalamak doodlebug maden damarlarını aramakta kullanılan herhangi bir cihaz; uçan bomba.
- doom -- kötü kader; hüküm; ölüm; son hüküm; hüküm vermek; kötü bir talihi olmak. doomsday (bak.) domesday.
- door -- kapı. doorbell kapı zili. door keeper kapıcı. doorknob kapı tokmağı. doorman kapıyı açıp kapamakla görevli kimse. door (mat.) paspas doornail eski zamanda kullanılan iri başlı kapı çivisi. door plate isim yazılı kapı tabelası. doorstep eşik. doorstop kapı tamponu. doorway kapı aralığı; adımını atmak. at death' door ölmek üzere; açık havada show one the door kovmak
- dope -- herhangi koyu bir sıvı veya hamurumsu preparat; (hav.) uçak kanatlarının yapımında kullanılan bez cilâsı; dinamit yapımında kullanılan madde; (argo) uyuşturucu madde; (argo); (argo) budala kimse; (argo) malumat; sıvı veya hamurumsu preparatı sürmek; karışımın içine başka şey karıştırmak; uyarıcı ilâç vermek; uyuşturucu madde ile tedavi etmek veya bayıltmak; out ile; önceden tahmin etmek; (k.dili) uyuşuk; ahmak
- dorm -- (k.dili) yatakhane.
- dose -- bir defada alınan ilâç miktarı; belirli miktarda ilâç vermek; tatsız bir şey vermek; ilâç almak.
- dot -- nokta; Mors alfabesinde nokta; (mat.) çarpma işareti; (mat.) ondalık nokta; (müz.) noktadan sonra konan ve uzatma ifade eden nokta. dot the ' and cross the t' bir şeyi doğru olarak ifade etmek. on the dot (k.dili.) dakikası dakikasına; (ted; sık olarak yayılmak.
- dote -- on veya upon ile aşırı sevmek; bunamak. dotingly düşkünlükle; bunakçasına.
- double -- iki kat; eş; kat; hile; tiyatro; (briç.) kontr; iki kere; bükülmüş; iki kişilik; iki yüzlü; (müz.) bir oktav daha alçak ses veren; çift çift; aldatmak; aldatma; den su hattının üzerinde iki güvertesi bulunan gemi. doubleedged iki tarafı keskin; hem lehte hem aleyhte olan. doubleended iki ucu bir olan. doubleender iki yönde aynı kolaylıkla gidebilen lokomotif veya gemi. double; iki taraflı (kumaş) double featuresin iki filim bir arada. doublehanded iki eli olan; hilekâr; iki elle kullanılmaya mahsus. doubleheaded çift başlı. doubleheader iki lokomotifle çekilen tren; iki takım arasında üst üste yapılan iki karşılaşma. double jeopardy (huk.) aynı suçtan ikinci defa yargılama doublejointed (tıb.) çok oynak mafsallı. doublepark arabayı yolun ortasında bırakmak; kaldırıma paralel park etmiş bir arabanın yanına park etmek. doublequick çok çabuk; çabuk yürüyüş; çok çabuk yürümek. doublereed (müz.) çift dilli (obua ve zurna gibi) double room otelde çift yataklı oda. doubles tenis çiftler; aslında hiçbir anlamı olmayan kelimeler uydurarak konuşma. doubletime hızlı yürümek. double time hızlı yürüyüş; fazla çalışılan saatler için yapılan iki misli ödeme. doubleton (briç.) ikili; iki misli yapmak; iki ile çarpmak; bukmek; sıkmak (yumruk); iki mislini ihtiva etmek; bir burunu dolaşmak (gemi); (müz.)bir oktav daha yüksek veya daha alçak ses vermek; iki misli olmak; aynı yoldan geri dönmek; bükülmek; (tiyatro) aynı piyeste iki rol almak; for ile dublorluk etmek; (briç.) kontr yapmak double up eğilmek; (A.B.D.)
- doubt -- şüphe; şüpheli husus. beyond doubt şüphesiz. in doubt şüpheli; şüphe etmek; ikna olmamak; çekinmek; şüphelenme. doubting Thomas şüpheci kimse.
- douche -- (tıb.) şırınga; şırınga etmek.
- dough -- hamur; hamur gibi herhangi bir şey; (argo) para. doughy hamur gibi
- douse -- suya dalmak; ıslatmak; (k.dili) su ile söndürmek.
- dovetail -- sandık ve çekme. cede koşe bağının dişleri; tam uymak; köşe bağı kesmek; köşe bağı dişleriyle bitiştirmek.
- dowel -- tahta çivi; tahta çivi ile tutturmak.
- dower -- (huk.) dul kadına hayatı boyunca kocasının gayri menkullerinden tahsis olunan irat; drahoma; kabiliyet; . çeyiz veya ağırlık vermek.
- down -- ince kuş tüyü; ince tüy; aşağı indirmek; (k.dili.) yenmek (sporda); bir yudumda içmek; aşağı; güneye doğru; (tiyatro) sahneye doğru; ümitsiz. Down with (I.) Kahrolsun. (I.) The house burned down Ev yanıp yerle bir oldu. The pressure is down Basınç azaldı. The wind is down Rüzgâr hafifledi. fall down düşmek. get down to work ciddi olarak işe başlamak. He is down with fever Ateşten yatağa düşmüş. knock down vurup devirmek; tenzilâtlı fiyatla satış yapmak; (radyoyu) kısmak. shoot down ateş açıp düşürmek. get down to cases sadede gelmek. pay down peşin vermek. put the helm down gemiyi rüzgâr yönüne çevirmek. The sun is going down Güneş batıyor. write down yazmak; aşağıya yönelen; (k.dili.) üzgün; iniş; talihin ters dönmesi. ups and downs hayattaki iniş çıkışlar
- downcast -- aşağıya yönelmiş; üzgün; aşağıya yönelme; maden ocağına hava veren boru.
- downhill -- yokuş aşağı; inişli
- downpour -- şiddetli yağmur
- downstage -- sahnenin onu.
- dowry -- çeyiz; kabiliyet
- dowse -- çubukla yeraltında su veya maden damarı araştırmak. dowsing rod yer altında su aramak için kullanılan çatal şeklinde çubuk.
- doze -- hafif uyku tavşan uykusu; uyuklamak
- drab -- (bed; pasaklı kadın; fahişelerle düşüp kalkmak.; kasvetli; koyu gri kumaş.
- drabble -- yerde sürükleyerek ıslatmak veya ıslanmak
- drag -- (ged; taramak; (den.) suyun dibini çengel veya ağ ile taramak; taş yontmak; sürüklenmek; geride kalmak. drag an anchor (den.) demir taramak. drag in (konu ile ilgili olmayan bir sözu) lafın arasına sokmak; sürükleme; sürüklenen şey ağır hareket; tarla tırmığı; (den.) suyun dibini taramaya mahsus çengel veya ağ takımı; engel; havanın aerodinamik direnci; rüzgârın geri itme kuvveti; (sig.)arada) bir nefes; (k.dili) sıkıcı kimse veya şey; (argo); suçluyu yakalamada uygulanan plan veya sistem. drag rope bir şeyi çekmek için kullanılan ip. drag race (A.B.D) (k.dili)
- draggle -- çamur içinde sürükleyerek ıslatmak veya ıslanmak; kirletmek; bulaştırmak; ağır ağır takip etmek.
- dragoon -- ağır süvari; halka işkence etmek; zor ve şiddete baş vurarak boyun eğdirmek
- drain -- Iağım veya hendek ile suyu akıtmak; bir yerin suyunu tamamıyle çekmek; kurutmak (bataklık); içip bitirmek; süzmek; (tıb.) iltihaplı yaradan cerahati çekmek; süzülmek; suyunu çekme veya akıtma; hendek; (tıb.) iltihaplı yerden cerahat çeken tüp veya fitil. drainboard yıkanmış bulaşıkların süzüldüğü oluklu kısım. drainpipe suyu dışarıya akıtan boru
- dramatize -- dram şekline sokmak; romanın oyunlaştırılmış şekli.
- drape -- perde ile örtmek; kıvrımlar meydana getirmek; elbise' nin kıvrımlarını düzeltmek; (k.dili.) yayılarak oturmak; (gen.) (çoğ.) kalın ve koyu renk perde. draper (ing) kumaşçı. drapery bol ve bükümlü kumaş; perdelik kumaş; (ing) kumaş ticareti.
- drat -- (ünlem); (k.dili) lânetlemek.
- draught -- (bak.) draft.
- draw -- çekme; silâh çekme; çekilen bir şey (kur'a gibi); ilgi çeken herhangi bir şey; berabere kalma; (A.B.D) dik yamaçlı ve derin vadi; bir köprünün açılan kısmı. beat to the draw önce davranmak.; (drew; (kuyudan su) çekmek; silah çekmek; cezbetmek; çizmek; içine çekmek; ilham almak; almak (faiz; suyunu boşaltmak; çekip uzatmak (tel); germek (yay; berabere kalmak; çekip çıkarmak (diş; kapamak (perde); çekmek (baca) draw a conclusion sonuç çıkarmak. draw ahead yavaş yavaş öne geçmek. draw away çekilmek; konuşturmak; yaklaşıp durmak .
- drawl -- kelimeleri uzatarak konuşmak; ağır ağır konuşma.
- dread -- çok korkmak; hoşlanmamak; büyük korku; huşu; çekinme
- dream -- rüya; rüya gorme; hülya; emel; kuruntu; kdili çok guzel ve cazip kimse veya şey dreamboat (argo) cazibeli kimse veya şey. dreamland rüyalar. diyan dream world hayal âlemi. dreamless rüyasız (uyku) dreamlessly rüya görme(den.) dreamlike rüya gibi; (t veya ed) rüya görmek; görur gibi olmak; hayal etmek
- dredge -- (mak.) tarak; deniz dibini taramak; tarama aleti kullanmak. dredger tarak dubası; üzerine un serpmek.
- drench -- ıslatmak; sıvıya batırmak; (bayt.) atlara zorla içirilen ilâç.
- dress -- giydirmek; düzenlemek; (ask.) bir hizaya getirmek; tedavi etmek (yara); taramak; sepilemek (deri); temizlemek (kuş; işlemek; giyinmek; hizaya girmek; kadın elbisesi; itinalı kıyafet. dress circle opera veya tiyatroda protokol kısmı. dress goods kadın giyimine özgü kumaş. dressmaker kadın terzisi. dressmaking terzilik. dress parade geçit töreni. dress rehearsal (tiyatro) kostümle prova. dress shield subra. dress uniform (ask.) merasim üniforması; redingot.
- dribble -- damla damla akıtmak damlatmak; (spor) bazı oyunlarda topu zıplatarak ileri götürmek; damlamak; salyası akmak; damla damla akan şey; az miktarda olan herhangi bir şey
- drift -- rüzgâr veya akıntının etkisiyle sürüklenme; rüzgârın yığdığı kar; amaç; sürüklenme; (jeol.) birikinti; (den) geminin akıntı veya rüzgâr ile sürüklenmesi; (hav) rotadan ayrılma; (mad.) kanal; sürüklenmek; yığılmak; tıkanmak; sürüklemek; yığmak; gayesizce dolaşmak; sürüklenen veya sürüklenmiş şey. drifter başıboş gezen kimse
- drill -- matkap; matkapla delik açma usulü; istiridyeleri yok eden bir çeşit kabuklu deniz hayvanı; talim; delmek; talim yaptırmak; dersi birkaç kere tekrarlatarak öğretmek. drillmaster talim öğretmeni. drill press (mak.) dikmeli matkap makinası. drill sergeant talim çavuşu. driller delen kimse veya şey; sondaj işçisi; delici; talim ettiren kimse. drilling matkaplama; talim etme.; (bahç) mibzer; tohum dizisi; tarlada dizilere ekilen tohum; makine ile tohum ekmek.; Batı Afrika
- drink -- (drank; yutmak; şerefe kadeh kaldırmak; in ile zevk duyarak doya doya seyretmek veya dinlemek; to ile şerefine içmek. drinker içki içen kimse; ayyaş veya sarhoş kimse.; içecek şey; içki; bir defada içilen miktar; fazla içki içme; (argo) büyük su kütlesi
- drip -- (ped veya pt; damlamak; damlama; (mim.) damlalık; taşan bir sıvıyı toplayan kap; (argo) tatsız kimse; çok ıslak yağmurlu; (A.B.D); stalaktit (sarkıt) ve stalagmit (dikit) şeklinde kalsiyum karbonat.
- drive -- (drove; araba kullanmak; araba ile götürmek; gütmek; kaçırmak; tazyik etmek; fazla çalıştırmak; şiddetle tahrik etmek; acele ettirmek; sürüklenmek; hızlı gitmek; (topa) hızlı vurmak; araba ile gitmek: at ile atılmak; araba ile gitmek veya götürmek. drive back geri dönmek; araba ile geri gitmek veya götürmek. drive by araba ile geçmek. drivein müşterilerine araba içinde servis yapan (banka; seyircilerin otomobilleri içinde oturarak seyrettikleri açık hava sineması. drive (mad.) çıldırtmak. drive out kovmak; sürme; araba gezintisi; araba yolu; hücum etme; (psik.) itki; hayvanları toplayıp gütme; kuvvet nakli; hamle; enerji; (mak.) döndürme mekanizması. drive shaft (mak.) işletme (hareket) mili
- drivel -- (ed veya led; salya gibi akmak; budalaca söz söylemek; ağzından akıtmak; saçmalamak; salya akışı; saçma sapan söz.
- drizzle -- ince ince yağmak; ince ince yağan yağmur; çiseleme. drizzly çiseleyen.
- droll -- tuhaf; tuhaf kimse; maskara
- drone -- bal yapmayan iğnesiz bir cins erkek arı; radyo ile kontrol edilen ve içinde kimse olmayan uçak veya gemi; asalak; (müz.) telli ve nefesli çalgıların pes tonu; monoton ses; monoton bir ses tonuyla konuşan kimse; vızıltı halinde konuşmak veya ses çıkarmak; vızıldamak
- drool -- ağzı sulanmak; aşırı memnuniyet belirtmek; saçmalamak
- droop -- sarkmak bükülmek; halsiz olmak; cesareti kırılmak; sarkıtmak; sarkma; halsiz; kederli
- drop -- damla; az miktarda herhangi bir şey; (ecza) damla; damlaya benzeyen herhangi bir şey damla şeklinde küpe; akide şekeri; pastil; düşme sukut; asma tiyatro perdesi; düşüş uzaklığı; sarp yamaç; (ask.) paraşütle atlama; dik iniş. a drop in a bucket devede kulak. He' had a drop too much. içkiyi fazla kaçırmış. at the drop of a hat işaret verilince; üstünlük kazanmak; (ped veya -t; elinden bırakıp düşürmek; serpmek; yol vermek; yazıda; indirmek; damlamak; düşmek; düşüp ölmek; (argo) kumarda para kaybetmek; (hayvan) doğurmak. drop astern geri kalmak. drop a brick (argo) pot kırmak. drop a hint bile bile ağzından kaçırmak; piyeste söyleyeceğini unutmak. drop a remark kasten söylemek; akıntı ile gitmek. drop in uğramak. drop off düşmek; uykuya dalmak. drop on one' knees diz çökmek. drop one' h' ''h" harfini söylememek. drop out ayrılmak (üyelikten); okula devam etmemek. dropper damlalık.
- dross -- maden cürufu; süprüntü; cüruflu; değersiz.
- drove -- sürü; enli keski; (bak.) drive.
- drown -- suda boğulmak; suda boğmak; su altında bırakmak; bastırmak (keder; out ile gürültü ederek bir sesin işitilmesine engel olmak. drowned in sleep ağır uykuya dalmış. drowned in tears iki gözü iki çeşme.
- drowse -- uyuklamak; uyku vermek; pinekleyerek vakit öldürmek; uyuklama
- drub -- (bed; üstesinden gelmek. drubbing dayak
- drudge -- köle gibi çalıştırılan kimse; ağır ve tatsız bir iş yapmak.
- drug -- (ged; esrar; alışkanlık meydana getiren kimyasal madde; ilâçla uyuşturmak; (A.B.D) ilâç
- drum -- davul; davul sesi veya ona benzer ses; (anat.) timpan boşluğu; (mim.) alın; (mak.) gömlek; pişmiş tavuk butunun alt kemiği. bass drum (müz.) büyük davul.; (med; sert bir yüzeye ritmik bir şekilde parmaklarla vurmak; davul sesi çıkarmak; davulla tempo tutmak; davul sesi ile bir araya toplamak; devamlı tekrar ederek aklına sokmak; kanat veya ayaklarıyla davul sesi çıkarmak (kuş veya böcek) drum out of yuhalayarak kovmak. drum up trade dolaşıp sipariş almak.
- drunken -- sarhoş
- dry -- kuru; susamış; kurumuş; süt vermez; sert; yavan; sek (içki); pirinç ve makarna gibi kuru (yiyecek); sıkıcı; (A.B.D.); meyvadaki çürük veya bu çürüğü meydana getiren mantarımsı şeyler; (mec.) ahlâki çöküntü. dry run deneme koşusu. dryshod ayaklar ıslanmadan. dry town (A.B.D.) (k.dili.) içki yasağı uygulanan şehir. dry wall harçsız taş duvar. dry wit ince nükte; inceden inceye alay ederek. dryness kuru oluş; duygu veya hayal gücü eksikliği.; (ied) kurutmak; sütünü kesmek; kurumak; suyu veya sütü kesilmek. dry up bütün bütün kurumak veya kurutmak: (A.B.D)(argo)susmak
- dub -- (bed; vurmak
- duchess -- düşes
- duck -- ördek dişi ördek; Anatidea familyasından ördek; (ing.); sakat kimse veya şey; (A.B.D.); başını veya vücudunu suya sokup çıkarmak; başını çabucak eğip kaldırmak; bir darbeden sakınmak; dalmak; bir vuruştan kaçmak için süratle yana çekilmek; eğilme; birden dalış; dok denilen bez
- duct -- (anat.) özellikle guddelerden sıvı maddeleri nakleden kanal; tüp; (bot.) damar. ductless mecrasız
- due -- ödenmesi gerekli olan; uygun; yeterli; -(den.) dolayı; gelmesi icap eden; tam; bir kimsenin hakkı; alacak; iyi tarafını görmek .
- duel -- (led; düello etmek duel(l)er
- duet -- (müz.) : duet
- duff -- bir çeşit muhallebi.
- duke -- dük dukedom dukalık.
- dulcify -- zevk vermek; yatıştırmak; tatlılaştırmak.
- dull -- ağır; alık; duygusuz; kesat; sıkıcı; kor; donuk; körletmek; donuklaştırmak; donuklaşmak; sersemletmek . dullard ahmak kimse. dullish donuk; ahmak. dullness sıkıntı; körlük; sönük bir şekilde.
- dumb -- dilsiz; dili tutulmuş sessiz konuşmayan; konuşmadan yapılan; (A.B.D.); (A.B.D.) (argo) aptal kimse.dumb piano egzersiz için kullanılan ve ses vermeyen tuş dizisi .dumb show pantomim. dumbwaiter yemek asansörü; (ing.) portatif servis masası. strike dumb hayretten dondurmak. be struck dumb dili tutulmak; ahmakça .dumbness dilsizlik; dili tutulma.
- dumfound -- hayretler içinde bırakmak
- dummy -- kukla; taklit; dilsiz; (argo) budala kimse; (matb.) mizanpaj; (iskambil) ölü el; sözde kendisi hakikatte başkası hesabına hareket eden kimse; dili tutulmuş; sahte
- dump -- boşaltmak; (tic.) damping yapmak; düşmek; çöp yığını; (A.B.D.); komputer makinadaki bütün bilginin makinadan boşalıp kâğıda basılması. ammunition dump (ask.) cephede geçici cephane. dumpcarti kum v.b.'ni taşıyıp boşaltmaya mahsus araba. dump truck damperli kamyon. dumping (tic.) damping; İngiltere'de bazı çocuk oyunlarında kullanılan kalın maden parçası; Avustralya'ya mahsus ufak para; gemi inşasında kullanılan bir çeşit cıvata; bir çeşit şekerleme.
- dun -- (ned; alacaklının parasını istemesi; alacağını istemek; esmer; boz renk; boz at. dun diver ördek.
- dung -- pislik; gübrelemek. dung beetle (zool.) Scara baeidae familyasından bokböceği
- dungeon -- zindan.
- dunk -- bir sıvıya batırmak; kurabiyeyi kahve veya çaya batırarak yemek.
- dupe -- kolaylıkla aldatılabilen kimse; aldatmak; işleme
- duplex -- çift; (mak.) aynı zamanda veya aynı şekilde işler iki kısmı olan; bitişik olarak inşa edilmiş çift ev; iki katlı apartman dairesi. duplex pump çift silindirli tulumba. duplex telegraphy aynı zamanda ve aynı hat üzerinde aksi yönlerde telgraf gönderme usulü.
- duplicate -- eş; kopya; ikinci nüsha; eşini yapmak; suretini çıkarmak; ikinci kere yapmak
- duress -- zorlama; (huk.) kişiyi istek ve düşüncelerine aykırı bir şey yapmaya veya söylemeye zorlama; (huk.) kanunen onaylama olmaksızın tutukluluk
- dusk -- alacakaranlık; yarı karanlık; koyu esmer.
- dust -- toz; toz halinde herhangi bir madde; çiçek tozu; toz bulutu; toprak; çöp; küçültücü durum; karışıklık. dust bowl kuraklık yüzünden toz fırtınalarına maruz kalan bölge.dust cover eşyaları tozdan korumak için yapılan kılıf. dust devil bazen kurak bölgelerde görülen küçük toz fırtınası. dust jacket kitabın cildini koruyan ikinci bir kap kitap kabı. dust storm kum fırtınası; yenilgiye uğramak; küçük düşmek. shake the dust from one' feet terk edip gitmek; toz serpmek; toz almak; toz haline getirmek; tozlanmak.
- dutch -- Felemenk veya Hollanda'ya ait; Felemenk'ten gelmiş veya Felemenk'te yapılmış: Felemenk dili; Fe!emenk halkı; Pennsylvania'da konuşulan bir çeşit Almanca; bu dili konuşan halk. Dutch brick sert tuğla. Dutch cheese Hollanda peyniri. Dutch courage içkinin verdiği çılgınca cesaret. Dutch door ortadan enine ikiye bolunmuş ayrı ayrı kullanılabilen kapı. Dutch oven kalın ve kapalı tava
- dwarf -- cüce; büyümesini önlemek; karşılaştırma yaparak gölgede bırakmak; kısa boylu
- dwell -- (dwelt veya dwelled; hayat sürmek; on (ile) bir konu üzerinde durmak
- dwindle -- yavaş yavaş azalmak veya ufalmak; önemini kaybetmek
- dye -- (dyed; boyamak; hakikî; huyları kökleşmiş
- dynamite -- dinamit; dinamitle havaya uçurmak; (kuyu açmak için) dinamitlemek .dynamiter dinamitçi
- dysfunction -- (tıb.) bir uzvun görevini yapmaması.
- eagle -- kartal; kartal şeklinde veya kartal resmi taşıyan herhangi bir şey (mühür
- earmark -- hayvanların kulaklarına takılan marka; damga; kulağa işaret koymak; belirli bir maksatla ayırmak
- earn -- kazanmak
- earwig -- kulağa kaçan
- east -- doğu; doğu halkı veya uygarlığı; doğu ile ilgili; doğuya doğru . East Germany Doğu Almanya .East Indies Hindistan; doğudan esen (rüzgar)
- easter -- Paskalya yortusu.Easter Day Paskalya günü. Easter egg Paskalya yumurtası. Easter lily zambak.Eastertide Easter time Paskalya zamanı.
- eat -- (ate; gıda almak; yemek yemek. eat away yavaş yavaş yiyip bitirmek; yiyip durmak. eat one's heart out kendi kendini yemek
- eavesdrop -- kulak misafiri olmak; saçaktan damlayan su. eavesdropper kulak misafiri. eavesdropping kulak misafiri olma.
- ebb -- cezir; bozulma; çekilmek (deniz); bozulmak
- echelon -- (ask.) kademe
- eclipse -- ışığını karartmak; (bir kimsenin) yıldızını söndürmek; tutulmak; tutulma; sönme
- economize -- ekonomi yapmak
- ecstasy -- vecit halinde olma; vecit; (tıb.) ekstaz.
- eddy -- girdap; rüzgâr veya tozun girdap gibi dönmesi; girdap gibi döndürmek veya dönerek gitmek.
- edge -- kenar; (geom.) ayrıt; keskinlik; sınır; (A.B.D.); açmak (iştah); (k.dili.) avantaj tanımak.on edge sabırsız; endişeli; fazla hassas. take the edge off körletmek; kapamak (iştah); zevkini azaltmak .set his teeth on edge dişlerini kamaştırmak; iğrendirmek.; yanaşmak; yan yan ve yavaş yavaş sürmek; bilemek; kenar geçirmek. edge in sokulmak.edge out kıl payı ile yenmek; kenara itmek.
- edify -- öğretmek; ıslah ve terbiye etmek; moral bakımından takviye etmek. edifying iyi bir örnek olan .
- edit -- başkasının yazdığı bir yazıyı basılmak üzere hazırlamak; düzeltmek; bir gazetede mesül müdür olmak.
- educate -- eğitmek ve öğretmek
- educe -- sonuç veya anlam çıkarmak
- eel -- yılan balığı; yılana benzer uzun balık.eelgrass (bot.) zostera otu. eelskin yılan balığı derisi veya buna benzer şey. eelworm (zool.) sirke kurdu . cusk eel kayış balığı
- efface -- silmek; yok etmek; yok etme; kendini çekme.
- effect -- etki; anlam; tatbik mevkii; etkisini göstermek; başarmak
- effectuate -- icra etmek; üstesinden gelmek
- effeminate -- kadınımsı
- effervesce -- köpürmek; coşmak
- effloresce -- çiçek açmak; (kim) hava ile temas edince ince toz haline gelmek; tozla örtülmek. efflorescence çiçek açma; tozlanma; (tıb.) derinin kızarması. efflorescent çiçeklenen; hava ile temas edince tozlanan.
- efflux -- dışarı akış
- effort -- gayret; (mak.) kuvvet; kolay.
- effuse -- (bot.) yayılmış; (zool.) ağzı açık (bazı kabuklu hayvanlar); dışarı akıtmak; yaymak.
- egg -- yumurta; yumurta biçiminde herhangi bir şey; (mec.) tasarı; (A.B.D); (argo) bomba; (argo) fiyasko vermek. put all one' eggs in one basket varını yoğunu tehlikeye atmak; bütün sermayesini bir işe yatırmak. scrambled eggs çırpılarak yağda pişirilen yumurta. sit on eggs kuluçkaya yatmak; endişeli olmak. soft boiled egg rafadan yumurta; (gen.) on ile tahrik etmek; pişirmeden önce üzerine çırpılmış yumurta sürmek; (A.B.D) (k.dili) birinin kafasına çürük yumurta atmak.
- egress -- egression dışarı çıkma; çıkış kapısı; çıkış müsaadesi.
- eh -- (ünlem) Ey ! Vay ! Ya !
- eighth -- sekizinci
- ejaculate -- birden bire söyleyivermek; atmak; (fizyol) dışarı atma
- eject -- ani bir şekilde dışarı atmak; defetmek; (mak.) buhar yayarak bir sıvıyı boşaltan araç
- eke -- (gen.) out ite ilâve etmek katmak; güçlükle geçinmek
- elaborate -- dikkatle işlenmiş; ince işle ve emekle meydana getirmek
- elapse -- geçmek
- elate -- sevindirmek
- elbow -- dirsek; dirsek şekli. elbow grease (k.dili.) alın teri; dirsekle itmek veya vurmak; ite kaka yol açmak.
- elder -- iki kişinin yaşça daha büyüğü; daha ilerde veya kıdemli olan; eski; ihtiyar; kilise mütevelli heyeti üyesi. elder statesman devlet işleri için fikri sorulan; mürver ağacı
- elect -- seçmek intihap etmek; seçilmiş
- electioneer -- bir aday veya partinin seçimi kazanması için çalışmak.
- electrify -- elektriklemek; heyecanlandırmak.
- electrocute -- elektrikli sandalyede idam etmek; elektrik akımı vererek öldürmek. electrocu'tion elektrikle idam; elektrik çarpması sonucunda ölme.
- electroplate -- elektroliz usulü ile kaplamak; bu şekilde kaplanmış şey.
- electroshock -- (psik.) beyinden elektrik akımı geçirilerek uygulanan tedavi.
- electrotype -- (matb.) elektrikle yapılmış klişe; bu şekilde klişe yapmak. electrotyping elektrikle klişe yapma; bu şekilde klişe ile basma.
- elegize -- mersiye yazmak; mersiye okuyarak hatırasını anmak.
- element -- öğe; cevher; cüz; esas; basit cisim; (hava; (kim.) element; kötü hava şartları; temel esaslar. be in his element (k.dili.) havasını bulmak. be out of one's element bir işin acemisi olmak
- elevate -- yükseltmek; terfi ettirmek; bir üst makama atamak; ihya etmek
- elf -- (çoğ.) elves) (mit.) peri; cin gibi akıllı ve yaramaz çocuk; ufak tefek kimse. elf child cinler tarafından değiştirildiği farz olunan çocuk. elfish cin gibi
- elicit -- temin etmek; aydınlığa çıkarmak.
- elide -- telaffuz ederken atlamak (harf veya hece); çıkarmak.
- eliminate -- çıkarmak
- ellipse -- elips; (astr.) bir gezegenin dönencesi.
- elongate -- uzatmak; uzamış; uzatılmış. elonga'tion uzatma; uzama
- elope -- evlenmek için evden kaçmak; iş veya vazifeden kaçmak. elopement bu suretle kaçma.
- elucidate -- açıklamak; bir konuyu aydınlatmak
- elude -- kaçamak yapmak
- elutriate -- yıkamak
- emaciate -- çok zayıflatmak
- emanate -- çıkmak; yayılmak; çıkan şey.
- emancipate -- özgür kılmak; (huk.) aile hakimiyetinden kurtarmak. emancipa'tion azat etme; aile hakimiyetinden kurtarma. emancipa'tionist koleleri azat etme taraftan. eman'cipator azat eden veya özgür kılan kimse.
- emasculate -- hadım etmek; kuvvetten düşürmek; (bazı kısımları çıkarmak veya sansür etme yoluyla) edebi bir yazıyı hafifletmek; kuvvetten kesilmiş; efemine; kuvvetten düşürme
- embalm -- tahnitetmek; hatırında tutmak; (şiir) rayiha vermek
- embank -- etrafına veya yanına toprak set yapmak embankment set yapma; toprak set.
- embargo -- (çoğ.) -goes) ambargo; ticareti sınırlama; yasaklama; ambargo koymak
- embark -- gemiye binmek veya bindirmek; sokmak sevketmek
- embarrass -- sıkmak; engellemek; (tic.) paraca sıkıntı vermek
- embattle -- meydan savaşına hazırlamak; mazgal yapmak. embattled meydan savaşına hazır durumda; savaş halinde; güç durumda
- embed -- (-ded
- embellish -- süslemek; (hikâyeye) aslında olmayan hayal ürünü şeyler ilave ederek ilgiyi artırmak. embellishment süsleme; süs.
- embezzle -- (emanet para veya mülkü) zimmetine gecirmek. embezzlement zimmete geçirme. embezzler zimmetine para geçiren kimse.
- embitter -- acılaştırmak; gücendirmek; gücendirme darıltma.
- emblaze -- aydınlatmak; alevlendirmek
- emblazon -- arma süsleri ile temsil etmek; süslemek tezyin etmek; kutlamak; kutlama.
- emblem -- amblem simge; temsili resim; amblemle temsil etmek.
- embody -- cisimlendirmek; bir butun halinde toplamak; düzenleme.
- embolden -- cesaret vermek
- embosom -- kucaklamak; beslemek; sığındırmak
- emboss -- kıymetli tezyinatla süslemek; kakmak; üzerine kabartma işi yapmak
- embrace -- kucaklamak; sarmak; benimsemek; kucaklama; (huk.) mahkemeyi tesir altında bırakmaya çalışmak.
- embrangle -- şaşırtmak; birbirine dolaşma
- embrocate -- (tıb.) hasta bir uzvu ilâçlı bir sıvı veya yağla ovmak. embroca'tion bu çekilde ovma; bu işte kullanılan yağ.
- embroider -- üzerine nakış işlemek; süslemek; mübalâğaya kaçmak (hikâyede) embroidery nakış; süs embroidery frame kasnak.
- embroil -- karışıklık içine girmek; karmakarışık etmek; bozuşturmak
- emcee -- (k.dili) teşrifatçı
- emend -- düzeltmek
- emerald -- zümrüt; (matb.) altı ile yedi punto arasındaki ufak harfler; zümrüt gibi yeşil. Emerald Isle Irlanda.
- emerge -- çıkmak
- emery -- zımpara emery board zımparalı tırnak törpüsü. emery cloth zımpara bezi. emery paper zımpara kâğıdı emery powder zımpara tozu. emery wheel zımpara çarkı.
- emigrate -- göçmek; göçmen topluluğu.
- emit -- (-ted; yaymak; ifade etmek; (elek.) emitor.
- emote -- (k.dili.) fazla duygulu davranmak.
- empale -- (bak.) impale.
- empanel -- (bak.) impanel.
- empathize -- karşısındakinin duygularını anlayıp paylaşmak.
- emphasize -- üzerinde durmak
- employ -- kullanmak; meşgul etmek; sarfetmek; görev
- empower -- yetki vermek; izin vermek
- empress -- imparatorice.
- empty -- boş; yoksun; (k.dili) aç; önemsiz; verimsiz; bilgisiz; boş olan herhangi bir sey. emptyhanded eli boş. emptyheaded boş kafalı; boşaltmak; akıtmak; boşalmak
- empurple -- mor renge boyamak
- emulate -- rekabet etmek; gıpta etmek
- emulsify -- bir maddeden. emulsiyon yapmak.
- enable -- muktedir kılmak; yetki vermek; imkân vermek
- enact -- kanunlaştırmak; harekete geçirmek; karar vermek; temsil etmek; kanun
- enamel -- emay; emay gibi şey; diş minesi; emay işi. enamelware emay işi.; (-led; değişik renklerle süslemek; parlaklık vermek. enamelling mine işi.
- enamor -- âşık etmek; (k.dili) aklını başından almak. enamored of someone birine âşık
- encage -- kafese kapamak
- encamp -- ordugâh kurmak
- encase -- sandığa koymak; kapamak
- enchain -- zincir ile bağlamak; kendine bağlamak
- enchant -- büyülemek; kendinden geçirmek; (k.dili.) aklını başından almak
- enchase -- süslü çerçeve geçirmek; kakma
- encipher -- şifre etmek
- encircle -- etrafını çevirmek; etrafını dolaşmak
- enclave -- yabancı topraklarla kuşatılmış bölge; bir memleket veya şehirde yabancı ırka mensup kimselere mahsus yerleşme bölgesi; özel bir amaçla ayrılmış bölge; (tıb.) organ veya dokunun içine sarılmış şey.
- encode -- sifre etmek
- encompass -- kuşatmak; içine almak
- encore -- (ünlem); bir şarkının tekrar edilmesi isteği; bis parçası; bir şarkının tekrar edilmesini istemek. He had an encore Tekrar sahneye çağrıldı.
- encounter -- karşı karşıya gel mek; çarpışmak; karşılamak; rast gelmek; karşılaşma; dövüş.
- encourage -- cesaret vermek; himaye etmek. encouragement cesaret verme
- encrimson -- kırmızılaştırmak
- encroach -- tedricen veya gizlice tecavüz etmek (hak
- encumber -- incumber engel olmak; yüklemek; çocuk; (huk.) borç; ipoteksiz
- encyst -- kese teşkil etmek
- end -- uç; akıbet; gaye; sonuç netice. end for end uçları ters çevrilmiş. end on (den.) baş başa; tos vuruşu gibi baş başa. end to end sıra ile veya uç uca dizilmiş. at loose ends. boşlukta; işsiz; çok sinirlenmek; intihar etmek. in the end sonunda; kendini gayet iyi savunmak. make an end of bitirmek; mahvetmek; mütemadiyen; bitirmek; sonuna gelmek; ortadan kaldırmak; öldürmek; bitmek; ölmek. end up bitirmek; sonunda olmak.
- endamage -- bozmak
- endanger -- tehlikeye atmak.
- endear -- sevdirmek. endearment okşama
- endeavor -- yapmaya çalışmak; gayret etmek; emek
- endow -- "with" ile irat bağlamak; bahşetmek; bağış
- endure -- dayanmak; devam etmek
- energize -- enerji; kudret sarfetmek
- enervate -- zayıflatmak
- enface -- yüz tarafına yazmak veya basmak (poliçe
- enfeeble -- zayıf düşürmek
- enfeoff -- (huk.) tımar veya zeamet vermek
- enfetter -- zincire vurmak .
- enfilade -- (ask.) bir siper veya asker saffı boyunca ateş; bu şekilde ateş etmek.
- enforce -- mecbur etmek; zorla almak veya yaptırmak; uygulamak; kuvvetlendirmek. enforceable uygulanabilir
- enfranchise -- imtiyaz vermek; vatandaşlığa kabul etmek; azat etmek; azat etme
- engage -- işe almak; işgal etmek; söz almak; dövüşmek; ilgisini çekmek; meşgul etmek; nişanlanmak; vaat etmek; (mak.) birbirine geçmek; (Fr.) kendini adamış
- engarland -- çelenkle süslemek
- engender -- hâsıl etmek; doğurmak
- engine -- makina; lokomotif deposu. engine room makina dairesi
- engineer -- muhendis; makinist; (den.) çarkçı; mühendis sıfatıyla inşa etmek; idare etmek; (den.) çarkçı başı. civil engineer insaat mühendisi. electrical engineer elektrik mühendisi. mechanical engineer makina mühendisi. mining engineer maden mühendisi. electronical engineering elektronik mühendisliği. aeronautics engineering uçak mühendisliği. engineering mühendislik; makinistlik.
- english -- ingiliz; the ile ingiltere halkı; ingilizce tercüme; (matb.) ondört puntoluk harf; bilardo oyununda bilyeyi çok döndüren vuruş. English daisy ingiliz papatyası
- engorge -- tıkanmak; oburca yemek; oburca yeme
- engrail -- kenarını tırtıl veya kabartmalarla süslemek.
- engrain -- boyayı iyice emdirmek; iliğine geçirmek; odun gibi görünmesini sağlamak.
- engrave -- hakketmek
- engross -- tutmak; iri yazı ile kopya etmek; tekel maksadıyla piyasayı tutmak; yazıları temize çeken kimse. engrossing zihni tamamen meşgul eden; temize çekilmiş yazı; bir malı kapatma.
- enhance -- (kıymet veya fiyatı) artırmak; artırma.
- enjoin -- "to" ve herhangi bir mastar ile emretmek; hareket tarzını tayin etmek. (I.) enjoined him to leave Ona gitmesini emrettim. "from" ve "bağfiil" ile menetmek
- enjoy -- zevk almak; kullanabilme yeteneğine sahip olmak. enjoy oneself zevk almak; bir şeyden zevk alabilme ve bu zevki kullanabilme yeteneği.
- enkindle -- tutuşturmak
- enlace -- sıkı sıkı sarmak
- enlarge -- büyültmek; büyümek genişlemek; (huk.) muhleti uzatmak; serbest bırakmak; "upon" ile tafsilâta girişmek. enlargement büyültme; büyüme; (foto.) agrandisman. enlarger (foto.) fotoğrafları büyültmeye mahsus cihaz.
- enlighten -- ögretmek
- enlist -- kaydetmek; askere almak; yardımını temin etmek; gönüllü olarak askere gitmek; bir işe atılmak. enlistment kaydetme
- enliven -- canlandırmak
- enmesh -- ağa düşürmek
- ennoble -- yükseltmek
- enounce -- resmen ilân etmek; telaffuz etmek
- enplane -- uçağa binmek.
- enquire -- (bak.) inquire.
- enrage -- kızdırmak
- enrapture -- kendinden geçirmek
- enravish -- vecit haline getirmek
- enregister -- deftere kaydetmek.
- enrich -- zenginleştirmek; süslemek tezyin etmek; gübrelemek; besin değerini artırmak
- enrobe -- giydirmek (elbise)
- enroll -- isim defterine kaydetmek; sicile kaydetmek; kaydedilenlerin sayısı; kaydetme.
- enroot -- kökleştirmek.
- ensanguine -- kanla kaplamak veya lekelemek.
- ensconce -- yerleştirmek; yerleşmek
- ensemble -- genel tesir; iki veya daha fazla parçadan ibaret kadın kostümü; (müz.) bir müzik topluluğunun birlik; topluluk; piyesteki oyuncuların bütünü.
- enshrine -- mabede koymak; kutsal olarak kabul etmek.
- enshroud -- kefenlemek; örtmek
- ensilage -- mısırı saplarıyla hayvan yemi olarak kesip siloya doldurma; siloda saklanan bu çeşit yem.
- enslave -- köle yapmak
- ensnare -- tuzağa düşürmek.
- ensphere -- küre içine almak; küre şekli vermek.
- ensue -- birbirini takip etmek; sonuç olmak
- ensure -- sağlamak; (sig.)orta etmek.
- entail -- (huk.) ingiltere'de bir mülkün vâris tarafından ferağ veya satışını meneden miras usulu; miras yoluyla intikal eden ve satılması yasak olan gayri menkuller; icap ettirmek; (huk.) belirli bir veraset usulüne göre vermek; meşruten vakfetmek. entailment icap ettirme; meşruten vakfetme; bu suretle vakfedilen mülk.
- entangle -- dolaştırmak; bir kimsenin başım derde sokmak; engel
- enter -- girmek; dahil olmak; delmek; girişmek; üye olmak; sokmak; yazmak; (huk.) usulen mahkeme huzuruna getirmek; tasarruf etmek üzere bir mülke girmek; gümrüğe (mal.) beyannamesi vermek; telif hakkı almak için gereken malumatı vermek; sahneye çıkmak. enter into başlamak; iştirak etmek; ilgilenmek; (bütünün) bir unsuru olmak: tartışmak
- enterprise -- teşebbüs; sonucu şüpheli olan önemli ve zor iş.
- entertain -- eğlendirmek; misafir etmek; misafir kabul etmek; hatırda tutmak; göz önünde bulundurmak. entertain a motion bir teklifi kabul edip kurula arzetmek (başkan) They entertain a great deal çok misafirleri gelir.
- enthrall -- büyülemek; esir etmek; esirlik.
- enthrone -- tahta çıkartmak; kalbinde veya zihninde bir kimseye yuksek yervermek. enthronement tahta oturtma
- enthuse -- (A.B.D.); gayret vermek
- entice -- ayartmak. enticement kandırma
- entitle -- hak kazandırmak; ünvan vermek
- entomb -- mezara koymak; mezar olmak. entombment mezara koyma. (önek)
- entrain -- trene bindirmek veya binmek; arkadan çekmek.
- entrance -- vecit haline koymak; büyülemek; giriş; giriş yeri; giriş müsaadesi; giriş ücreti
- entrap -- (-ped
- entreat -- yalvarmak
- enucleate -- nüvesini çıkarmak; içini kesmeden çıkarmak (ur); aydınlatmak; izah
- enumerate -- saymak; ayrıntılı liste
- enunciate -- telaffuz etmek; ilân etmek; ilân
- enure -- (bak.) inure.
- envelop -- sarmak; kuşatmak; örtme; (ask.) kuşatma.
- envelope -- zarf; (biyol.) zar; (bot.) örtü
- envenom -- zehirlemek; acılık vermek; kin aşılamak
- environ -- etrafını çevirmek
- envisage -- tasavvur etmek; zihninde canlandırmak
- envision -- tahayyül etmek
- envy -- gıpta etmek; gıpta; kıskançlık; gıpta edilen kimse veya şey. be green with envy aşırı derecede kıskanmak.
- enwind -- (wound) dolaşmak
- epigraph -- kitabe; bir kitap veya bahsin özünü belirtmek için başına konan kısa yazı. epigraph'ic kitabelere ait epigraphist kitabe okuma ilmi uzmanı. epigraphy kitabeler; kitabeleri okuma ilmi
- epilogue -- sonsöz; nutkun son kısmı; (tiyatro) oyun sonuna ilâveedilen kısa söylev veya şiir.
- episcopate -- piskoposluk; piskoposlar sınıfı; piskoposluk süresi.
- epistle -- mektup; Yeni Ahit'te bir Resulün yazdığı mektup.
- epitaph -- mezar kitabesi; bu tarzda yazılan manzum veya düz parça.
- epithet -- sıfat; hakaret veya hoşnutsuzluk belirten söz.
- epitomize -- özetlemek; temsil etmek
- epoch -- devir; tarih
- equal -- (ed veya -Ied; eşdeğerde olmak; eşit; eşdeğerli; dengeli muvazeneli; ehil olan; to ile akran emsal; yeterli; aynı miktarda.equal to the task işin ehli. The cities are equal in size. Şehirler aynı büyüklüktedir. equal sign eşit işareti (=)
- equalize -- eşitlemek; (argo) tabanca.
- equate -- eşitlemek
- equilibrate -- denge sağlamak; birbirine denk olmak
- equip -- (-ped; donatmak; kişisel bilgi veya kabiliyet.
- equipage -- (ask.) levazım; konak arabası (atlı)
- equipoise -- denge; karşıt ağırlık
- equiponderate -- ağırlık yönünden eşitlemek; eşit olmak
- equivalent -- eşit; muadil; muadil olan şey; eşit miktar. equivalence eşdeğerlik
- equivocate -- iki anlama gelecek söz söylemek
- eradiate -- saçmak
- eradicate -- kökünden söküp atmak; mahvetmek yok etmek eradica'tion yok etme. erad'icator kökünden söken ve yok eden kimse veya şey.
- erase -- silmek; (A.B.D.)
- ere -- (edat)
- erect -- dimdik; kaldırmak; yükseltmek; tesis etmek; (tıb.) bir uzvun dikleşmesini sağlamak; (geom.) belirli bir temel üzerine çizmek (dikey bir şeyi)
- erg -- (fiz.) erg
- ermine -- as; kakım kürkü; siyah benekli beyaz kürk; rütbe ve mevki itibariyle as kürküyle süslü manto giyen kimse (hükümdar ve hâkim gibi)
- erode -- kemirmek; (jeol.) aşındırmak.
- err -- yanılmak.; günah işlemek. errancy hataya düşme; hata etme eğilimi.
- errand -- bir haber veya iş için bir yere gönderilme; iş. errand boy ayak işlerine koşulan çocuk
- error -- yanlış; yanlış hareket; yanlış fikir; günah; (ölçülerde)elde edilen sonuçla gerçek ölçü arasındaki muhtemel fark; (huk.) muhakemede usul hatası; (spor) oyuncu hatası
- erupt -- patlayıp çıkmak
- escalade -- merdiven dayayarak duvar aşma; merdivenle çıkıp hücum etmek.
- escalate -- yükseltmek; kızıştırmak; artırmak
- escape -- kaçmak; atlatmak; sızmak; -den çıkmak; gözünden kaçmak; hatırından çıkmak. His name had escaped me. ismi hatırımdan çıkmıştı.; kaçış; kurtuluş; sızma sızıntı; bakımsız kalmış fidan; gerçeklerden uzaklaşmayı sağlayan
- escarp -- (ask.) hendeğin iç tarafı; sathı mail şekline koymak escarpment dik ve geniş olan herhangi bir şey; sıra halindeki dik kayaların yüzü; böyle meyillerle çevrelenmiş tahkimat. -escent (sonek) başlayan
- escheat -- (huk.) mirasçısız ölen kimsenin emlâkinin devlete geçişi; (huk.) zor alımına çarptırmak müsadere etmek; devlete kalmak
- eschew -- çekinmek; -den sakınmak
- escort -- kavalye; (ask.) muhafız takımı; maiyet; konvoy. under escort himaye altında.; himaye veya nezaket gayesiyle refakat etmek.
- escrow -- (huk.) belli şartlar karşılanıncaya kadar malın üçüncü bir şahsın kontrolü altında tutulması. Esculapian (bak.) Aesculapian.
- espalier -- (bahç.) meyva ağacı dallarının yelpaze şeklinde büyümesi için tek yüzeyli kafes; böyle açılmış ağaç veya ağaç sırası.
- espouse -- kabullenmek; evlenmek .
- espy -- uzaktan görmek
- esquire -- eski zamanlarda silâhtar; bey; şövalyelik adayı; isim ve soyadından sonra kısaltılarak yazılan ve bay anlamına gelen bir unvan: John Smith
- essay -- teşebbüs; makale; örnek; tecrübe etmek; teşebbüs etmek
- essence -- öz; mahiyet; varlık; ruh; esans
- establish -- kurmak; saptamak; yerleştirmek; tanıtmak; (kiliseyi) resmileştirmek. He has established himself in business Ticaret hayatına atıldı. established church hükümet tarafımdan resmen tanınmış olan kilise .
- estate -- mal; ölümle bırakılan mal ve mülk; malikâne; itibar; sınıf; durum
- esteem -- itibar etmek; takdir etmek; sanmak; itibar; kanı
- estimate -- fikir edinmek; takdir etmek; rey; fikir; (ikt.) şirket veya devletin önceden yapılansenelik masraflar hesabı estima'tion hesap etme; hesap; itibar
- estivate -- yaz mevsimini geçirmek; (zool.)) yazı uykuda geçirmek.
- estop -- (-ped
- estrange -- yabancılaştırmak; gayesinden uzaklaştırmak; aralarını açmak
- estray -- (huk.) başıboş kalmış evcil ayvan
- estreat -- (ing.); infaz için kayıtlardan çıkarmak; para cezası kesmek.
- etch -- asitle yakmak; madeni veya başka bir levhayı asitle yakarak resim kalıbı çıkarmak.
- eternize -- ebedi kılmak; şöhretini ebedileştirmek.
- etherealize -- ruh haline getirmek.
- etherize -- eter haline getirmek
- etiolate -- ışıksızlıktan ağartmak veya ağarmak (bitki)
- euchre -- iki; bu oyunda yenmek; hile yaparak yenmek.
- eulogize -- övmek
- evacuate -- boşaltmak; (tıb.) vücuttan çıkartmak
- evade -- kaçınmak
- evaluate -- kıymet takdir etmek; tartmak. evalua'tion paha biçme
- evanish -- (şiir) zeval bulmak
- evaporate -- buhar haline getirmek; buhar olup uçmak
- even -- düzleştirmek; up ile eşitlemek; hatta; düz; tamamıyla; eşit; düzenli; doğru; paralel; çift; temkinli; eşit olarak; tarafsızca. evenness düz oluş; eşitlik; tarafsızlık.; (şiir) akşam.
- event -- olay; sonuç
- eventuate -- sonuçlanmak; çıkmak
- evergreen -- (bot.) yaprağını dökmeyen; daima yeşil kalan ağaç veya bitki
- evert -- (fizyol.) tersine döndürmek
- evict -- (huk.) tahliye ettirmek.
- evidence -- delil; vuzuh; şahit; belirtmek; ispat etmek. be in evidence göz önünde olmak
- evince -- göstermek; izhar etmek
- eviscerate -- bağırsaklarını çıkarmak
- evoke -- aklına getirmek; hissettirmek; tevlit etmek; (ruh) çağırmak.
- ex -- (edat.); ABD belirli bir senenin öğrencisi olup mezun olmamış kimse: ex '54. ex dividend (ekon.) kar hissesi ödenmiş vaziyette. ex quay (tic.) rıhtıma çıkarıldıktan sonraki harçları alıcıya düşen alım satım. ex (önek) -den dışarı; tamamen; -sız; sabık
- exacerbate -- şiddetlendirmek; kızdırmak; hiddet.
- exact -- cebren almak; mecbur tutmak; talep etmek; (huk.) (birisini) mahkemeye celbetmek. exacting titiz; her şeyin harfiyen yapılmasını isteyen.; tam; kati; tamamen doğru; pek ince. exactscience matematik gibi kesin sonuçlar elde edilebilen bilim
- exaggerate -- mübalâğa etmek
- exalt -- yükseltmek; övmek; sevindirmek; kuvvetlendirmek .
- examine -- bakmak; muayene etmek; teftiş etmek; sınava tabi tutmak; sorguya çekmek. examinee' imtihana giren kimse; muayene eden kimse; sorgu hakimi; müfettiş.
- example -- örnek
- exasperate -- kızdırmak; şiddetlendirmek. exasperated darılmış
- excavate -- kazı yapmak
- exceed -- geçmek; üstün olmak; haddini aşmak
- excel -- (led; mümtaz olmak
- except -- saymamak; karşı çıkmak
- excerpt -- (bir kitap veya yazıdan) seçme parça; almak
- excess -- aşırılık; fazla
- exchange -- değiş mübadele; yerini alma; kambiyo; değişim oranı. exchange value mübadele kıymeti. bill of exchange poliçe; mübadele etmek
- exchequer -- (lng.) maliye; kraliyet veya devlet hazinesi; servet; (k.dili) bir kimsenin kişisel gelirinin tümü. Chancellor of the Exchequer (ing.) Maliye Bakanı.
- excise -- (tic.) bir memlekette uygulanan istihsal; bu vergiyi tahsil eden hükümet dairesi. excise duty bu vergi. exciseman bu verginin tahsildarı.; kesmek; oymak
- excite -- heyecanlandırmak; (fizyol.); uyandırmak
- exclaim -- ansızın bağırıp çağırmak
- exclude -- hariç tutmak
- excogitate -- düşünüp bulmak
- excommunicate -- kiliseden aforoz etmek
- excoriate -- deriyi sıyırmak; şiddetle suçlamak; şiddetle suçlama.
- excrete -- ifraz etmek; ifraz etme
- excruciate -- eza etmek
- exculpate -- suçsuz çıkarmak
- excursion -- gezinti; (mak.) yarım titreşim veya devir hareketi; bu harekette alınan mesafe. excursion ticket özel bir tur için indirimli gidiş dönüş bileti. excursion train özel indirimli tren.
- excuse -- özür; özür dileme; izin verme; affetmek; suçsuz çıkarmak; from ile izin vermek
- execrate -- Iânet etmek; melun şey.
- execute -- icra etmek; başarmak; idam etmek
- exemplify -- örnek olmak; örnek olarak göstermek; kopya etmek
- exempt -- bağışık; muaf olan kimse; hariç tutmak
- exenterate -- (tıb.) bir uzvu kesip çıkarmak.
- exercise -- uygulama; talim; beden terbiyesi; deney; (çoğ.) tören; icra etmek; idman yapmak; hareket etmek; hareket ettirmek; meşgul etmek. exercised sinirli
- exert -- (gayret
- exeunt -- (Lat.)
- exfoliate -- pul pul olup dökmek veya dökülmek; kabuğu ince pullar hâlinde dökülmek (ağaç) exfoliation böyle dökme veya dökülme. exfoliative böyle dökülmeye sebebiyet veren.
- exhale -- nefes vermek
- exhaust -- (mak.) egzos; vakumla tozu dışarı atan alet. exhaustchamber (oto.) çürük gaz kutusu. exhaust pipe egzos borusu.; tüketmek; boşaltmak; boşluk meydana getirmek; kuvvetini tüketmek; (bütün imkânları) denemek; bitap düşürmek; teferruatıyla incelemek; (kim.) eriyebilen maddeleri içinden çıkarmak. exhausted tükenmiş; yorgun; tüketme; boşluk .
- exhibit -- sergi; (huk.) mahkemeye veya hakemlere ibraz olunan vesika veya delil; vesika gösterme; teshir etmek; göstermek; resimle göstermek; (tıb.) ilâç olarak vermek; (huk.) dava esnasında vesika veya delil ibraz etmek. exhibitor sergi açan kimse
- exhilarate -- neşelendirmek
- exhort -- teşvik etmek; öğüt vermek; uyarmak; nasihat
- exhume -- toprağı kazıp çıkarmak; mezardan çıkarmak; açığa çıkarmak. exhuma'tion mezardan çıkarma.
- exile -- sürgün; sürgün edilen kimse; sürmek
- exist -- var olmak; bulunmak; kalmak; yaşamak
- exit -- çıkış; sahneden çıkış; çıkmak; (tiyatro) çıkar (sahneden)
- exodus -- çıkış; Eski Ahit'te ikinci kitabın ismi
- exonerate -- beraat ettirmek; muaf tutmak
- exorcise -- dualarla defetmek; cinlerden kurtarmak; (nad.) çağırmak (cinleri) exorcismi dualarla defetme (cinleri); böyle dua.
- expand -- büyütmek; geliştirmek; şişirmek; genişletmek; açmak; büyümek; genişlemek
- expanse -- geniş saha veya meydan; açılma; genişlik.
- expatiate -- etraflıca yazmak veya söylemek. expatia'tion etraflıca yazma veya söyleme.
- expatriate -- memleket dışına çıkmak; memleket dışına sürmek; kendi vatanından başka bir memlekete yerleşen kimse.
- expect -- beklemek; (k.dili) zannetmek
- expectorate -- balgam çıkarmak; tükürük
- expedite -- çabuklaştırmak; çabuk icra etmek; (nad.) göndermek
- expedition -- sefer; zor yolculuk; sürat; gönderme
- expel -- (led; sürmek. expellant; defeden ilaç.
- expend -- sarf etmek; (ask.) feda edilebilen.
- expense -- masraf; masraflı kimse veya şey. a Iaugh at his expense bir kimse ile alay etme. at the expense of pahasına; zararına. pay his expenses masraflarını ödemek. with no expense to you bedava
- experience -- tecrübe; bir kimsenin geçirdiği tecrübeler; hayat. in all my experience bütün hayatım boyunca.; görmek
- experiment -- deney; deney yapmak
- expert -- usta; eksper; bilirkişi. expertly ustalıkla
- expiate -- kefaret etmek
- expire -- bitmek; nefes vermek; ölmek
- explain -- anlatmak; açıklamada bulunmak; meramını anlatmak
- explicate -- yorumlamak; açıklamak; anlaşılabilir. explication açıklama; ayrıntılı tasvir. explicative. explicatory açıkalayıcı; tahlili.
- explode -- patlatmak; patlamak; boşa çıkarmak
- exploit -- kahramanlık; sergüzeşt; sömürmek; kullanmak; işleten kimse.
- export -- ihraç etme; ihraç malı. export duty ihracat resmi. export license ihracat lisansı.; ihraç etmek; ihraç edilen mal. ex'porter ihraç eden kimse
- expose -- suçu ortaya koyma; gizli kusurları meydana çıkaran makale veya kitap.; maruz bırakmak; göstermek; terk etmek; teşhir etmek; keşfetmek; (coltoq) kirli çamaşırları ortaya dökmek; (foto.) almak
- expostulate -- with ile dostça tenkit etmek
- expound -- açıklamak
- express -- tarif etmek; ifade etmek; sıkıp çıkarmak; açık; kesin; özel; tam; gayesine uygun; sürat sağlayan; sürat postası ile; nakliye şirketi; sürat postası; ambarla göndermek. express company nakliye şirketi
- expropriate -- istimlak etmek
- expunge -- silmek
- expurgate -- sansürden geçirmek(kitap); arıtmak
- exscind -- kesmek
- exsert -- dışarı çıkarmak. exserted (bot.)
- exsiccate -- kurutmak
- extemporize -- irticalen söylemek
- extend -- uzatmak; genişletmek; kapsamına almak; uzamak; yetişmek; (ing)
- extenuate -- azaltmak; ciddîye almamak; ciddiye almama; ciddiye almayan.
- exterminate -- imha etmek
- externalize -- maddileştirmek
- extinct -- sönmüş; nesli tükenmiş; battal
- extinguish -- söndürmek; (huk.) feshetmek. extinguisher yangın söndürme aleti
- extirpate -- kökünden sökmek; izale etmek
- extoll -- (Ied
- extort -- (huk.) zorla almak; zorla yaptırmak. extortion zorla alma; zorla alınan şey; şantaj. extortioner
- extract -- özet; esans; seçilmiş parça; çıkarmak; söyletmek; özetini veya özünü çıkarmak; seçmek; (bir kitap vb'nden bir parçayı) almak; suretini almak. extractable çıkarılabilir. extractor sökücü
- extradite -- suçluları iade etmek veya ettirmek. extraditable iade edilebilir(suçlu) extradition suçluları iade.
- extrapolate -- (mat.) bir seride bilinen rakamları veya miktarları esas alarak bilinmeyenleri tahmin etmek
- extravagate -- başıboş dolaşmak; müsrif olmak
- extravasate -- (tıb.) damarlardan dışarıya kan akıtmak veya akmak. extravasa'tion bu çeşit akma; böyle akan kan.
- extricate -- kurtarmak
- extrovert -- (psik.) dışa dönük karakter
- extrude -- itip çıkarmak; suyunu çıkarmak; fırlatan; (jeol.) püskürük (volkanik kaya)
- exuberate -- coşmak; taşmak
- exude -- ter gibi dışarı vermek veya çıkmak
- exult -- (bir zafer sonucu) coşmak
- exuviate -- kabuk dökmek
- eye -- bakmak; delmek. eye narrowly dikkatle süzmek.; göz; (poetry) çeşm; bakış; görüş; ince ayrıntıları görme yeteneği; dikkatle bakma; göze benzer herhangi bir şey; toplanma noktası; ilmik; ilik; iğne deliği. eyed gözlü: blackeyed siyah gözlü. Eyes frontl önüne (bak.)! eye opener aydınlatan veya şaşırtan haber veya olay; (A.B.D); namusunu lekelemek; itibarını lekelemek. in the eyes of gözünde; aydınlatmak. red eyes kanlanmış gözler. see eye to eye tamamen aynı fikirde olmak. set eyes upon görmek. with an eye to hesaba katarak
- eyeball -- göz küresi.
- eyebrow -- kaş. eyebrow pencil kaş kalemi.
- eyelet -- delik; bir deliğin etrafına geçirilen madeni bilezik; gözcük
- eyewash -- göz banyosu; (argo) göz boyama.
- eyewitness -- görgü şahidi.
- fable -- hikâye söylemek; masal; hayal gücüne dayanan hikâye; yalan.
- fabric -- kumaş; bünye
- fabricate -- imal etmek; uydurmak yalan söylemek; yalan; uyduran veya atan kimse.
- face -- yüz; küstahlık; (ticari evrakta yazılı olan) asıl değer; on taraf; (sikke) resimli yüzey; (matb.) yazı; görünüş; (mat.) düzey; (mad.) üzerinde çalışılan tünel duvarı veya sonu. face card resimli iskambil kağıdı. facedown yüz üstü; yüzüne bakmak; yönelmek; karşılamak; cesaretle karşılamak; (iskambil) kâğıt açmak; kaplamak; taşın yüzünü yontup düzeltmek; bakmak; nâzır olmak; yüzü koyun
- facet -- kıymetli taşın yüzeyi; yon: (zool.) bileşik gözü teşkil eden ufak gözlerden her biri.
- facilitate -- kolaylaştırmak
- factor -- sebeplerden biri; (mat.) çarpılanlardan biri: (tic.) bir firmaya borç para veren kimse; (tic.) komisyon alarak satış yapan kimse.; (mat.) çarpanlarını bulmak.
- fade -- solmak; (radyo
- fag -- (ged; çalıştırıp yormak; uşak gibi çalıştırmak. (özellikle ingiltere'de öğrenciler arasında); (ing.) üst sınıftaki öğrenciye hizmet eden öğrenci; (A.B.D.); halatın gevşek ucu; işe yaramayan artık şey. be fagged out bitkin bir halde olmak
- fagot -- ince odun demeti; işlenmek için bağlanmış demir çubuk demeti; böyle demet yapmak
- fail -- başaramamak; kuvveti kesilmek; iflâs etmek; kalmak (sınavda); boşa çıkarmak; ihmal etmek; sınıfta bırakmak
- fain -- (eski) memnun; yükümlü; seve seve. (I.) would fain go Gitmek isterdim; gitmeyi arzularım.
- faint -- bayılmak; donuk; isteksiz; baygınlık; mahcup
- fair -- güzel; hoş; saf; dürüst; sarışın; orta; uygun; iyi; uğurlu; okunaklı; gözde olan. fairminded makul düşünen; tarafsız oynama. fair to middling (A.B.D.); haklı olarak; müsait olduğu veçhile; âdeta; güzellik in all fairness doğruyu söylemek gerekirse.; nazik; pazar
- fake -- sahte; şarlatan; uydurmak; sahte şey; seyyar satıcı.
- falchion -- eski pala gibi enli ve ağır kılıç.
- falcon -- şahin; doğancılık
- fall -- (fell; kapanmak; alınmak; inmek; gelmek; tutulmak; dalmak; rastlamak; ayrılmak; doğmak. (hayvanlarda)fall afoul münakaşa etmek; çarpmak. fall a sleep uykuya dalmak. fall away çekilmek; fenalaşmak; zayıflamak. fall back geri çekilmek .fall back on(güvenilecek bir kimseye veya bir yere) başvurmak.fall behind geri kalmak; (slang) kesilmek; çok beğenmek; çökmek; uygun gelmek; kabul etmek; hücum etmek; keşfetmek. This month the twentieth fell on a Friday. Bu ayın yirmisi cumaya rastladı. fall on one's face (k.dili.) yüzüne gözüne bulaştırmak. fall on one's feet dört ayağının üstüne düşmek; (ask.) sıradan çıkmak. fall over yıkılmak. fallover oneself kendini çok istekli göstermek. fall prostrate yüz üstü kapaklanmak; düşüş; sarkma; yıkılma; yağış; bir defada yağan yağmur miktarı; dökülme; sonbahar; meyil; zapt olunma; düşürme; güreşte düşüş; elbise fırfırı; (gen.) (çoğ.) çağlayan; dolandırıcılık ve şakada kurban edilen kimse. fall of (man.)
- fallow -- nadas olarak dinlendirilen arazi; dinlendirilecek tarlayı sürme; dinlendirilecek tarlayı sürmek; açık sarı; deve tüyü rengi. fallow deer Avrupa'ya mahsus açık sarı renkte bir çeşit küçük geyik.
- false -- sahte; yalan; hakikatsiz; hain; güvenilmez; (mak.) kuvvetlendirmek veya muhafaza etmek için konulan (parça); (müz.) ahenksiz; hile ile; yalan söyleyerek; hata ederek; sadakatsizlikle. false bottom sahte dip
- falsify -- tahrif etmek; yalan olduğunu söylemek; (huk.)aslı olmadığını ispat etmek. falsifica'tion tahrif; tahrifçi kimse; kalpazan kimse.
- falter -- sendelemek; kekelemek; tereddüt etmek; tereddutle söylemek. falteringly tereddütle
- fame -- şöhret
- familiarize -- alıştırmak; tanımak
- famish -- aç kalmak; açlıktan öldürmek; aç bırakmak.
- famous -- ünlü; belli: (eski); (h. dili) mükemmel.
- fan -- (ned; savurmak; esmek; rüzgârın önüne katılmış gibi yavaş yavaş hareket etmek; yelpaze gibi açılmak; (beysbol) vuruş olmadığı için oyunu kaybetmek. fanthe flames kışkırtmak; (h. dili) hayran veya düşkün kimse; yelpaze; pervane; vantilatör; yelpaze şeklindeki herhangi bir şey; böyle kuyruğu olan güvercin; yelpaze kuyruklu akvaryum balığı; geminin kıçı. fan tracery yelpaze şeklîndeki kemer süsü. fan vaulting yelpaze şeklîndeki kemer. electric fan vantilator. exhaust fan aspirator.
- fancy -- hayal; merak; kapris; meyil; zevk; zihinde yaratılan bir kavram; fantazi; hayale dayanan; yüksek kaliteli (meyve); ifrat derecesinde. fancy dress fantazi elbise; hayal etmek; beğenmek; zannetmek
- fandango -- (çoğ.) - gos) hareketli bir İspanyol dansı
- fanfare -- (müz.) nefesli çalgıların hep birden çaldıkları coşkun parça; fanfar.
- fanfaronade -- övünme
- fang -- hayvanın azı dişi; yılanın zehirli dişi; dişin kökü; pençe. fanged dişli
- farce -- saçma sapan sözlerle süslemek.; (tiyatro) gülünçlü tiyatro oyunu; maskaralık
- fare -- yol parası; navlun; yolcu; yiyecek. bill offare yemek listesi. full fare tam bilet; tam navlun. half fare yarım bilet; yarım navlun. plentiful fare bol yemek. poor fare kötü yemek.; (eski.) olmak; başından geçmek; yemek yemek; geçinmek; (eski.) yolculuk etmek. Fare ye well. Uğurlar olsun
- farewell -- (ünlem); veda; son
- farm -- çiftlik; su altında kabuklu deniz hayvanları yetiştirmek için ayrılan saha; (beysbol.) idman takımı; (eski.) bir belediye veya mıntıkadan tarhedilen vergi; (eski.) bu verginin mültezimliği. farm hand çiftlik amelesi; ekmek; iltizam etmek; fakir bir kimseye para ile bakmak için anlaşmak; out ile; (beysbol.) idman takımına yerleştirmek. farming çiftçilik.
- farrier -- (ing) nalbant; (bayt.)ar. farriery nalbantlık.
- farrow -- bir batında doğan domuz yavruları; yavrulamayan (inek); yavrulamak (domuz)
- fart -- (kaba) yellenme; yellenmek
- farther -- daha uzak; daha uzakta; daha uzağa; bundan başka; (bak.) further.
- fascinate -- büyülemek; meftun etmek; bir çeşit eşarp.
- fashion -- moda; tarz; davranış; kibar sınıf hayatı; üst tabaka; yapmak; elbise modeli. after veya in a fashion şöyle böyle. after the fashion of gibi
- fast -- oruç tutmak; . oruç; oruç süresi. fast day oruç günü; kahvaltı etmek.; çabuk; ileri; ahlaksız; sıkı; sadık; metin; derin (uyku); süratle; sıkıca; tamamen; yakında; iki yüzlülük etmek. fast asleep derin uykuya dalmış. hold fast sıkıca tutmak; dayanmak.
- fasten -- bağlamak; dikmek; üzerine atmak. He fastened his eyes on her. Gözlerini ona dikti. fastener bağlayan şey
- fat -- (ter; semiz; bol ve iyi; bereketli; kârlı; dolgun; kalın; yağ; bereketli ürün; semizlik. fat cat (A.B.D); seçim öncesi partisine maddi yardımda bulunan kimse. a fatchance (A.B.D)
- fate -- kader; ecel; akibet; mahvolmaya mahkûm.
- father -- baba; ata; (b.h) Cenabı Hak; (kil); (çoğ.) büyükler; babası olmak; vücuda getirmek; oğul olarak kabul etmek; abaca davranmak. father on isnat etmek
- fathom -- kulaç (uzunluk ölçü birimi); iskandil etmek; etraflıca anlamak. fathomable anlaşılabilir; iskandil olunabilir. fathomless dibine erişilmez
- fatigue -- yorgunluk; zahmet; (mak.) eskime; (ask.) kışla hizmeti; (çoğ.); yormak; (mak.) dayanıklığını kaybettirmek.
- fatten -- semirtmek; gübrelemek; şişmanlamak
- fault -- kusur; eksiklik; (spor) faul; (jeol.) fay; kusur bulmak; tenkit etmek; suçlamak; (jeol.) fay husule getirmek. faultfinder tenkitçi
- favor -- yararlı bir yardım; teveccüh; iltimas; taraf tutma; iltifat; sima; ufak hediye; (çoğ.) cinsi münasebet için müsaade etme. (ask.) a favor ricada bulunmak. bestow favors on ayrıcalık tanımak; (tic.) emrine (çek) out of favor gözden düşmüş.; müsamaha etmek; onaylamak
- favorite -- çok sevilen kimse veya şey; sevgili; (spor) kazanması beklenen yarışçı; çok sevilen. favoriteson (pol.) kendi seçim bölgesince başkanlığa aday gösterilen kimse. a favorite with tarafından sevilen
- fawn -- karaca veya geyik yavrusu; açık kahverengi; bu renkten olan; doğurmak; on ile yaltaklanmak
- fax -- faksimile olarak kopya etmek.
- fay -- peri.
- faze -- (A.B.D); düşündürmek.
- fear -- korkmak. Never fear. Korkma; korku; kuruntu
- feast -- ziyafet; bayram; ziyafette yemek yemek; ziyafet vermek; sevindirmek. feast one' eyes on gözlerine zifayet çekmek
- feat -- başarı
- feather -- tüy takmak; tüylenmek; tüy; okun arka ucundaki tüy; püskül. feather bed kuş tüyü yatak. a feather in one' cap iftihar edilecek başarı. birds of a feather aynı huya sahip kimseler. in high feather neşeli. fur and feather av hayvanları ve kuşları. show the white feather korkaklık göstermek. feathered tüylü. featherless tüysüz. feathery tüylü
- featherbed -- işsizliği önlemek için bir işe gereğinden fazla işçi almak; bununla ilgili; bu sistem.
- featherstitch -- (terz.) civankaşı dikiş
- feature -- yüz uzuvlarından biri; (çoğ.) sima; özellik; hal; asıl filim; makale; önem vermek; (k.dili) benzemek. be featured baş rolü oynamak
- fecundate -- gebe bırakmak; verimli bir hale getirmek; bereketlendirme.
- federalize -- devletleri birleştirmek.
- federate -- federasyon halinde birleştirmek; birleşik devletler hükümeti idaresi altında örgütlendirmek; birleşik
- fee -- ücret; duhuliye; tımar; doktor ücreti; ücret vermek; ücretle tutmak. fee simple (huk.) mülk
- feeble -- zayıf; iradesiz. feebleness zayıflık
- feed -- (fed) yedirmek; malzemesini vermek; desteklemek; gıdası olmak; otlamak; yemek yemek; (spor) pas vermek; semirtmek. fed up with (argo) bezmiş; yemek yiyen kimse veya hayvan; besleyen çay veya ırmak; ana demiryoluna bağlı hat; çevre yolu.; yeme; yem; yiyecek; (mak.) besleme; bu malzemeyi makinaya veren cihaz; bu suretle verilen malzeme. feedback geri itilim. feedbag yem torbası. put on the feedbag (argo) yemek yemek. feed line besleyici boru. feed pump besleyici tulumba. feed trough lokomotifin su deposu. feed valve besleyici valf. feed water kazan suyu. off one's feed iştahsız. out to feed otlakta
- feel -- (felt) dokunmak; elleri ile yoklamak; hissetmek; anlamak; dokuma hissi; dokunarak yoklama; his; havasından.
- feign -- yapar gibi görünmek; olduğundan başka görünmek
- feint -- vuracak gibi davranma; harp hilesi; sahte taarruzda bulunmak; aldatıcı harekette bulunmak.
- felicitate -- kutlamak
- fell -- (bak.) fall.; kesmek; mahvetmek; (terz.) kumaşı kırmalı dikmek; bir mevsimde kesilen tomruğun tümü; kırmalı dikiş.; zalim; öldürücü. in one fell swoop bir hamlede; (ing) kır; tepe (yalnız özel isimlerde); post
- fellow -- adam; (slang) ulan; arkadaş; hemcins; akran; doktora veya bilimsel araştırma bursu alan kimse; akademi üyesi. fellow citizen; (A.B.D); komünist sempatizanı. good fellow iyi çocuk; azizim. poor fellow zavallı adam.
- fellowship -- beraberce hoş vakit geçirme; samimiyet; üniversitede bilimsel araştırma için verilen burs; birlik; kurum
- felt -- (bak.) feel.; keçe; fötrden yapılmış her hangi bir şey; keçeye benzer madde; keçe imal etmek; keçe ile kaplamak; keçelenmek. felt carpet keçe halı. felting keçe
- feminize -- kadınlaştırmak
- fence -- parmaklık; tahta perde; çit; eskrimde kılıcın ustalıkla kullanılması; hazırcevaplık; çalınmış eşyaların alınıp satıldlğl yer ve bu işle uğraşan kimse. be on the right side of the fence kazanacak tarafta olmak. sit on the fence hangi tarafı tutacağını bilememek; çit veya parmaklıkla etrafını çevirmek: eskrim yapmak: çalınmış (mal.) almak veya satmak; kaçamaklı konuşmak. fencer eskrimci.
- fend -- (eski.) esirgemek; off ile kovmak; bir şeyin bir yere çarpmasına engel olmak. fend for oneself kendini geçindirmek.
- fender -- çamurluk; şöminenin önüne konulan paravana; lokomotif mahmuzu; uzaklaştırıcı şey veya kimse; (den) usturmaça.
- feoff -- (bak.) fief) (huk.) tımar; tımar veya zeamet gibi vermek.
- ferment -- (kim) tahammür ettiren şey; tahammür; telâş; mayalanmak ekşimek; mayalandırmak
- ferret -- out ile gizlendiği yerden bulup çıkarmak; araştırmak; gelincikle avlamak.; (zool.) tavşan veya sıçan tutmak için kullanılan gelinciğe benzer ufak bir hayvan
- ferrotype -- (foto.) ince demir levha üzerine çekilen fotoğraf ve bu şekilde fotoğraf çekme usulü.
- ferrule -- baston ucuna geçirilen demir veya madeni halka; (bak.) ferule.
- ferry -- feribot; nehir veya gölde bir iskeleden diğerine geçmek için kullanılan vapur; vapurla karşı yakaya taşımak. ferry service sahil seferi
- fertilize -- gübrelemek; (bot.); aşılama; verimini artırma
- ferule -- öğrencinin eline vurmaya mahsus sopa; bu sopayla dövmek.
- fescue -- bir çayır otu
- fester -- iltihaplanmak; çürümek; kuruntu etmek; iltihap.
- festoon -- kavis şeklinde sarkan çiçek veya krepon kâğıdından yapılmış kordon; (güz.san) bu desende kabartma süs: böyle çiçek veya kâğıtla süslemek.
- fetch -- alıp getirmek; gelir sağlamak; (k.dili) memnun etmek; (h) dili vurmak (darbe); (den.) volta vurmak; limana varmak; alıp getirme; uzanıp alma; mesafe; hile
- fete -- ziyafet; açık hava eğlencesi; ziyafet vermek; ağırlamak. fete champetre (Fr.) açık hava eğlencesi.
- fetter -- pranga; (gen.) (çoğ.) engel; ayağına zincir vurmak; bağlamak
- fettle -- hal; (end) demir işlemesinde ocağa serilen taş kırıntıları; bu taş kırıntılarını sermek. in fine fettle iyi halde
- feud -- kan davası; kavga; ihtilâflı olmak
- fever -- (tıb.) ateş; telaş; telâş etmek
- fey -- kaçık; ince; peri hissini veren.
- fiat -- emir; karar. fiat money (A.B.D) yalnız (huk.)ümet kararına dayanarak tedavüle çıkarılan kâğıt para. Fiat lux! (Lat.) Nur olsun !
- fib -- (bed; yalan söylemek
- fibrin -- (biyokim.) fibrin.
- fickle -- dönek
- fid -- (den) kaşkaval; mandal; (den) çelik; tahta veya madeni çubuk.
- fiddle -- (müz.); (den) fırtına olduğu zaman tabaklar düşmesin diye so'fra kenarına çekilen tahta veya ip korkuluk; (mak.) rende makinasında aletleri tutan çerçeve; (k.dili.) keman çalmak; sinirli sinirli parmaklarını oynatmak; boş şeylerle vakit geçirmek. fiddle away zaman öIdürmek için meşgul olmak. fit as a fiddle zinde ve neşeli. play second fiddle ikinci derecede rol oynamak.
- fidget -- (çoğ.) huzursuzluk; rahat oturamamak
- field -- çayır; tarla; saha; savaş meydanı; oyun sahası; bir yarışmaya katılanlar; fırsat; (han) zemin; (fiz.) saha; top oyunlarında meydancı olmak; topu yakalayıp atmak. field artillery (ask.) sahra topçusu. field corn hayvan yemi olarak yetiştirilen mısır. field day spor bayramı. field events bir atletizm karsılaşmasında yüksek atlama; alay komutanı. fieldpiece sahra topu field sports atletizm; av gibi açık hava sporları. fieldstone (inşaatlarda kullanılan) yontulmamış taşlar. field trip (öğretimde) gezi; cevaplandırmak.
- fiend -- şeytan
- fife -- asker düdüğü; düdük çalmak. fifer düdük çalan kimse
- fifth -- beşinci; (muz) bir notadan beş derece tiz veya pes olan enterval. a fifth (A.B.D) (içki ölçüsü) galonun beşte biri
- fight -- (fought) kavga; mücadele; savaş veya mücadele eğilimi; savaşmak; mücadele etmek; kaçıp kovalama. show fight pes dememek; mücadele ruhu olan kimse; avcı uçağı.
- figure -- rakam; değer; vücut yapısı; yüz; hal; şahsiyet; (geom.) şekil; (edeb.) mecaz; dansta figür. figure dancer figür yapan dansör veya dansöz. figurehead sözde mevki sahibi; (den.) gemi aslanı gibi oyma süs. figure of speech mecaz; hesaplamak; tasvir etmek; şekil çizerek göstermek; desenlerle süslemek; hayalen canlandırmak; mecaz yoluyla ifade etmek; (k.dili.) düşünmek; (müz.) süslemek; görünmek. figure on (k.dili.) güvenmek
- filch -- çalmak
- file -- eğe; eğe ile düzeltmek; dosya dolabı; dosya; sıra; (satranç) karşı tarafa doğru bir kareler sırası; dosyalamak; dosyaya geçirmek; (huk.) dosyaya geçirilmek üzere evrakı ilgili memura teslim etmek; askerleri sıra ile yürütmek. file an application müracaat formunu doldurup ibraz etmek. file a complaint yazılı olarak şikâyet etmek. filing cabinet dosya dolabı; evrak klasörü. file clerk dosya tutan memur. filing system dosyalama sistemi. Indian file birbiri arkasından dizilen sıra. on file dosyaya geçirilmiş (evrak) rank and file fertler
- filet -- file; fileto
- filiate -- (bak.) affiliate.
- filibuster -- (pol.); böyle bir engelleme; korsan
- filigree -- kuyumculukta telkâri iş; buna benzer desen; telkâri.
- fill -- doldurmak; yapmak; işgal etmek; dolmak; hazırlamak (reçete); dolumluk; toprak tesviyesinde kullanılan toprak veya moloz. fill in doldurmak; (fişi) doldurmak. fill the bill (A.B.D); dolmak. have one' fill doymak.
- fillet -- saçları tutmak için başa bağlanan kurdele veya bant; kemiksiz et veya balık; tiriz; (mim.) dar ve düz silme; kitap kapağı üstüne basılan süs çizgisi.
- fillip -- fiske; teşvik edici veya harekete geçirici herhangi bir şey; önemsiz şey; fiske vurmak; teşvik etmek
- film -- zar; ince örtü; ince tel; zar veya ince bir örtü ile kaplamak; zar bağlamak. filminess zarla veya ince bir tabaka ile kaplı olma. filmy zarlı; (foto.); filim çevirmek
- filter -- filtre; süzgeç; süzmek; filtre vazifesi görmek; sızmak
- filtrate -- süzmek; süzülmüş sıvı
- fin -- yüzgeç; yüzgece benzeyen sey; (den) salma omurga; (hav) sabit dikey yüzey. finback bir çesit balina. fin keel (den) kotra omurgası. dorsal fin (zool.) sırt yüzgeci. pectoral fin (zool.) göğüs yüzgeci.
- finagle -- (k.dili) hile yaparak elde etmek; aldatmak
- finalize -- bitirmek
- finance -- maliye; (çoğ.) mali durum; gelir; bir kimsenin veya müessesenin mali işlerini idare etmek; bir işin masraflarını karşılamak; mali teşebbüslere sermaye yatırmak veya temin etmek. financial mali. financial engagements mali taahhütler
- financier -- maliyeci; banker.
- finch -- (zool.) ispinoz (kuş)
- find -- bulmak; anlamak; tedarik etmek; arayıp bulmak; ulaşmak; buluş; kendini göstermek. find fault (with) kusur bulmak. find for the plaintive (huk.) davacı lehine karar vermek. find guilty suçlu çıkarmak; kendini bulmak; (astr.) büyük teleskopa iliştirilen ve keşif vazifesini gören ufak teleskop; (foto.) vizör. finding bulunmuş veya keşfedilmiş şey; sonuç
- fine -- (müz.) son.; güzel; (saf; hassas; ala; (k.dili.) güzel; toz haline getirmek; güzelleşmek. fine arts güzel sanatlar. finedraw (terz.) kumaşın iki kenarını görünmez surette birbirine dikmek; inceltmek (tel) finedrawn inceltilmiş (tel); (foto.) ince tanecikli. fine-spoken kibar bir şekilde konuşan. finespun ince eğrilmis; aşırı derecede ince. fine-toothed comb ince dişli tarak. go over the matter with a fine-toothed comb meseleyi inceden inceye gözden geçirmek; karışımdaki saf altın oranı.; para cezası; para cezasına çarptırmak. finable para ile cezalandırılabilir
- finesse -- incelik; kurnazlık; (iskambil) fines yapmak; ustalıkla durumu idare etmek.
- finger -- parmak; parmak gibi şey; parmak boyu; (A.B.D) alkol ölçüsü; parmakla dokunmak; çalmak; (A.B.D); parmaklarla ince iş yapmak; (müz.) parmakla çalgı çalmak; piyano klavyesi. finger bowl sofrada parmak yıkayacak kap; kurbanını seçmek. to the finger tips tırnaklarının ucuna kadar
- finish -- bitirmek; tamamlamak; terbiye etmek; mahvetmek; telef etmek; (k.dili.) yok etmek; bitmek; nihayet; en mükemmel durum
- fire -- ateş; kıvılcım; yangın; cehennem; hararet; hırs. fire alarm yangın zili; top şeklindeki şimşek; atom bombası patladığında hasıl olan ateş topu; (A.B.D); fesatçı; kavgacı kimse. fire engine itfaiye arabası; yangın tulumbası. fire escape yangın merdiveni. fire extinguisher yangın söndürme aleti. firefighter itfaiyeci. firefly ateşböceği. fire hazard yangın tehlikesi çok olan yer. fire hydrant yangın söndürme musluğu. fire insurance yangın sigortası. fire irons maşa ile kürek ve kömür karıştıracak demirden ibaret ocak takımı. firelight alev ışığı. firelock eski tip bir tüfek. fireman itfaiye neferi; ateşçi. visiting fireman (A.B.D); ateş siperi. fire ship yakılarak düşman gemileri arasına salıverilen gemi. fireside ocak başı: ev; geri kalmak. heap coals of fire on one's head iyilik ederek karşısındakini utandırmak. Iay a fire odunları çatıp ateş için hazırlamak. miss fire ateş almamak (silâh; başaramamak; coşmuş. open fire atışa başlamak. play with fire ateşle oynamak; alevlendirmek; tepki yaratmak. St. Elmo' fire gemici nuru. under fire ateş altında. fireless ateşsiz. fireless cooker sıcaklığı muhafaza eden tencere.; tutuşturmak; yakmak; canlandırmak; teşvik etmek; patlatmak; atmak; tutuşmak; silahla ateş etmek. fire a volley yaylım atesi açmak. Fire away! Haydi; (k.dili) hemen göndermek. fire up fayrap etmek; birdenbire kızmak
- firm -- pek; sabit; (gen.) up ile sabit kılmak; şirket
- fish -- balık tutmak; içinde balık avlamak; tahta veya demir parçası ile takviye etmek; for ile aramak; up veya out ile arayıp bulmak. fish in troubled waters bulanlk suda balık avlamak. fish the anchor (den.) gemi demirini fışkıya vurmak. fish out balık neslini tüketmek; seçip almak.; (çoğ.) fish; balık eti; tahta veya demir takviye parçası; pis konuşan kadın. bony fishes kemikli balıklar; deniz tutmasından dolayı kusmak. have other fish to fry daha önemli bir işi olmak. neither fish
- fission -- ortadan ikiye ayrılma; (biyol.) ortasından bölünerek üreme; (fiz.) uranyum gibi bir elemanın daha basit ve sabit parçalara ayrılıp dağılması.
- fissure -- yarık; yarma; (tıb.) fisur; yarmak; ayrılmak
- fist -- yumruk; (h) dili el; (matb.) işaret parmağı; yumruklamak; avuçlamak.
- fit -- uygun; hazır; zinde; sabırsız; (ted; uygun bir hale getirmek; uydurmak; dikkatle üzerine koymak; uymak; uygun gelmek; yakışmak; uyma; hastalık nöbeti; ani olarak zuhur eden geçici hal; devre. a fainting fit baygınlık nöbeti; (slang) deli olmak. have a fit of laughter gülmesi tutmak. fitful düzensiz
- fix -- yerleştirmek; sabitleştirmek; kararlaştırmak; (A.B.D) düzene sokmak; (A.B.D); (A.B.D) (yemek) hazırlamak; (k.dili) rüşvet yoluyla sonucu garanti altına almak; (spor) şike yapmak; (k.dili) yola getirmek; mikroskopik çalışma için hazırlamak; (kim) katılaştırmak; (foto.) tespit banyosu yapmak; (k.dili) (kedi; düzene sokmak; ihtiyacını karşılamak.
- fixture -- sabit şey. fixtures sabit eşya; (huk.) müştemilât
- fizz -- yaş barut gibi vızlamak; vızıltı; köpüklü içki. fizzy fışırtılı
- fizzle -- vızlamak; out ile; vızıltı; (k.dili) fiyasko
- flabbergast -- (k.dili.) şaşırtmak
- flag -- (ged; bu taşlarla döşemek. flagstone iri ve yassı kaldırım taşı.; yorulmaya başlamak; köpek veya geyik kuyruğu; (müz.) çengel; bayrak çekmek; bayrakla işaret vermek; bir şey sallayarak avını tuzağa düşürmek. flag down a train durması için trene bayrakla işaret vermek. flag captain amiral gemisi suvarisi. flag of truce mütareke flaması. flag officer (den.) sancak sahibi; teslim olmak. hoist a flag bayrak veya sancak çekmek. strike the flag teslim olmak üzere bayrağı aşağı indirmek. the white flag beyaz bayrak; zambak; zambak yaprağı. sweet flag eğir
- flagellate -- kırbaçlamak; dövünme.
- flail -- harman döveni; ortaçağda kullanılan buna benzer silâh.
- flair -- yetenek; anlayış; (k.dili.) gösterişli uslup.
- flake -- balık kurutmaya mahsus ızgara; (den) gemi tamir edilirken işçilerin üzerinde çalıştıkları asma iskele.; ufak kar tanesi; ince tabaka; pul; away veya off ile tabaka tabaka soymak veya soyulmak; out ile yorgunluktan çöküp kalmak. flaky Iapa lapa; kuşbaşı kar taneleri halinde. flakiness Iapa lapa oluş
- flam -- (k.dili) yalan
- flame -- alev; hiddet; aşk; (k.dili.) sevgili. flame-colored ateş rengi. flameproof ateş almaz; alevlenmek; (mec.) alevlenmek; öfkelenmek; parlamak
- flange -- kenar; flanş yapmakta kullanılan döküm aleti.
- flank -- böğür; yan taraf; (ask.); tabya koltuğu; cenahını muhafaza veya takviye etmek; yan tarafında olmak. flank attack (ask.) kanat taarruzu
- flannel -- (ed; ing; (çoğ.) fanila; faniladan yapılmış spor pantolon; fanila giydirmek
- flap -- (ped; (tıb.) sarkan et parçası; sarkan bir şeyin çarpması veya çarpma sesi; (k.dili) fazla heyecan; heyecan verici durum; sarkan bir şey ile vurmak; birden atmak; sarkık kapak veya örtü koymak: çarpmak
- flare -- birden alevlendirmek veya alevlenmek; çan şeklinde yaymak veya yayılmak; meşalelerle işaret vermek; göz kamaştırıcı ışık; yayılma veya yayılan şey; gösteriş. flareback topun kuyruk kamasından çıkan alev. flare light ateşle işaretleşmede alev çıkaran araç. flare out birden alevlenmek veya öfkelenmek; gösterişli; dışa dönük.
- flash -- parıltı; işaret olarak yanıp sönen ışık; an; birden gelen su akıntısı; (kaba) gösteriş; cama renk vermek için maden tuzu ile kaplama; bülten. flashback geriye dönme. flashboard suyun yüksekliğini artırmak için barajın üstüne takılan tahta; (ing) hırsız veya serserilere ait; gösterişli fakat sahte; kaba bir şekilde gösterişli. flash language hırsız argosu.; birden alevlenmek; birden parlamak; birden akla gelmek; cam bir mamule ikinci bir renkte ince cam tabakası ilâve etmek; telgraf veya radyo ile acele haber ulaştırmak; (k.dili) birdenbire göstermek; yağmurdan korumak için damın üstüne ve altına saç kaplamak. It flashed upon me. Birden aklıma geldi.
- flask -- içine barut veya yağ konan şişe şeklindeki kap; termos; küçük ve yassı şişe
- flat -- (ted; tadını kaçırmak; yassılmak; neşesiz olmak; (müz.) yarım ton indirmek; belirli perdeden aşagı söylemek veya çalmak.; (ter; yıkık; kati; (mat.); durgun (ticaret); (müz.) bemol; açıkça; doğrudan doğruya; tam; (müz.) asıl notadan daha aşağı ve yanlış olarak. flat against the wall duvara yapışık. flatboat; (A.B.D); (b.h) Amerika'da eski bir yerli kabilenin ferdi. flatiron ütü. flat race düz yerde yarış. flat rate tek fiyat. flat tire patlamış lastik. flattop (A.B.D) uçak gemisi. flatwork masa örtüsü gibi kolay ütülenir düz parçalar. fall flat büyük bir başarısızlığa uğramak. (I.)'ll tell you flat. Sana asıkça söyleyeceğim. The market is flat. Piyasa durgun. in ten seconds flat tam on saniyede. That' flat. Açık ve kesindir. Şüphe götürmez. flatly açıkca; tatsızlık; apartman dairesi.; düz ve basık arazi; sığlık; geniş ve düz olan şey; düz sal; kılıcın yassı yüzü; kenarları alçak tepsi; madenin yassı damarı; (tiyatro) sahne dekoru için kullanılan kumaş gerili çerçeve; (müz.) bemol.
- flatten -- yassılatmak; yere sermek; neşesini kaçırmak; matlaştırmak; yassılaşmak; tatsızlaşmak; (hav.) dalıştan sonra uçağı yerle paralel duruma getirmek.
- flatter -- (slang) yaltaklanmak; dalkavukluk etmek; gururunu okşamak
- flaunt -- gösteriş yapmak; gösteriş flauntingly gösteriş yaparak
- flavor -- Iezzet; tat veren şey; lezzetli şey; koku; tat veya lezzet vermek. flavoring tat veren şey. flavorless tatsız
- flaw -- yarık; sakat; ayıp; çatlatmak; sakat olmak; çatlamak. flawless kusursuz. flawy kusurlu. flawlessness kusursuzluk.; birdenbire çıkan geçici ruzgâr; rüzgârın yönünün değişmesi. flawy rüzgârlı.
- flay -- derisini yüzmek; fena halde azarlamak; zorla veya hile yaparak parasını almak.
- flea -- pire; (k.dili) köhne; çok ufak doru veya kula benekli beyaz (at) fleabane
- fleck -- nokta; çok ufak parça; lekelemek
- fledge -- tüyleri çıkıncaya kadar beslemek; tüylendirmek; uçmak için tüy çıkarmak
- flee -- (fled; gelip geçmek; bırakmak
- fleece -- koyun postu; bir koyunun bütün yapağısı; yün gibi yumuşak örtü; muflon; koyunu kırkmak; (bir kimseyi) soymak; yünle kaplamak; yünden; yünle kaplı.
- fleer -- alay etmek; istihza
- fleet -- donanma; çevik; çabuk geçmek; (den.) gitmek
- flesh -- et; kasaplık et; tavuk veya balık eti; beden; beşer tabiatı; ten rengi; sişmanlık; nesil; insan oğlu; canlı yaratıklar; meyvanın etli kısmı. flesh and blood nesil; beşer tabiatı. flesh color ten rengi. flesh fly yumurtalarını etin üstüne bırakan karasinek. fleshpots zevk; zevki tatmin için gidilen eğlence yerleri. flesh wound hafif yara. all flesh bütün canlı yaratıklar; etli; dünyevi. fleshy ete ait; toplu.; et yedirmek; kan dökmek; hırsını tahrik etmek; etle kaplamak; eti sıyırmak (deriden) flesh out dolgun olmak; şişmanlatmak; ayrıntılarıyla anlatmak.
- fletch -- okun üzerine tüy koymak.
- flex -- bükmek
- flick -- hafif vuruş; fiske; leke; hafifçe vurmak; atıvermek. flicks (argo) sinema.
- flicker -- titrek ve parlak ışık; geçici belirti; çırpınmak; titrek yanmak. flickeringly titreşerek; (zool.) Amerika'ya mahsus kanatlarının altı sarı renkli bir çeşit ağaçkakan.
- flight -- uçuş; seyir; göç; bir kat merdiven; bir uçuşta katedilen mesafe; firar; birkaç uçaktan ibaret hava filosu: (kuşlar) göç etmek. flight of fancy hayal
- flimflam -- (k.dili.) saçma; hile; hilekar
- flinch -- çekinmek kaçınmak; çekinme; bir çeşit iskambil oyunu.
- flinder -- parça kıymık.
- fling -- (flung) atmak; binicisini üstünden atmak (at): öteye beriye sallamak; yıkmak; çifte atmak: atılmak; savurmak (küfür); dalmak; izini kaybettirmek (av); defetmek. fling out yüzüne karşı söylemek (söz); fırlatmak.; atma; sıçrayış; hakaret; hareketli dans; çıIgınlık
- flint -- çakmaktaşı; çakmaktaşı gibi sert olan herhangi bir şey. flint and steel çelik çakmak. flint glass billur
- flip -- (ped; fiske vurmak; darılmak; fiske; alkollü bir çeşit içki; (k.dili) arsız
- flipper -- kaplumbağanın yüzmek için kullandığı yassı bacak veya kanadı; palet (yüzme); (argo) el.
- flirt -- flört etmek; fırlatmak; fırlamak; flört etmeye alışkın kimse: fırlama atılış
- flit -- flit; (ted; çırpınmak: çırpınma
- flitch -- tuzlanmış domuz döşü; kızartılmaya elverişli balık eti; uzun yekpare kereste parçası
- flitter -- çırpınmak.
- float -- su üstünde yüzen herhangi bir şey; sal; olta mantarı; şamandıra; geçit resminde kullanılan süslü araba; (den) pervane tahtası; mala; dondurmalı gazoz; (çoğ.) tiyatro sahnesinin ön kısmındaki ışıklar.; yüzmek; hava akımına kapılarak sürüklenmek; hayal gibi hareket etmek; yüzdürmek; su basmak; sala yüklemek; (hisse senetlerini ve tahvilleri) satışa arzetmek; yaymak
- flocculate -- pamuk gibi top top olmak (bulut); topaklamak (toprak)
- flock -- sürü; küme: güruh kalabalık; saç veya yün yumağı şiltelere doldurulan kaba pamuk veya paçavra; duvar kağıdına kumaş görünüşü kazandırmakta kullanılan ince ince kesilmiş kumaş veya yün parçaları: (kim)
- flog -- (ged
- flood -- sel; su; (tıb.) (rahim) fazla kanamak. flood control su baskınını önleme. floodgate set kapak. floodlight projektör. floodlighting projektörle aydınlatma. flood of light bol ışık
- floor -- taş veya tahta döşeme; dip; kat; yasama meclisi salonunun üyelere ayrılmış kısmı; mecliste söz söyleme hakkı; taban ücret; taş veya tahta döşemek; (k.dili) şaşırtmak; (k.dili) yenmek. floorcloth döşemelik muşamba; tahta bezi. floor lamp ayaklı abajur. floor plan (mim.) kat planı. floor show varyete
- flop -- (ped; çöküvermek; devrilmek; birden düşürmek; (argo) uyumak; (k.dili.) başaramamak: çarpma; (k.dili.) başarısız teşebbüs (eser; başarısızlık; çökme; (argo) uyuyacak yer veya fırsat. flop house yoksul kimselerin kaldığı çok basit ve bakımsız bir otel.
- floss -- bükülmemiş ham ipek; kısa ipek telleri; (argo) şatafatlı.
- flounce -- öfke veya sabırsızlıkla yerinden fırlayıp yürümek; donuvermek; fırlayış; farbala; farbala ile süslemek
- flounder -- dilbalığı; çamura veya suya bata çıka yürümek; güçlükler ve yanlışlıklar içinde sürüklenip gitmek; debelenme
- flour -- un; öğütmek
- flourish -- serpilmek; başarı kazanmak; süslü bir dil kullanmak; gösterişli hareketlerde bulunmak; süslemek; tezyin etmek; sallamak; gelişme; refah; süs; fanfar; sallama; gösterişli bir şekilde; yıldlzı parlayarak.
- flout -- açıkça itaat etmemek; alay etmek; hakaret etmek; küçümsemek; hürmetsizce davranmak; (alay.); karşı koyma.
- flow -- akmak; dalgalanmak; kabarmak; dolmak; bol bol içilmek (şarap); su basmak; akıtmak. flowing akıcı; akış; (fiz.) akı; belirli zamanda akan su miktarı; met; akıcılık
- flower -- çiçek; çiçek açan bitki; süs; seçkin veya güzide şey; (kim); çiçeklenmek; açılıp gelişmek; çiçek açtırmak; süslemek. flower bed çiçek tarhı; düğünde çiçek taşıyan kız. flowerpot saksı. in flower çiçek açmış halde
- fluctuate -- düzensiz bir şekilde değişmek; kararsız olmak; (tic.) değişmek
- fluff -- hafif tüy kırpıntı; kuştüyü; yüzdeki ince tüyler; (k.dili.) sahnede kötü okunan bir şey; silkinip tüylerini kabartmak; söyleyeceği sözü unutmak veya yanlış okumak. fluffiness tüy gibi yumuşak olma. fluffy tüy gibi yumuşak
- fluke -- talih; tesadüfen kaybetmek veya kazanmak. fluky tesadüfe dayanan; kararsız; (den.) gemi demirinin tırnağı veya ona benzer şey: ok ve mızrak damağı veya dikeni; balina kuyruğunun yassı parçalalarından her biri.; dilbalığı
- flummox -- (argo) şaşırtmak.
- flump -- (k.dili) ağır bir şeyi birden bırakıvermek; çökmek; ağır bir şeyin düşmesinden hâsıl olan ses.
- flunk -- (A.B.D); sınavda bırakmak (öğretmen); sınav veya sınıfta kalma. flunk out başarısızlıktan dolayı okulu bırakmak veya bıraktırmak.
- fluoroscope -- floroskop.
- flurry -- birden esip kısa süren rüzgâr; hafif sağanak; telaş; borsada geçici bir faaliyet; telâşa düşürmek; (colloq.) iki ayağını bir pabuca sokmak; sinirlendirmek.
- flush -- kanatlanıp uçmak; dopdolu; boşluklarını doldurup düzeltmek (duvar); düz bir şekilde; birden akmak; kızarmak; heyecanlandırmak: akıtmak; kızartmak; kızarma; ısınma; kırmızılık; ateş hararet; (iskambil) floş
- fluster -- şaşırtmak; heyecan
- flute -- (müz.) flüt; (mim.) yiv; flüt çalmak: flüt gibi ses çıkarmak veya şarkı söylemek; (mim.) yiv açmak
- flutter -- kanatlarını çırpmak; titremek; çırpınmak; titretmek; telâşa düşürmek; titreme; telâş; (hav) kanat sarsıntısı; (tıb.) titreme
- flux -- seyelân; değişme; (fiz.) akı; akış; denizin meddi; eritici madde; emaye işinde kullanılan ve kolay eriyen bir çeşit cam; akıtmak
- fluxion -- akıntı; (mat.) bir miktarın değişme hızı. fluxional akıntıya ait; değişen
- fly -- uçuş; (terz.) fermuar veya düğme ile kapatılabilen kısım; (beysbol.) vurulup havaya kaldırılan top; (mak.) sürat regülatorü: bayrak veya sancağın ucu: çadırda kapı yerine geçen perde: (çoğ.); (matb.) baskı makinasında kâğıt toplayıcısı. on the fly uçarken; (A.B.D); (flew; kaçmak; fırlamak; -(den.) kaçmak; süratle iş görmek. fly apart birdenbire kopup ayrılmak; kaçmak. fly blind (hav.) yalnız aletleri kullanarak uçmak. fly high çok hırslı olmak; sinek; sinek veya böcek şeklinde olta iğnesi; sinek şeklinde sus. fly blister (tıb.) kurutulmuş ispanyol sineginden yapılmış bir çeşit yakı. flypaper sinek kağıdı. fly swatter sineklik; (argo) uyanık
- flyblow -- sinek yumurtası.
- flyer -- (bak.) flier.
- flypaper -- sinek kağıdı.
- foal -- tay; tay doğurmak. in foal with foal gebe (kısrak)
- foam -- köpük; köpürmek; öfkelenmek; çok öfkelenmek. foam rubber sünger. foamy köpüklü.
- fob -- (bed; başından savmak; bir kenara atmak; pantolonda ufak saat cebi; (A.B.D) saat kösteği.; (kıs.) free on board (tic.) fob
- focalize -- mihraka getirmek
- focus -- (çoğ.) cuses; (mat.) odak noktası; bir noktaya getirmek; dikkatini toplamak. in focus odağı tam ayarlı. out of focus iyi ayar edilmemis
- fodder -- saman veya ot gibi hayvan yemi; yem vermek
- foe -- düşman
- fog -- (ged; (foto.) donukluk; bunaklık; sisle kaplamak; sisle dolmak; bunamak. fog bank (meteor) uzaktan özellikle denizde görülen sis; ot biçiminden sonraki yeni sürgün.
- foil -- engellemek; avda avcıları saşırtmak; hayvan izi.; yaldız kâğıdı; ayna sırı; (kıymetli taş için) foya; kıyas ve karşıtlık için gösterilen kimse veya şey; (mim.) yaprak; zıt nitelikte bir şeyin yanına koyarak kıymetini ortaya çıkarmak.; eskrim kılıcı
- foist -- hile yaparak kabul ettirmek; (sahte bir şeyi) aslı diye kabul ettirmek. foist something off on somebody hile ile kabul ettirmek
- fold -- (sonek) kat; katlamak; (matb.) kırmak; sarmak; kaplamak; katlanmak; sarılmak; kavuşturmak (elleri); hafifçe katmak; (A.B.D); yorgunluktan çökmek; kat; büklüm; boğum (yılan); (jeol.) kıvrım. fold the arms kolları kavuşturmak. folding bed açılır kapanır karyola. folding door katmer kanatlı kapı. folding machine kırma makinası.; ağıl; koyun sürüsü; cemaat; ağıla kapamak.
- foliage -- yapraklar; (mim.) süslemede kullanılan yaprak ve dal şekilleri. foliage plant yapraklarının güzelliği için yetiştirilen bitkiler.
- foliate -- dövüp ince yaprak şekline sokmak; sır sürmek; (mim.) yaprak şekilleriyle süslemek; yapraklara ayrılmak; (matb.) sayfaları numaralamak. foliate(d) yaprak şeklinde; varaklara ayrılabilir
- folio -- (çoğ.) -os); ikiye katlanmış kâğıt tabakası; ikiye bükülmüş yapraklardan meydana gelen kitap; basılmış kitabın sayfa numarası; hesap defterinde karşı karşıya olan aynı numaralı iki sayfa; (huk.) bir vesikanın uzunluğunu tayin için kullanılan belirli kelime sayısı; (matb.) ikilik formalı
- follow -- takip etmek; mesleğinde çalışmak; kovalamak; uymak; sonucu olmak; takip; bir kimseyi kendine örnek almak. follow the hounds köpek kullanarak atla ava gitmekb follow the sea denizci olmak. follow through başladığına devam edip sonuca bağlamak; tenis veya golf oyununda topa vurduktan sonra raket veya sopayı sallamaya devam etmek. followthrough devam; tamamlamak. followup takip etme; takip etmede kullanılan herhangi bir şey. as follows böylece; aşağıda gösterildiği şekilde. It follows from this that... Bundan da anlaşıldığı gibi
- fond -- deli
- fondle -- okşamak; okşayarak sevgisini göstermek
- food -- yemek; gıda; iaşe; (for animals) yem. food card yemek karnesi. food control yiyecek maddelerinin kontrol altına alınması. food poisoning gıda zehirlenmesi. foodstuff yiyecek
- fool -- ahmak veya budala kimse; soytarı; küçük düşürülen kimse. fools cap soytarı külâhı; okullarda oğrencilere eskiden ceza olarak giydirilen yüksek ve sivri tepeli külâh. foolscap yaklaşık olarak 33 x 40 cm ebadında kâğıt. fool' errand bir iş için boşuna bir yere gitme. fool' mate satranç oyununda belirli ve çok basit bir usul ile (mat.) etme. fool' paradise geçici ve gerçek olmayan mutluluk. All Fool' Day ing; aldatmak; delilik ve maskaralık etmek; boşuna vakit geçirmek; kaçırmak. fool with (k.dili) ile oynamak
- foolproof -- salim; kusursuz
- foot -- yaya yürümek; (gen.) up ile yekununu çıkarmak; ödemek; gitmek; yol almak; (çoğ.) feet) ayak; ayak kısmı; en alçak kısım; alt; temel esas; son; (şiir) vezin tef'ilesi; yaya asker; dikiş makinasında bezi düz tutan parça; yekun; tesiri altında. cubic foot kübik kadem; iradesi dışında. have feet of clay dışardan görünmeyen önemli bir kusuru olmak. keep one's feet düşmemek; elinden geleni yapmak. put one's foot into it
- footer -- yaya. a six footer aşırı uzun boylu kimse.
- footnote -- dipnot; dipnot koymak.
- footpad -- (eski.) yaya dolaşan haydut
- foozle -- beceriksizce yapmak; beceriksizlik.
- forage -- hayvan yemi; yiyecek peşinde koşma; yiyecekleri yağma etmek; yiyecek temin etmek için uğraşmak; yem veya yiyecek tedarik etmek. forage cap (Ing) bir çeşit piyade veya subay başlığı.
- foray -- çapul; akın; yağma etmek
- forbear -- (bore; sabır
- forbid -- (bade; Pekin'deki eski yasak bölge. forbidden degrees nikâh düşmeyen akrabalık dereceleri. forbidden fruit ahlâkdışı zevk.
- force -- güç; zor; hüküm; (fiz.) güç; tedavülde; yü rürlükte. Iand forces kara kuvvetleri. naval forces deniz kuvvetleri.; zorlamak; tazyik etmek; zorla almak; ırzına geçmek; (bahç) suni usullerle turfanda meyva; aşırı çalışmaya zorlama. forced labor zorla çalıştırma; angaryaya zorlanan işçiler. forced landing (hav) mecburi iniş. forced loan (tic.) mecburi borçlanma. forced march (ask.) zoraki yürüyüş'. forced sale mecburi satış. forcing pit (bahç) bitkileri çabuk yetiştirmek için ısı verici maddeleri havi çukur.
- forcefeed -- zorla yedirmek.
- ford -- ırmakta yürüyerek geçilen sığ yer; sığ yerden yürüyerek geçmek. fordable yürüyerek geçilebilir.
- forearm -- (anat.) önkol; önceden silâhlandırmak.
- forebode -- önceden haber vermek; (özellikle uğursuz bir şeyi) önceden hissetmek. foreboding kötü bir şeyin vuku bulacağını önceden hissetme
- forecast -- tahmin; (cast veya casted) önceden tahmin etmek; belirtisi olmak: tasarlamak.
- foreclose -- (huk.) parayı ödemediği için ipotekli malı sahibinin elinden almak; imkânsızlaştırmak; önceden halletmek.
- foredoom -- önceden mahkum etmek.
- forefoot -- ön ayak.
- forefront -- en öndeki yer
- foregather -- (bak.) forgather.
- forego -- (bak.) forgo.; (went
- foreground -- ön plan. in the foreground ön planda
- forehand -- tenis sağ vuruş; atın boynu ve omuzları; menfaatli mevki; sağ vuruşla yapılan; önderlik eden; önceden yapılan.
- forejudge -- (bak.) forjudge.; önceden hüküm vermek.
- foreknow -- (knew
- forelock -- alın üzerine sarkan saç demeti perçem; (mak.) başlık çivisi
- forename -- birinci isim
- foreordain -- evvelden takdir etmek
- forerun -- (ran; müjdelemek. forerunner selef; cet; müjdeci
- foresee -- (saw seen) önceden görmek ileriyi görmek
- foreshadow -- önceden ima etmek
- foreshorten -- (güz. san) resimde yandan görülen bir şeyin boyunu kısa göstermek.
- foreshow -- (showed
- foreskin -- (anat.) sünnet derisi
- forest -- orman; ağaç dikip orman haline getirmek
- forestay -- (den) pruva ana istralyası.
- foretaste -- önceden alınan tat; önceden tadına varma.
- foretell -- (told telling) önceden haber vermek; kehanette bulunmak.
- foretoken -- ihtar; evvelden uyarmak
- forewarn -- önceden ikaz etmek
- forfeit -- ceza olarak bir şeyin veya hakkın kaybedilmesi; ceza olarak kaybedilmiş; ceza olarak kaybetmek. forfeitable ceza olarak kaybedilebilir.
- forgather -- toplanmak; rastlamak; ahbap olmak
- forge -- ağır ve devamlı ilerlemek. forge ahead yarışta başa geçmek; ilerlemek.; demirci ocağı; demiri ocakta kızdrıp işlemek; sahtesini yapmak.
- forget -- (got; ihmal etmek. forget oneself diğerkâmlık etmek; kendini unutmak; düşünceye dalmak. forget about a thing bir şeyi büsbütün unutmak. forgettable unutulabilir.
- forgive -- (gave
- forgo -- (went
- forjudge -- (huk.) mahkeme kararıyla elinden almak; mahkeme solonundan çıkarmak.
- fork -- çatal; (bahç) bel; yol veya nehrin çatallaşan yer veya kolu; çatallaşmak; yerden bitmek (mısır); çatal şekli vermek; ayrılmak; çatalla kaldırmak; savurmak; (bahç) bellemek. fork lift (mak.) çatallı kaldırıcı. fork out
- form -- şekil; beden; cins; tarz; (spor) form; fiş; gelenek; üslup; (matb.) forma; (ing) (okullarda) sınıf: first form orta bir. bad form (ing) etikete aykırı davranış; biçimsiz; (spor) formunda olmayan.; biçimlendirmek; teşkil etmek; düzenlemek; edinmek; kurmak; şekil almak; hasıl olmak
- formalize -- resmileştirmek; şekil vermek; resmi olmak
- format -- (matb.) kitabın genel düzeni; (program) genel biçim.
- formulate -- formül halinde ifade etmek; kesin ve açık olarak belirtmek. formula'tion formül şeklinde ifade etme
- fornicate -- evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak
- forsake -- (sook; yüzüstü bırakmak
- forsooth -- (alay.) gerçekten
- forstall -- erken davranıp önlemek; daha evvel davranmak; fiyatı yükseltmek için önceden satın almak veya istif etmek
- forswear -- (swore; yeminle inkâr etmek; bırakmak. forswear oneself yalan yere yemin etmek. foresworn yalan yere yemin etmiş.
- fort -- kale; istihkâm. hold the fort savunmak; işi devam ettirmek
- forth -- ileri; meydana getirmek
- fortify -- istihkam haline getirmek; takviye etmek; alkol ilave ederek kuvvetlendirmek.
- fortress -- istihkâm kale
- fortune -- talih; rastlantı; uğur; şans; kader; servet
- forward -- ilerletmek; göndermek; ambar. forwarding address yeni adres.; ileride olan; ileri; küstah; aşırı; radikal; (futbol.) ön sırada yer alan oyuncu; istekle; kustahça. forwardness cüret
- fossick -- Avustralya (eski.) maden ocaklarını eşerek maden aramak.
- foster -- beslemek; teşvik etmek; küçüklükten beri aynı yerde kardeş gibi büyümüş kimse. foster child evlât gibi büyütülmüş çocuk; süt evlât. foster father çocuğu kendi evinde evlâdı gibi büyüten adam
- foul -- kirletmek; bozmak; rezil etmek; yanmış barutun çamuru ile kirletmek (top namlusunu); (den) ot ve midye bağlamak (tekne karinası); dolaştırıp işlemez hale getirmek; (spor) oyuncuya karşı kural dışı harekette bulunmak; kirlenmek; dolaşmak; iğrenç kerih; kirli; menfur; bozuk; sövüp sayma kabilinden; fena (hava); dolaşmış; midye bağlamış (gemi teknesi); (den.) gambalı çaparız; (spor) kurallara aykırı hareket; dolaşma; çarpışma; haince hareket hıyanet; cinayet. foul shot basketbol faul atışı. by fair means or foul iyi veya kötü yola baş vurarak; çatmak; haince. foulness bozukluk; pislik; günah.
- found -- kalıba dökmek; kurmak; (bak.) find.
- founder -- (den) su dolup batmak; batırmak: batmak; çökmek; sakatlanmak (at); (bayt.) atlarda görülen tırnak iltihabı.
- fountain -- çeşme; fıskıye. fountainhead pınar başı
- fowl -- (çoğ.) fowl; kümes hayvanı; tavuk; yabani kuş avlamak. barnyard fowl kümes hayvanı. Cochin fowl çin tavuğu. guinea fowl Hint tavuğu
- fox -- aldatmak; sarhoş etmek; (kitap yapraklarının kenarlarını) kırmızıya boyamak; ekşitmek (bira); tilki; tilki kürkü; kurnaz adam. fox chase tilki avı; bunu taklit eden oyun. fox glove yüksükotu
- fraction -- parça; (kim) damıtık madde; (mat.) kesir. common fraction adi kesir
- fractionate -- kısımlara ayırmak (imbikten çekilen sıvılar)
- fractionize -- (mat.) kesirlere ayırmak; kısımlara ayırmak.
- fracture -- kırma; kırık; (tıb.) kemik veya kıkırdağın kırılması; yarık; çekiçle kırılınca madenin meydana çıkan yüzeyi; kırmak çatlatmak; kırılmak. compound fracture (tıb.) kırılan kemik uçlarının deriyi delerek dışarı çıkması hali. greenstick fracture (tıb.) küçük çocuklarda kemiğin iki parçaya ayrılmadan kırılması. simple fracture (tıb.) basit kırık.
- fragment -- kırılmış parça; parçalara ayırmak.
- fragrance -- güzel koku
- frail -- kolay kırılır; kolay bozulur; zayıf; zayıf ahlâklı; zayıf ahlâklı olarak. frailty zayıflık; kuru yemiş küfesi; bir küfelik kuru yemiş.
- fraise -- bilhassa Kraliçe 1. Elizabeth zamanında giyilen kırmalı yakalık; istihkâma konan uçları sivri kazıklar
- frame -- şekil vermek; tasarlamak; düzenlemek; çerçevelemek; çatmak; (argo) yalan yere suç yüklemek; ilerlemek; becermek; çerçeve; beden; gergef; hal. frame house ahşap ev. frame of mind düşünüş tarzı; mizaç; yalan yere suç yükleme; çevre.
- franchise -- oy verme hakkı; hükümet tarafından tanınan imtiyaz veya muafiyet; imtiyaz
- frank -- (k.dili.) sosis.; ortaçağda Cermen kavimlerinden birine mensup kimse; Avrupalı; postada ücretsiz gitmesi için mektubun üzerine imza atmak; muaf tutmak; (mektup) posta ile parasız gönderme hakkı; ücretsiz gitmesi için mektupların üstüne atılan imza; ücretsiz giden mektup.; açık sözlü; açık; samimi olarak. frankness açık sözIülük
- frankenstein -- Frankeştayn; kendi yaptığı bir iş sonucunda mahvolan kimse; yaratıcısının kontrolundan çıkıp mahvına sebep olan herhangi bir şey.
- frap -- (ped
- fraternize -- birbiriyle kardeş gibi olmak; düşmanla kardeş gibi samimi olmak. fraterniza'tion arkadaşlık etme
- fraud -- hile; dolandırıcı ve hilekar kimse
- fraught -- dolu
- fray -- kavga; (kumaş) yıpratmak; yıpranmak.
- frazzle -- yıpranma; yıpratmak; yıpranmak
- freak -- garabet; acayiplik; kapris
- freckle -- çil; çillenmek; çil basmak. freckled
- free -- azat etmek; hapisten kurtarmak; özgür; serbest; açık; bedava; (bot.) ayrı; (kim) serbest terkipsiz; eli açık; teklifsiz; from ile azade; of ile ari; parasız. free alongside geminin bordasında teslim. free board parasız yemek. Free Church devletle ilişkisi olmayan kilise. free enterprise (ikt.) serbest teşebbüs. free flight roketin enerjisiz uçuşu. freefrom pain ağrıdan kurtulmuş. free gift karşılıksız hediye. free kick (spor) serbest vuruş; bir yere parasız girenlerin listesi; bisiklette pedallar kullanılmayınca arka tekerleği serbest bırakan kenet. free with his money eli açık
- freehand -- (güz.san) öIçü ve araç kullanmaksızın elle yapılmış (resim)
- freelance -- kendi hesabına çalışmak (yazar
- freeload -- (argo)
- freestyle -- serbest yüzme stili.
- freeze -- (froze; çok üşümek; buz tutmak; dondurmak; fiyatları dondurmak; (ikt.) dış üIkelere ait banka mevduatını dondurmak; donma; bir kenara çekilip ağzını açmamak. freeze one's blood kanını dondurmak
- freight -- navlun; yük; yük katarı; yüklemek; nakletmek. freight car yük vagonu. freight train marşandiz
- french -- Fransa'ya; Fransızlar; Fransızca. French chalk terzi tebeşiri. French curve (müh.) eğri çizmede kullanılan plastik şekil. French doors çift kanatlı camlı kapı. French dressing sirke ve çiçek yağından yapılan salata sosu. French fried yağda kızartılmış. French horn (müz.) pistonlu korno
- frenchify -- Fransızlaştırmak; Fransızlaşmak.
- frenzy -- çılgınlık; çıldırtmak
- frequent -- sık sık gitmek; sık sık vuku bulan. frequently sık sık. frequentness sık sık vuku bulma.
- fresco -- (çoğ.) coes; fresk yapmak.
- fresh -- taze; tatlı (su); temiz; canlı; dinlenmiş; (A.B.D); yeniden süt vermeye başlayan (inek); taze taze; serinlik. fresh air camp açık hava kampı. fresh breeze serin ve orta hızda rüzgâr. fresh complexion tazelik; acemi; (A.B.D) tanınmayan. begin a fresh chapter yeniden başlamak; acemilik.
- freshen -- tazeleştirmek; artmak (rüzgar); doğurmak (inek); (den.) bir halatın yerini değiştirmek veya başka türlü tazelemek; tuzunu çıkarmak; tazelenmek; serinlemek.
- fret -- (ted; üzmek; aşındırmak; aşınmak; çalkalandırmak; çalkalanmak; üzüntü; aşınma; yenmiş yer. fret and fume mırıldanmak; kenar süsü; kenarını süslemek; (mim.) kabartma yapmak; sazın perde taksimlerini takmak. fret saw kıl testere. fretwork bazı yeri kabartma bazı yeri oyma olan iş.
- fribble -- eğlenmek; away ile boşa harcamak; hafifmeşrep
- fricassee -- salçalı et; yahni pişirmek.
- fridge -- (k.dili) buzdolabu.
- friend -- dost; koruyan kimse; yardımcı; (b.h) Kuveykır mezhebine mensup kimse. be friends with ahbap olmak. have a friend at court mahkemede dayısı olmak
- frieze -- kaba çuha; (mim.) saçaklıklarda baştabanla korniş arasmdaki tezyinat; buna benzer duvar süsü.
- fright -- korku; korkutucu şey; (k.dili) çirkin şey. Iook a fright gülünç olmak
- frighten -- korkutmak; korkutup kaçırmak; ürkütmek.
- frill -- farbala; (A.B.D) (k.dili) gereksiz sus; kuş veya hayvanların özellikle boyunlarında bulunan saçak gibi tüyler; fotoğraf filminin ucundaki kırışıklık; farbala yapmak; kırıştırmak frilly farbalalı
- fringe -- saçak; saçak gibi şey; kenar; (fiz.) ışın kırılmasından meydana gelen koyu çizgilerden biri; saçak veya kenar takmak. fringe benefit işçiye ücreti dışında sağlanan her hangi bir şey (sosyal (sig.)orta
- frisk -- sıçrayıp oynamak; oynatmak; (A.B.D); arama yaparken kıymetli şeyler çalmak: sıçrama; oyun; arama
- frit -- (ted; cam karışımını belirli derecede ısıtmak.
- fritter -- gözlemeye benzer bir çeşit börek.; parça; parça parça kesmek
- frivol -- (ed veya led
- frizz -- frizzle kıvırmak; kıvrım; frizzle cızırdatarak kızartmak
- frock -- rahip cüppesi; cüppe; iş gömleği; redingot; frak; redingota benzer asker ceketi; kadın elbisesi; cüppe giydirmek
- frog -- kurbağa; at tırnağının içi; (d.y) rayların çaprazvari kavuştukları noktadaki X şeklinde ray tertibatı; kordonla kumaş kenarına yapılmış olan düğme iliği; çiçekleri dik tutmak için vazo içine konan ağır bir tutucu. frog in the throat ses kısılması. trae frog yeşilbağa
- frolic -- (icked; coşma; gülüp eğlenmek; neşeli
- front -- ön; ön taraf; (bir arsanın) yol kenarı; birleşik hareket grubu; hareket sahası; başkan; gizli maksatları örtmek için kullanılan kurum veya şahıs; cüret; takdir; (otelde) sıra kendisinde olan vale; (meteor) (soğuk veya sıcak) hava bölgesinin ön cephesi; kolalı gömlek göğüslüğü; öndeki; yönelmek; karşı gelmek; karşılamak.front bench (ing) (pol.) (Parlamentoda) ön sıralar
- frontier -- hudut; yerleşilmemiş bölge; ilimde keşif sahası.
- frosh -- (A.B.D) (argo) Lirıiversitede birinci sınıf örencisi.
- frostbite -- (parmak
- frot -- donma; ayaz; soğuk davranış; (argo) başarısızlık; dondurmak; şekerli bir karışımla kaplamak (pasta); donmak; buz tutmak. frost line toprağın azami buz tutma derinliği.
- froth -- köpük; boş laf; köpürtmek; köpük püskürtmek; köpürmek
- frown -- kaşlarını çatmak; hiddetle bakmak; kaş çatma; menetmek. frowningly kaşlarını çatarak; hiddetle.
- fructify -- meyva vermek; meyva verir hale getirmek
- fruit -- meyva; semere; tohum; (bot.) bir bitkinin tohumlu kısmı; netice; sonuç; (A.B.D); meyva verdirmek veya vermek; verimli kılmak veya olmak. fruit cake meyvalı kek. fruit cup bardak veya kadeh içinde verilen meyva salatası. fruit knife meyva bıçağı. fruit salad meyva salatası. fruit sugar früktoz.
- frump -- acayip kılıklı ve huysuz kadın
- frustrate -- işini bozmak; sinirli. frustra'tion aksiliğe çatma hissi; asabiyet. frus'trating boşa çıkaran; asap bozucu
- fry -- tavada kızartmak veya kızarmak; kızartılmış yemek; kızartılmış yemeklerin yendiği piknik. frying pan tava. jump out of the frying pan into the fire bir belâdan kurtulayım derken daha kötüsüne çatmak; (çoğ.) fry) yavru balık; çok sayıda doğan her türlü hayvan yavrusu; (çoğ.) sürü halinde giden ufak balıklar. small fry çocuklar; değersiz kimse veya şey.
- fuck -- (kaba); sikme.
- fuddle -- şaşırtmak; sarhoş olmak; sersemlik
- fudge -- yumuşak bir şekerleme; boş laf; (matb.) son dakikada gazeteye konan parça; uydurmak; acemice iş görmek; saçma söz söylemek; bilya oyununda eli fazla ileri götürmek.
- fuel -- (. (ed; ateşe yakacak atmak; (den.) yakıt yüklemek. fuel cell (mak.)
- fugue -- (müz.) füg.
- fulfill -- ing fil nail olmak; yapmak; görmek; bitirmek; icra
- full -- dolu; meşgul; boş olmayan; tok; tam; azami derecede; met; dolgun; tamam; dolun (ay); kalın; bol; tam gelişmiş. fullbodied kuwetli ve memnun edici derecede (içki) full brother öz erkek kardeş. full dress resmi elbise; (matb.) kalın harf. fullfashioned kesiksiz örülmüş. fullfledged tüyleri büyümüş; harekete geçmiş; tam yetkili. full gainer havada ters perende atarak suya dalma. full house (tiyatro) her yerin dolu olması; pokerde ful. fulllength tam boy (portre) full membership tam üyelik asli üyelik. full moon dolunay. full nelson (güreşte) künde. full pay tam ücret veya maaş. full professor profesör. fullrigged üç direkli tam armalı (gemi) fullscale orijinal ebatta (suret; bütün güçle yapılan (hücum; tam vuruş. full to overflowing; tamamıyle; (çuhayı) dibek içinde kül ve sabunla dövüp yıkamak; bol bırakarak dikmek veya dikilmek (elbise); bir şeyin dolusu; fazlasıyle; doğru. fullgrown kemale ermiş
- fuller -- çırpıcı; demiri dövüp saç yapmakta kullanılan çekiç. fuller' earth kil
- fulminate -- gürlemek; ateş puskurtmek; patlatmak; Iânet okumak; (kim.) fulminat asidinin tozu inisyal patlayıcı madde fulmination pat lama; ateş puskürme; Iânet okuma fulminatory gürleyen; Iânet okuyan
- fumble -- el yordamıyle beceriksizce aramak; tutamamak; becerememek; konuşurken duraklamak; oyun da topu duşürmek; tutamayış; topu düşürme fumbler beceriksiz kimse fumblingly beceriksizce
- fume -- duman; öfke; duman veya buhar çıkarmak; tüt sülemek; buğusu çıkmak; kızmak
- fumigate -- fbuharladezenfekteet mek fumiga'tion buharladezenfekteetme; buhardan geçirme fum'igator bu şekil de dezenfekte eden kimse
- fun -- (ned; şaka; k dili şaka etmek; k dili eğlendirici; şaka olsun diye in fun şakadan
- function -- ic gr!rev; kuvvet; toren; (mat.) fonksiyon; işlemek
- fund -- sermaye; stok; ser vet; ço para: sermayeye tahvil etmek; eshama çevirmek; sermaye bulmak veya temin etmek funded debt birleştirilrrıiş dev let borçları mutual fund (tic.) kendi hisse senetlerini satıp tedarik edilen para ile baş ka firmaların senetlerini alan anonim şirket raise funds para toplamak reserve fund (tic.) ihtiyat sermayesi
- funk -- ing; korkak adam; çok korkmak; korkaklık etmek; onlemek
- fur -- (red; post; kürkle kaplamak; pas veya kir bağlamak (dil); (mim.) döşeme tahtalannın al tına parça koymak make the fur fly ABD; tuylü
- furbelow -- farbala; şa tafatlı süs; farbala ile süs!e mek
- furbish -- parlatmak
- furcate -- çatallanmış; çatallanmak
- furl -- (yelken
- furlough -- sıla izni; sıla izni vermek
- furnace -- ocak; azap yeri veya vakti; çok slcak yer; ocakta kızdırmak
- furnish -- teçhiz etmek; döşemek; salamak
- furrow -- sabanın açtığı iz; kırışık; tahta veya maden üstüne kazılan ufak oluk; saban izi yapmak; alında kırışık Iık hâsıl etmek
- further -- ötedeki; ilave olunan; (Further çogun lukla miktar ve derece; ilâveten; ilerletmek
- fuse -- eritmek; eriyip birbiriyle kaynaşmak; fitil; patlayıcı maddenin patlama cihazı; (elek.) (sig.)orta; (sig.)orta takmak; fitil koymak
- fusillade -- yaylım ateşi; yay Iım ateşi açmak
- fusion -- erime; eritip birleş tirme; birlestirme; (pol.) partilerin birleşmesi; (fiz.) atomlann kaynamasyndan meydana gelen reaksiyon
- fuss -- telas; aşırı övgü; titiz davranmak ufak ayrıntılarla ilgilenmek; meraklanmak; yakınmak; telâş etmek; telâşa vermek fussbudget kdili telâşlı veya yaygaracı kimse
- fustigate -- saka sopa ile döv mek fustiga'tion dayak
- fuzz -- tüy gibi şeyler; (hav.); h vırcık saç; (argo) polis; ufak parçalarla kaplamak; tüylenmek fuzzball yabani mantar fuzzy tuy ve (hav.) dökuntüsü gibi olan: donuk belirsiz; kabank (saç) fy (sonek) yapmak: simplify; ol (mak.)
- gab -- kdili gevezelik
- gabble -- çok çabuk konuşmak; ge vezelik etmek; anlamse sesler çıkarmak; kaz gibi ses çIkarmak; gevezelik
- gad -- (ded; maden hrmak için kullamlan sivri uçlu demir; üvendire; arazi öIçmeye mahsus cubuk
- gaff -- balıkçı zıpkını; den randa yelke ninin üst sereni; dövüş horozunun ayagma geçirilen madeni mahmuz; (argo) gürültülü ve sinir bozucu konuşma; zlpkmla vurup tutmak (ballk) stand the gaff ABD
- gag -- (ged; t/b ağzı açık tutmak için agıza sokulan alet; söyletmemek; ağzım tlkamak; (haberin) yayılmasına engel olmak; t/b alet ile ağzım açık tutmak; ögürmek gag rule mecliste konuşmay smırlandlran kural; (argo) şaka; sahnede oyuncu tarafmdan uydurulup ilâve edilen şaka gag man şaka ve espriler yazan kimse
- gage -- (bak.) gauge; pey; rehin; düelloya davet anlammdayere ablan eldiven; bahse giriş mek; birkaç çeşit yeşil veya san iri erik; (bak.) greengage
- gaggle -- kaz gibi ses çıkarmak; kaz sürüsü; cenebaz kadınlar grupu
- gain -- oluk; oluk açmak; kazanç; yarar; artma; kazanmak; varmak; ileri gitmek (saat); iler lemek gains kazanç
- gainsay -- (said) inkâr etmek
- gait -- yurüyüş; at yürüyüşü gaited belirli bir yürüyuş hızına sahip
- gaiter -- tozluk
- gale -- sert rüzgâr; siir hafif rüzgâr; kahkaha tufanı; bataklık yerlerde yetişen guzel kokulu bir bitki (bot.) Myrica gala
- gall -- kls gallon; sürtmekten h3sı1 olan yara; sinirlendirici herhangi bir şey; zayıf nokta; bir arazide çorak olan kısım; sürterek yara etmek; sinirlendirmek; sürtünme ile yara olmak 13all ing inciten; mazl
- gallery -- dehliz; üstü kapalı balkon; (cami; tünel; galeride toplanan halk; salon; (den.) (eski.) gemilerin kı; (mad.) galeri play to the gallery seyirciler üze rinde parlak bir tesir bırakmaya çalışmak; halkın sempatisini kazanmaya gayret etmek
- gallivant -- gezip tozmak
- gallop -- dörtnala gitmek; dortnala koşturmak (at); dortnala gidiş; acele gidiş
- galosh -- kaloş
- galumph -- Iap lap yürümek
- galvanize -- harekete getirmek; (mad.) gal vanizlemek; galvanik cereyan geçirmek; r
- gam -- balina süruisü; (argo) bacak
- gambado -- at slçramasl; at gibi slçrama
- gambit -- (satranç) oyununda daha iyi bir mevki kazanmak için bir oyuncunun bir veya birkaç taş feda etmesi; bir konu tartışmasını açış
- gamble -- kumar oynamak; so nucundan emin olunmayan bir teşebbüse gi rişmek; şansa bağlı bir işe girişmek; kdili tehlikeli teşebbüs gamble away kumarda kaybetmek gambler kumarbaz gam bling kumar oynama gambling (den.) kumarhane
- gambol -- sıçrama; sıç rayıp oynamak
- gambrel -- (at ve benzeri hayva nın) art ayak bileği gambrel roof (mim.) balık sırtı d am
- game -- oyun; (spor); oyun partisi; plan; av; av eti game bird av kuşu game fish yakala nınca direnen balık game laws av hu kuku game theory (oyun; gözüpek; av hay vanlarına ait gamely cesurca game ness yiğitlik; k dili topal
- gammon -- domuz etinin tuzlan mış ve tutsulenmiş but tarafı; domuz etini tütsulemek; tavla; tavlada mars; mars etmek; (ünlem) ing; boş laf etmek; aldatmak; (ünlem) Saçmalık (I.) Boş lafl; (den.) cıvadrayı baş bo doslamasına tiringa halatı ile bağlamak gam moning cıvadra tiringası gamo onek cinsiyetle ilgili; bileşik gamous (sonek) evlilikle ilgili
- gander -- erkek kaz; ABD (argo) bakış Take a ganderl (argo) şuna bakıverl
- gang -- çete; takım; guruh; avene; yardakçılar; işçi takımı; (mak.) alet takımı; takım olmak; kdili çete halinde saldırmak; iskorj gitmek
- gangrene -- tlb kangren; kan gren etmek veya olmak gangrenous kangren olmuş
- gangster -- gangster
- gangway -- (ünlem) yol; den ambarda eşya arasındaki geçit; guvertede bir kısımdan ötekine geçilen iskele; iskele tahtası; (ünlem) Yol ver (I.) Yağlı boya (I.) Destur (I.)
- gaol -- gaoler (bak.) jail
- gap -- (ped; geçit; aralık; açıklık; yol açmak
- gape -- esnemek; ağzını açık tutmak; yarılmak; esneme; ya rık; bir ku
- garage -- garaj
- garb -- kıyafet; giy dirmek
- garbage -- çöp; pis ve değersiz şey garbage man çopçü
- garble -- tahrif etmek; tahrif; bo zulmuş olan şey; maden alaşımı
- garden -- bahçe; bostan; alelade. garden hose bahçe hortumu. Garden of Eden cennet bahçesi. garden party gardenparti. botanical garden bitkilerin sergilendiği bahçe. kitchen garden sebze bahçesi. market garden bostan.; bahçıvanlık etmek
- gargle -- gargara etmek; gargara.
- garland -- çelenk; antoloji; çelenkle süslemek.
- garment -- giysi; giydirmek.
- garner -- toplamak; tahıl ambarı.
- garnet -- (jeol.) grena; Iâl taşı rengi.
- garnish -- donatmak; bir servis tabağındaki yemeğin etrafını süslemek; (huk.) haczetmek; süsleme. garnishment süsleme; haciz.
- garnishee -- (huk.) haczetmek
- garrison -- garnizon; garnizonun bulunduğu yer; garnizon kurmak; bir şehre asker yerleştirmek.
- garrote -- İspanya'da eskiden uygulanan vidalı demir halka ile boğarak idam cezası; bu cezanın uygulanmasında kullanılan alet; soymak maksadıyle birinin boğazını sıkma; boğarak idam etmek; boğazını sıkarak soymak.
- garter -- çorap bağı; b.h. İngiltere'de dizbağı nişanı; çorap bağı ile bağlamak. garter snake Kuzey Amerika'ya mahsus zehirsiz ufak yılan
- gasbag -- gaz toplamaya mahsus torba; (argo) laf ebesi
- gasconade -- övünme; övünmek.
- gash -- uzun ve derin yara; yaralamak.
- gasify -- gaz haline koymak; gazlaşmak.
- gaslight -- gaz ışığı.
- gasp -- solumak; nefesi kesilerek söylemek; soluma
- gat -- dar kanal.; (argo) tüfek; (eski.) got.
- gate -- kapı; dağ geçidi; (maç veya temsilde) temin edilen bilet hasılatı; büyük valf; (elek.) sinyal cereyanı ile işleyen anahtar; dokümcülük kalıbı doldurmak için açılan delik; bu boruyu dolduran ma(den.) gatecrasher (k.dili.) parasız veya davetiyesiz giren kimse. gatehouse kapıcı odası. gatekeeper kapıcı. gateleg(ged) table açılır kapanır ayaklı kanatları olan masa. gatepost kapı süvesi. between you and me and the gatepost söz aramızda. gateway geçit
- gather -- toplamak; devşirmek; seçmek; yığmak; kazanmak; anlamak; büzmek; toplanmak; artmak; (matb.) sayfaları sıraya koymak; (tıb.) toplanmak (cerahat) gather up bir araya getirmek
- gaud -- süs
- gauze -- tül; kafes tel; pus; şeffaf.
- gavage -- (tıb.) lastik sonda ile besleme.
- gavel -- bir toplantıda oturumun açıldığını ilan için başkanın masaya vurduğu tokmak.
- gavotte -- eski bir Fransız dansı
- gawk -- (k.dili.) ahmakça bakmak; ahmak veya hantal kimse. gawky hantal
- gay -- neşeli; parlak; zevk ve sefa düşkünü; sefih; (argo) ibne. gaily
- gaze -- gözünü dikip bakmak; dik bakış.
- gazette -- gazete; resmi gazetede ilân etmek.
- gazetteer -- atlas
- gear -- (mak.) dişli; dişli takımı; vites; donanım; elbise; eşya; viteslemek; donatmak: giydirmek; uymak
- gecko -- (zool.) sıcak memleketlere mahsus ufak bir kertenkele.
- gee -- G harfi.; (A.B.D.); unlem at veya öküz sürerken "sağa git" manasında kullanılan bir (ünlem): Deh! Haydi !; (ünlem) hayret ifade eden ünlem: Ya ! Öyle mi? Allah Allah !
- gel -- (kim.) koloit koloit haline gelmek; (bak.) jell.
- geld -- hadım etmek; esaslı bir şeyden mahrum etmek; kuvvetini kesmek
- gem -- (med; cevher gibi kıymetli ve güzel şey; hafif bir çeşit pasta; kıymetli taşlarla süslemek
- geminate -- çift olmak. gemina'tion çift yapma.; çift olarak bulunan.
- gemmate -- (biyol.) tomurcuklanan; tomurcukla (çoğ.)almak. gemma'tion (biyol.) tomurcuklanma
- gender -- (gram.) ismin cinsi
- generalize -- genelleştirmek; herkese teşmil etmek; (güz. san.) ayrıntılarını belirtmeden genel olarak tamamlamak; (tıb.) hastalığı umumi bir hale koymak; (tıb.) yayılmak; umumileşmek.
- generate -- husule getirmek; çocuğu olmak; (geom.) çizmek.
- geniculate -- diz gibi mafsalları olan; diz gibi bükülmüş.
- genocide -- kırım
- gentle -- nazik; tatlı; ıIımlı; soylu; hafif
- genuflect -- diz çökmek (bilhassa ibadette) genuflec'tion
- geometrize -- geometrik usullerle çalışmak
- germ -- mikrop; tohum; asıl
- germinate -- filiz vermek; gelişmeye başlamak. germina'tion filiz verme
- gerrymander -- (seçim bölgesini) bir siyasi partinin menfaatine uygun gelecek sekilde ayarlamak.
- gesticulate -- söz söylerken el hareketleri yapmak
- gesture -- hareket; el ile hareket yapmak
- get -- (got; yakalamak; götürmek; hazırlamak; yaptırmak; sebep olmak; (netice olarak) bulmak; ögrenmek; (hastalığa) tutulmak; bağlantı kurmak; (trene) yetişmek; gebe bırakmak (gen.) hayvan); malik olmak; kazanmak; (k.dili) anlamak; (k.dili) vurmak; (argo) şaşırtmak; (argo) ilgi çek- mek; sinirlendirmek; (argo) far- kına varmak; getirmek; varmak; gelmek; dolaşmak; ortalıkta görünmek. get across açıklamak; geçinmek; başarmak; anlaşmak; yaşlanmak. get around yayılmak; ortalıkta görünmek; bir şey elde etmek için yağlamak; üstünden atmak; demek istemek; başlamak; (k.dili) etkilemek. get away kaçmak; (koşuya) başlamak. get away with (argo) şüphe uyandırmadan veya ya- kalanmadan atlatmak. get back geri dönmek. get back at (argo) öç almak. get by geçmek; (k.dili) gecinmek; (k.dili) yakayı ele vermeden yapmak. get down inmek; not etmek; dönmek. get in girmek; sokmak; katılmak; (ürün) kaldırmak get in good with (argo) gözüne girmek. get in on faydalanmak; cezalanmak. get it into one' head kafasına sokmak; anlamak. get married evlenmek. get near yaklaşmak. get nowhere başarısız olmak. get off inmek; söylemek. get (some one veya something) off çıkarmak; kurtarmak. get (a thing) off one' chest içini dökmek. get on binmek; uyuşmak; idare etmek. get on one' feet ayağa kalkmak; kendini geçindirecek hale gelmek. get on one' nerves sinirine dokunmak. get (a person veya a thing) on the brain (k.dili) ( bir kimse veya şeyi) aklından çıkaramamak; kızdırmak get one' goat (argo) kızdırmak; ortaya çıkmak; yayınlamak; güçlükle söylemek; çıkarmak. get out from under (karışık bir işten) sıyrılmak. get out of-(den.) almak; kurtarmak; ayrılmak. get out of bed on the wrong side solundan kalkmak. get out of hand çapraşık hale gelmek; başından buyük işe girişmek. get out of (sig.)ht göz önünden gitmek; açıklamak; gezinmek; yolunu bulup kurtulmak. get the better of; kazançlı bir durumda olmak. get the hang of manasını kavramak; işletme sırrını öğrenmek. get there (k.dili) amacına ulaşmak; geçirmek; geçinip gitmek. get through to bağlantı kurmak; anlamasını sağlamak. get tired yorulmak. get to başlamak; yapabilmek; bağlantı kurmak. get together toplanmak; anlaşmaya varmak; toplamak. get up kalkmak; binmek; düzenlemek; uydurmak; edinmek; hızlanmak; şevklenmek. get used to alışmak get wet ıslanmak. get wind of sezmek; yavru
- geyser -- (İng.) suyu çabuk ısıtmaya mahsus kazan; fasılalarla sıcak su fışkırtan kaynak.
- ghetto -- bir şehirde; ortaçağda bazı Avrupa şehirlerinde Musevi mahallesi.
- ghost -- ruh; cin; iz; manevi.
- gib -- (mak.) çivi; erkek kedi.
- gibber -- çok çabuk ve anlaşılmaz şekilde konuşmak: bu şekilde konuşma.
- gibbet -- darağacı; (mak.) maçuna kolu; darağacına asmak: teşhir etmek
- giddy -- başı dönmüş; sersemletici; hoppa; sersem
- gift -- hediye; istidat; Allah vergisi; (huk.) hibe; hediye vermek
- gig -- iki tekerlekli tek atlı hafif araba; (den.) kik; bir çeşit zıpkın; (mak.) kumaş kabartma tezgâhı
- giggle -- kıkır kıkır gülmek; kıkırdama. giggly kıkırdamaya meyli olan.
- gild -- (gilded veya gilt) altın kaplamak; tezhip etmek; parlamak; parlak göstermek. gilded youth varlıklı ve moda düşkünü gençlik. gild the pill sıkıcı bir şeyin etkisini azaltmak için bir çare bulmak.; (bak.) guild.
- gill -- litrenin dokuzda biri kadar bir sıvı ölçü birimi.; solungaç; mantarın alt tarafındaki balık kulağına benzer kısım; horoz veya tavuğun çenesi altındaki sarkık kırmızı et parçası; (k.dili.) insanlarda yüz ve boyun nahiyesi: ayıklamak (balık); sık ağla balık tutmak. gill cover solungacı koruyan kemik. gill net sık dokunmuş balık ağı. green around the gills görünüşte rahatsız. to the gills tepesine kadar
- gimlet -- burgu
- gimmick -- A.B.D herhangi bir şeyin etki veya cazibesini artırmak için ilâve edilen sahte kısım veya unsur; küçük cihaz. gimmicky A.B.D hileli tarafları çok olan
- gimp -- (argo) topallama; topallayan kimse; canlılık; ipek veya sırma şerit; kaytan; tel sarılı olta ipi; dantela için kullanılan kalın iplik.
- gin -- cin (içki); (ned; (mak.) makara; maçuna; tuzak; pamuk çekirdeklerini çıkarmak; tuzağa düşürmek. gin block (mak.) vinç tornosu. gin rummy bir çeşit iskambil oyunu.
- ginger -- zencefil; (argo) canlılık; zencefil katmak; canlandırmak. ginger ale zencefilli gazoz. gingerbread zencefilli çorek; gösterişli süs. gingerbread tree dum ağacı
- gird -- (-ed veya girt) kuşak sarmak; kayışla bağlamak; kuşatmak; giydirmek; hazırlamak
- girdle -- kuşak; korse; ağacın üzerinde kuşak şeklinde kabuğu soyarak yapılan halka; yüzük kaşı; kuşatmak; kabuğunu soyarak ağacı kurutmak.
- girl -- kız; hizmetçi kız; sevgili. girl friend yakın kız arkadaş; bayan dost. girl scout A.B.D kız izci. girlhood kızlık çagı.
- girt -- (bak.) gird.
- girth -- çevre; kolan; kuşak; kuşak takmak.
- gist -- öz
- gittern -- (müz.) eski zamanlarda kullanılan bir çeşit gitar; (bak.) cithara.
- give -- (gave; devretmek; tayin etmek; baskı altında eğilmek veya çökmek; bel vermek; çekilmek; açılmak; erimek; bir piyes oynamak. give a present hediye vermek. give away vermek; ele vermek; düğünde gelini damada teslim etmek. give back geri vermek; geri çekilmek. give birth to doğurmak. give chase to kovalamak. give (a person) credit for (bir kimseyi )haklı veya muktedir saymak; kredi açmak; eserin sahibini tanımak; kabul etmek; dövmek. give off çıkarmak (duman; sızdırmak (gaz); salmak (dal) give offense darıltmak. give one a cold bir kimseye nezle geçirmek. give one's life to hayatını adamak; yaymak; terketmek; pes etmek; teslim etmek. give up the ghost ölmek; kendinden geçmek; çökmek. give way to müsaade etmek; gerilme hassası
- glad -- (-der; güzel; gülen
- gladden -- sevindirmek; sevinmek.
- gladiate -- kama şeklinde olan.
- glair -- yumurta akı; yumurta akından yapılmış çiriş; yumurta akına benzer yapışkan madde; böyle bir madde sürmek.
- glance -- göz atmak; ima etmek; sıyırıp geçmek; bakış; ima; sıyırıp geçiş.; (mad.) birkaç çeşit parlak ve kükürtlü mineral.
- glare -- göz kamaştıracak surette parlamak; çok parlak olmak (renk); göze çarpmak; yiyecekmiş gibi bakmak; ateş püsküren gözlerle bakmak; göz kamaştırıcı ışık; sahte ihtişam; keskin ve düşmanca bakış; düz
- glass -- cam; camdan yapılmış şey; ayna; bir bardak dolusu; barometre; termometre; dürbün; mercek; cam elyafından bir çeşit kumaş. glass culture cam altında bitki yetiştirme usulü. glass cutter cam kesici kimse veya alet; (İng.) Iimonluk; cam imal eden kimse; cam süs eşyaları. a friendly glass dost ikramı bir kadeh içki. annealed glass tavlanmış cam. blown glass şişirilerek imal edilmiş cam. cheval glass endam aynası; cam tozu. Iooking glass ayna. magni- fying glass pertavsız; anlamsız; dalgın; cam kaba koymak; cam gibi yapmak; camla kapatmak.
- glaze -- pencereye cam takmak; sırlamak; cam gibi olmak; ince ve şeffaf bir tabakayla kaplamak; cam gibi sır; cam gibi şey.
- gleam -- ışın; hafif ve geçici ışık: parlaklık; ışın saçmak; ara sıra güneşli ( hava)
- glean -- hasattan sonra başak toplamak; bağ bozumundan sonra kalan üzümleri toplamak; sabırla seçip ayırmak
- glee -- çoşkunca neşe; (müz.) üç veya üçten fazla sesli şarkı. glee club böyle şarkılar söyleyen grup.
- gleet -- (tıb.) cerahatli hafif akıntı (gen.) belsoğukluğundan)
- glib -- (-ber; içten olmasa da kolayca söylenen; çevik; çevik olarak. glibness konuşmada sürat; hareketlerde serbestlik.
- glide -- kaymak; sessizce hareket etmek; yavaş yavaş değişmek; (hav.) motor kullanmadan havada uçmak; kaydırmak; kayma; (dilb.) sesin yavaş değişmesi.
- glim -- (argo) ışık; göz. Douse the glim ! (argo) Lambayı söndür ! Lambaya püf de !
- glimmer -- parıldamak; parıltı; zerre; ima
- glimpse -- bir an için görme; çok az bir zaman için görebilmek.
- glint -- birden parlamak; fırlamak; parıltı
- glissade -- kayma; buzlu dağ eteğinde kayma; dans ederken bir yana kayılarak yapılan figür; kaymak.
- glissando -- (müz.) parmağı piyano tuşlarının üzerinden çabuk geçirerek çıkarılan ses; kayma.
- glisten -- pırıldamak; parlamak parıltı.
- glitter -- parıldamak; göze çarpmak; parıltı; şaşaa
- gloat -- (gen.) over ile şeytanca bir zevk duymak; Oh olsun ! demek.
- glob -- damla; topak .
- globe -- küre; arz küresi; yetkisini belirtmek üzere hükümdarların taşıdığı altın top; dünya küresi modeli; küre haline koymak
- glomerate -- kümelenmiş
- gloom -- sıkıntı; karanlık kasvet; kasvetli yer; canı sıkkın olmak; kararmak (hava); kederli olmak; karartmak
- glorify -- methetmek
- glory -- şeref; övünme; övgü; celâl; iftihar etmek; gururlanmak; (güz. san.) hale şeklini almak.
- gloss -- parlaklık: cilâ; bir ayıbı örtmek için yapılan gösteriş; dış güzellik; parlatmak; parlamak; over ile sahte bir şekilde gizlemek. glosslly parlak bir şekilde. glossiness parlaklık; açıklama; satır aralarında verilen metin tercümesi; tevil; açıklamak; yanlış tefsir etmek
- glove -- j.; eldiven giydirmek. fit like a glove eldiven gibi uymak
- glow -- ısıdan kızarmak veya beyazlaşmak; sıcak olmak; kızarmak; şevke gelmek; şevk; hararet; ateş; şevk ve gayret. glowworm ateş böceği; parlak. glowingly zöverek; heyecanla
- glower -- dik dik bakmak; öfkeli bakış.
- gloze -- tevil etmek
- glue -- tutkal; tutkal gibi yapışkan madde: tutkalla yapıştırmak: yapışıp kalmak. gluepot içine ısıtılacak tutkal kabı konulan kaynar su kabı. gluey tutkal gibi
- glum -- asık yüzlü
- glut -- (-ted; Iüzumundan fazla mal çıkarıp piyasayı boğmak; oburcasına yemek; bolluk
- glutton -- (zool.) kutup porsuğu.; obur kimse; haris kimse. gluttonous obur
- gnarl -- iri budak; burmak; boğum boğum
- gnash -- diş gıcırdatmak; diş gıcırtadarak ısırmak veya çiğnemek.
- gnaw -- kemirmek; sancı vermek (mideye); sıkıntı vermek. gnawing ezinti
- go -- (went; ayrılmak; yarışa başlamak; hareket halinde olmak; ses çıkarmak; elden gitmek; yıkılmak; yeri olmak; devrolunmak; tahsis edilmek; yayılmak; olmak; devam etmek; sonuçlanmak; uymak; ölmek; iptal edilmek; yardım etmek; satılmak; dayanmak; yapmak üzere olmak; denmek; vasıl olmak; uzanmak; (k.dili) bahse girmek; (k.dili) işemek. go a long way çok iş görmek; yüksek mevkiye ulaşmak. go about (den.) tiramola etmek. go about a task bir işi ele almak; aykırı olmak; aleyhinde sonuçlanmak. go ahead devam etmek; ileri gitmek; cinsi münasebette bulunmak. go along devam etmek. Go along ! Haydi; razı olmak; gezinmek; sarmak; üzerinde çalışmak. go back dönmek. go back on vefasızlık göstermek; (sözünden) vazgeçmek; -e göre davranmak; ismi ile tanınmak. go by the board metruk kalmak; kaçırılmak (fırsat) go down inmek; batmak (güneş; yutulmak; azalmak; yenilmek; (tarihe) geçmek; makbule geçmek; (İng.) üniversiteden ayrılmak; (briç.) düşmek. go down the drain (k.dili) boşuna sarfedilmek (para); atılmak. go far çok iş görmek; çok etkili olmak; yüksek mevkiye ulaşmak. go for -e geçmek; peşinde olmak; almaya gitmek; (k.dili) sal- dırmak; (k.dili) çok beğenmek. go for a song çok ucuza satılmak. go great guns büyük bir başarı göstermek. go hang kahrolmak; unutulmak. go halves (k.dili) paylaşmak. go hard with güç duruma düşürmek. go hungry aç kalmak. go in and out girip çıkmak. go in debt borçlanmak. go in for katılmak; meslek olarak seçmek; iyice araştırmak; bö- lünmek. Two will go into six. Altı ikiye bölünür. Three into two won't go. İki üçe bölünmez. go in with ile girişmek; meşgul olmak; idare etmek; atılmak. go mad çıldırmak; gitmek; kesilmek; uyumak; çıkmak (sahneden) The party went off well. Ziyafet başarılı idi. go on devam etmek; sahneye çıkmak. Go on ! Devam et! Yapma ! İnanmıyorum. go on strike grev yapmak. go on the road turneye çıkmak (tiyatro toplu- luğu) go on the stage tiyatro hayatına atılmak. go one better (başkasından) daha ileri gitmek. go out çıkmak; geçmek (moda); grev yapmak; oyundan çıkmak. go over geçmek; tekrarlamak; incelemek; (k.dili) başarmak. go places hayatta ilerlemek. go round (bak.) go around. go shares with ile paylaşmak. go steady devamlı olarak tek bir kişi ile flört etmek. go the whole hog istediğini elde etmek için her şeyi göze almak; çekinmeden girişmek. go through yoklamak; geçirmek (hastalık; üstünden girip altından çıkmak; durmadan gitmek (tren); kabul edilmek (tasan) go through fire and water büyük imtihandan geçmek; (matb.) baskıya gitmek; cinsel ilişkide bulunmak. go to great expense çok masrafa girmek. go to hell cehenneme gitmek; mahvolmak. Go to hell! Allah kahretsin ! Cehennem ol ! go to ground deliğine kaçmak (av) go to one' head başını döndürmek; kafasını tutmak. go to pieces parçalanmak; manen ve maddeten düşmek; sıhhati bozulmak; ayılıp bayılmak. go to press basılmak (gazete; denize çıkmak. go to the country (İng.) kendi seçim bölgesinin oyuna başvurmak. go to the dogs berbat olmak; büyük bir enerjiyle hareket etmek. go together dü- zenlenmek; iyi gitmek; beraber gitmek. go too far fazla ileri gitmek; if lâs etmek. go under the name of adıyla tanınmak. go underground gizli teş- kilât kurmak; (tiyatro) sahnenin arka tarafma gitmek; (İng.) üniversiteye girmek; (k.dili) mahvolmak; (k.dili) ile flört etmek. go with the tide zamana uymak. go without -siz olmak; gitme; (k.dili.) gayret; teşebbüs; başarı; (k.dili.) anlaşma. All systems are go. Herşey tamam. Başlayabiliriz. Devam edebiliriz. He made a go of it. İşini başardı. It' no go; Japonya'da oynanan bir çeşit (satranç)
- goad -- üvendire; üvendire ile dürtmek veya sürmek; teşvik etmek
- goal -- gaye; (spor) gol; kale. goalie (k.dili.) kaleci. goalkeeper kaleci. goal line gol çizgisi. goal posts (spor) kale direkleri.
- goat -- keçi; (astr.) Oğlak burcu; (argo) şakaya hedef olan kimse; zampara. goatherd keçi çobanı. get one's goat (argo) bir kiınsenin sinirine dokunmak
- gob -- (k.dili) parça; (k.dili) Amerikan deniz eri; (çoğ.) büyük miktar
- gobbet -- et parçası .
- gobble -- hindi gibi sesler çıkarmak; hindi sesi. gobbler baba hindi .; çabuk çabuk yemek; (A.B.D.)
- god -- ilâh; put; (b.h.) Allah; ilah mertebesine çıkarılmış kimse veya şey; büyük kudret sahibi kimse. God forbid! Allah esirgesin! Allah korusun ! Maazallah ! God knows ! (k.dili) Vallahi ! God only knows ! Allah bilir ! God' acre kilise avlusundaki mezarlık. God save the King ! Yaşasın Kral ! God willing inşallah; yıldırım inmesi gibi gelen ve insan kudretini aşan afet. a feast for the gods şahane bir ziyafet. for God' sake Allah aşkına
- godfather -- vaftiz babası
- godmother -- vaftiz anası .
- goffer -- kırma yapmak; kırma demiri veya kalıbı; kırma .
- goggle -- şaşı bakmak; devirmek (gözlerini); patlak (göz)
- gold -- altın; altın para; servet; altın rengi; yaldız; altından yapılmış. gold amalgam civalı altın. gold basis altın esası; piyasanın altın fiyatlarına göre ayarlanışı. gold beater varakçı. gold beetle altın gibi parlayan bir böcek. gold brick (argo) üşenip işini yapmayan kimse; (k.dili.) kıymetli görünen sahte şey. gold clause (A.B.D.) tahvil karşllığının vadesi gelince altın ile ödenmesi şartını koşan madde. gold digger altın arayıcısı; (argo) erkeklerden para sızdırmaya çalışan kadın; servet kaynağı. gold rush altına hücum. gold standard para değerinde altını esas tutma usulü
- golden -- altın; altın renginde; çok kıymetli; gönençli. Golden Age Yunan ve Roma ef- sanelerinde geçen; altın (çağ.) golden eagle kaya kartalı; altın kartal. golden fleece altın pösteki
- golf -- golf oyunu; golf oynamak. golf club golf değneği; golf kulübü. golfer golf oyuncusu.
- golly -- (ünlem)
- gondola -- gondol; Kuzey Amerika'ya mahsus dibi düz bir mavna; yolcular için balona takılan vagon; (d.y.) üstü açık yük vagonu.
- gong -- gong
- goo -- (A.B.D.); çamur .
- goober -- (A.B.D.) Amerikan fıstığı .
- good -- (better; uygun; faydalı; doğru; hayır sahibi; uslu; dini bütün; şerefli; sağlam; çok; hünerli; güvenilir; hayırlı; bozulmamış; sıhhatli; salâh; iyi ve hayırlı şey; hayır; fayda; menfaat; the ile iyi insanlar; (ünlem); muteber; dayanır. good for a lira bir lira değe- rinde. good for nothing hiç bir işe yaramaz. Good for you ! Aferin ! Good gracious ! Allah Allah ! Tuhaf şey !l Good heavens ! Aman yarabbi ! Allah Allah ! good humor hoş mizaç; şakacılık. good looking yakışıklı; cazip. Good morning Günaydın. Sabah şerifler hayrolsun. good natured iyi huylu; gerçekten. as good as dead hemen hemen öImüş gibi . as good as gold gerçekten altın gibi . Be good enough to come .(ing.) Gelmek lütfunda bulunun. for good veya for good and all temelli olarak; değerini korumak. How good of you ! (ing.) Bu ne lütuf ! Çok naziksiniz . (I.) have a good mind to... aklıma koydum; (zararını) ödemek. to the good kârdır . What's the good of it? Neye yarar?
- goof -- (argo) ahmak kimse; hata; hata yapmak. goof up (argo) bozmak; becerememek
- goose -- (argo) poposuna vurmak.; (çoğ.) gooses) terzi ütüsü.; (çoğ.) geese) kaz; kaz eti; budala kimse; Alman askerinin yürüyüşü. cook one's goose işini bozmak. fox and geese kör- ebe oyunu; bunu taklit ederek dama tahtası üstünde oynanan birkaç çesit oyun. kill the goose that lays the golden egg altın yumurtlayan kazı kesmek
- gore -- kan; boynuzla yaralamak .; peş; kumaşı bu şekilde kesmek; peş koymak .
- gorge -- oburcasına çok veya çabuk yemek yemek; koyak; oburcasına yutulan şey; su yolunu tıkayan birikinti; tiksinti.
- gormandize -- oburca yemek yemek
- gospel -- incili şerif; dört incilden biri; iyi haber; doğru söz; akide. gospel truth asıl hakikat.
- gossip -- dedikodu; dedikoducu kimse; dedikodu etmek
- got -- (bak.) get; sahip olma: He has got a fine library Güzel bir kütüphanesi var . mecburiyet belirtme: (I.)'ve got to go. Gitmem lâzım .
- gouge -- oluk ağızlı marangoz veya heykeltıraş kalemi; böyle kalemle oyma veya oyulan yer; (A.B.D.); böyle kalem ile işlemek; (k.dili.) değerinden daha pahalıya satmak
- gourmandise -- (ing
- govern -- idare etmek; terbiye etmek; hâkim olmak; çevirmek; yönetmek; (gram.) almak
- governess -- mürebbiye
- gown -- kadın elbisesi; robdosambr; avukat veya profesör cüppesi; elbise giydirmek. town and gown şehir halkı ve üniversite cemiyeti.
- grab -- (-bed; çabucak tutmak; kapış; el koyma; (mak.) eşya kaldırmaya mahsus tırnaklı alet. grab bag panayırda eşya piyangosu torbası. grab rope (den.) vardakavo; vinç
- grabble -- el yordamı ile aramak; yüzükoyun yere serilmek.
- grace -- zarafet; inayet; rahmet; fazilet; şükran duası (sofrada); mühlet; (müz.) asıl melodiye ilave edilen ve ufak olarak yazılan notalar; süslemek; şeref vermek; Iütuf göstermek; (müz.) fazla notalar ilâvesiyle süslemek. grace cup sofrada en son içilen içki ve kadehi. grace note (müz.) melodiye ilâve olunan fazla nota. Act of Grace genel af. have the grace to lütfetmek. His Grace ingiliz düklerine veya başpiskoposlarına verilen ünvan. (Bu ünvan evvelce kral ve kraliçeye de verilirdi.) in his good graces teveccühüne mazhar
- gradate -- (güz.) (san.) farkedilmez bir şekilde renk değiştirmek; derecelere ayırmak .
- gradation -- derece derece çıkma veya inme; sıralama; derece; (güz.) (san.) bir tondan diğer bir tona tedricen geçme; (müz.) perde değiştirme; ((dilb.) sesli harfi tedricen değiştirme. gradational derece derece
- grade -- derece; cins; sınıf; meyil (yol); (A.B.D.) okul sınıfı; not (ders; (A.B.D.) rütbe; sınıflandırmak; tonları tanzim etmek; aynı seviyeye getirmek; yolu kazıyarak düzeltmek; neslini ıslah etmek (at) Grade A birinci kalite. grade crossing hemzemin geçit. grade school ilkokul. at grade aynı seviyede. make the grade başarmak; dereceli; düzeltilmiş .
- graduate -- diploma vermek; diploma almak; derecelere ayırmak; derecelere aynlmak; tedricen değişmek.; mezun kimse; dereceli sıvı öIçeği; mezunlara ait; dereceleri olan. graduate school üniversite mezunlannı öğrenci olarak kabul eden fakülte. graduate student ihtisas yapan öğrenci.
- graft -- (bahç.) aşı; (tıb.) yaralı yere parça ekleme; aşılamak; aşılanmak .; (A.B.D.) rüşvet; para yeme; yolsuzluk; rüşvet almak
- grain -- tane; hububat; eczacı tartısında 0; doku; mizaç; tanelemek; ağaç damarlarını taklit edercesine boyamak; deriyi işlemek; sepilemek; tanelenmek. grain alcohol hububat alkolü. grain elevator tahıl ambarı. grain leather tüylü yüzü işlenmiş deri. grain side derinin tüyleri çıkarılmış yüzü. a grain of common sense bir nebze anlayış. against the grain tabiatına zıt; aslında kibar olan. with a grain of salt ihtiyatla
- grammar -- gramer; gramer kitabı; gramer kurallarına göre hazırlanmış yazı veya konuşma. grammar school eskiden İngiltere'de üniversiteye talebe hazırlayan mektep; (A.B.D.) ilk ve orta okul derecesinde resmi okul. comparative grammar karşılaştırmalı dilbilgisi. general grammar bütün dillerin ortak kurallarından bahseden gramer
- grangerize -- içinden sayfaları keserek kitablı düzenini bozmak.
- granny -- nineciğim; ihtiyar kadm; (k.dili) eski kafalı veya cahil yaşlı kadın. granny knot acemice yapılmış gevşek düğüm.
- grant -- ihsan etmek; bağışlamak; teslim etmek; tasdik etmek; bağış; senetle bağışlanan (mal.) veya arazi; (huk.) ferağ; muhakkak reddetmek. take one for granted birinin kıymetini takdir etmeden onun yaptıklarını bir hak diye kabul etmek
- granulate -- tanelemek; tanelenmek. granulation tane tane olma
- grape -- üzüm; asma; (ask.) eskiden toplara doldurulan demir parçaları; (çoğ.); ele geçirilemediğinden dolayı hor görülen şey. grapery üzüm yetiştirmeye mahsus yer. grapy üzüme ait
- grapevine -- asma; (A.B.D.) dedikodu yoluyla haber alma
- graph -- (mat.) grafik; rakamları eğrilerle ifade eden sistem; grafik kâğıdı üzerine çizilen eğri.
- grapple -- (den.) borda kancası; yakalayış; güreşte birbirine sanlma; gögüs göğüse savaşma; yakalamak; kanca ile tutmak; filika demiri kullanmak; sarmak; sarılmak
- grasp -- tutmak; anlamak; yakalayış; idrak; istekle kabul etmek. grasp at a straw en ufak bir şeye ümit bağlamak; kavranamaz
- grass -- ot; çayır; ot gibi herhangi bir bitki; otlatmak; otlamak; otla; (kumaşı ağartmak maksadıyle) otlar üzerine sermek; (spor) yere düşürmek. Bermuda grass domuz ayrığı; kocası yanında olmayan kadın. He doesn't let any grass grow under his feet. Ayağının altında ot bitmez. Boşuna vakit kaybetmez. Fırsatları kaçırmaz. grassiness otluk
- grate -- rendelemek; sürterek ses çıkarmak; on ile üzmek; gıcırdatmak (diş); sürtünerek ses çıkarmak. gratingly gıcırtı ile; sinirlendirici bir şekilde.; pencere kafesi; ocak ızgarası; ocak; maden filizini ayırmaya mahsus kalbur.
- gratify -- memnun etmek
- grave -- (graved; (den.) kalafat etmek; ciddi; ağırbaşlı; (müz.) ağır; ağır ve yavaş parça.; mezar
- gravel -- (ed; (tıb.) kum; çakıl doşemek; şaşırtmak; (k.dili.) kızdırmak. gravelly çahılı.
- graven -- (bak.) grave.
- gravitate -- yerçekimi ile hareket etmek; çekilmek; çökelmek
- graze -- otlamak; sıyırıp geçmek; sıyrık
- grease -- yağ sürmek; yağ içyağı; koyu makina yağı; yıkanmamış yapağı; (bayt.) atın topuğuna arız olan bir iltihap. grease box (mak.) yağ kutusu. grease monkey (A.B.D.)
- greave -- (gen.) (çoğ.) baldır zırhı.
- greed -- hırs; obur; haris; hevesli
- greek -- Yunanlı; Rum kilisesine mensup kimse; Yunan kültürünü seven kimse; Yunanca; anlaşılması güç söz; Yunanistan'a
- green -- yeşil; yeşillikle kaplanmış; taze; ham; acemi; yarışa girmemiş (at); kurutulmamış; pişmemiş; soluk; yeşil renk; (spor) yeşil forma giyen takım; çimen; golf oyununda hedef deliğinin etrafındaki düz çimen. greens yaprak sebze; süsleme için taze dal; adaçayı ile boyanmış peynir; kesilmiş sütten yapılmış peynir. green finch yeşil ispinoz; taze hayvan gübresi. green onion yeşil soğan. green pepper dolmalık yeşil biber. green soap bilhassa cilt hastalıklannda kullanılan yeşil sabun. green tea yeşil çay
- greenhouse -- Iimonluk
- greet -- selamlamak; karşılamak; selamlaşmak .
- grenade -- el kumbarası; yangın söndürmeye mahsus ecza dolu cam kap.
- grew -- (bak.) grow.
- grey -- (bak.) gray.
- greyhound -- tazı.
- grid -- ızgara; (elek.) bataryada kullanılan delikli kurşun levha; (d.y.) ray şebekesi; kablo şebekesi; bir haritada kesişen yatay ve dikey hatlar sistemi; (radyo) valfta kontrol voltajı taşıyan ızgara.
- griddle -- alçak kenarlı bir çeşit demir tava; böyle tavada hamur işi pişirmek. griddle cake bir çeşit gözleme.
- gride -- kesmek; gıcırdatarak geçmek; raspa sesi ile kesme.
- gridiron -- ızgara; ızgara şeklinde şey; Amerikan futbol sahası; (d.y.); sahne için ışık ve panoların asıldığı ızgara.
- grief -- keder; felâket; eser. come to grief felakete uğramak
- grieve -- keder vermek; kederlenmek; yas tutmak. grievingly kederlenerek
- grig -- hayat dolu kimse; (zool.)) çekirge.
- grill -- ızgara; ızgarada pişmiş et; ızgarada pişirme; ızgarada et ve balık pişiren lokanta; posta pullan üzerinde ızgara şeklinde yapılan kabarık noktalı delikler; demir çubuklardan yapılmış pencere kafesi .; ızgarada pişirmek; fazla ısıtmak; (A.B.D.)
- grim -- (mer; çirkin; ümitsiz; korkunç; boyun eğmez; gaddarca
- grimace -- surat buruşturma; surat buruşturmak
- grime -- kir; kirletmek
- grin -- (ned; acı veya öfke ile dişlerini sıkmak; sırıtma sırıtış. Grin and bear it. Sabırla tahammül et.
- grind -- (ground) öğütmek; bilemek; sürterek parlatmak; gıcırdatmak; döndürmek; cefa etmek; değirmen işletmek; gıcırdamak; (k.dili) sıkı ders çalışmak; (A.B.D.); öğütme; sıkıcı ve bitmek tükenmek bilmeyen iş; (k.dili) imtihan için sıkı çalışma
- grip -- grip hastalığı .; (ped; kavrama; el sıkma; pençe; tutak; (A.B.D.) el çantası; sıkı tutmak; manasını anlamak; dikkatini çekmek. gripsack (A.B.D.) yolcu çantası. come to grips with ile uğraşmak.
- gripe -- (A.B.D.); sancılanmak; (argo) sızlanmak; (k.dili.) şikâyet; (gen.)
- grit -- (ted; kumtaşı; kefeki taşı; metanet; gıcırdatmak
- grizzle -- kır saç; kır peruka; kurşuni; bozlaştırmak; (ing.); şikâyet etmek.
- groan -- inlemek; yük altında olmak; hasret çekmek; inilti
- grocer -- bakkal.
- grocery -- (A.B.D.) bakkal dükkanı; (çoğ.) bakkaliye
- groin -- (anat.) kasık; (mim.) iki kemerin birleştiği kenar.
- groom -- seyis; güvey; İngiliz sarayının hademelerinden biri; tımar etmek; çeki düzen vermek; giyinip kuşanmak; özel eğitim vererek siyasi memuriyete hazırlamak.
- groove -- oluk; alışkanlık; oluk açmak; (argo) bir şeye kendini vermek
- grope -- el yordamı ile yürümek veya aramak; körü körüne araştırmak. gropingly el yordamı ile .
- gross -- on iki düzine; brüt; küme; iri; toptan; yontulmamış; çirkin; tiksindirici. gross national product (ikt.) brüt milli hasıla (kıs.) GNP) gross negligence büyük gaflet. gross weight darası çıkarılmamış ağırlık
- grouch -- (A.B.D.); (k.dili) hiç bir şeyden memnun olmayan kimse; suratsız Iık; şikâyet. grouchy (A.B.D.)
- ground -- (bak.) grind. ground glass buzlu cam; cam tozu.; yeryüzü; yer; toprak; meydan; mesafe; denizin dibi; mebde; kabartma iş yapılacak düz satıh; maden levha üstüne sürülen ve işlenmeyecek kısımları muhafaza eden yapışkan terkip; (elek.) toprak. ground ball (beysbol.) yere sürtünerek giden top. ground bass (müz.) en kalın sesle tekrarlanan melodi. ground cover toprağa yakın yetişen kalın bitki örtüsü. ground crew hava meydanı tayfası. ground floor zemin katı. ground hog Amerikada bir çeşit dağ sıçanı. ground hog day 2 şubat. ground ice suyun dibinde meydana gelen buz. ground ivy yer sarmaşığı. ground line resimde alt çizgi; kurtluca; meydanda. break ground tarla sürmek; yeni bina için yere ilk kazmayı vurmak; işe başlamak. cover ground yol almak; konuya değinmek. cut the ground out from under one's feet (colloq.) ayağını kaydırmak; iyileşmek; mesafe katetmek. get in on the ground floor (A.B.D.); temel üzerine kurmak; esaslı şekilde öğretmek; resme zemin boyası vurmak; yere oturtmak; (elek.) toprağa bağlamak; temeli olmak; yere konmak; (hav.) pilotun uçmasma izin vermemek. ground arms silahı yere dayamak.
- group -- grup; heyet; (kim.) benzer nitelikli öğeler grubu; (jeol.) aynı zamanda teşekkü1 ettiği farzolunan kaya tabakaları; (biyol.) birbiri ile benzerlikleri olan hayvan veya bitki sınıfı; gruplara ayırmak; bir araya gelmek
- grouse -- (çoğ.) grouse) tavuğa benzer bir av kuşu; (k.dili.) homurdanmak; Sikayet.
- grout -- duvarcı sıvası; bulgur lapası; (çoğ.) tortu; tuğla veya taş aralarına sulu harç doldurmak.
- grove -- koru
- grovel -- (led; kendini alçaltmak
- grow -- (grew; (çoğ.)almak; hâsıl olmak; büyütmek; hası1 etmek. grow on one gittikçe daha çok beğenilmek; beraber büyümek grow up büyümek; bir işin başlangıcındaki zorluklar .
- growl -- hırlamak; gurlamak; homurtu
- grub -- tırtıl; bıkıp usanmadan çalışan kimse; (argo) yiyecek. grubby kirli; kurtlu.; (bed; adi işlerle uğraşmak; monoton bir işte calışmak; (argo) yemek yemek; yeri kazıp ağaç köklerini çıkarmak; kökünden sökmek; sürfesini çıkarmak .
- grubstake -- (A.B.D.); (k.dili.) yeni bir teşebbüse yapılan yardım; böyle bir yardımda bulunmak.
- grudge -- isteksizce vermek; kıskanmak; diş bilemek; kin
- gruff -- ters; boğuk; boğuk bir sesle. gruffness sertlik
- grumble -- söylenmek; homurdanma
- grunt -- homurdanmak; homurtu; hırıltı çıkaran bir balık.
- guarantee -- kefil; kefalet; garanti; garanti etmek; başkasının sorumluluğunu üzerine almak .
- guaranty -- garanti; garanti etmek.
- guard -- korumak; gözaltına almak; nöbet tutmak; dikkat etmek; muhafız; muhafız alayı; muhafaza; nöbetçilik; kendini korumak için alınan pozisyon; trende memur; herhangi bir şeyi muhafaza eden alet. advance guard ileri karakol. mount guard nöbet tutmak. off guard hazırlıksız. on guard nöbette. On guard ! Dikkat ! Hazır ol ! rear guard artçı
- gudgeon -- (zool.)) yem için kullanılan ufak tatlı su balığı; eski çabuk aldanan kimse; (mak.) mil; menteşe kovanı; çengel; dümen dişi iğneciği .
- guerdon -- (şiir) mukâfat; bahşiş; mükâfat vermek .
- guess -- tahmin etmek; keşfetmek; tahmin
- guest -- misafir; otel veya pansiyon müşterisi; (biyol.) asalak bitki veya hayvan. guest night davet gecesi
- guff -- (argo) laf
- guffaw -- kaba gülüş; kahkaha ile gülmek .
- guide -- yol göstermek; kılavuzluk etmek; idare etmek; işaret etmek; yetiştirmek; rehber; yönetmelik; (mak.) yatak; sevk kanalı; (gayd.) guided missile (ask.) güdümlü roket. guide rail (d.y.) kılavuz ray; (den.) yük kaldıran halatı yan tarafa çekmek için kullanılan diğer bir ip
- guile -- aldatıcılık
- guilloche -- girift nakış; (mim.) sarılı veya bükülü iki üç telden ibaret pervaz .
- guillotine -- giyotin; kağıt bıçağı; (tıb.) bademcik makası; (ing.) (pol.) muzakere tahdidi; giyotin ile idam etmek .
- guilt -- suç; cürüm mesuliyeti; günahkârlık; günahkârlık duygusu. guilt by association bir kimsenin meşru hareketlerini veya tanıdıklarını şüpheli sayarak gizli suçları olduğunu tahmin etme. guiltless not guilty masum
- guise -- dış görünüş; gösteriş; hileli görünüş; kisve.
- guitar -- (müz.) gitar. guitarist gitarcı
- gulch -- ABD küçük ve derin dere.
- gulf -- körfez; uçurum; yutmak. Gulf Stream Gulf Stream akıntısı.
- gull -- (eski) aldatmak; ahmak ve kolay aldanır kimse; hile; martı. blackheaded gull
- gully -- sel ve yağmur suyu ile açılmış dere; aşınma ile çukur açmak veya açılmak .
- gulp -- tutuvermek; boğazında düğümlenmek (hıçkırık); yutma
- gum -- (med; zamklamak; zamk akıtmak; yapışmak. gum up pislikle dolup çalışmaz hale gelmek veya getirmek; (argo) işi bozmak.; (gen.) (çog.) dişeti. gumboil diş eti iltihabı .; zamk; sakız; sakız agacı; çiklet; lastik. gum arabic akasya sakızı
- gun -- (ned; tabanca; kurşun ve gülle atan her çeşit silâh; selamlamada top atışı; tüfekle avlamak; ABD; takdirini kazanmak veya anlaşmak için arayıp bulmak. gun metal top madeni; top madenine benzer maden karışımı. gun metal top madeni renginde. gun moll ABD; kadın hırsız. a big gun (argo) yüksek mevki sahibi adam
- gurgle -- çağıldamak; çağıltı gibi ses çıkarmak; çağıldarcasına söylemek; çağıltı
- gush -- fışkırmak; coşmak; (k.dili.) taşkın sevgi gibi hisleri açığa vurmak; sel gibi akmak (gözyaşı); fışkırtmak; fışkırma; (k.dili.) taşkın ve yapmacık sevgi gösterme.
- gusset -- köşebent; elbise veya eldivenin üç köşeli peşi
- gust -- rüzgârın ani olarak şiddetle esmesi
- gut -- (ted; hazım sistemi; çalgı kirişi; dar geçit; bağırsaklarını dışarı dökmek; yağma etmek; (binanın) içini tamamen tahrip etmek (yangın)
- guts -- bağırsaklar; (argo) cesaret; teşebbüs. gutsy (argo) cesur; sakınmasız .
- gutter -- hendek; hendek açmak; oluk gibi akmak; eriyip akmak (mum)
- guttle -- oburcasına yemek yemek
- guy -- (k.dili.) adam; (ing.) acayip kıIıklı adam; alay etmek; (den.) gemi direklerini yerlerinde saptayan halat; çelik halat; halatla tutturmak.
- guzzle -- çok ve hızlı içmek
- gym -- spor salonu; beden eğitimi.
- gyp -- (ped; düzenbaz kimse; aldatmak
- gypsy -- Çingene; Çingene dili. gypsy moth ağaçlara çok zarar veren bir çeşit güve.
- gyrate -- dönmek; helezoni şekilde gitmek; yuvarlak
- gyre -- (şiir) dönüş; daire şekli; dönmek
- gyve -- (eski.); prangaya vurmak .
- habit -- adet; iptila; zihni yapı; yaradılış; elbise; din adamları ve binicilerin giydiği özel kıyafet; (biyol.) özel olarak büyüme veya yetişme. habitforming iptilâ hasıl eden; giydirmek. habited in giymiş.
- habituate -- alıştırmak
- hachure -- (güz. san.); haritalarda dağ yamaçlarını gösteren ince çizgi; tarama çizgilerle göstermek.
- hack -- kira beygiri; ihtiyar at; kiralık atlı araba; AB; külüstür araba; araba sürmek; çentmek; (İng.); kuru kuru öksürmek; A; (slang) çakmak; çentik; çentmeye mahsus alet; kekeleme; kuru öksürük; incik kemigine atılan tekme.; adi yazılar yazan kalitesiz yazar; para için adi yazı yazmak; adi yazıya ait. hack work adi yazı. hack writer para için adi yazı yazan kimse.; balık
- hackle -- çentmek; yontulmak; keten ve kendir tarağı; horozun boynundaki uzun ve ince tüyler; bu tüyden yapılmış sinek şeklindeki olta iğnesi; (çoğ.) kızgınlık anında köpeğin boynunda dikleşen tüyler; keten tarağı ile taramak; olta ucuna suni sinek yemi takmak.
- hackney -- binek veya koşum atı; kira arabası; (mec.); adi; (nad.) sokak arabası gibi daima ve her işe kullanmak; eskitmek
- hade -- (jeol.); bu suretle eğrilmek.
- haft -- bıçak sapı; bıçağa sap takmak .
- hag -- yaşlı çirkin kadın; buyücü kadın; (eski) dişi hayalet veya cin.
- haggle -- sıkı pazarlık etmek; çekişmek; acemice kesmek; sıkı pazarlık; çekişme.
- hail -- selâmlamak; çağırmak; seslenmek; selâmlama; herkesle çabuk ahbap olan kimse; dolu; dolu gibi yağan şey; dolu halinde yağmak veya yağdırmak; hızlı ve şiddetli gelmek (söz
- hake -- barlam (balık)
- hale -- surüklemek .hale into court mahkemeye celbetmek.; sağlam
- half -- yarım (for less than one); buçuk (for more than one); yarı; kısmen; yarı. half binding arkasıyla köşeleri deri ve yanları kâgıt veya bez cilt. half blood melez; açıkta bekleme maaşı. half pint bir bardaklık öIçü; ABD; yanm günlük (çalışma) at half cock tetiği yan çekilmiş halde; çileden çıkmış halde
- halfback -- (spor) hafbek.
- halftone -- (matb.) resmi hafif noktalarla gösteren klişe.
- hallmark -- altın veya gümüşte ayar damgası; kalite işareti.
- halloo -- (ünlem); avda köpekleri saldırtma ünlemi; hayret ifade eden ses; bağırarak cesaret vermek veya canlandırmak.
- hallow -- takdis etmek
- hallucinate -- sanrılamak; sanrılatmak. hallucina'tion (psik.) sanrı vehim; akli denge bozukluğundan ileri gelen kuruntu. hallu'cinative
- halo -- (çoğ.) los; (güz.) (san.) azizlerin başı etrafına konulan hale; şeref nuru.
- halt -- duruş; durma; mola; durmak; duraklamak; (eski.) topal; kusurlu olmak; duraksamak
- halter -- yular; boyundan askılı ve sırtı açık bir çeşit kolsuz kadın bulüzü; idam ipi; yular takmak; yular takarcasına bir kimseye engel olmak; iple asmak
- halve -- yarıya bölmek; yarıya indirmek .
- ham -- jambon; (çoğ.) kıç kaynağı; kaynak; dizin alt veya iç kısmı; (tiyatro) abartarak oynayan oyuncu; (k.dili.) amatör radyo operatörü; (argo) aşırı duygusal veya abartmalı bir şekilde oynamak.
- hammer -- çekiç; (anat.) çekiçkemği; tüfek horozu; muhtelif aletlerin uzunca; mezatçı tokmağı. hammer and sickle orak ve çekiç. hammer and tongs ((k.dili.) büyük gürültü ve gayretle. hammer lock güreşte kolun arkaya bükülmesi. hammer throw (spor) çekiç atma yarışması. between the hammer and the anvil iki ateş arasında; çekiçle vurmak; çekiçle işlemek; yumruk atmak; (kalp) hızla atmak; zihnen çok çalışmak; saldırmak
- hammock -- hamak
- hamper -- sepet sandık; engel olmak; engel; (den.) arma.
- hamster -- iri avurtlarında yiyeceğini yuvasıma taşıyan sıçan türünden kemirici bir hayvan
- hamstring -- (strung) (anat.) diz arkasmda bulunan iki büyük kirişten biri; bu kirişleri kesmek; sakatlamak; çalışamaz hale getirmek .
- hand -- elle vermek; el vermek; (den.) yelkeni istinga edip sarmak. hand down nesilden nesile devretmek; karar vermek . hand in yetkili bir kimseye vermek. hand it to (argo) haklı olarak övmek. hand on babadan oğula geçirmek; başkasına vermek. hand out dağıtmak. hand over vermek; el; el gibi uzuv (maymun ayağı; kudret; parmak; maharet; el yazısı; yardım; usta; yetki sahibi kimse; işçi; taraf; saat yelkovanı veya akrebi; atın yüksekliğini öIçmeye mahsus bir öIçü (on santimetre); alkış; (iskambil) el; oyun; hevenk; tütün yaprağı demeti. hand and foot bütün isteklerini karşılamak üzere; el büyüteci . hand grenade el bombası. hand in glove with... ile çok yakın ilişkisi olan. hand in hand el ele. hand loom el tezgahı. Hands off ! Dokunma ! Elini sürme ! Bırak ! hand organ latarna. hand running (k.dili.) sıra ile; ihtiyatsız; elinde kalmak. by hand el ile. change hands el değiştirmek; bir kimsenin fikirlerini kabul edip ona uymak; bir kimsenin dalkavuğu olmak. force one's hand zorla yaptırmak; bir kimseyi yapacağnı açığa vurmaya mecbur etmek. from hand to hand elden ele. give one's hand to bir kimse ile evlenmeyi kabul etmek. have a hand in it bir işle ilgisi olmak; başka işe vakti olmamak. in hand elde; hazırlanmakta; kontrol altında; üstünde devamlı çaIışmak. Iay hands on el atmak; takdis etmek; hazır; elden çıkmış
- handbag -- el çantası
- handball -- (spor) hentbol.
- handcuff -- kelepçe; kelepçe vurmak .
- handhold -- tutamaç
- handicap -- (ped; sakatlık; elverişsiz durum; (spor) engelli koşu; mânia koymak; engel olmak; yarışta mânia koymak .handicapped sakat
- handle -- el sürmek; ele almak; kullanmak; elle idare etmek; idare etmek; satmak; ele gelmek; sap; tokmak; alet; (k
- handpick -- elle toplamak; dikkatle seçmek .
- handsel -- (ed; siftah; pey; ilk taksit; siftah ettirmek; pey vermek; yeni yapılan bir işin veya yeni alınan bir şeyin şerefine ziyafet vermek .
- handsome -- yakışıklı; çok; cömert. handsomely cömertçe; bol bol .
- handwork -- elişi .
- hang -- (hanged) asarak idam etmek .; duruş (etek; anlam; sarkma; (hung) asmak; takmak; sarkıt (mak.); eğmek (baş); kaplamak; ABD engellemek; asılmak; neticesi çıkmamak. hang heavy yavaş geçmek (zaman) hang in the balance muallâkta olmak . Hang it ! Lânet olsun ! hang on bağlı olmak; yapışmak; peşini bırakmamak. hang out sarkmak; sarkıtmak; (argo) (bir yerde) vakit geçirmek; tehdit etmek; eskiden kalmış olmak. hang together daima beraber olmak; birbirini tutmak. hang up geri bırakmak; ABD kapamak (telefon) be hung up on aklı bir şeye takılmak; bir şeyin delisi olmak; tutturmak .
- hangar -- hangar .
- hank -- çile; kangal .
- hanker -- (gen.) after veya for ile arzulamak
- happen -- olmak
- happy -- mutlu; şen; uygun; ABD; bir şeye aldırmaz
- harangue -- uzun ve şiddetli konuşma; uzun ve şiddetli bir şekilde konuşmak
- harass -- rahat vermemek; yormak; (ask.) aralıksız saldırılarla taciz etmek . harass'ment taciz
- harbinger -- haberci
- hard -- katı; güç; zalim; şiddetli; anlaşılmaz; ağır; çalışkan; inatçı; çirkin; acı (su); (gram.) kalın sesli (harf); cimri; eksi; nakit para. hard cider alkolleşmiş elma suyu. hard coal (min.) antrasit. hard court te niste beton kort. hard drug morfin gibi bedende alışkanlık yaratan uyuşturucu madde. hard facts ABD; kask; ancak; az bir ihtimalle. hardness güçlük; sertlik; terslik; zorla; sertlikle; sıkıca; çok; yakın; (den.) alabanda; son hadde kadar. hard by pek yakın
- harden -- sertleştirmek; kuvvetlendirmek; sertleşmek; kuvvetlenmek; donmak (çimento) hardened (ask.) yeraltında ve bombalara karşı takviye edilmiş (üs
- hardship -- sıkıntı; eza
- hare -- yabani tavşan
- harelip -- yarık dudak
- hark -- (ünlem) dinlemek; (ünlem) Dinle! Dur! Sus! hark back sadede gelmek; geri çağırmak (tazı) .
- harken -- (eski) dinlemek
- harl -- keten ipliği
- harlequin -- soytarı; alacalı; dış köşeleri yukarı kıvrık (gözlük) harlequinade' pandomima; soytarılık .
- harlot -- fahişe
- harm -- zarar; şer; felaket; zarar vermek
- harmonize -- uyum sağlamak; (müz.); uygun gelmek
- harness -- koşum takımı; pilot bağı; beygirin takımını vurmak; çalışacak duruma getirmek. harness maker saraç. in harness iş başında .
- harp -- harp çalmak; harp çalarak ifade etmek. harp on üzerinde durmak; (müz.)
- harpoon -- büyük balıkları avlamakta kullanılan zıpkın; zıpkınlamak
- harrow -- tapan; tırmık çekmek; hırpalamak; sinirlendirmek. harrowing üzücü
- harry -- soymak; rahat vermemek
- harsh -- sert; kaba
- hartshorn -- geyik boynuzu; eski
- harvest -- hasat; hasat mevsimi; ürün; semere; biçmek; harman sonunda verilen ziyafet. har vest moon sonbahar başındaki dolunay. harvest mouse tarla faresi. harvest tick hasat zamanında türeyen bir çeşit sakırga.
- hash -- tavada pişirilen kıymalı patates; karmakarışık şey; berbat olmuş şey; (argo) haşiş; et kıymak; ABD; (argo) garsonluk etmek. hash house ABD; bir kimsenin işini bitirmek
- hasp -- asma kilit köprüsü; iplik makarası; yün çilesi; kilit köprüsü geçirip kitlemek.
- hassle -- ABD; mücadele.
- haste -- acele; ivedilik . Haste makes waste. Acele işe şeytan karışır. in haste aceleyle; tez olarak make haste acele etmek .
- hasten -- acele ettirmek; acele etmek; sıkıştırmak
- hat -- şapka; kardinalin şapkası; kardinallik rütbesi; şapka giydirmek. pass the hat parsa toplamak
- hatch -- (den.); bent kapağı; bölmeli kapının alt kısmı; üstü açık kapı.; ince çizgilerle süslemek; resim ve kakma işlerinde gölge hâsıl eden ince çizgi; kuluçka makinasıyle civciv çıkarmak; yumurtadan çıkmak; (plan) yapmak; kuluçka makinası .
- hatchel -- (ed; keten taramak .
- hatchet -- ufak balta
- hate -- nefret etmek; bir kimseye düşman olmak; nefret duymak; nefret
- hatter -- şapkacı.
- haul -- çekmek; taşımak; (den.) vira etmek; yön değiştirmek; çekme; bir ağda çıkarılan balıklar; bir seferde kazanılan şey veya miktar; taşıma mesafesi; taşınııan şey. haul off ağır bir yumruk vurmak için kolu geriye atmak. haul over the coals azarlamak haşlamak. haul up çağırıp azarlamak; durmak. a fine haul bir defada ele geçen büyük parti. a long haul uzun taşıma mesafesi; uzun süren zor bir iş.
- haunch -- kalça; (çoğ.) kıç; koyun etinin but ile bel kısmı; (mim.)
- haunt -- sık sık uğramak (gen.) hortlak veya ruhların yaptığı gibi); usandırmak; akıldan çıkmamak; sık sık ziyaret etmek veya daima yanında bulunmak (bilhassa hortlak olarak); sık sık gidilen yer. haunted tekin olmayan
- have -- (had; he; olmak; saymak; tutmak; almak; elinde tutmak; fikir taşımak; elde etmek; ettirmek; (k.dili.) aldatmak; (k.dili.) cinsel ilişkide bulunmak. Yardımcı fiil olarak geçmiş zamanı gösterir. (msl.) (I.) go. Giderim. (I.) have gone. Gittim.) have to meli; bir işin içinde parmağı olmak. have a mind to niyeti olmak have and hold kanunen sahip olmak. have at işe koyulmak. (I.)'ve been had. Üç kağıda geldim. have done with bitirmek; kocamdan boşanacağım.); artık yetmek (msl.)
- haven -- Iiman; melce; sığınmak
- havoc -- hasar; tahrip etmek; kırıp geçirmek. play havoc with harap etmek
- haw -- (bak.) hem .; bazı hayvanlarda üçüncü göz kapağı.; koşum atını sesle sola döndürmek; bu hareket için ata verilen emir.; alıç.
- hawk -- şahin; atmaca; çaylak; askeri kuvvetle ihtilâfı halletmek isteyen kimse; atmaca veya şahin ile kuş avlamak; atmaca gibi kuşa saldırmak. hawkish savaş yanlısı.; öksürerek gırtlağını temizlemeye çalışmak; balgam çıkarmak.; alttan saplı sıvacı tahtası.; sokakta öteberi satmak
- hawse -- (den.) Ioça deliği; geminin önü
- hay -- saman; kurutmak için ot yetiştirmek; otu biçip kurutmak; otla beslemek; ot ekmek .hay fever saman nezlesi. hit the hay ABD
- hazard -- baht; tenis kortunun servis atılan tarafı; eski bir çeşit zar oyunu; bilardo oyununda bir vuruş; golf oyununda mânia; tehlikeye atmak; cüret göstermek. hazard a guess tahmin etmek
- haze -- hafif sis; belirsizlik; (den.); (A.B.D.)
- head -- (çoğ.) heads) baş; kelle; reis; baş yer; ekin başı; madde; kaynak; zirve; akıl; manşet; konu; madeni paranın resimli yüzü (tura); göbek; bira köpüğü; birikmiş basınç; enerji sağlanan suyun düşme yüksekliği; (coğr.) burun; (den.) seren yakası; (den.); pruva; (A.B.D.); (çoğ.) head) baş: fifty head of cattle elli baş sığır. head and shoulders above çok daha iyi. Heads (I.) win; bir düşmanın kellesinin getirilmesi karşılığında verilen para. head of steam buhar basıncı; (k.dili.) şevk; adamakıllı. head over heels in love sırılsıklam âşık. head shop hipilere tütsü ve renkli afişler gibi eşya satan dükkân. head tone (müz.) kafasesi. Heads up! (A.B.D.); kraliçe. bring to head karar noktasına getirmek; burnu büyümek. hang veya hide one's head utanmak; borca girmemek; boynu vurulmak. make head against güçlükler karşısında ilerlemek. off one's head; yapabileceğinin üstünde; daha yüksek bir makama (baş vurma) put their heads together baş başa verip düşünmek. put something out of one's head unutmak veya unutturmak. rocks veya holes in the head (argo) delilik; baş; başa ait. head sea (den.); başta olmak; lider (başkan; baş koymak; başını kesmek; baş olmak; başa koymak; olgunlaşmak; üstünlük sağlamak; başı çevrili olmak; baş bağlamak
- header -- başlıkçı; cıvata başı yapan makina; (bahç.) biçerdöğer maki nası; bir ucu duvarın dışında kalacak şekilde örülmüş tuğla. take a header baş aşağı düşmek veya dalmak.
- headline -- başlık; başlık koymak; (tiyatro) afişte ismi başta olmak.
- headlong -- başı önde; paldır küldür; önünü ardını düşünmeden; baş kısmı önde; kayıtsız .
- heal -- iyileştirmek; iyileşmek; düzeltmek; defetmek; kapatmak; ıslah olmak. healable iyi olması kabil
- heap -- yığın; (k.dili.) çok miktar; (k.dili.) kalabalık; yığmak; yağdırmak (hediye
- hear -- (heard) işitmek; dinlemek; haber almak; sorguya çekmek
- hearken -- dinlemek
- hearse -- cenaze arabası.
- heart -- yürek; gönül; göğüs; vicdan; merkez; öz; kuvvet; cesaret; verimlilik; kalp şeklinde herhangi bir şey; (iskambil) kupa; (çoğ.) bir iskambil oyunu. heert disease kalp hastalığı. a person after one's own heart gönlüne göre biri; özlemek. from my heart bütün kalbimle; insaflı davranmak; içine işlemek; merak etmek. to one's heart' content doya doya
- hearten -- yüreklendirmek
- hearthstone -- ocak taşı; ocak; zemini beyazlatmak için kullanılan yumuşak bir taş.
- heat -- Isıtmak; kızdırmak; sıcaklık; hiddet; şehvet galeyanı; tav; yarışta koşu nöbeti; (A.B.D); polis tarafından yapılan işkence; baskın. heat conduction ısı nakli
- heathenize -- putperest yapmak veya olmak
- heave -- (d veya hove) büyük bir güçle atmak veya fırlatmak; kaldırmak; yukarı kaldırmak: yükseltmek; kabarmak (deniz); göğüs şişirmek; güçlükle çıkarmak (inilti); kusmak; (den.) ırgatı çevirmek; (jeol.) yatay bir şekilde kabarıp kırılmak. heave a (sig.)h içini çekmek; faça edip durmak. heave up kusup çıkarmak; (den.) vira etmek (demiri); kaldırma; fırlatma.
- heaven -- cennet; gök; (b.h) Allah; saadet
- heavy -- ağır; büyüklüğüne göre ağır; şiddetli; fazla; kabarmış (deniz); çol faal (borsa alışverişi); aşırı; kalın (elbise); ciddi; güç; bulutlu; sıkıcı; sıkıntılı; kederli; zarafetsiz; kaba; hazımı güç (yemek); boğucu (koku); derin (sessizlik); uyku basmış; (fiz.) ağır (izotop); sıkışık (trafik); (tiyatro); dramda baş rol. heavy artillery uzun menzilli toplar. heavyduty dayanıklı; ağır vergiye tabi. heavy earth (kim) baryum oksidi. heavy handed eli ağır; can sıkıcı; ağır sıkletli (boksör) heavy with fruit meyvayla dolu. heavy with young gebe. hang heavy yavaş geçmek (zaman) heavily ağır bir şekilde; şiddetli olarak. heaviness ağırlık; şiddet.
- hebetate -- zihnini körleştirmek
- heckle -- konuşmacının sözünü kesmek; keten tarağı ile taramak; keten ve kendir tarağı. heckler konuşmacıyı zor duruma düşüren kimse; keten tarakçısı.
- hectograph -- jelatinli teksir makinası
- hector -- kabadayı; taciz etmek
- heddle -- dokuma tezgahında gücü takımlanndan biri.
- hedge -- (bahçe; mania; her iki taraf için bahse girişme; olasılı zararlara karşı tedbir; etrafına çalı dikmek; kuşatmak; çevirmek; iki taraf için bahse girişmek; olasılı zararlara karşı telâfi etmek için tedbir almak. hedgerow ekilmiş çalı veya ağaçlardan yapılmış çit. hedge sparrow çit serçesi
- hedgehog -- kirpi
- heed -- dikkat etmek; dikkat; sakınmak.
- heehaw -- eşek anırması; kahkaha atarak kaba bir şekilde gülme; anırmak.
- heel -- (den) bir yana yatmak veya yatırmak (gemi); topuk; ayakkabı ökçesi: çorap topuğu; herhangi bir şeyin geride olan kısmı; (A.B.D); uslanmak. cool ones heels bekletilmek; ökçe takmak; peşine düşmek; dans ederken ökçeyi yere basmak; ökçelerine dayanarak dinlenmek; ayağının dibinden ayrılmamak (köpek) well heeled (k.dili) sarfedecek parası bol
- heeltap -- ayakkabı ökçesini yükseltmek için eklenen deri parçası; kadeh artığı.
- heft -- (A.B.D); büyük kısım; kaldlrmak; kaldırıp ağırlığını denemek. hefty (k.dili) oldukça ağır; kuvvetli; bol.
- heighten -- yükseltmek; artırmak; (çoğ.)altmak; abartmak
- heil -- (ünlem)
- heist -- (A.B.D)
- helicopter -- helikopter.
- heliograph -- (fiz.) güneşin fotoğrafını çekmede kullanılan alet; pırıldak
- helix -- helis
- hell -- he will.
- hellenize -- Yunanlılaştırmak; Yunanca konuşmak; Yunanlılık taslamak.
- hello -- (ünlem) Alo. Merhaba Günaydın Hoş geldiniz. Hoş bulduk. (nad.) Yahu
- helm -- (den.) dümen yekesi; idare. Down with the helm. Rüzgâraltı yöresine getir (gemi) Port your helm. iskeleye dümen kır. take the helm dümen başına geçmek; idareyi eline almak. helmless dümensiz; yekesiz; baskısız
- helmet -- miğfer; spor faaliyetlerinde ve inşaatta giyilen koruyucu başlık; sıcak memleketlere mahsus
- help -- yardım etmek; imdadınaa yetişmek; çare olmak: faydası olmak; rahatlatmak. help one out kurtarmak; yürütmek; yardım; yardımcı; hizmetçi.; (ünlem) imdat !
- helve -- sap; sap takmak.
- hem -- (med; kıvırıp kenarını bastırmak. hem in; (ünlem) (med; tereddüt veya şüphe belirten ses); böyle bir ses çıkarmak; tereddüt ederek konuşmak. hem and haw mırın kırın etmek
- hemorrhage -- (tıb.) kanama. hemorrhagic kanamaya ait.
- hemstitch -- (terz.) kumaşın kenarını ajurla bastırmak; ajur
- hen -- tavuk: dişi kuş; (argo) karı. hen har rier delice doğan
- hence -- buradan; bu sebepten
- henna -- kına fidanı; kına.
- henpeck -- başının etini yemek
- hep -- (argo) açıkgöz; bilgili.
- herald -- haberci; protokol görevlisi; haber vermek; takdim etmek
- herd -- (sonek) çoban; hayvan surüsü; davar sürüsü; avam; ayaktakımı; sürü halinde gitmek; sürüye katılmak; sürü haline koymak. herd instinct sürü içgüdüsü. herdsman çoban.; sürüyü gütmek. herder çoban
- hesitate -- tereddüt etmek; lafını şaşırmak
- heterodyne -- (radyo) gelen sinyali devamlı bir frekansa karıştıran (alıcı tipi)
- hew -- balta ile vurarak kesmek; yontmak; kesmek; zahmetle meydana getirmek. hew to the line kurallara kelimesi kelimesine uymak. hewer odun kesicisi
- hex -- (A.B.D); nazarı değmek.
- hibernate -- kış uykusuna yatmak
- hick -- (k.dili.) taşralı
- hide -- (hid; saklanmak; gizlenmek. hide one; hayvan derisi; (k.dili.) insan derisi; (k.dili.) dayak atmak. (I.) haven't seen hide or hair of him. İzi tozu yok. tan one's hide bir kimseye dayak atmak
- hie -- (d
- hieroglyph -- hiyeroglif; anlaşılmaz ve okunmaz yazı.
- higgle -- sıkı pazarlık etmek
- high -- barometrenin yüksek olduğu bölge; (argo) esrar tesiri altında olma. on high gökte; yüksek; mağrur; yüce; âIâ; (müz.) tiz; kokmuş (et); (coğr.) kutuplara yakın; çok eski; baş; ağır; coşkun; pahalı; şiddetli; asil; (argo) esrarın tesiri altında. high and dry suyun dışında; kimsesiz ve çaresiz kalmış. high and low her yerde; zengin fakir; kabarma saati; doruk. high treason ihanet; öfkelenmek; amirlik taslayarak.
- highball -- (d.y) ileri işareti; (A.B.D) viskili içki; (A.B.D)
- higher -- daha yüksek.higher criticism Kitabı Mukaddes yazılarının tarih
- highjack -- (bak.) hijack.
- highlight -- bir resimde ışıklı ve detaylı kısım: ilgi çekici olay; (k.dili.) (bir olayın) özel bir kısmına dikkati çekmek.
- hijack -- kuvvet zoru ile çalmak; hareket halindeki uçağı veya başka bir taşıtı kendi istediği yöne çevirmek. hijacker uçağı veya başka bir taşıtı kaçıran kimse
- hike -- engebeli arazide uzun yürüyüş yapmak; (etek) toplamak; fiyatı yükseltmek; kaldırmak; uzun ve çetin yürüyüş; yükselme.
- hill -- tepe; yığın; küme; bitkilerin etrafına veya üstüne örtülmuş toprak yığını; tepe veya yığın teşkil etmek
- hillbilly -- (k.dili.) (A.B.D)'nin güney eyaletlerinde orman köylüsü.
- hilt -- kabza; kabza takmak. up to the hilt tamamen
- hinder -- engellemek; arkadaki
- hinge -- menteşe; dayanak noktası; midye gibi hayvanların kabuğunda mafsal; menteşe takmak; dönmek; dayanmak
- hinny -- at ile dişi eşekten hasıl olan katır.
- hint -- ima; ima etmek
- hip -- kuşburnu (güI meyvası); (ünlem) alkışa hazır ol işareti: Hip; (A.B.D); zamana uygun.; (ped; (mim.) dam yanlarının bitişmesinden hâsıl olan dış açı; dama sırt yapmak; (spor) kalça ile vurup düşürmek. hip bath bele kadar gelen banyo kuveti; yarım banyo. hipbone kalça kemiği. hip disease (tıb.) kalça kemiği hastalığı. hip lock güreşte kalça çelmesi
- hippodrome -- at meydanı
- hire -- kira; kiralama; ücretle tutmak; kira ile tutmak
- hiss -- ıslık sesi çıkarmak; Islıklamak; yılan sesi; hiddet ifade eden ıslık gibi ses. hiss one off the stage ıslıklayarak sahneden kovmak. hissing ıslıklama
- hist -- (ünlem) Sus! Dur! Dinle!; (leh.) kaldırmak; (bak.) hoist.; (kıs.) historian
- history -- tarih; tarihi dram; tarih kitabı. family history aile tarihçesi. natural history tabiat bilgisi.
- hit -- vuruş; isabet; başarı; yerinde söz; (argo) iğne ile vücuda zerkedilen esrar. hit or miss gelişigüzel. make a hit (beysbol.) tam vuruş yapmak; (argo) üstün başarı sağlamak.; (hit; hedefe isabet ettirmek; uymak; varmak; isabet etmek; saldırmak; tesir etmek; (A.B.D); (argo) vücuda esrar zerketmek. hit-and-run çarpıp kaçan (şöför) hit below the belt boksta kurallara aykırı davranmak; haksızlık etmek; taklit etmek. hit-or-miss rasgele; sonucunu düşünmeden; aniden yüzükoyun yere yatmak. hit the jackpot (argo) beklenilmedik anda başarı kazanmak. hit the nail on the head taşı gediğine koymak; tam bilmek; tam isabet kaydetmek. hit the sack (argo) yatmak. hit upon rasgele bulmak.
- hitch -- çekiş; ilişme; engel; topallama; bağlantı parçası; (den) volta; (A.B.D); ip ile bağlamak; bağlamak; topallayarak yürümek; çekelemek; (k.dili.) evlenmek; takılmak
- hive -- kovan; kovanda bulunan arı kümesi; arı kovanı gibi halkı çok ve çalışkan olan yer; kovan almak; kovana doldurmak (bal); biriktirmek; kovana girmek; kovanda yaşamak.
- hoar -- kır; eski; ihtiyar; saygıdeğer; eskilik; yaşlılık; kırağı. hoarfrost kırağı.
- hoard -- biriktirilmiş şey; biriktirmek
- hoax -- şaka; hile; aldatmak
- hob -- (cin) play hob with karmakarışık etmek; ocak yanı çıkıntısı; bazı oyunlarda hedef kazığı.
- hobble -- topallamak; bukağı vurmak; topal etmek; topallama; bukağı; müşkülat; ayakbağı
- hobnail -- iri başlı kısa çivi
- hobnob -- (bed; beraberce içip eğlenmek.
- hobo -- (çog hobos veya hoboes) gezici rençper; serseri kimse
- hock -- (A.B.D); rehine koymak. in hock rehinde; (k.dili.) hapiste; borçlu.; at gibi hayvanların içdizi; topal etmek (at); Ren şarabı
- hocus -- aldatmak; sarhoş etmek; içine uyuşturucu madde katmak (içki)
- hocuspocus -- sihirbazın sözleri; göz boyayıcı hareketler; hokkabazlık
- hod -- sırtta tuğla veya harç taşımaya mahsus uzun saplı bir çeşit tekne; sobanın yannıda bulundurulan kömür kovası.
- hoe -- çapa; çapalamak
- hoedown -- (A.B.D); halk müziği.
- hog -- (ged; domuz sırtı gibi kavisli yapmak; atın yelesini kırkmak; (den.) kamburlaşmak (gemi omurgası); büyük domuz; (k.dili) obur ve pis kimse
- hoick -- (k.dili.) aniden manevra yapmak (uçak)
- hoist -- (ed; bir sancağın yüksekliği; ağır yük asansörü. be hoist with veya by one's own petard kendi kazdığı çukura düşmek
- hold -- (held) tutmak; bırakmamak; içine almak; alıkoymak; sahip olmak; devam ettirmek; inanmak; devam etmek; mecbur etmek; yapışmak; dayanmak; sadık olmak: değişmemek; arkası kesilmemek; doğru kalmak; durmak; tutma; tutacak şey veya yer; sığınacak yer; hapishane; nüfuz; (müz.) uzatma işareti. hold a thing over one bir şey ile durmadan tehdit etmek. hold aloof uzak durmak; kendini tutmak; tutunmak; değerini korumak. hold in tutmak; kendini tutmak. hold in esteem saymak; gecikmek. hold on devam etmek; tutup düşürmemek. Hold on ! (k.dili.) Dur! Bekle! hold one's ground durumunu muhafaza etmek; yüzü olmak. hold one's own geri gitmemek; ileri sürmek; tahammül etmek; yetmek; ayak diremek. hold out on one birinden gizlemek. hold over ertelemek; belirli bir süreden fazla devam etmek; tehdit etmek. hold together bir arada tutmak; ayrılmamak; hakikate uygun görünmek; arzetmek; engel olmak; yolunu kesip soymak. hold water su kaldırmak; (k.dili.) geçerli olmak; gemi ambarı; geminin iç tarafı.
- hole -- delik; boşluk; çukur; magara; in gibi yer; hücre; karanlık ve pisyer; kusur; (k.dili.) güç durum; delik açmak; iki maden damarını birleştirmek için dehliz açmak. hole out golfta topu deliğe düşürmek. hole up saklanmak; dünyadan çekilmek. a swimming hole çay veya ırmakta yüzmeye elverişli yer. The money is burning a hole in my pocket. Para batıyor bana. Harcamak istiyorum. crawl into one's hole köşesine çekilmek; utanmak. in a hole müşkül mevkide; para kaybetmiş durumda. make a hole in büyük bir kısmını sarfetmek. pick holes in kusur bulmak
- holiday -- tatil; bayram veya yortu günü. holiday clothes bayramlık elbise. Iegal holiday resmi tatil günü. Roman holiday katılanların zaranna olan eğlence.
- holler -- (A.B.D); bağırış
- hollow -- içi boş; çukur; yankı yapan; yalan; aç. hollow pretense gösteriş; sahtelikle. hollowness boşluk; sahtelik; oyuk yer; dere; oymak; oyulmak.
- holograph -- tamamı imza sahibinin eliyle yazılmış (belge)
- holster -- meşin tabancalık.
- holystone -- Malta taşı; bu taşla temizlemek (gemi güvertesi)
- homage -- biat; tazim
- home -- ev; vatan; bulunulan yer; melce; bazı oyunlarda hedef; eve ait; (ing) içişlerine ait; yüreğe işleyen; oyunlarda hedefe ait; eve doğru; evde; işin iç yüzüne veya insanın vicdanına dokunarak; (den) anayurt üssü; merkez. home consumption dahili istihlâk; yurt içinde tüketilen maddeler. home economics ev bilgisi; (b.h); bu sınıftaki öğrenciler. home rule muhtariyet; memleketinde; alışkın; kabul günü. come home to çok etkilemek; farkına varmak. feel at home kendini rahat hissetmek; rahatınıza bakın.; bir hedefe doğru gitmek; bir hedefe doğru rota tayin etmek (roket; yerleştirmek
- homebrew -- evde yapılan içki.
- homer -- yuvasına dönen güvercin; (beysbol.) tam kale koşusu.; eski Yunan şairi Homer (Omiros)
- homestead -- ev ve müştemilâtı; çiftlik ve müştemilâtı.
- homogenize -- mütecanis hale getirmek; homojenize etmek; dövüp kıvamına getirmek. homogeniza'tion mütecanis hale getirme. homogenizer mütecanis hale getiren şey.
- hone -- ince bilegi taşı; ustura bilemeye mahsus taş; bilemek.
- honest -- dürüst; namuslu; güvenilir. turn an honest penny namusuyla para kazanmak. honestly sahiden; dürüstlükle
- honey -- bal; tatlı şey; sevgili; canım; bal ilâve ederek tatlılaştırmak; tatlı dil kullanmak. honey bread (bot.) keçiboynuzu. honeyed tatlı
- honeycomb -- bal peteği; peteğimsi; petek şekline koymak
- honeymoon -- balayı.
- hong -- Çin'de fabrika veya imalathane.
- honk -- yabani kaz sesi; klakson sesi; kaz sesi; çıkarmak; klakson çalmak.
- honor -- (İng.) -our şeref vermek; kabul edip karşılığını ödemek (bono; (İng.) -our onur; şöhret; şeref kaynağı; imtiyaz; namus; yargıçlara verilen ünvan; derslerinde üstün başarı gösteren üniversite veya kolej öğrencilerine verilen şeref payesi; iskambil oyunlarında en yüksek dört veya beş koz. honor system bazı okullarda kişilere güvenerek onların gözetim altında olmadan kurallara uyup ödevlerini yerine getirmelerini sağlayan yönetim sistemi; dükkanda müşterinin hesabını kasaya para atarak kendi kendine ödeme usulü. honors of war şartlı teslim olan düşmana tanınan hak. bound in honor namus borcu saymakta. code of honor ahlâk kuralları. do honor to şereflen- dirmek; misafir ağırlamak; namusum üzerine. word of honor şeref sözü. Your Honor
- hood -- kukulete; kukuleteye benzeyen herhangi bir sey; A.B.D; şahinin başına geçirilen göz bağı; üniversitelerde rütbe göstermek için pro- fesörlerin cüppelerine takılan başlık şeklindeki parça; (argo) hayta; kukulete giydirmek; gözünü bağlamak. hooded başlıklı. hooded crow leş kargası
- hoodoo -- büyü; (k.dili.) uğursuz kimse veya şey; (k.dili.) uğursuzluk getirmek.
- hoodwink -- gözlerini bağlamak; aldatmak
- hoof -- (çoğ.) hoofs; toynaklı hayvan ayağı; toynaklı hayvan; tekmelemek; (gen.) it ile
- hook -- kanca; kopça; orak; çengel gibi kıvrılmış şey; akarsuyun çengel şeklinde kıvrılan kısmı. hook and eye erkek ve dişi kopça. hookandladder company itfaiye teşkilatı. hook; .; ucu çengelli olta ile balık tutmak; çengel şekline sokmak; tos vurmak; (argo) çalmak; kanca şeklini almak; takılmak; birleştirmek. hook up with (argo) ile ilişki kurmak; ile evlenmek.
- hoop -- çember; çocuklann oyuncak çemberi; eskiden kadınların eteklerinin içine geçirilen çember; çember şeklinde herhangi bir şey; çemberlemek
- hoot -- ötmek (baykuş); yuha çekmek; baykuş sesi; bağırma; yuhalama; (İng.)
- hoover -- (İng.) elektrikli süpürge ile temizlemek. hooves (bak.) hoof.
- hop -- (-ped; şerbetçiotu yetiştirmek veya toplamak.; oynamak; üzerinden atlamak; sıçratmak; (k.dili) binmek; sıçrama; uçak seferi. hop it (İng.)
- hope -- ümit; ümit etmek; ümit vermeyen. hope chest çeyiz sandığı. hoping against hope ümidini kesmeyerek
- hopple -- (bak.) hobble.
- hopscotch -- seksek oyunu.
- hormone -- hormon.
- horn -- boynuz; boynuz şeklindeki herhangi bir sey; (müz.) boru; eyer kaşı; klakson; boynuz koymak; tos vurmak. horn in (argo) bir işe burnunu sokmak.
- hornpipe -- Gal eyaletine özgü klarnete benzer eski bir çalgı; eskiden gemicilere özgü oynak bir dans; bu dansa ait havalar
- horrify -- dehşet vermek; dehşet verici şey.
- horse -- at; aygır; at familyasından hayvan; süvari birliği; kasa (jimnastik); A.B.D; (argo) eroin. horse bean bakla. horse chestnut atkestanesi; orkinos; aksini düşünmek. race horse yarış atı. ride a high horse büyükIük taslamak. straight from the horse' mouth en yetkili ağızdan öğrenilmiş. To horse! Ata bin! horsy ata ait; at yarışlarıyle ilgili; (argo) iri; ata bindirmek; at tedarik etmek; kamçılamak; sırtına binmek; ata binmek; oynamak.
- horsecollar -- hamut.
- horseplay -- eşek şakası; hoyratlık.
- horsewhip -- kamçı; kamçılamak.
- hosanna -- (ünlem); şükretme.
- hose -- (coğ. hose) çorap; eski zamanlarda dar ve kısa pantolon. half hose kısa çorap; (coğ. hoses) hortum; tulumba hortumu; hortumla sulamak veya ıslatmak. hose company itfaiye teşkilatı.
- hospitalize -- hastaneye yatırmak. hospitaliza'tion hastaneye yatırma; A.B.D hastane sigortası.
- host -- kalabalık; (eski) ordu.; bazı Hıristiyan kiliselerinde Aşayı Rabbani ayininde takdis edilen ekmek; evsahibi (erkek); mihmandar; otelci; bir asalağı besleyen hayvan veya bitki; ev sahibi olarak eğlendirmek.
- hostel -- bisiklet turuna çıkan veya yürüyerek seyahat eden gençlerin kaldıkları han; talebe yurdu.
- hostess -- evsahibesi; garson kadın; konsomatris; hostes.
- hot -- (-ter; acı; şiddetli; hiddetli; yüksek gerilimli akım taşıyan (tel); tehlikeli miktarda radyoaktivite ihtiva eden; yakın; yeni; polisçe aranmakta olan; kızışmış; A.B.D; (müz.); abartma. hot dog (k.dili) sosis; her zaman cevap veren imdat te lefonu; dinleyicilerden gelen telefon konuş- malannı ihtiva eden radyo programı. hot pants çok kısa kadın şortu. hot plate portatif soba; sıcak yemek. hot pot (İng.) güveç. hot rod (A.B.D.); sıkıcı durum. hot spring kaplıca. biow hot and cold hem lehinde hem aleyhinde bulunmak. get hot ısınmak; kızmak
- hotfoot -- (k.dili.) aceleyle; birinin ayakkabı tabanı arasında kibrit yakarak yapılan eşek şakası.
- hothouse -- limonluk
- hotpress -- ısıyla işleyen cilalama makinası; bu makina ile cilâlamak.
- hound -- tazı; (fig.) it; tavşan tazı oyununda tazı; müptela kimse; tazı ile ava gitmek; peşini bırakmamak; kışkırtmak
- house -- ev; ev halkı; (kil.) piskoposlar meclisi; tiyatro; hükümet meclisi; (gen.) b.h. hanedan; ticarethane; cemaat; (astr.) göğün on iki kısmından biri; santranç hanesi. house agent (İng.) ev simsarı; kolay yıkılan şey. House of Commons (İng.) Avam Kamarası. house of correction ıslahevi. house of detention tutukevi; herkesi güldürmek; içkili lokantası olan otel. put one's house in order işlerini düzene koymak. shout from the housetops etrafa yaymak. town house şehir evi; bir eve koymak; yerleştirmek; (den.) siper altına almak; evde oturmak
- housemaid -- orta hizmetçisi. housemaid' knee (tıb.) dizkapağı iltihabı.
- housewife -- ev hanımı; (İng.) dikiş kutusu.
- hove -- (bak.) heave.
- hovel -- açık ağıl; harap kulübe mezbele
- hover -- fazla hareket etmeden üzerinde ve etrafında uçmak; etrafında dolaşıp durmak; tereddüt etmek; havada durabilmek için hareket ettirmek (kanat); etrafında dolaşıp durma. hoveringly tereddüt ederek.
- howdy -- (ünlem)
- howl -- ulumak; inlemek; kahkaha atmak; uluma; inleme
- hoyden -- hoiden kaba ve arsız kız
- hubbub -- gürültü.
- huckster -- seyyar satıcı; A.B.D; seyyar satıcılık yapmak; çekişe çekişe pazarlık etmek.
- huddle -- bir araya sıkışmak; birbirine sokulup sarılmak ve çömelmek; acele ile karmakarışık tıkmak (esya) acele ile biraraya toplamak; karışıklık; Amerikan futbolunda oyun arasında oyuncuların baş başa verip konuşması; A.B.D
- huff -- kabadayılık göstermek; bir kimseye öfkelenmek; dama oyununda atlama fırsatını kaybettiğinden hasmının taşını yutmak; darılmak; dargınlık; surat asma; dama oyununda ceza olarak hasmın taşını yutma. huffish öfkelenmis; öf keli.
- hug -- (-ged; bağrına basmak; benimsemek; sarılma; orsa gitmek. bear hug çok sıkı kucaklama (ayı gibi)
- hula -- Hawaii'de kol hareketleriyle yapılan ve bir anlam taşıyan dans.
- hulk -- kullanılmaz hale gelmiş gemi teknesi; çok büyük ve kaba gemi; iri ve hantal kimse veya şey; up ile hantal bir şekilde doğrulmak. hulky
- hull -- geminin tekne kısmı; geminin teknesine gülle isabet ettirmek. hull down (den.) yalnız direk ve yelkenleri görünecek kadar uzakta. hull up (den.) teknesi görünecek kadar yakın.; fındık v.b.'nin dış kabuğu; (bot.) çanak; kabuğunu veya çanağını çıkarmak
- hullabaloo -- gürültü
- hullo -- (bak.) halloo.
- hum -- (ünlem); bu tür bir ünlem; tereddüt ve hoşnutsuzluk ünlemi çıkarmak. Bak. hem.; (-med; arı gibi vızıldamak; dudaklar kapalı olarak şarkı söylemek; mırıldanmak; (k.dili) faaliyette olmak; harıl harıl çalışmak; mırıltı ile söylemek (şarkı); vızıltı; makina gürültüsü; kalabalığın uğultusu. The office was humming Büroda herkes arı gibi çalışıyordu.
- human -- insana ait insani; insan. human affairs toplumsal olaylar. human being insan; insan kurban etme. humanly insanca; insanın güç veya yeteneği dahilinde.
- humanize -- insanlaştırmak; insanileştirmek; insanlaşmak
- humble -- alçak gönüllü; hakir; saygılı; kibrini kırmak; kabahatini itiraf edip af di- lemek
- humbug -- (-ged; yalancı kimse; aldatmak; hile yapmak
- humiliate -- kibrini kırmak
- humor -- (İng.) humour güIünçlük; nüktedanlık; mizah; keyif; mizaç; kapris; (tıb.) salgı; sivilce; suyuk; keyfine tabi olmak; sinirli; şakadan anlama.
- hump -- kambur; tümsek yer; (İng.); kamburlaştırmak; (gen.) oneself ile gayrete gelmek; tümsekli.
- humpback -- kambur; kambur kimse; bir çeşit iri balina.
- humph -- (ünlem); böyle ses çıkarmak.
- hunch -- eğmek; omuzlamak; kambur; iri parça; A.B.D
- hunger -- açlık; kuvvetli istek; acıkmak; hasret çekmek; aç bırakmak. hunger march açlık yürüyüşü. hunger strike açlık grevi.
- hunt -- avlanmak; avlamak; araştırmak; (mak.); av; avcılık; avcılar kulübü; arama; avlak. hunt down yakalayıncaya kadar peşini bırakmamak. hunt up aramak
- hurdle -- yarışlarda kullanılan engel veya çit; engelli yarış; seyyar ağıl; (İng.) dallardarı sepet gibi örülmüş portatif parmaklık veya engel; etrafına parmaklık veya çit çevirmek; yarışta engel atlamak. high hurdles yüksek engel; yüksek engelli 110 metrelik koşu. low hurdles alçak engel; alçak engelli 200 metrelik koşu. hurdler engelli koşuya katılan yarışmacı.
- hurl -- hızla atmak savurmak; hiddetle söylemek; hızla atış
- hurrah -- hurray; bu (ünlem); "Yaşa !" diye bağırmak.
- hurry -- acele etmek; koşmak; acele ettirmek; acele ile göndermek; sıkıştırmak; acele telaş. Hurry up! Acele et! Çabuk ol! Haydi! in a hurry acele ile
- hurt -- (hurt) yara; acı; incitmek; rencide etmek; zarar vermek; acımak; incitici; inciterek. hurtfulness zarar; inciticilik.
- hurtle -- çarpmak; hızla atılmak veya fırlamak; hızla fırlatmak.
- husband -- koca; idare etmek; idareli kullanmak.
- hush -- derin sessizlik; susmak; susturmak
- hushaby -- (ünlem) Uyu yavrum! Haydi uyu !
- husk -- mısır başağının dış yaprakları; herhangi bir şeyin işe yaramayan dış kısmı; dış kabuğunu soyup çıkarmak. husking husking bee A.B.D mısır soymak için çiftlik ambarında düzenlenen ziyafet.
- hustle -- kalabalıkta itişmek; itip kakmak; acele ettirmek veya etmek; eline çabuk olmak; (A.B.D.); (argo) fahişelik yapmak; itişip kakışma; (k.dili) hummalı faaliyet. hustle up (A.B.D.); kalpazan kimse; fahişe.
- hut -- kulübe; asker barakası.
- hutch -- tavşan kafesi; büfe üstüne konulan tabak çanak dolabı; dolap; kulübecik; (mad.) kömür vagonu; çukur tepsi; hamur tahtası; ambara yığmak.
- huzza -- (ünlem)
- hydrate -- hidrat; su ile karıştırarak bileşik meydana getirmek.
- hydroplane -- deniz uçağı
- hymn -- ilahi; ilahi okumak
- hype -- (argo) zerkedilen esrar; şırınga; satışı teşvik eden ilan veya teklif; dikkat çekici hareketler; üzerine dikkat çekilen kimse veya şey; aldatmak. hype up uyarmak; heyecanlandırmak.
- hypertrophy -- (tıb.) bir organın anormal irileşmesi. hypertroph'ic fazla irileşmeye ait.
- hyphen -- iki kelimeyi veya bir kelimenin kısımlarını ayıran kısa çizgi; A.B.D hem doğduğu memlekete hem de A.B.D'ne bağlı olan.
- hypothecate -- borca karşılık rehin olarak vermek
- hypothesize -- nazariye kurmak
- ice -- buz; dondurma; meyvalı dondurma; buza benzer şey; pasta üstü için krema; (argo) pırlanta; dondurmak; içine buz koymak; pasta üzerine şekerli krema sürmek; (A.B.D.); deniz buzulu. ice hockey buz hokeyi. ice ma- chine buz yapma makinası. ice pack kutup denizlerinde küme halinde bulunan iri buz parçaları; buz torbası. ice pick buz kıracağı. ice plant buzhane; buz otu; ilk defa bir işe girişmek. camphor ice kâfurla yapılmış merhem. cut no ice (A.B.D.); sonucu lehte olacağı şüphesiz. on thin ice çok nazik veya müşkül bir durumda. iced buzlu; üzerine krema sürülmüş (pasta
- idealize -- idealleştirmek idealiza'tion idealleştirme.
- identify -- teşhis etmek; aynı olduğunu ispat etmek; bir tutmak; hüviyet identification card kimlik kartı
- idle -- işsiz; işlemeyen; boş; boş gezmek; vaktini boşa harcamak; (motor) boşta çalışmak idle mo ments boş zamanlar idle pulley; boşa dönen kasnak idly tembelce; (motor) boşta .
- idolize -- aşırı derecede sevmek; putlaştlrmak.
- ignite -- tutuşturmak; tutuşmak
- ignoble -- alçak; şerefsiz; kalitesiz
- ignore -- önem vermemek; (huk.) delil yetersizliğinden kabul etmemek
- illegitimate -- gayri meşru; kanuna aykrı; makul olmayan
- illuminate -- aydınlatmak; kandillerle donatmak; kitap veya yazıyı renkli resim ve harflerle süslemek; fikirlerini geliştirmek; anlatmak; illumina'tion tenvirat; kitapta tezhip; kitap veya el yazısını renkli ve yaldızlı resim ve harflerle süsleyen kimse
- illumine -- aydınlatmak; zihnini açmak
- illustrate -- tanmlamak; anlatmak; resim ile süslemek. illustrator tasvir eden kimse veya şey; kitap veya dergilere resim yapan kimse.
- image -- şekil; sanem; fikir; timsal; (bir kimse hakkında) toplumun kanaati; (fiz.) Işınların etkisi veya mercek vasıtasıyle meydana gelen şekil; tasvirini yapmak; yansıtmak; hayal etmek
- imagine -- hayal etmek; zannetmek; kavramak
- imbecile -- budala
- imbed -- (bak.) embed.
- imbibe -- içine çekmek; içmek; öğrenmek
- imbricate -- kiremit gibi bir biri üzerine bindirmek veya binmek.
- imbrue -- sırılsklam yapmak (kan ile)
- imbrute -- hayvanlaştırmak
- imbue -- massettirmek; doldurmak; iyice ıslatmak; emdirmek; boyamak
- imitate -- taklit etmek; bir kimseyi örnek tutmak. imitative taklit kabilin(den.) imitatively taklit yoluyla.
- immerse -- daldırmak
- immigrate -- göç etmek
- immobilize -- yerinde durdurmak; (tıb.) sargı ile tespit etmek; (tic.) tedavülde olan paranın değerini muhafaza için bir kısmını tedavülden çekmek; askeri kuvveti savaşamaz hale getirmek. immobiliza'tion tespit etme
- immolate -- kurban etmek kesmek
- immortalize -- ebedileştirmek; ebedi şöhrete nail etmek
- immune -- bağışık; bulaşlcı bir hastalığa karşı baglşıklığı olan kimse.
- immunize -- muaf olmak; aşı.
- immure -- etrafına duvar çekmek; üstüne duvar örmek; hapsetmek.
- imp -- küçük şeytan; afacan çocuk; bir kuşun uçuş gücünü artırmak için kanat veya kuyruğuna tüy eklemek; (mec.) kuvvetlendirmek.; (kıs.) imperative; (kıs.) Imperator.
- impact -- vurma; vuruşma; etki; sıkıştlrmak; (tıb.) inkıbaz
- impair -- bozmak; eksiltmek
- impale -- kazıklamak kazığa sokarak öldürmek.
- impanel -- empanel (-ed; bu listedeki isimlerden jüri heyetini seçmek.
- impark -- koru haline getirmek; park içine almak.
- impart -- bildirmek; vermek
- impassion -- hırslandlrmak; heyecanlandlrmak. impassioned ateşli
- impaste -- yoğurmak; macunla kaplamak; güz. san . koyu renk boya vurmak.
- impasto -- (güz. san.) koyu boya tabakası; koyu boya vurma usulü.
- impawn -- rehine koymak.
- impeach -- devlet memurunu mahkemeye sevketmek; suçlamak; suçlama
- impede -- engellemek
- impediment -- engel; (huk.) evlenmeye mani sebep; pelteklik. impedimen'tal engel kabilinden
- impel -- (-led; saik; tulumba pervanesi.
- impend -- tehdit etmek; vukuu yakın olmak; sarkmak
- imperfect -- eksik; bitmemiş; (huk.) tamam olmayan; uygulanamaz; (gram.) bitmemiş bir eylem gösteren (fiil); (gram.) bunu belirten zaman veya fiil. imperfectly eksik olarak
- imperil -- (-ed
- impersonate -- taklit etmek; temsil etmek; kişilik kazandırmak. impersonation taklit etme; şahıslandırma. impersonator temsil veya taklit eden kimse
- impetrate -- yalvararak elde etmek.
- impinge -- vurmak (ses ışık); sınırı aşmak
- implant -- dikmek; aklına sokmak; (tıb.) tedavi amaclyle vücudun içine sert madde koymak; bu maksatla yerleşirilen madde. implanta'tion dikme
- implead -- (huk.) aleyhinde dava açmak.
- impledge -- rehine koymak.
- implement -- tamamlamak; yerine getir mek (taahhüt; infaz etmek; alet
- implicate -- karıştırmak; ima etmek dokundurmak; birbirine sarmak dolaştırmak. im'plica'tive imalı; karıştırma; dolaşık olma.
- implode -- şiddetle içeriye doğru çökmek.
- implore -- niyaz etmek
- imply -- zımnen delâlet etmek; demek
- import -- ithal malı; anlam; önem; ithal etmek; belirtmek; etkilemek; önemi olmak; sokmak; ithalâtçılık. impor'ter ithalâtçı.
- importunate -- zorla isteyen
- importune -- ısrarla istemek
- impose -- üzerine koymak; zorla yüklemek; hile ile kabul ettirmek; (matb.) dizilmiş sayfaları baslıacak sekilde sıraya koymak; etkilemek; kabul ettirmek; zorla kabul ettirmek za'fından istifade etmek; aldatmak.
- impound -- ağıla kapamak; tevkif etmek; havuza su doldurmak.
- impoverish -- fakirleştirmek; kuvvetini kesmek mumbit toprağı kuvvetten düşürmek. impoverishment fakirleşme; kuvvetten düşme.
- imprecate -- lanet okumak
- impregnate -- gebe bırakmak; işba haline getirmek; zihni doldurmak; gebe; meşbu
- impress -- zorla askere almak; istimlak etmek; zorla alma; istimlak impressment zorla alma; istimlak.; etkileme; damga; etkilemek; damga basmak. impressible etkilenebilir.
- imprest -- devlet hazinesinden verilen avans
- imprint -- baskı; damga; etki; bir kitabın başında bulunan yaymevinin ve baslmevinin adları ile yayın tarihi.; damga veya mühür basmak; etkilemek
- imprison -- hapsetmek; mahpusluk
- improper -- uygunsuz; yakışık almayan; yakışıksız
- improve -- değerini artırmak; ıslah etmek; iyiye kullanmak; ıslah olmak; artmak; bir şeyi ıslah etmek için yapılan veya ilave olunan şey. improver ıslah eden kimse
- improvise -- irticalen; o anda uydurmak; birdenbire çaresini bulmak. improvisa'tion irticalen şiir söyleme veya çalgı; irticalen söylenmiş şiir veya çalınan müzik parçası; o anda uydurma. im'proviser; anında uyduran ve çare bulan kimse.
- impugn -- yalancı çıkarmak
- impulse -- itici kuvvet; tesir ani his; (mak.) çok kısa zamanda tesirini gösteren büyük kuvvet. buy on impulse düşünmeden satın almak.
- impure -- kirli; karışık; iffetsiz; saf olmayan (lisan)
- impute -- isnat etmek; vermek.
- in -- etkili tarafın üyesi; (k.dili.) istenilen du- ruma erişme vasıtası. ins and outs bir işin bütün ayrıntılarlı girdisi çıktısı; bir yerin bü- tün köşeleri.; dahili; kazanmış; elinde; içeri doğru yönelen. in and out kah içerde kah dışanda. in-and-out (mak.) bir içeri bir dışan hareket e(den.); içeride; evde; vazife ba- şında; mevsimi gelmiş be in with ortağı ol- (mak.); arkadaşı olmak. have it in for (k.dili.) kin beslemek We are in for a fight şimdi çattık belaya ! muhakkak kavga çıkacak.; (edat.) içinde; giymiş; (belirli bir renk; düzenlenmiş; ile meşgul; amacıyle; vasıtasıyla; göre; bakımından; tesirinde; esnasında; (A.B.D.) zamam dolmadan önce; halinde; üzere; güçlük içinde
- inanimate -- cansız; donuk
- inarch -- çin usulüyle aşılamak
- inaugurate -- resmen işe başlatmak; başlamak (işe); açılış töreni yapmak. inaugura'tion resmen işe başlama; bir kimsenin göreve başlaması münasebetiyle yapılan tören
- inboard -- (den.) geminin içindeki; geminin içinde; geminin içine. inboard motor teknede sabit motor.
- inbound -- (den.) limana giren
- incage -- encage kafese kapamak.
- incandesce -- ısı etkisiyle beyazlaşmak; bir madeni akkor haline getirinceye kadar kzdırmak.
- incapacitate -- kudretsiz hale getirmek; (huk.) ehliyetini elinden almak. incapacita'tion ehliyetsizlik
- incapsulate -- kapsül içine kapamak
- incarcerate -- hapsetmek; hapsedilmiş. incarcera'tion hapsetme
- incarnadine -- ten renginde; kan kırmızısı; kızıla boyamak.
- incarnate -- vücut bulmuş; ten renginde; vücut kazandırmak
- incase -- sandık veya kutu içine koymak
- incense -- kızdırmak; tütsülemek; günlük; herhangi güzel bir koku.
- incest -- akraba ile zina
- inch -- pus; barometredeki civayı bir pus yükseltecek hava basmcı; toprağa düşen yağmurun yükseklik ölçümü; yavaş yavaş hareket etmek veya ettirmek. inch along yavaş yavaş hareket etmek. by inches ağır ağır
- inchoate -- yeni başlamış
- inchworm -- yeri ölçer gibi yürüyen bir çeşit tırtıl.
- incinerate -- yakıp kületmek. incinerator yakıp kül haline getiren makine veya alet. incinera'tion yakıp kületme.
- incise -- hakketmek; yarmak
- incite -- teşvik etmek
- inclasp -- (bak.) enclasp.
- incline -- eğri yüzey; yokuş; eğilme.; eğmek; eğilmek; meyletmek; sapmak
- inclose -- inclosure (bak.) enclose
- include -- işine almak
- incommode -- rahatsız etmek
- inconvenience -- zahmet; uygunsuzluk; rahatsız etmek
- incorporate -- anonim şirket haline getirmek; birleştirmek; içine almak; anonim şirket olan.
- incrassate -- koyulaşmak; (bot.) şişmiş
- increase -- büyüme; ürün; kâr; hasllât; döl. on the increase gittikçe artmakta.; artmak; gelişmek; verimli olmak; arttırmak
- increment -- artma; azar azar artma; fazlalık; (mat.) nicelik farkı. unearned increment (ikt.) bir servet veya bir değerin emeksiz olarak artması.
- incriminate -- suçlamak
- incrust -- (bak.) encrust.
- incubate -- kuluçkaya yatırarak veya suni araçlarla civciv çıkarmak; (mec.) kafasında (plan) kurmak; (tıb.) bir hastalığın bedene girmesiyle belirtisinin meydana çıkması arasındaki zaman boyunca gelişmek (mikroplar)
- inculcate -- talim etmek
- inculpate -- suçlamak
- incumber -- (bak.) encumber.
- incur -- (-red; girmek
- incurve -- (beysbol.) havada atıcıya doğru yönelen ve eğik olarak giden top atışı.
- indemnify -- zararını ödemek; zarar görmeyeceğine dair peşinen kefil olmak. indemnifica'tion tazminat.
- indent -- bere; çentmek; basmak; bere yapmak.; içeriden başlamak; diş diş kesmek; kenarını oymak; ambardan erzak verilmesini resmen emretmek; ısmarlamak; senet ile birini uşaklığa vermek; diş diş olmak; diş; uşaklık senedi; ısmarlama.
- indenture -- sözleşme kâğıdı; kontrat veya senetle bağlamak.
- index -- (çoğ.)- ex.es; katalog; gösterge; delil; (mat.) üs; işaret parmağı; b.h.; indeks yapmak; işaret etmek. index finger işaret parmağı. index number istatistikte indeks sayı
- indicate -- işaret etmek; (tıb.) hastadaki belirtileriyle; kısaca tanımlamak. indicated horse power bir makinanın belirtilmiş olan beygir gücü.
- indict -- suçlamak; sorguya çekmek. indictable suçlanabilir.
- indirect -- dolaşık; hile türünden; dolaylslyla olan; doğrudan doğruya olmayan
- indispose -- hevesini kırmak; rahatsız etmek; rağbetini azaltmak. indisposed rahatsız; isteksiz.
- individualize -- ferdiyet vermek; ayrı tutmak. individualization ferdileştirme
- individuate -- ayırt etmek; fert yapmak. individuation fert yapma; fert olma; fertlik.
- indoctrinate -- herhangi bir düşünce sisteminin esaslarını öğretmek; telkin etmek
- indorse -- (bak.) endorse.
- induce -- ikna etmek; sevketmek; sebep olmak; (fiz.) elektrik akımı meydana getirmek; (man.) tüme varmak. inducible ikna edilir
- induct -- (A.B.D.) resmen askere almak; vazifeye geçirmek
- indue -- (bak.) endue.
- indulge -- iptila göstermek; teslimiyet göstermek; kendini vermek; müsamaha etmek
- indulgence -- iptila; müsamaha; (Kat.) pişmanlık hâsıl olunca kilise tarafından günah cezasından bir kısmının affolunması; (tic.)
- indurate -- katılaştırmak; duygusuzlaştırmak; dayanıklı kılmak; katı; duygusuz.
- industrialize -- sanayileştirmek.
- indwell -- .(indwelt) iskan etmek; nüfuz etmek.
- inebriate -- sarhoş etmek; sarhoş; sarhoş kimse. inebria'tion sarhoş ol- ma. inebri'ety sarhoşluk
- inert -- süreduran; ağır; tembel; (kim.) tesirsiz. inertly süredurum halinde. inertness süredurum.
- infant -- bebek; (huk.) reşit olmayan kimse; küçük.
- infatuate -- aklını çelmek
- infect -- bulaştırmak; bozmak; (huk.) ifsat etmek; herhangi bir hissi sirayet ettirmek. infection bulaşma
- infer -- (-red; göstermek; netice çıkarmak.
- infest -- zarar verecek kadar bir yerde çok olmak; (bit
- infield -- (beysbol.) dört esas hat dahilindeki saha; çiftlik evine yakın tarla. infielder (beysbol.) iç sahada oynayan oyuncu.
- infiltrate -- süzülmek; süzmek; (ask.) nüfuz etmek
- infirm -- zayıf; sebatsız metanetsiz. infirmity zayıflık; hastalık; sakatlık; ahlak bozukluğu. infirmness zayıflık
- infix -- bir şeyin içine tutturmak; sağlamca yerleştirmek.; (gram.) asıl kelimenin ortasına konan ek.
- inflame -- alevlendirmek; öfkelendirmek; (tıb.) iltihaplandırmak; alevlenmek
- inflate -- hava ile şişirmek; gururlandırmak; piyasaya çok sayıda kâğıt para çıkarmak. inflatable şişirilebilir. inflated şişmiş; enflasyon haline getirilmiş. inflation enflasyon; şişkinlik. inflationist enflasyon usulü taraftarı.
- inflect -- ses tonunu değiştirmek; eğmek; (gram.) tasrif etmek
- inflict -- vermek (ağn
- inflow -- içeriye akış. inflow pipe içeri akıtma borusu
- influence -- nüfuz; sözü geçen kimse; (slang) piston; tesir etmek; müessir olmak. undue influence (huk.) gereksiz tesir. under the influence (k.dili) sarhoş.
- infold -- (bak.) enfold.
- inform -- bilgi vermek; şekil vermek; fikrini açmak; against veya on ile ihbar etmek.
- infringe -- bozmak; tecavüz etmek; sakatlama; bir hakkın ihlâli.
- infuriate -- çıldırtmak
- infuse -- aşılamak; telkin etmek; içine dökmek veya akıtmak; demlendirmek (çay) infusive tesir edici; ilham veren; demlendirici.
- ingeminate -- tekrarlamak.
- ingest -- midesine indirmek (yemek)
- ingot -- külçe.
- ingrain -- kökleştirmek; ham iken boyamak; kökleşmiş; ham iken boyanmış. ingrain carpet dokunmadan boyanmış halı. ingrained kökleşmiş
- ingratiate -- sevdirmek; sevgisini kazanmak. ingratiate oneself with a person yağcılık yaparcasına birisine sokulmak.
- ingress -- girme; girilecek yer; (astr.) güneş tutulduğu zaman ayın arz gölgesi içine girmesi
- ingroup -- (sosyol.) üyelerinin karşılıklı bir dayanışma içinde olduğu herhangi bir grup.
- ingulf -- (bak.) engulf.
- ingurgitate -- oburcasına yutmak.
- inhabit -- sakin olmak
- inhale -- solukla içeriye çekmek; içmek; sigara dumanını içine çekmek. inhaler solukla içeriye çeken kimse; solukla içeri çekmeye mahsus ilaçları veren alet.
- inhere -- bir şeye bağlı olmak
- inherit -- miras almak; varis olmak. inheritor varis.
- inhibit -- tutmak
- inhume -- gömmek
- initial -- (-ed; kelimenin ilk harfi; kıta başındaki büyük harf; kısa imza atmak. Initial Teachlng Alphabet okumayı öğrenmek için İngilizce bir fonetik alfabe. initially başlangıçta
- initiate -- başlatmak; alıştırmak; üyeliğe kabul etmek; üyeliğe yeni kabul edilmiş kimse; bir grubun sırlarını ve adetlerini bilen kimse.
- inject -- içeri atmak; sokuşturmak; şırınga etmek; (mak.) enjektor.
- injure -- incitmek; bozmak; rencide etmek
- injury -- zarar; eza; haksızlık; yara.
- ink -- mürekkep; mürekkepbalığının çıkardığı siyah sıvı; üstüne mürekkep sürmek; mürekkep bulaştırmak. ink bag mü- rekkepbalığının mürekkep torbası. ink horn boynuzdan yapılan eski biçim mürekkep hokkası. ink in kurşun kalemle çizilmiş veya yazılmış şeyleri mürekkeplemek. ink pad ıstampa. ink up mürekkeple koyulaştırmak. inkwell okul sıralarındaki mürekkep hokkası. indelible ink solmaz veya çıkmaz mürekkep. invisible ink gözle görülmeyen ancak ısı veya kimyasal yöntemlerle belli olan mürekkep. printers ink matbaa mürekkebi. solid ink kalıp şeklinde kuru mürekkep.
- inlaw -- (k.dili.) evlilik vasıtası ile yakın akraba.
- inlay -- (inlaid) içine kakmak; bir resim veya sayfayı kağıt veya mukavvadan çerçeve içine koymak.; kakma işi; disçi. dolgu.
- inlet -- koy; giriş; kakılmış parça veya şey.
- inn -- han; Londra'da bazı binaların isimlerinde talebe yurdu manasına gelir. innkeeper hancı; bu cemiyetlere ait binalar.
- innate -- tabii
- innovate -- yenilik çıkarmak; icat. in'novator yenilik çıkaran kimse.
- innuendo -- ima; imleme; (huk.) hakaret davasında açıklama.
- inoculate -- aşılamak; ağaç aşılamak; (mec.) aşılamak (fikir) inoculable aşılanabilir. inoculation aşı; aşılama.
- inosculate -- dalları bir araya gelip bitişmek (bedendeki damarlar); bir araya getirip bitiştirmek. inoscula'tion bir araya gelip birleşme.
- inquire -- sormak; aramak; soruşturmak
- inquisition -- soruşturma; sorgu; b.h. Engizisyon mahkemesi. inquisitional Engizisyon veya soruşturma ile ilgili.
- inroad -- (gen.) (çoğ.) akın
- inrush -- içeriye hücum
- inscribe -- yazmak; taşa veya tunca yazıt yazmak; ithaf etmek; (geom.) bir şekil içine dahilen temas etmek üzere bir şekil çizmek.
- inseminate -- döllemek; fikrine sokmak
- insensate -- hissiz; insafsız; cansız.
- insert -- ortaya eklenen şey; kitap ortasına eklenen sayfalar; bir mecmua veya gazete arasına konulan ilâve.; sokmak
- inset -- bir şeyin ortasına konulan parça; ilâve; (coğr.) met.; (inset
- insist -- ısrar etmek
- insnare -- (bak.) ensnare.
- insolate -- güneşe maruz bırakmak; güneşe serip kurutma; (tıb.) güneş çarpması; (tıb.) hastaya güneş banyosu yaptırma.
- insoul -- (bak.) ensoul.
- inspan -- .(-ned
- inspect -- teftiş etmek
- inspire -- ilham etmek; telkin etmek; içine çekmek (nefes)
- inspirit -- canlandırmak
- inspissate -- koyultmak
- install -- yerine koymak; tesisat yapmak; makamına getirmek (memur); askeri üs; fabrika.
- instance -- örnek; kere; misal getirmek; örnek ile göstermek.
- instar -- (-red; yıldız gibi yapmak.; (biyol.) iki deri dökme zamanı arasında meydana gelen değişim safhasındaki böcek; bu safha.
- instate -- bir yere yerleştirmek
- instigate -- kışkırtmak
- instill -- yavaş yavaş öğretmek veya aşılamak; damla damla içine akıtmak. instilla'tion fikir aşılama.
- instinct -- insiyak; istidat. instinctive içgüdüye ait; (gen.) "with" ile dolu (can
- institute -- kurmak; (kil.) atamak.; kuruluş; enstitü; bilimsel kurum; konferans serisi. institutes (huk.)uk el kitabı.
- instruct -- okutmak; talimat vermek; asistan; okutman.
- instrument -- alet; vasıta; enstrüman; belge; belgit; (huk.) senet yazmak. instrument panel kontrol tablosu. on instruments aletler vasıtasıyle uçak idare edilerek. percussion instrument davul ve zil gibi vurularak çalınan müzik aleti. string instrument telli müzik aleti
- insufflate -- üzerine üflemek; içine üflemek
- insulate -- tecrit etmek; ayırmak. insulating tape (elek.) izole bant. insula'tion tecrit
- insult -- hakaret; (tıb.) yara.; tahkir etmek
- insure -- sigorta etmek; emniyet altına almak; sigorta olmak; temin etmek. insurable sigorta edilebilir. insured sigortalı.
- intaglio -- hakkedilmiş oyma iş; oyma; oyma işi yapmak (özellikle kıymetli taş üstüne)
- integrate -- tamamlamak; bütünleme hesabı yapmak. integrated circuit (elek.) ufak bir silikon parçasında çok kısımlı elektronik devre. integra'tion yekpare veya tamam kılma; (mat.) kökenlerinden fonksiyonu bulma; (A.B.D.) bütün ırkları aynı sosyal gruplarda birleştirme.
- intellectualize -- âlimce ifade etmek; düşünmek.
- intemperate -- taşkın; sert; şiddetli (söz); ayyaş
- intend -- zihninde kurmak; kasdetmek
- intensify -- şiddetini artırmak; (foto.) resmin daha belirli çıkması için negatifi kuvvetlendirmek. intensifica'tion kuvvetlendirme.
- intention -- maksat; mana; kasıt; (çoğ.) evlenme niyeti; (tıb.) yaranın kapanma tarzı. intentional maksatlı
- inter -- (red; (önek) arasında; birbiriyle.
- interact -- birbirini etkilemek. interaction birbirine tesir etme. interactive birbirini etkileyen .
- interbreed -- (bred) çeşitli hayvan veya bitkileri karıştırarak üretmek.
- intercalate -- araya sokmak; takvime gün veya ay ilave etmek .
- intercede -- araya girmek
- intercept -- durdurmak; yolda iken tutmak; avcı uçağı.
- interchange -- değiştirmek; mübadele; mukabele; vasıtaların trafiği aksatmadan giriş veya dönüş yapabildiği ve bir hız yoluyla diğer bir yolun kesiştiği kavşak.
- intercommunicate -- birbiri ile konuşmak veya muhabere etmek
- interconnect -- birbirine bağlamak. interconnection birbirine bağlı olma; bağ.
- intercourse -- görüşme; cinsi münasebet.
- interdict -- yasak; (Kat.) bir kimseyi kilise veya ibadet ayinlerinden menetme .; menetmek; (Kat.) kilise ayinlerinden menetmek. interdiction yasak. interdictory
- interest -- alaka; merak uyandırma; hisse; menfaat; kar; faiz; (çoğ.) iktisadi hayatta hakim grup. in the interest of menfaatine; hakları tanınmış iktisadi müesseseler.; alakadar etmek; merakını uyandırmak; hissedar etmek; bir şeyde hakkı olan; menfaat gözeten. interested in a thing bir şeye meraklı .
- interface -- iki cisim arasındaki ortak yüzey
- interfere -- karışmak; çatışmak; dokunmak; (fiz.) birbiri üzerine tesir etmek; mâni olmak; bazı oyunlarda karşı tarafın yolunu kesmek .
- interfold -- birbiriyle katlamak.
- interfuse -- karıştırmak; her tarafı dolmak; karışmak .
- intergrade -- yavaş yavaş birbirine karışmak .
- interject -- içine atmak
- interlace -- ağ gibi örmek; karıştırmak.
- interlard -- içine karıştırmak; (konuşmayı) süslü sözlerle doldurmak .
- interleaf -- (çoğ.) leaves) bir kitabın arasına konan boş sayfa.
- interleave -- kitabın sayfaları arasına boş yapraklar ilâve etmek.
- interline -- yazının satırları arasına başka yazı yazmak; kumaş ile iç astarı arasına orta astarı koymak. interlining orta astarı.
- interlink -- halkalarla birbirine bağlamak .
- interlock -- birbirine bağlamak; (mak.) birlikte işlemeleri için manivelaları birbirine bağlamak. interlocking directorates idare heyetleri ekseriyetle aynı üyelerden meydana geldiğinden birlikte çalışan şirketler.
- interlope -- başkasının işine karışmak
- interlude -- arada olan olay; (tiyatro) ara piyesi; (müz.) ara faslı.
- intermarry -- değisik milletten birisi ile evlenmek; aileler arasında kız alıp vermek .
- intermeddle -- karışmak
- intermediate -- ortadaki; orta seviyede bulunan şey; orta boy araba; meyancı; (kim.) ara mamulü. intermediately ara yerde bulunarak; vasıta olarak .
- intermingle -- birbirine karıştırmak veya karışmak.
- intermit -- (ted
- intermix -- birbirine karıştırmak veya karışmak.
- intern -- enterne etmek; (bir gemiyi bir limanda) hapsetmek; harp zamanında kapamak; stajını yapan tıp öğrencisi; staj yapan kimse.
- internationalize -- milletlerarası kontrola sokmak
- interne -- (bak.) intern.
- interosculate -- (biyol.) bir birine bağlanmak; birbirinin arasına girmek .
- interpellate -- gensoru açmak. interpellation gensoru.
- interpenetrate -- tamamen içine girmek; birbirinin içine nüfuz etmek. interpenetra'tion tam olarak nüfuz etme.
- interplay -- karşılıklı etkileme; karşılıklı etkilemek.
- interplead -- (huk.) üçüncü bir şahsın (huk.)ukunu tespit veya tayin maksadıyle mahkemede birbiri ile davalaşmak. interpleader (huk.) bir borçlunun kendisinden alacak iddia eden iki kişiden hakiki hak sahibi olanın tespiti için bunlar arasında açılmasını istediği dava.
- interpolate -- yazıya kelime veya ibare ilave ederek asıl metni değiştirmek; iki şey arasına başka bir şeyi sokmak; (mat.) ara değeri bulmak. interpola'tion ara değeri bulma; metne ilave.
- interpose -- iki şeyin arasına koymak; araya girmek
- interpret -- manasını izah etmek; tercüme etmek; tefsiri mümkün. interpreta'tion yorum
- interrupt -- kesmek; intizamını bozmak; birinin sözünü kesmek
- intersect -- kesişmek; katetmek
- interspace -- ara vermek; ara
- intersperse -- arasına serpmek
- intertwine -- birbirine örmek veya sarmak; örülmek
- intervene -- karışmak; arada bulunmak; diğer olaylar arasında meydana gelmek; aracılık yapmak; (huk.) nüfuzunu kullanmak; müdahale
- interview -- röportaj yapmak; görüşme
- intervolve -- birbirine sarmak; birbirine dolaşmak .
- interweave -- (wove; birbirine karıştırmak.
- interwind -- (wound) birbirine sarmak
- inthrall -- (bak.) enthrall.
- inthrone -- (bak.) enthrone.
- intimate -- ima etmek; çok yakın dostluk ve ilişkiye ait; deruni; mahrem; yakından; teklifsiz dost; candan arkadaş. be intimate with ile samimi olmak; kanun dışı cinsi münasebeti olmak. intimacy mahremiyet
- intimidate -- gözünü korkutmak
- intomb -- (bak.) entomb.
- intonate -- monoton bir makamla okumak; (dilb.) seslenmek .
- intone -- monoton bir makamla okumak; belirli bir ses vermek.
- intoxicate -- sarhoş etmek; sevinçten çılgın hale sokmak; (tıb.) zehirlemek. intoxica'tion sarhoşluk; (tıb.) zehirlenme.
- intrench -- (bak.) entrench.
- intricate -- karışık; girintili çıkıntılı. intricacy
- intrigue -- entrika; el altından görülen iş; gizli aşk macerası; merak uyandırabilme kabiliyeti; hikâyeyi ilginç bir duruma sokan karışık olaylar.; merakını uyandırmak; şaşırtmak; el altından iş görmek; gizlice sevişmek. intriguingly merakını uyandırarak .
- intro -- (önek) içe doğru.
- introduce -- takdim etmek; ortaya çıkarmak; tanıtmak; yeni bir bilgi getirmek; öğretmek; içine sokmak; öne sürmek; başlamak
- introspect -- kendi düşünce veya hislerini tahlil etmek. introspection kendi düşünce ve hislerini tetkik ve tahlil etme
- introvert -- içedönük kimse; (biyol.) kendi içine çevrilen uzuv; içeriye doğru çevirmek veya eğmek; düşüncelerini kendi üzerine çevirmek; (zool.) bir uzvu kendi içine çevirmek (salyangoz gözü gibi) introver'sion içeriye doğru dönme veya çevrilme.
- intrude -- zorla içeriye sokmak; istenilmeyen bir yere müsaadesiz ve davetsiz girmek; (jeol.) tabakalar arasına sokmak (volkanik kaya) .
- intrust -- (bak.) entrust.
- intubate -- (tıb.) boğaz gibi bir nefes alma organının içine boru sokmak (difteride) intubation boru sokma ameliyesi.
- intwine -- (bak.) entwine.
- intwist -- (bak.) entwist.
- inundate -- su ile kaplamak; çok fazla miktarda mevcut olmak; garketmek. inunda'tion sel; çok fazla miktarda olma.
- inure -- dayanmaya alıştırmak
- inurn -- yakılmış ceset külünü muhafaza içine koymak; gömmek.
- invade -- saldırmak; tecavüz etmek; istila etmek; ihlâl etmek .
- invaginate -- içine koymak
- invalid -- geçersiz; hasta zayıf; hastaya mahsus; hasta kimse; sakat kimse; çürüğe çıkarmak; malul kılmak; hasta olmak; (ing.) hasta sayarak memleketine göndermek. invalidism hastalık
- invalidate -- hükümsüz kılmak
- inveigh -- tenkit etmek
- inveigle -- aldatmak; aldatarak bir kimseye iş yaptırmak. inveiglement aldatma
- invent -- icat etmek; uydurmak
- inventory -- envanter; deftere kayıtlı eşya; müfredat defterine geçirmek
- inverse -- ters çevrilmiş; (mat.) ters sonuç. inverse ratio veya proportion (mat.) ters orantı. inverse'ly tersine olarak.
- invert -- tersine çevirmek; bir müzik parçasında notaların sırasını değiştirmek. invert sugar dekstroz ile levüloz karışımı; meyva ve balda bulunan tabii şeker. invertedly tersine.
- invest -- (para) yatırmak; (para; memuriyete koymak; (saIâhiyet) vermek; kuşatmak. invest in ileride gelir sağlamak için bir şeye para yatırmak.
- investigate -- incelemek
- inveterate -- kökleşmiş; düşkün; tiryakilik. inveterately kökleşmiş olarak .
- invigorate -- canlandırmak
- invisible -- görülmez; çabuk kestirilemez; (ikt.) resmi hesaplarda gözükmeyen; görülmeyen şey veya kimse. invisible ink ancak kimyasal etki veya ısı tesiriyle görünen
- invite -- davet etmek; cezbetmek; icrasını teklif etmek. invitingly davetkar bir şekilde
- invoice -- fatura; gönderilen mal; fatura çıkarmak
- invoke -- dua etmek; niyaz etmek; çağırmak; müracaat etmek; davet etmek; himayesini dilemek .
- involute -- dolaşık; (bot.) içeriye kıvrılmış; (zool.)) bazı böcek kabukları gibi içeriye kıvrılmış; (geom.) involut.
- involve -- icap ettirmek; sarmak; karıştılrmak; duçar etmek; (mat.) belirli bir dereceye yükseltmek. be involved (gen.) in iie alakası olmak; dalmak
- inweave -- (inwove
- inwrap -- (bak.) enwrap.
- inwreathe -- (bak.) enwreathe.
- iodine -- (iyot.) tincture of iodine tentürdiyot.
- ionize -- iyonize etmek
- ire -- öfke
- iris -- iris tabakası; gökkuşağı veya buna benzer herhangi bir şey; (mit.) gökkuşağı tanrıçası; süsen
- irk -- bıktırmak
- iron -- demir; demir alet; ütü; maden üçlü golf sopası; (tıp.) demir şurubu; (mec.) kuvvet; demirden yapılmış; demir gibi; merhametsiz; sabit; kuvvetli. ironclad zırhlı gemi; demir kaplı; kuvvetli; ucu demir. iror stone demir filizi; bir nevi beyaz porselen. ironwood demirağacı; ütülemek: demir kaplamak. iron out ütülemek; (planın) teferruatını hazırlamak; kelepçelemek.
- irradiate -- aydınlatmak; üzerine saçmak (sevgi; röntgen ışınlarına tutmak. irradia'tion parlaklık; zihnin aydınlanması; ısı saçılması; röntgen ışınlarına tutma.
- irrigate -- (toprağı) sulamak; tazelendirmek; (tıb.) bir yarayı antiseptik su ile yıkamak veya üzerine su serpmek. irriga'tion sulama.
- irritate -- sinirlendirmek; tahrik etmek; tahriş etmek; (biyol.) (bir siniri) harekete geçirmek. irrita'tion öfke; sinirlendirme. ir'ritative sinirlendirici.
- island -- ada
- isle -- ada
- isolate -- ayırmak; (kim.) bir maddeyi başka maddelerden ayırmak; karantinaya almak
- isotope -- (fiz.) izotop.
- issue -- yayınlama; konu; sonuç; (mecmua) sayı; boşalma yeri; boşalma; donatma; çocuklar; (tıb.) cerahat; dışarı çıkmak; sonuç vermek; husule gelmek; hasıl olmak; basılıp yayınlanmak; çıkarmak; vermek; yayınlamak. issue of shares hisse senedi ihracı. at issue üzerinde konuşulan
- italicize -- italik harflerle basmak; el yazısında kelime veya satırın altına çizgi çizmek.
- itch -- kaşınmak; şiddetle arzu etmek; kaşıntı; şiddetli arzu; uyuz hastalığı. itching palm aşırı kazanç hevesi. itchiness kaşınma
- item -- parça; bent; hesapta münferit rakam; aynntıları ile yazmak veya kaydetmek; keza
- iterate -- tekrarlamak; tekrarlayıcı.
- itinerate -- yolculuk etmek; gezici vaizlik etmek.
- jab -- dürtmek; ucu keskin bir şeyle dürtmek; dürtme
- jabber -- hızlı konuşmak; anlaşılmaz şekilde söz söylemek; anlamsız laf etmek; çabuk konuşma; anlaşılmaz veya manasız laf.
- jack -- (oto.) kriko; adam; gemici; ağır yükleri yerinden kaldırmaya özgü makina; (iskambil) bacak; bazı oyunlarda top; (argo.) para; (elek.) priz; (den.) cıvadra sancağı; ingiliz veya Amerikan bayraklarının üst köşesinde bulunan dikdörtgen (kıs.)ımdan ibaret sancak; erkek hayvan (eşek; eskiden kullanılan bir zırhlı ceket; (çoğ.) beş taş oyunu. creeping jack damkoruğu; up ile bocurgatla yükseğe kaldırmak; bir kimseye vazifesini hatırlatmak.
- jackal -- çakal; başkasının hesabına alçakça iş gören kimse.
- jackass -- erkek eşek; ahmak adam
- jackboot -- kaba kuvvet; kaba kuvvet kullanan kimse; kaba kuvvet kullanarak başkasını boyun eğmeye zorlamak; kaba kuvvete dayanan.
- jacket -- ceket; ciltli kitabın üstüne geçirilen kâğıt kap; (mak.) silindir ceketi; (mak.) silindire ceket geçirmek
- jackhammer -- basınçlı hava ile çalışan kaya delgisi.
- jackknife -- iri çakı.
- jackpot -- (iskambil) pot
- jade -- yeşim.; yaşlı ve işe yaramaz beygir; cadı karı; fahişe; ağır bir işe koşarak takatini kesmek; isteksiz
- jag -- (ged; diş; ok dikeni gibi herhangi bir şey; diş diş etmek; (A.B.D.); sarhoş edecek miktarda içki; içki âlemi; nöbet. have a jag on (A.B.D.); esrarın etkisinde olmak.
- jake -- (argo.) yolunda
- jam -- reçel; (med; bir şeyin arasına sıkışıp hareketini durdurmak; sıkışmak; sıkışma; bir araya sıkışmış insan veya şeyler; zor durum; akıntıya engel olan birikinti; radyo yayına engel olmak üzere başka bir istasyondan yapılan kuvvetli gürültü. traffic jam trafik tıkanması. jampacked dopdolu kalabalık
- jamb -- kapı veya pencerenin dik yanı veya kenar pervazı; (mad.) galeri içinde direk olarak bırakılan maden cevheri .
- jangle -- ahenksiz ses çıkarmak; kavga etmek; ahenksiz ses; gürültü.
- jap -- (kıs.) Japan
- japan -- Japonya. Sea of Japan Japon denizi.; Iaka parlak ve sert cilâ; Japon tarzında işlenmiş ve cilâlanmış şey.; (ned
- jape -- (eski) şaka etmek; (slang) işletmek; şaka
- jar -- (red ring) sarsmak; titretmek; sinirlendirmek; sinirine dokunmak; bozuk ve çatlak ses çıkartmak; sarsıntı; çatlak ses. on a jar on the jar hafifçe aralık.; kavanoz.
- jargon -- anlaşılmaz dil veya söz; belirli bir grubun kullandığı dil.
- jaunt -- gezmek; gezinti.
- javelin -- cirit; elle atılan hafif kargı
- jaw -- çene; (çoğ.) ağız; mengene gibi aletlerin karşılıklı iki parçasından biri; (argo) laf; (argo) çene çalmak; (argo) tehditle baskı yapmak. jawbreaker çok sert akide şekeri; konkasor; (k.dili) telaffuz edilmesi zor kelime. jawed çeneli.
- jazz -- caz müziği; caz müziğine ait parça; caz müziği ile yapılan dans; bir şiir veya oyundaki canlı ve güldürücü unsurlar; (argo) canlılık; caza ait; (argo) hızlandırmak; ( argo) martaval okumak. jazz band cazbant; caz gibi.
- jeep -- cip.
- jeer -- alay etmek; istihza
- jell -- (A.B.D.); tutmak
- jelly -- meyva özünden yapılmış jelatinli marmelat; pelteleştirmek; pelteleşmek
- jemmy -- (İng.); kızarmış koyun başı
- jeopardize -- tehlikeye atmak
- jeopardy -- tehlike; (huk.) muhakeme edilmekte olan bir sanığın maruz olduğu cezaya çarpılma ihtimali. in jeopardy of his life idam cezası tehlikesine maruz; hayatı tehlikede. double jeopardy (huk.) aynı suç için ikinci defa yargılanma.
- jerk -- birdenbire ve şiddetle çekmek; silkip atmak; sıçratmak. jerk out kesik kesik ve hızlı söylemek.; eti uzun parçalar halinde kesip güneşte kurutmak. jerky kurutulmuş et.; şiddetli ve ani çekiş; fizyol. büzülme; (argo) görgüsüz kimse
- jerky -- sarsıntılı; spazmodik; aptal. jerkily sarsıntılarla; aptallık.
- jerrybuild -- kötü malzeme ile bina etmek
- jess -- atmaca kösteği; atmaca ayağına köstek takmak.
- jest -- şaka; latife etmek
- jet -- siyah kehribar; simsiyah renk; simsiyah; fışkırtmak; jet uçağı ile seyahat etmek; tepkili uçak; fışkırma; fıskıye; jet gibi hızlı; enerjik
- jettison -- tehlike zamanında gemiyi hafifletmek amacıyle eşyayı denize atma; bu suretle denize atılan mal; bu suretle denize atmak.
- jetty -- dalgakıran; kâgir iskele.
- jew -- Yahudi. Jewbaiting Yahudilere eza etme. jew'-harp dişlerin arasına sıkıştırılarak çalınan ufak bir çalgı; jew down (k. dili)
- jewel -- (-ed; cep saatlerinin içindeki taş; değerli şahıs veya şey; kıymetli taşlarla süslemek; cep saatlerinin mil yuvalarına kıymetli taş yerleştirmek. jeweller kuyumcu; mücevherat satıcısı. jewelry; kuyumculuk.
- jib -- (den.) flok yelkeni. jib sheet flok yelkenini düzeltmeye mahsus halat. flying jib kotra flok. the cut of one' jib (k. dili) çehre; (-bed; gerilemek; diretmek; inat edip ileri gitmemek (eşek)
- jibe -- (den.) bumba ile seren veya yelkeni rüzgâr yönünde giderken kavanço etmek; (A.B.D.)
- jig -- oynak ve hızlı bir dans; bu dansın müziği; ağırlıklı balık iğnesi. The jig is up. (argo) Sır meydana çıktı. İş bozuldu. (slang) Ayvayı yedik.; (-ged; iki yana sallanmak; ağırlıklı iğne ile balık tutmak; cig dansı yaptırmak; iki yana sallamak.
- jigger -- (bak.) chigoe.; (den.) bocurum veya mancana yelkeni; ufak bir çeşit yelken gemisi; golfta demir uçlu ufak çomak; kokteyl karıştırmak için ölçü olarak kullanılan ufak cam bardak.
- jiggle -- hafif hafif ve çabuk sallanmak veya sallamak; titrek hareket; hafif sallantı; (bak.) joggle.
- jihad -- cihat.
- jill -- kız.
- jilt -- sevgilisini reddetmek; sevgilisini reddeden kız.
- jimmy -- hırsızların kullandıkları demir çubuk; bu demirle kırmak
- jingle -- şıngırtı; vezinsiz şiir; (tekerleme gibi) küçük eğlenceli şiir; İrlanda veya Avustralya'ya özgü iki tekerlekli ve kapalı araba; küçük şarkı; şıngırdatmak; vezinsiz şiir yazmak.
- jinx -- (argo) uğursuz şey veya kimse; uğursuzluk getirmek.
- jitterbug -- (-ged; deli gibi caz dans yapmak.
- jive -- (argo) caz müziğine ve caz meraklılarına mahsus argo; (argo) gevezelik; en yeni argo tabirler; (argo )caz müziği ve caz müzikçileri ortamı; caz müziği; caz müziği çalmak.
- job -- iş; hizmet; dalavere; (-bed; kira ile tutmak; komisyonculuk yapmak; kişisel çıkarı için resmi işe girmek; götürü iş yapmak.; Eyüp; Eski Ahdin Eyüp kitabı. Job' comforter sözde teselli etmeye çalışarak birisinin kalbini kıran kimse.
- jockey -- en iyi vaziyeti elde etmek için manevra yapmak; cokey sıfatıyle ata binmek; hile yapmak. jockey for position (karşılaşmalarda) daha avantajlı bir yer aramak.; cokey
- jog -- (-ged; yavaş ve sakin gezinmek; bir tempoda ilerlemek; dürtme; at gibi yürüyerek gitme; (A.B.D.) duvar veya yolda girinti veya çıkıntı; keskin viraj. jog the memory bir olayı veya fikri hatırlatmak için ipucu vererek birinin zihnini canlandırmak. jog-trot harekette ağırlık; ya- vaş koşmak. jogging ağır ağır ilerleme; daha yoğun idman yapmaya başlamadan önce vücudu ısıtmak için yavaş yavaş koşma.
- joggle -- hafifçe sarsmak; hafifçe sarsılmak veya sallanmak; geçme ile tutturmak; birden dürtme; sarsıntı; geçme.
- join -- katılmak (kulüp; buluşmak; birleştirmek; birleşmek; bağlamak; izdivaçla birleştirmek; (k. dili) bitişmek; (gen.) ("in" ile) yer almak; bitişim noktası; birleşme; üye yazılmak.
- joint -- birleşmiş; müşterek; bitiştirmek; ek veya oynak yeri yapmak; oynak yerlerinden ayırmak (et); (anat.)mafsal; ek; ek yeri; iki eklem arasındaki kısım; kasabın kestiği kol veya but gibi et parçası; (bot.) nod; düğüm; (argo) afyon çekilen veya kumar oynanan kötü ve yasak yer; (argo) esrarlı sigara. joint surety (huk.) müteselsil kefil; çığrından çıkmış. put one' nose out of joint birinin pabucunu dama attırmak. universal joint (oto.) kardan mafsalı.
- jointure -- (huk.) bir kadına kocası tarafından ve kocanın ölümünden sonra kalmak şartıyle bağlanan gelir; böyle gelir bağlamak.
- joist -- binanın döşeme kirişi
- joke -- şaka; şaka mevzuu; şaka yapmak; eğlenmek
- jollify -- (k. dili) şenlenmek
- jolly -- şen; neşe verici; (İng.); (k. dili) pek çok; (argo) eğlenti; (argo) denizci. jolly boat (den.) geminin her işe mahsus kıç filikası. Jolly Roger üzerinde çapraz iki kemikle kafatası bulunan korsan bayrağı. He jolly well had to. (İng.) Pekâla işi yapmaya mecbur oldu. İster istemez yaptı.; gönlünü yapmak tatlı sözle kandırmak; neşelendirmek; eğlenmek; takılmak.
- jolt -- sarsmak; sarsma
- josh -- (A.B.D.); takılmak
- jostle -- itip kakmak; itip kakma
- jot -- pek az şey; down ile yazmak
- jounce -- sarsmak; sarsma
- journal -- günlük; (den.) seyir jurnalı; yevmiye defteri; gazete; mecmua; parlamentonun her günkü çalışmasının yazıldığı defter; (mak.) milin yataklara oturan kısmı. journal bearing çarkın mil yatağı. journal box mil kovanı. keep a journal muhtıra defteri tutmak.
- journalize -- (İng.) journalise yevmiye defterine geçirmek; muhtıra defteri tutmak veya bu deftere kaydetmek; gazetecilik yapmak.
- journey -- yolculuk; yolculuk etmek. take a journey yolculuk etmek. undertake a journey uzun bir yolculuğa hazırlanıp çıkmak.
- joust -- at üstünde mızrak dövüşü yapmak; at üstünde yapılan merak dövüşü.
- jowl -- çene kemiği; çifte gerdan; (kümes) hayvanların boynu altındaki sarkık deri; yan yana.
- joy -- sevinç; çalınmış araba ile gezme; kaçarcasına hızlı sürüş. joy stick uçakta manevra kolu.
- jubilate -- çok sevinmek
- judaize -- Musevileşmek
- judge -- yargıç; hakem; aralarında uyuşmazlık olan iki kişinin arasını bulan kimse; bilirkişi; Yahudi tarihinde krallardan önce hüküm süren hâkimlerden biri; b.h.; hükmetmek; hüküm vermek; muhakeme etmek; doğrusunu araştırmak; tenkit etmek; bir davayı çözmek.
- jug -- testi; (argo) hapishane; (-ged; (argo) hapishaneye tıkmak.; bülbül gibi şakımak.
- juggle -- hokkabazlık yapmak; el çabukluğu ile marifet yapmak; hile yapmak; aldatmak; hokkabazlık; hile. juggle the books aldatmak için hesap defterlerini karıştırıp hazırlamak.
- jugulate -- çok şiddetli tedavi uygulayarak gelişmesini durdurmak (hastalık)
- juice -- özsu; sebze; (çoğ.) insan vucudunun sıvı kısımları; öz; (A.B.D.); (argo) benzin; (argo) kuvvet. juiceless özü veya suyu olmayan
- jukebox -- içine para atılınca istenilen plakları çalan otomatik pikap.
- julienne -- et suyuna sebze çorbası; ince ve uzun doğranmış.
- jumble -- karmakarışık iş; ufak simit şeklinde ince ve tatlı kek; karmakarışık olmak veya etmek.
- jump -- sıçramak; sıçratmak; üzerinden atlamak; içine atlamak; kışkırtmak; geçivermek (bahis; yarışta hatalı çıkış yapmak. jump the track hattan çıkmak (tren) jumping jack sıçrayan kukla oyuncağı. jumping-off place en üst derece veya en son sınır.; atlama; atılış; bir atlayışta geçilen mesafe; birden silkinme; fırlayış; çok meşgul
- jumper -- atlayan veya sıçrayan kimse; delik delme aleti; (elek.) geçici olarak kullanılan bağlantı teli; (den.) sereni veya direği muhafaza etmek için bağlanan halat.; bluz veya kazak üzerine giyilen kolsuz elbise; elbise üzerinden çocuklara giydirilen pantolonlu ceket tulum; gemici veya işçi dış gömleğiç
- junction -- bitişme; bitişilen yer
- junk -- Çin sularında kullanılan bir çeşit yelkenli gemi.; kullanılmış karışık eşya; (k. dili) değersiz eşya; (argo) esrar; (den.) hurda halatlar; eskiden gemilerde yenilen tuzlanmış sert sığır eti; (k. dili) çöpe atmak. junk dealer eski eşya satıcısı; gemi gereçleri satan dükkan.
- junket -- kesilmiş sütten yapılan bir çeşit kaymak; ziyafet; (A.B.D.) devlet hesabına gezi; eğlenmek; devlet hesabına seyahat etmek; grup halinde sözde ciddi bir maksatla seyahat etmek.
- jury -- jüri; yarışma jürisi. jury box mahkeme salonunda jüri heyetine ait yer. juryman jüri üyesi. common jury; (den.) eğreti. jury mast (den.) yedek direk
- just -- doğru; tam. the just iyiler (din edebiyatı) justly adaletle; hak ve adalete uygunluk; doğruluk; tam; hemen; ancak; hemen hemen; neredeyse; güçbela; sadece; (k. dili) çok. just how many tam tamma ne kadar. just now hemen şimdi; bununla birlikte; (bak.) joust.
- justice -- adalet; hakkaniyet; hâkim. justice of the peace sulh hâkimi. bring a person to justice birine ettiğini buldurmak; kendine güvenmek.
- justify -- doğrulamak; suçsuzluğunu ispat etmek; (matb.) yazının sağ kenarını taşırmadan düz yapmak.
- jut -- (-ted; (gen.) out( ile) çıkıntı halinde dışarı fırlamış olmak; çıkıntı yapmak.
- juxtapose -- yanyana koymak; yanyana koyma .
- kabob -- kebap.
- kaiak -- (bak.) kayak.
- kaleidoscope -- çiçek dürbünü; çok değişen manzara
- kalsomine -- (bak.) calcimine.
- kamerad -- (ünlem); ( ünlem )Alman askerinin "teslim" sözü.
- kangaroo -- .kanguru kangaroo. court (A.B.D.) kanunların horlandığı ve yanlış uygulandığı usulsüz ve yetkisiz mahkeme. kangaroo rat Avustralya ve Kuzey Ameri ka'da bulunan keseli fare.
- kaolinize -- (İng.) (-ise) arıkile dönüştürmek.
- kasher -- (bak.) kosher.
- keck -- öğürmek; iğrenmek
- keckle -- (den.) halat veya zinciri sürtünmeye karşı ip veya yelken bezi ile sarmak.
- kedge -- (den.) tonoz çapasına bağlı yoma ile istikamet değiştirmek; böyle çekilerek yürümek veya çekip yürütmek; tonoz çapası. kedge anchor tonoz demiri.
- keel -- altı düz mavna; (İng.) )yirmi bir tonluk kömür ölçüsü.; gemi omurgası; gemi; omurga şeklinde olan veya omurga işini gören şey; (den.) gemiyi karina etmek; birden devrilip düşmek. false keel kontra omurga. on an even keel başta ve kıçta çektiği su aynı; herşey yolunda. keelage liman resmi.
- keelhaul -- ceza olarak birini geminin altından geçirmek; şiddetle azarlamak.
- keen -- keskin; acı; sert; kuvvetli; gözü açık; ( (A.B.D.); şevk ile. keenness keskinlik; düşkünlük; akıllılık.; ölü peşinden feryat; ölü peşinden ağlayıp feryat etmek. keener ağıtçı.
- keep -- (kept) tutmak; yedirip içirmek; metres olarak tutmak; sahibi olmak; beslemek; idame etmek; himaye etmek; kalmak; surüp gitmek; uzak tutmak. keep company yalnız bırakmamak; with (ile) arkadaşlık etmek; geri kalmamak. keep dark saklamak; yükselmesine müsaade etmemek. keep early (veya good) hours eve erken dönmek; ilerlemek; devam ettirmek. keep house ev idare etmek. keep in içeride kalmak; içeride alıkoymak; uzak kalmak keep one' balance kendine hâkim olmak; geçim; himaye; kale; kale zindanı. for keeps her zaman için
- keg -- küçük fıçı
- ken -- (-ned; iskoç; görüş sahası; bildiklerim arasında.
- kennel -- köpek kulübesi; (gen.) (çoğ.) köpek yetiştirilen yer; köpek sürüsü; tilki ini; izbe; .köpek kulübesinde oturmak veya yatmak; köpek kulübesine kapamak .
- kerb -- (İng.) yaya kaldırımının kenar taşı
- kerchief -- başörtüsü; boyun at(kıs.)ı; mendil. kerchiefed başörtülü.
- kerf -- çentik; kesme; kesilmiş parça.
- kernel -- tahıl tanesi; çekirdek içi; iç; öz
- ketch -- (den.) iki direkli bir çeşit yat
- kettle -- tencere; çaydanlık; kazan; güğüm; kayada veya buzulda kazan biçimindeki oyuk. That' a fine kettle of fish Ayvayı yedik iş iyice karıştı.
- key -- kilitlemek; (mak.) tutturmak; kilit taşını yerleştirip kemeri tamamlamak; kitapta bakılması gereken yeri gösteren not koymak; soruların çözüm cetvelini vermek. key up heyecanlan dırmak; (müz.) perdesini yükseltmek.; kıyı boyunca uzanan alçak mercandan ada.; anahtar; kurgu; çözümyolu; cevap cetveli; yazı makinalarında tuş; maniple; (müz.) tuş; (müz.) anahtar; müzik aletlerinde tuş; ses perdesi; (mak.) kama; (mim.) anahtar taşı; baş
- keyboard -- klavye .
- keyhole -- anahtar deliği. keyhole saw çok ince el testeresi.
- keynote -- (müz.) esas nota; temel düşünce; temel düşünceleri söylemek. keynote address toplan- tıyı açış konuşması. keynoter toplantıyl açmak için konuşan spiker.
- keystone -- anahtar taşı; esas madde
- kibosh -- ( argo)
- kick -- tekmelemek; tepmek (tüfek); (A.B.D.); tekmeleyerek kovmak. kick a goal topa vurup gol atmak. kick against the pricks kendi zararına olarak karşı gelmek. kick around (A.B.D.); ihmal etmek; diyar diyar dolaşmak; düşünup taşınmak. kick at tekme vurmak. kick back geriye tepmek (tüfek); (argo) rüşvet vermek; (argo) ölmek. kick the bucket (argo) nalları dikmek; tekme; (argo) kuvvet; (argo) heyecan; enerji çeviklik; ( (argo) merak; seğirdim; topa vurma. free kick frikik
- kid -- (-ded; oğlak derisinden yapılan kösele; oğlak eti; (k. dili) çocuk; (k. dili) takılmak; oğlak doğurmak. kid glove; denizcilerin azıklarını koydukları ufak tahta tekne; balıkçı gemilerinde içine balık konulan ufak tahta tekne.
- kidnap -- . (-ed
- kill -- öIdürmek; mahvetmek; (A.B.D.); (matb.) silmek; etkisiz hale getirmek; (zamanı) boşa geçirmek; veto etmek; öldürme; avda öldurülmüş hayvan
- kiln -- tuğla veya kireç ocağı
- kilt -- (İskoç.) erkeklerinin giydiği bir çeşit (kıs.)a eteklik; İskoçya etekliği haline sokmak
- kind -- çeşit; eskitabiat; müşfik; başkalarını seven; uysal; şefkatle; içten
- kindle -- tutuşturmak; alev lendirmek; alev gibi aydınlatmak; tutuşmak; yanmak; parlamak; uyanmak
- king -- kral; başta olan kimse; bir konuda en usta kimse; satranç şahı; iskambil papazı; dama olan taş; (çoğ.); kralllk etmek. king it krallık etmek; krallık taslamak.
- kink -- halat; garip fikir; ağrılı kas kasıncı; (den.) halat gibi dolaşmak; dolaştırmak. kinky dolaşık; (argo) müstehcen; garip.
- kip -- hayvan yavrusu derisi.
- kipper -- çiroz; balığl tuzlayıp tütsülemek veya kurutmak.
- kirtle -- (eski) kadın fistanı; (eski)erkek ceketi veya paltosu.
- kiss -- öpmek; hafifçe dokunmak; bilardoda hafifçe dokunacak surette bilyelere vurmak; öpuş öpücük; hafif temas; çok hafif bir çeşit bonbon. kiss and be friends barışmak. kiss away the hurt ağrıyı öpücükle geçirmek. kiss the book Kitabl Mukaddesi öperek ant içmek; vurulup ölmek. kissable öpülmeye değer; kan emen böcek.
- kit -- yavru kedi encik enik.; eskiden dans hocalannln kullandığı üç telli küçük keman.; tahin; alet takımı; monte edilmemiş takım; takım çantası. the whole kit and caboodle (k.dili) takım taklavat
- kitchen -- mutfak. kitchen cabinet mutfak dolabı; başbakanın özel danışmanlar grubu. kitchen garden sebze bahçesi. kitchen stuff yemek için pişirilecek malzeme; yemeklerden artan yaglar.
- kite -- uçurtma; çaylak; kell çaylak; sıçancıl; (tic.) sahte bono; (den.) hafif rüzgârda yelken direinin tepesine çekilen en ufak yelken. Arabian kite kocalak; dolandırıcılık için sahte bono çıkarmak. Go fly a kitel Çek arabanı. I kite balloon uçurtma yardımı ile uçurulan ve yere bağlı bulunan balon. kite flying uçurtma uçurma; sahte bono ile para toplama; tecrübe balonu uçurma.
- kitten -- yavru kedi; tavşan yavrusu; yavrulamak (kedi) kittenish kedi yavrusu gibi; oyuncu
- klaxon -- .çok yüksek sesli otomobil kornası
- knack -- ustallk; ustalıklı iş .
- knacker -- sakat at alıp kesen ve hayvan maması olarak satan kasap; eski ev veya gemileri malzemesi için satın alan kimse; yıkıcı
- knag -- (eski) budak. knaggy budaklı.
- knap -- Ieh. tık tık vurmak; kırmak; sinirli konuşmak; dişlerle koparmak.
- knapsack -- sırt çantası.
- knead -- yoğurmak; masaj yapmak. kneader hamurkâr. kneading trough hamur teknesi.
- knee -- diz ile vurmak.; diz; dize benzer veya diz şeklinde şey; elbisenin diz üzerine gelen kısmı; hürmet veya selâm makamında diz bükme. knee breeches kısa pantolon. knee jerk diz adalesine vurulunca meydana gelen geri atma hareketi. knee joint diz mafsalı. bring one to his knees yola getirmek; dizi bollaşmış
- kneecap -- dizkapağı kemiği
- kneel -- (knelt veya kneeled) diz çökmek; diz üstü oturmak; diz büküp selamlamak .
- knell -- matem çanı sesi; sala; ölüm haberi; herhangi bir şeyin yok olacağı haberi; matem çanı ile ilan veya davet etmek; salâ vermek; matem çanı gibi ağır ağır çalmak.
- knife -- (çoğ.) knives) bıçak; makina bıçağı; bıçakla kesmek; bıçakla karıştırıp hazırlamak (boya); bıçaklamak; ABD
- knight -- silâhşör; asılzade; satranç oyununda at; kendini bir şeye adayan kimse; birine şövalyelik payesi vermek; donkişotluk. knighthood silâhşorluk payesi; şövalyeler. Knights of the Round Table Kral Arthur'un sarayındaki şövalyeler. knightly şövalyeye ait; şövalyeye yakışır; şövalyece.
- knit -- (ted veya knit) örmek; sıkı sıkıya bağlamak; çatmak (kaşları); birbirine düğümlemek; birbirine yapışmak; kaynaşmak
- knob -- (bed; topuz; tepecik; (argo.) kafa; yumrulaştırmak. knobbiness yumru yumru olma. knobby yumrulu; tokmak gibi.
- knock -- vurmak; tokuşmak; at veya on ile çalmak; (mak.) vurmak (benzin); çarpışmak; ABD; vurma; kapı çalınması. knock ebout tekrar tekrar vurmak; (k. dili) oradan oraya dolaşmak. knock against çarpışmak; rast gelmek. knock down yumrukla yere devirmek; mezatta çekici vurup malı son fiyatı verenin üzerine bırakmak. knock off (k. dili) işi bırakmak; (colloq.) şıpınişi yapıvermek; (argo.) öldürmek; (argo.) soymak. knock on the head tepesine vurmak; acele bir araya getirmek. knock up bir araya toplamak; (kriket) puan yapmak; (İng.) kapıya vurup uyandırmak; (argo.) hamile bırakmak. engine knock benzin fazlalığı yüzünden makinada meydana gelen vuruş sesi.
- knockdown -- yere serici (darbe); portatif; yere serme; portatif eşya.
- knoll -- tepecik.; (bak.) knell.
- knot -- (ted; karmakanşık etmek; budaklanmak; saçaklık düğüm yapmak; düğümlenmek; düğüm; müşkül; rabıta; küme; güç durum; (bot.) nod; birkaç hat veya sinirin birleştiği nokta; (den.) halat cevizi; geminin deniz mili hesabıyle hızı; (den.) deniz mili. Gordian knot (bak.) Gordian. twenty knots (den.) saatte yirmi mil. tie the knot (k. dili) nikâhla bağlanmak. wed ding knot evlilik bağı.
- knout -- Rusya'da adam dövmek için kullanılan bir kamçı; bu kamçı ile cezalandırmak.
- know -- (knew; seçmek; iyi bilmek; haberi olmak; ezberlemek; tecrübeyle bilmek; (eski) cinsi münasebette bulunmak. He should have known better than to do it. O işi yapmayacak kadar aklı olmalıydı. know how usulünü bilmek. know ones own mind emin olmak; bilgi
- knowledge -- bilgi; ilim; kanaat; (eski) cinsi münasebet. intuitive knowledge hisle edinilen bilgi. take knowledge of biri hakkında (bir şey) anlamak. this branch of knowledge ilmin bu dalı. to my knowledge bildiğim kadar
- knuckle -- parmağın oynak yeri boğum; koyun budunun diz tarafı; dört ayaklı hayvanlarda ayak mafsalı; (çoğ.) muşta; parmağın oynak yerleri ile vurmak. knuckle down işe koyulmak. knuckle under teslim olmak
- knurl -- budak; kertik
- kodak -- (tic.) (mark.); bu makina ile çekilen fotoğraf; Kodak makinası ile fotoğraf çekmek.
- kohl -- göz sürmesi
- kraal -- Güney Afrika'da etrafı kazık ve sırıklarla çevrili kulübelerden meydana gelen koy; ağıl.
- kudos -- şöhret
- kurbash -- kırbaç; kırbaçlamak.
- kvetch -- (A.B.D.)
- kyanize -- çürümesini engellemek.
- laager -- Güney Afrika'da etrafı arabalarla kuşatılmış kamp veya konak yeri; böyle konak yeri yapmak; böyle yerde konaklamak.
- lab -- ABD
- label -- (ed; nitelendirici isim veya cümlecik; etiket yapıştırmak; tasnif etmek; (mim.) kapı veya pencereye saçak yapmak.
- labor -- (İng.) labour çalışmak; uğraşmak; (den.) denizlerde çalkalanmak; doğurma halinde olmak; ağrı çekmek; emekle meydana getirmek. l will not labor the point. işin teferruatına girişmeyeceğim. labored güçlükle yapılan; fazla şatafatlı.; (İng.) labour çalışma; işçi sınıfı; doğum ağrıları; zahmet; (den.) fırtınada geminin şiddetle çalkalanması. Labor Day ABD eylülün ilk pazartesi gününe tesadüf eden işçi bayramı. labor dispute iş ihtilafı; işçi ve işveren ilişkileri. laborsaving zahmeti azaltan
- labyrinth -- labirent; entrikalıl veya karışık iş; (anat.) labirent
- lace -- kaytan geçirip bağlamak; dantel ile süslemek; (k. dili) dövmek; renkler ile çizgilemek; korse kaytanını çekerek beli sıkıştırmak; içkiye hafif alkol katmak. lace into yumrukla saldırmak; şiddetle azarlamak.; dantel; şerit; kaytan; kordon. lace tree dantel ağacı
- lacerate -- yırtmak; (kalbini) kırmak
- lack -- eksiklik; ihtiyaç; yoksunluk; eksiği olmak; ihtiyacı olmak; mevcut olmamak; bir yerde hazır bulunmamak; mahrum olmak; malik olmamak; muhtaç olmak; eksikliğini duymak .
- lackey -- uşak; dalkavuk; hizmetçilik yapmak
- lactate -- laktik asidin tuzu veya esteri; süt hasıl etmek; meme vermek
- ladder -- merdiven; (mec.) yükselme vasıtası; (İng.) çorap kaçığı. ladder stitch iğneardı teyel
- lade -- (laded; geminin yükünü vermek; içine su doldurmak; içinden su boşaltmak; kepçe ile içinden su almak. laden yüklü.
- ladle -- kepçe; kepçe ile doldurmak veya boşaltmak. ladleful kepçe dolusu.
- lag -- (ged; böyle parçalarla kaplamak.; hapishaneye atmak; mahkum; gerileme; ağır
- laicize -- layik kılmak
- lain -- (bak.) lie.
- lair -- yatacak yer; vahşi hayvan ini; ağıla veya ine istirahat için girmek; ağıla koymak.
- laird -- (İskoç.) mülk sahibi.
- lake -- mora çalan koyu kızıl boya.; göl
- lall -- ''r" harfini "l'' gibi telaffuz etmek.
- lam -- (med; kaçmak; hızlı koşmak. be on the lam (k. dili) acele tüymek
- lamb -- kuzu; kuzu eti; kuzu gibi masum ve zayıf kimse; acemi borsacı; kuzulamak. Lamb of God Hz. lsa. lambkin küçük kuzu
- lambaste -- (leh.) dövmek; fena azarlamak.
- lame -- topal; eksik; ABD; topal etmek veya olmak. lame back ağrıyan sırt. lame brain (k. dili) aptal. lame duck (bak.) duck lame excuse kabul edilmez özür. lamely topallayarak. lameness topallık.; lame
- lament -- ağlamak; biri için ağlamak veya keder etmek; matem
- laminate -- yaprak şeklinde; yaprak halinde ince tabakalara ayırmak; safiha.
- lamp -- lamba; ışık; (çoğ.); bu isten yapılan boya. lamp chimney lamba şişesi. lamplight lamba ışığı. lamplighter sokak fenerlerini yakan adam. lamppost sokak feneri direği. lamp shade abajur. between you and me and the lamppost söz aramızda. incandescent lamp ampul safety lamp (kömür madeni ocaklarında kullanılan) emniyet feneri. student lamp ayar edilebilir masa lambası.
- lampoon -- hiciv; hiciv ile tezyif etmek
- lance -- mızrak; neşter ile yarıp açmak
- lancet -- (tıb.) neşter; (mim.) sivri kavisli dar pencere.
- land -- karaya çıkarmak; tutup karaya getirmek (balık); durdurmak; isabet ettirmek; elde etmek; karaya çıkmak; isabet etmek; kara; toprak; memleket; (huk.) emlâk
- landmark -- sınır taşı; herhangi bir şeyin yerini gösteren işaret; dönüm noktası.
- landscape -- kır manzarası
- landslide -- toprak kayması; seçimde bir tarafın büyük ekseriyeti kazanması.
- language -- dil; konuşma kabiliyeti; herhangi bir ifade tarzı; bir kabileye veya bir yere mahsus lehçe; (bilgisayar) lisanı. finger language sağırların kullandığı parmak işaretleri ile konuşulan dil. strong language küfür
- languish -- zayıf düşmek; isteği kalmamak; kederli ve baygın hal takınmak. languish in prison hapishanede çürümek.
- lank -- uzun ve zayıf; düz (saç)
- lantern -- fener; (mim.) hava ve ışık girmesi için binanın tepesine yapılan pencereli kuçuk kule. lantern fly renkli bir böcek
- lap -- kucak; etek; oturan kimsenin dizlerini örten elbise kısmı. lap dog kucağa alınan ufak köpek; (ped; örtmek; bir şeyi tamamen veya kısmen başka bir şeyin üzerine koymak; yarışta rakibini bir devirlik mesafe ile geçmek; kuşatmak; kucaklamak; çark ile cilâlamak; kenarı başka şeyin üzerine binmek; katlanmak; başka şeyin üzerine binen kısım; yarışta bir kerelik dönüm; kıymetli taş veya madeni eşyayı parlatmaya mahsus çark. lap dissolve sin zincirleme görüntü. lap joint bindirme.; hafif çarpmak (dalga); dil ile yalayıp ağzına çekme; köpeklere mahsus sulu yemek; sahile yavaş çarpan dalganın sesi. lap up; beğenip kabul etmek
- lapidate -- taşlayıp öldürmek
- lappet -- sarkık şey; elbisenin kıvrımı yeri; sarkık et parçası.
- lapse -- geçmek; ihmal veya vefat dolayısıyle başkasına intikal etmek; battal olmak; sapmak; yanılmak; bir zaman için inanç ve prensiplerinden vaz geçmek. lapse into silence sükuta dalmak; geçme; yanılma; yanlış (söz veya yazı); kayma; sapma; günaha girme; adalette kusur; sukut (hukuk); ihmal yüzünden hak ve tasarrufunu elden kaçırma; battal olma
- lard -- domuz yağı; domuz yağı ile yağlamak; yazı veya sözü tumturaklı kelilelerle süslemek.
- lariat -- at ve sığır tutmak için boyunlarına atılan ucu ilmekli ip; at bağlama ipi.
- lark -- cümbüş yapmak; takılmak; şaka; tarlakuşu. crested lark tepeli toygar
- larrup -- dövmek
- lase -- leyzer gibi dalga yaymak; leyzer dalgası altında tutmak.
- laser -- (fiz.) leyzer
- lash -- kamçı darbesi; kamçı ucu; küçük gören ve alaylı söz; vuruş; kirpik.; bağlamak. lash down bağlayıp muhafaza etmek. lash together iple birbirine bağlamak.; kamçı ile vurmak; kınamak; azarlamak; galeyana getirmek; hicvetmek; vurmak; söz veya yazıyla saldırmak; çarpmak. lash out at sert ve ani çıkış yapmak. lash oneself into a fury çok öfkelenmek.
- lasso -- yabani atları yakalamaya mahsus ucu ilmekli ip; böyle kementle tutmak.
- last -- son; geçen; sabık; son derece; en sonra; en nihayet. last but not least son fakat aynı derecede ehemmiyetli. last ditch son çare; ölüm döşeğinde yatanların başucunda yapılan ayin. last sleep ölüm; son moda; en mükemmel şey. at last nihayet; sürmek; yetmek.; eskiden ticarette kullanılan tartı veya ölçü; kundura kalıbı. stick to one' last işi olmayan şeye karışmamak
- latch -- kapı mandalı; mandallamak veya mandallanmak. latchkey kapı mandalını açacak anahtar; kapı anahtarı. latch key child anne ve babası çalışan çocuk. on the latch yalnız mandalla kapanmış. spring latch zemberekli mandal. latch on to ABD
- lath -- sıva tirizi; tiriz koymak. lath and plaster bağdadi kaplama. as thin as a lath değnek gibi
- lathe -- torna tezgâhı; çömlekçi çarkı; torna tezgâhında biçim vermek. lathe bed torna gövdesi.
- lather -- sabun köpüğü; atın köpüklü teri; sabun gibi köpürtmek
- latin -- Latin; eski Roma'ya ait; Katolik kilisesine ait; Latin edebiyatı; eski Romalı kimse; Katolik kilisesine mensup kimse. Latin America İspanyolca ve Portekizce konuşulan Amerikan memleketleri. Latinist Latin dili âlimi.
- lattice -- pencere kafesi; üzerinde kafes şekli bulunan arma; kafes yapmak; kafesle çevirmek. latticework kafes işi.
- laud -- methiye; methetmek
- laudanum -- (ecza.) afyon tentürü.
- laugh -- gülmek; sevinmek; gülerek ifade etmek; gülme; kahkaha. laugh at (birine) gülmek. laugh away gülüşle meseleyi kapatmak
- launch -- kızaktan suya indirmek (gemi); roket fırlatmak; başlatmak (yeni iş); mızrak gibi atmak; gemiyi kızaktan suya indirme; roketi fezaya fırlatma; (den.) işkampaviye; harp gemisinin en büyük sandalı. launch forth
- launder -- yıkayıp ütülemek (çamaşır) laundress çamaşırcı kadın. laundry çamaşırhane; çamaşır yıkama; kirli çamaşır. laundry list çamaşır listesi; uzun ve etraflı liste. laundryman umumi çamaşırhanede çalışan adam .
- laureate -- başarılarından ötürü şeref payesi vermek için seçilen; defne dallarından çelenk giymiş; çelenk giymeye layık; defneden yapılmış; mümtaz şair; İngiltere'de kral veya kraliçe tarafından verilen baş şairlik payesine erişmiş kimse. laureateship baş şairlik payesi.
- laurel -- (ed; defne dalından çelenk; (çoğ.) şeref; defne dalı ile süslemek. bay laurel defne ağacı. cherry laurel taflan ağacı
- lavage -- (tıb.) şırınga ile temizleme; mideyi yıkama.
- lave -- (şiir) yıkamak; yanından akıp geçmek (nehir)
- lavender -- lavanta çiçeği; bu bitkiden alınan lavanta; güzel koku; eflatun rengi; lavanta çiçeği renginde; arasına lavanta çiçeği koymak
- lavish -- müsrif; mebzul; israf etmek
- law -- kanun; adalet; hukuk; tabiat kanunu; usul; polis law and order küçük suçlara karsı şiddet; sokaklarda emniyet. law court mahkeme. law merchant ticaret kanunu. law of nations devletler hukuku. law school hukuk fakültesi. law term hukuk deyimi veya dili; adliye mahkemelerinin toplanma zamanı. administrative law idare hukuku. canon law şeriat; kilisenin koyduğu yasaklar. civil law medeni hukuk. commercial law ticaret hukuku. common law örf ve âdet hukuku. international law milletlerarası hukuk
- lawyer -- avukat
- lay -- duruş; kazanç üstünden hisse; (argo.) yol; bir halatın bükümü veya büküm tarzı. lay days (den.) yükleme ve boşaltma süresi. lay of the land etrafın hal ve şekli; durum; şiir; nağme; (laid) yatırmak; yatıştırmak; teskin etmek; koymak; vaz'etmek; yumurtlamak; üstüne koymak; yerine koymak; yaymak; belirli bir vaziyete koymak; önüne koymak; kurmak (sofra); (den.) (herhangi bir yöne) gitmek. lay about one sağına soluna vurmak; terketmek; biriktirmek. lay at one; ayırmak; feda etmek; feragat etmek; emretmek; bahis tutmak; hücum edip zor kullanmak. lay hold of ele geçirmek; yakasına yapışmak. lay in çokça tedarik etmek; azarlamak. lay it on mübalâğalı hareket etmek; ABD; (den.) kıyıdan veya başka gemiden uzaklaşmak; açılmak; (argo.) alay etmekten vazgeçmek. lay on üzerine atılmak; üstüne sürmek; kaplamak. lay on the table teşhir etmek; kesip içini açmak. lay out sermek; teşhir etmek; ölüyü gömülmeye hazırlamak; sarfetmek; planını tertip etmek; plana göre tanzim etmek; tasarlamak; kaplamak. lay siege to kuşatmak; (den.) gemiyi faça edip durdurmak. lay to rest gömmek; örtbas etmek. lay up biriktirmek; belirli meslekten olmayan; layik; papazdan başka bütün halktan olan veya halka ait. lay reader (kil.) papaz olmayıp ayinlerde bazı parçaları okuma yetkisi olan adam.
- layer -- kat; daldırma. a good layer bol yumurta yumurtlayan tavuk. layer cake arası kremalı kat kat pasta.
- laze -- tembelce vakit geçirmek
- lazy -- tembel
- leach -- bir sıvıyı bir şeyden süzmek veya filtreden geçirmek; filtre etme; filtre mahsulü; filtre.
- lead -- kurşun; (matb.) satırlar arasını açmak için kullanılan ince kurşun cetvel; iskandil; kalem kurşunu; saçma; kurşunla doldurmak veya kaplamak; (matb.) satır aralarını anterlin ile açmak; çanak çömleği kurşun sır ile kaplamak; pencere camlarını kurşunla tutturmak; kurşunla tıkamak (tüfek); iskandil etmek. lead acetate kurşun asetat. lead color kurşun rengi; (led) yol göstermek; elinden tutup götürmek; idare etmek; başına geçip yol göstermek; başında olmak; tesir etmek; başlatmak; başlamak; gitmek; başta gelmek; netice vermek. lead a happy life mesut bir hayat sürmek. lead aside bir yana çekmek. lead astray yoldan çıkarmak; bozmak; bir kimseyi istediği şekilde idare etmek. lead in prayer başkalarının düşüncelerini dua sözleri ile belirtmek; bir bahse yol açmak; sonuçlanmak.; rehberlik; önde gelme; oyunda başlama hakkı; buzlu sularda gemi için açık yol; kaya çatlakları içinde toplanmış maden cevheri; tiyatroda baş rol veya bu rolü oynayan kimse; (elek.) bağlama teli; (müz.) grupla söylenen şarkıda baş ses; makalenin ilk cümleleri; briç oyununda ilk konan kağıt veya ilk oynayacak olan kimse. have a big lead çok önde olmak; rehber olmak.
- leaden -- kurşundan; kurşun renginde; ağır kurşun gibi; ağırlık veren; kasvetli.
- leaf -- (çoğ.) leaves) yaprak; tütün veya çay yaprağı; ince madeni varak; açılıp kapanan masanın eğreti tahtası; yaprak vermek
- leaflet -- ufak risale; (bot.) bileşik yaprağın bir kısmı; ufakyaprak
- league -- çeşitli memleketlere göre değişen yaklaşık olarak 5 kilometrelik uzaklık ölçüsü; bir saatlik yol; birleşme; özel amaçlar için meydana getirilen birlik; (spor) lig; birleştirmek
- leak -- su sızdıran delik veya yara; sızıntı; usulsüzce para harcama; sırrın dışarıya sızması; (elek.) cereyanda sızıntı veya sızıntının yeri; sızmak; (gen.) out ile dışarı sızmak
- lean -- (ed veya leant) (gen.) on veya against ile dayanmak; eğri durmak; meyletmek; istinat etmek; dayamak; temayül ettirmek; eğilme; meyil. lean over back ward tarafsızlığını muhafaza etmek için kendi hakkını bile almamak. Leaning Tower of Pisa Piza Kulesi.; zayıf; yağsız; mahsulsüz; yağsız et. leanness zayıflık
- leap -- (ed veya leapt) sıçramak; üstünden atlamak; sıçratmak; atlama; atlanılan yer; atlanılan mesafe. leapfrog birdirbir oyunu. leap year artık yıl dört yılda bir gelen 366 günlük sene. leap in the dark tehlikeli teşebbüs
- learn -- (ed veya learnt) öğrenmek; işitmek; haber almak. learn by heart ezberden öğrenmek
- lease -- kira kontratı; icar; kontrat ile kiralamak. leasehold kontratla kiralanmış mal; kiralanmış. lease holder kiracı. a new lease on life hastalık veya üzüntüden sonra yeniden hayata başlama.
- leash -- tasma kayışı; avcılıkta aynı cins üç hayvandan ibaret takım; iple bağlamak. hold in leash yularını elden bırakmamak.
- leather -- kösele; deriden yapılmış şey; kösele ile kaplamak; (argo.) kamçı veya kayışla dövmek. leatherback yumuşak kabuklu iri bir deniz kaplumbağası. leatherette cilt bezi
- leave -- (gen.) out ile yaprak sürmek; (Ieft) bırakmak; kalkmak; bir yerde bırakmak; vasiyet etmek; vaz geçmek; havale etmek; yanından çıkmak; haline bırakmak; (h. dili) müsaade etmek. leave in the lurch müşkül mevkide bırakmak. Leave it alone. Elleme. Bırak. leave off giymemek; takmamak; bırakmak. leave out atlamak; izin; veda
- leaven -- maya; maya gibi işleyen tesir; mayalandırmak; maya gibi tesir etmek; bozmak. leaven the lump bütün hamuru mayalamak; hepsine tesir etmek.
- lech -- şehvetli olmak; sekse düşkün adam; şehvet.
- lecher -- aşın derecede sekse düşkün adam
- lecture -- konferans; umumi ders; tekdir; konferans vermek; ders vermek: tekdir etmek azarlamak. lecturer konferans veren kimse; okutman. lecture ship okutmanlık.
- ledge -- raf gibi düz çıkıntı; çıkıntılı kaya tabakası.
- ledger -- ana hesap defteri; mezarın kapak taşı. ledger bait bir yere bağlanan olta yemi. ledger line (müz.) yardımcı çizgi; kurşunu suyun dibine oturan olta sicimi.
- lee -- muhafazalı taraf; rüzgardan korunacak yer; (den.) rüzgar altı; rüzgar altı tarafına ait. lee anchor rüzgar altı tarafına atılan demir. lee shore rüzgar altındaki kıyı. lee tide rüzgârla beraber mey- dana gelen kabarma. under the lee of the shore kıyının rüzgârı altında.
- leech -- (den.) dört köşe yelkenin gradin yakası veya astarı.; sülük; (eski) doktor; (tıb.) hacamat; çanak yalayıcı kimse
- leer -- yan bakmak; yan bakış; öfke veya şehvet bakışı.
- leg -- bacak; bacak vazifesi gören şey; ayak; pergel ayağı; (den.) geminin bir rota üzerinde seyrettiği yol; pantolon bacağı; briç veya spor karşılaşmalarında kazanılan ilk oyun. leg of mutton koyun budu. legofmutton sail üç köşeli bir yelken. give no leg to stand on tutunacak bir dal bırakmamak. keep one' legs ayakta durmak; çok bitkin halde. pull one' leg birini aldatmak; (-ged; (kıs.) legal
- legalize -- meşru kılmak
- legate -- elçi; Papa elçisi. legateship elçilik
- legend -- masal; azizlerin hayatına dair hikaye; sikke veya harita ve resim üzerindeki yazı. legendary masal türünden
- legion -- 4200'(den.) 6000'e kadar erden meydana gelen eski Roma tümeni; ordu; kalabalık. legion of angels melekler alayı. Legion of Honor Birinci Napolyon devrinde verilmeye başlanan şeref nişanı. foreign legion özellikle Fransız ordusunda yabancılardan meydana gelen gönüllü alayı.
- legislate -- kanun yapmak; bir kanunu meclise tasdik ettirerek çıkarmak.
- legitimate -- meşru kılmak; nesebini tasdik etmek; meşru; meşru olarak doğmuş; mantıki
- lemon -- limon; limon ağacı; (argo.) değersiz kimse veya şey. lemon balm oğulotu
- lend -- (lent) ödünç vermek; vermek; bu usule göre vermek. lend itself veya oneself to yardım etmek; uygun gelmek.
- length -- uzunluk; müddet; (gram.) bir sesli harfin uzatılması veya uzunluğu. length of days uzun ömür. at great length tafsilâtıyle; en nihayet. at full length tafsilatıyle; boylu boyunca. cable' length (den.) gomene boyu
- lengthen -- uzatmak
- lens -- adese; göz merceği. achromatic lens renksiz mercek. crystalline lens göz merceği. telescopic lens dürbün gibi fotoğraf makinası objektifi. wideangle lens geniş açılı mercek
- lesion -- (tıb.) bir organ veya dokunun yapısındaki anormal veya zararlı değişiklik; yara
- less -- (sonek) -siz.; (edat) daha küçük; aşağı bir derecede; eksik bir miktar; daha küçük kimse veya şey; (edat) eksi.
- lessen -- küçültmek; küçülmek
- lesson -- ders; paylama; ibret.
- lest -- (bağlaç) olmasın diye; korkusu ile
- let -- (let; by; kontrata bağlamak; yardımcı fiil olarak --eyim; kiraya vermek. let alone; boşa çıkarmak; top veya tüfek atmak. let go bırakmak; serbest bırakmak. let him down gently yavaş yavaş alıştırarak hayal kırıklığına uğratmak. let in kapıyı açıp içeriye almak. let loose serbest bırakmak (köpek veya deli) let off cezasını affetmek; dışarı vermek. let on sırrı başkasına söylemek; çekinmeden konuşmak veya gülmek; gevşetmek; (sonek) -cik; (eski) mania; tenis oyuna başlarken topun hafifçe ağa dokunarak geçmesi
- lethargy -- atalet; (tıb.) letarji lethar'gic(al) uyuşuk. lethar'gically uyuşuk şekilde.
- letter -- harf; mektup; (çoğ.) ilim; matbaa harfi; harfi harfine anlamı; (spor) takım üyelerine verilen şeref arması; kitap harfiyle yazmak; plan veya haritaya yazı yazmak. letter book (eski) mektup kopya defteri. letter box mektup kutusu.letter carrier (İng.) postacı. letter file mektup dosyası. letter of credit akreditif; sahibi bulunmayan mektup. man of letters muellif; ilim adamı. night letter gece tarifesine göre gönderilen telgraf. silent letter yazılıp telaffuz olunmayan harf. small letter küçük harf. to the letter harfi harfine.
- levant -- Akdeniz'in doğu sahili ve bu sahildeki memleketler; kitap ciltlemeye mahsus özel meşin. levanter Akdeniz'de esen doğu rüzgarı.
- levee -- A.B.D nehir kenannda su taşmasına engel olacak set; set gibi yüksek nehir kenarı; rıhtım.; büyük şahsiyetlerin sabahleyin misafir kabul etmeleri; (İng.) yalnız erkeklerin hazır bulunduğu saray kabul merasimi; A.B.D bilhassa cumhurbaşkanının umumi kabul resmi.
- level -- (-ed; (mim.); tesviye aleti; yatay hat; irtifa sathı; seviye; düz; bir seviyede; aynı irtifada; (k. dili) ölçülü; düzeltmek; tahrip etmek; bir seviyeye kaldırmak veya indirmek; nişan almak için doğrultmak (tüfek); aynı seviyeye getirmek; yol veya bayırın nispi irtifalarını aletlerle ölçmek; (argo.) doğruyu söylemek. level crossing bir yolun demiryolundan aynı seviyede geçmesi. dead level dümdüz yüzey; aynılık
- lever -- manivela; fazla gayret sarfına vasıta olan şey; manive!a ile kaldırmak veya hareket ettirmek veya etmek.
- leverage -- manivela kudreti; (slang) piston.
- levigate -- düz etmek; bir maddeyi nemli iken ezip toz haline getirmek; birbirine iyice karıştırmak; cilâlamak; düz
- levitate -- hafif olmaktan dolayı havaya kalkmak; ispritizma kuvveti ile veya rüyada havaya yükselmek; havaya yükseltmek. levita'tion havaya yükselme olayı.
- levy -- mecburi olarak toplama (asker veya para); bu suretle toplanan asker veya para; zorla toplamak; (huk.) haczetmek. levy war on (birine karşı) harp açmak.
- lex -- (çoğ.) leges) (Lat.) kanun
- liaison -- irtibat; birleştirme; gizli ilişki; (ahçı.) terbiye
- lib -- (bak.) liberation. womens lib kadınlann özgürlük hareketi.
- libel -- (-ed; yazılı iftira; (huk.) arzuhal; iftira etmek; (huk.) arzuhal vererek davaya başlamak. libel(l)ous if tira kabilinden. libel(l)ously iftira ederek.
- liberate -- serbest bırakmak; kurtarmak. liberator kurtaran veya azat eden kimse.
- librate -- terazi gibi sallanmak
- license -- (İng.) licence izin; izin tezkeresi; ehliyet; aşırı serbestlik; nizama riayetsizlik; yazıda ve sanatta kaidelere riayetsizlik.li- cense tax içki satışı için verilen ruhsat parası. export license ihraç ruhsatı. import license ithalât ruhsatı.; (İng.) Iicence izin vermek; izin tezkeresi vermek; salâhiyet vermek. licensee ruhsat sahibi.
- licentiate -- resmi bir makamdan belirli bir amme hizmetinde çalışmak için müsaade almış olan kimse.
- lick -- yalamak; alev gibi yalayıp geçmek; (argo.) dayak atmak; (argo.) üstün gelmek; yalama; tokat; yalanacak miktarda az şey; büyük surat; hayvanların yaladıklan tabii tuz.lick clean yalayıp temizlemek. lick into shape biçim vermek
- lid -- kapak; göz kapağı; (bot.) tohum zarfının kase şeklindeki kapağı; (argo) şapka; (A.B.D.)
- lie -- (lay; durmak; düşmek; (huk.) (alacaklı) kanunen caiz olmak; yatış; mevki (arazi); hayvan ini; (-d; yalan. söylemek; yanlış olduğunu göstermek.
- lifeboat -- cankurtaran sandalı.
- lift -- kaldırmak; yükseltmek; (k. dili) çalmak; iptal etmek; kaldırmaya uğraşmak; yükselmek; kaldrış; kaldırılacak şey; (İng.) asansör; yardım; kaldırıcı kuvvet; neşe
- ligate -- (tıb.) bağlamak
- ligature -- bag; (tıb.) kan damarını bağlamak için kullanılan tel veya iplik; (müz.) bağ; tel ile bağlamak.
- light -- (-ed veya -lit) konmak; üzerine düşmek; inmek (at veya arabadan) light into azarlamak. light on rastgelmek; hafif; eksik; ehemmiyetsiz; ince; yüksüz; az; hazmı kolay; iyi mayalanmış; gailesiz; çevik; hafifmeşrep; kararsız; başı dönmüş; hafifçe; budala; deli. light literature eğlendirici; ışık; ışık veren şey; idrak veya akıl nuru; dünyaya ışık saçan kimse; pencere veya tepe camı gibi ışık veren şey; anlama; (güz. san.) bir resmin aydınlık kısmı; kibrit gibi yanınca ışık veren şey; gün ışığı; gerçekleşmek; (-ed veya -lit) yakmak tutuşturmak; aydınlatmak; neşelendirmek; yanmak; parıldamak
- lighten -- hafifletmek; neşelendirmek; yükü azalmak; neşelenmek.; aydınlatmak
- lighter -- mavna; mavna ile yük taşımak. lighterage mavna ücreti; mavnaya yükleme.; yakan şey veya kimse
- lightning -- şimşek
- lignify -- odun haline koymak; odunlaşmak. lignifica'tion odunlaşma
- like -- (edat); birbirine benzer; eşit; benzeri. It looks like rain. Yağmur yağacağa benziyor I feel like resting. Canım dinlenmek istiyor. I've never seen the like of it (k. dili) I never saw the likes of it. Benzerini hiç görmedim. Like father like son. Tıpkı babasına benzer. like (mad.) çılgınca; hoşlanmak; (sonek) -ımsı
- liken -- benzetmek.
- likeness -- suret; resim; benzeyiş
- lilt -- oynak şarkı; seke seke yürüme; oynak şarkı söylemek.
- limb -- kol ve bacak gibi vücuda eklemle bağlı uzuv; ağacın büyük dalı; herhangi bir şeyin kol veya dalı; başka bir şeyin kısmı veya vasıtası sayılan kimse veya şey.limb from limb tamamen (parçalanmış) be out on the end of a limb desteksiz kalmak.; yuvarlak bir sathın kenarı; açıları ölçmeye mahsus aletin derece işaretleri olan kenarı. upper limb of the moon ayın üst ucu. eastern limb güneş ve ayın doğuya bakan kenarı.
- limber -- top arabasının ayrılabilen ön parçası; (den.) geminin karinasına sintine suyunun geçmesi için yapılmış delik ve oluk; (gen.) up ile top arabasına koşum parçasını bağlamak. limber up harekete alıştırmak.; eğilir bükülür
- limbo -- (Kat.) (ilah.) vaftiz edilmeden ölen çocuklarla İsa'dan evvel yaşamış olanların ruhlarının bulunduğu yer; istenmeyen veva unutulmuş sey veya kimsenin gönde- rildiği yer veya içinde bulunduğu durum; zindan
- lime -- kireç; üzerine kireç dökmek. lime pit kireç kuyusu. slaked lime sönmüş kireç.; imhlamur agacı; misket limonu
- limelight -- kireç lambası; (tiyatro) projektör ışığı. in the limelight genel ilgiyi üzerinde toplamış; herkes tarafından bilinen.
- limit -- nihayet; (çoğ.) hudut; bir niceliğin hiçbir zaman erişemeden aralıksız olarak yaklaştığı başka nicelikı age limit yaş haddi. off limits askerlere yasak bölge. That' the limit ! (argo.) Ancak o kadar olur. çekilir şey değil!; hudut tayin etmek; kuşatmak; hasretmek
- limn -- (eski) resmetmek; betimlemek. Iim'ner ressam.
- limp -- topallamak; topal lama; yumuşak
- line -- çizgi; ip; iplik; (çoğ.) dizgin; ölçme ipi; olta ipi; satır; hudut hattı; seri; ekvator çizgisi; enlem veya boylam dairesi; plan; sıra; kısa mektup; hareket tarzı; fikir silsilesi; hiza; belirli bir cins veya marka mal; (tiyatro) rol; vapur şirketi; tarik; (ask.) savunma hattı; (den.) saf halinde yanyana giden gemi kafilesinin meydana getirdigi hat; silsile; nesep; saha; meslek; bir pusun on ikide birini teşkil eden ölçü çizgisi; (argo.) kandırıcı sözler; tire klişesi. lineofbattle ship eskiden savaş hattı gemisi. line of vision görüş hattı. line squall bora; tarafını tutmak; sıralamak; kıyas etmek; telefonu kapatmamak. in line for kazanma ihtimali olan. in line with uygun; bir hizada. in my line kabiliyet veya faaliyet alanımda. main line ana hat; başlıca iş. on a line aynı hizada; itaatsiz; uyuşmamış. read between the lines yazılı olanından fazlasını okumak; ordu veya donanma. toe the line bir kanun veya kurala itaat etmek veya ettirmek. What' your line? Ne işle uğraşıyorsunuz?; çizgilerle göstermek; altına veya üstüne çizgi çekmek; dizmek; çizgilerle doldurmak. line up sıraya girmek; içine astar koymak; kaplamak; doldurmak.
- linger -- ayrılamamak; gecikmek; gitme vaktini uzatmak; oyalanmak; kolayca ölmemek; kolay kolay geçmemek; yavaş yavaş gitmek. lingeringly ayrılmayarak
- liniment -- romatizma ve burkulmadan doğan agnları hafifletmek için ovarak kullanılan sıvı ilâç
- link -- halka; mesaha zincirinin 20 santimetre boyunda bir ölçü halkası; bağ; tek sosis kangalı; (mak.) mafsal; zincirlemek; insanla maymun arasında bağ olan yaratık.
- linotype -- matbaa harflerini satır halinde dizip döken makina
- lint -- iplik veya kumaş tiftiği; (tıb.) yara pansumanı için kullanılan keten tiftiği; saç filesi; yumuşak tüy.
- lionize -- birine çok rağbet göstermek; özel önemi olan yerleri veya şeyleri ziyaret etmek; kahraman gibi davranmak
- lip -- (-ped; yaranın kenarı; (anat.); ağıza almak: mırıldanmak. lip reading başkalarının dudak hareketlerinden sağırların söylenen sözü anlamaları. lip service sahte bağlılık. bite one' lip öfke veya üzüntüyü belli etmemek için dudağını ısırmak. button one' lip (argo.) susmak
- lipstick -- dudak boyası
- liquate -- (gen.) out ile bir alaşımdaki madenleri uygun bir sıcaklıkta ısıtıp birini eritmek suretiyle birbirinden ayırmak. liqua'tion bu suretle eritip ayırma.
- liquefy -- eritmek
- liqueur -- likör
- liquidate -- ödeyip tasfiye etmek (borç); tasfiye etmek (iş)
- liquidize -- sıvı haline koymak
- liquor -- içki: sert içki: sıvı madde: su içinde eritilmiş ilâç
- lisp -- yanlış telaffuz etmek
- list -- kumaş kenarı: kenar çekmek; çift pullu sabanla sürmek.; (den.) yan yatmak; geminin yan yatması.; liste; (çoğ.) yarışma yeri; fiyat koymak. list price katalog fiyatı. black list kara liste. enter the lists mücadeleye girişmekç free list parasız girenlerin listesi (tiyatro): memlekete gümrüksüz olarak girecek eşya listesi.
- listen -- dinlemek; radyo dinlemek. listening post düşman hattına yakın dinleme noktası.
- lit -- (bak.) light; yanmış; (kıs.) literally
- lithe -- kolay eğilip bükülebilen
- lithograph -- taşbasması resim: taşbasmasıyle resim yapmak. lithog'rapher litografyacı. lithog'raphy taşbasması
- litigate -- mahkemeye müracaat etmek; dava açmak; (bir maddeyi) mahkemeye arzetmek. litigant davacı; mu- hasım. litiga'tion dava etme
- litter -- döküntü; intizamsızlık; kedi veya köpek gibi hayvanın bir defada doğurduğu yavrular; tahtırevan; sedye; hayvanları yatırmak için serilen saman veya kuru ot; karmakarışık etmek; doğurmak; ahırda hayvanın altına yataklık ot sermek. litter bag A.B.D çöp torbası. litter down altına yataklık saman yaymak.litter up karmakarışık etmek. be in litter (hayvan) doğum halinde olmak.
- live -- yaşamak; beslenmek; geçinmek; oturmak; geçirmek; canlı; hayata ait; yanan; elektrikle dolu (tel); parlak (renk); asıl yerinde bulunan (kaya); (matb.) basılmaya hazır; patlamamış (bomba); (radyo) canlı (yayın) live embers sönmemiş ateş korları. live load hareketli yük. live oak kışın yapraklarını dökmeyen bir ceşit meşe ağacı. live rail elektrikli lokomotife cereyan veren ray. live steam kazandan gelen tam kuvvetli istim. live wire elektrik cereyanı nakleden tel; (k. dili) başkalarını harekete getirme kabiliyeti olan faal kimse. a live issue günün mühim meselesi.
- liven -- (gen.)" up" ile neşelendirmek; neşelenmek
- livery -- özel üniforma; hizmetçi sınıfı; kılık; kira atlarını besleme işi; kira atları ile arabalarının muhafaza olunduğu yer; (huk.) istimlak beratı; Londra'da lonca üyesi. livery stable kiralık atların beslendiği ahır. liveried özel üniformalı.
- lixiviate -- odun külünden külsuyu elde etmek.
- load -- yükletmek; yükünü vermek; hediye yağdırmak; hile yapmak için zarı doldurmak; birine tesir ederek haksız hüküm verdirmek; doldurmak; fotograf makinaslna film koymak; tıkabasa doldurmak (mide); hayat sigortasına zam koymak; yüklenmek; silah doldurmak. load up yükletmek.; yük; sıklet; endişe; fikir yorgunluğu; silâh doldurmak için barut ve fişek; (mak.) mukavemet; bir cihazın ihtiva ettiği elektrik miktarı
- loaf -- (çoğ.) loaves ekmek somunu; aylakça vakit geçirmek; haylaz kimse; mokasen tipi ayakkabı.
- loam -- içinde organik maddeler olan kum ve kil karışımının meydana getirdiği gevşek yapılı toprak; kuvvetli toprak; tuğla yapmak için kum; böyle harçla sıvamak. loamy özlü harçtan ibaret; kuvvetli toprak gibi.
- loan -- ödünç verme; ödünç alma; ödünç verilen şey; bilhassa faiz karşılığında ödünç para vermek; ödünç vermek; (eğreti olarak) vermek. loan collection sergide gösterilmek üzere sahipleri tarafından ödünç olarak verilen resim veya eşya koleksiyonu. loan shark (A.B.D.)
- loathe -- nefret etmek; tiksinmek
- lob -- (-bed; tenis kortunun arka tarafına düşsün diye topu havaya vurmak; (kriket) topu aşağıdan ve ağır ağır atmak; yavaş yavaş ve salınarak gitmek; havaya vurulan top; ağır ağır ve aşağıdan atılan top.
- lobby -- dehliz; antre; bekleme odası; senatör veya milletvekilleri ile görüşmek üzere bekleme salonunda bekleyen kimseler; kulis faaliyeti; (A.B.D.) oylarını kazanmak amacıyle meclis üyeleriyle görüşmek. lobbyist böyle görüşmelerde bulunan kimse.
- lobster -- ıstakoz
- localize -- belirli bir yere sınırlamak; yerini bulup belirtmek. localiz'able sınırlanabilir. localiza'tion sınırlama
- locate -- bir yerde iskân etmek; yerini tayin etmek; tam yerini keşfetmek; (k. dili) sakin olmak
- lock -- kilit; silâh çakmağı; güreşte birkaç çeşit yakalama usulü; kilitleme; kilitli şey; yokuşu inerken tekerleği tutan zincir; kanal içinde gemileri bir yüzeyden diğerine yükseltmek veya alçaltmak için kullanılan havuz. lock; tüfekte emniyet tertibatı. Yale lock Yale markalı veya ona benzer emniyet kilidi. under lock and key kilit altında.; kilitlemek; kapamak; kilitleyip tutturmak; birbirine geçmek; kanal havuzuna sokmak (gemi); kapatmak; kilitlenmek; kanal havuzunda yukarı veya aşağı gitmek. lock in kilitlemek; (matb.) bağlamak.; saç lülesi; (çoğ.) saçlar; bir tutam yün veya pamuk.
- loco -- (A.B.D.)
- locust -- çekirge; ağustosböceği; salkım ağacı; keçiboynuzu
- lodge -- tekke; mason teşkilâtının azaları veya toplanma yeri; ufak ev; kapıcı veya bahçıvan kulübesi; tatil evi; hayvan ini.; geçici olarak oda vermek; misafir etmek; yerleştirmek; arzetmek; ekini bastırıp yere yatırmak (rüzgâr); muvakkaten bir evde oturmak; misafir olmak; bir yerde kiracı olmak; bir yerde geçici olarak kalmak; içine gömülmek. lodger misafir; kiracı.
- loft -- çatı arası; çatı arası odası; güvercinlik; güvercin sürüsü; samanlık; kilise balkonu.; yükseğe atmak (top); fezaya yollamak.
- log -- kütük; kütük gibi şey veya adam; (den.) parakete; (den.) jurnal; (-ged; logaritma.; belirli bir mesafe katetmek.
- loiter -- yolda oyalanmak
- loll -- iş yapmadan dolaşmak; ağzından dışarı sarkıtmak (dil); "away" ile tembelcesine geçirmek (vakit); ağızdan dışarıya sarkmak (dil)
- long -- çok istemek; çok; müddetince; uzun; uzun süren; mesafece uzun; alışılmıştan uzun; şümullü; (şiir) uzun hece. long division (bak.) division. long dozen on üç. Long Island New York eyaletinde bir adanın ismi. long johns (A.B.D.); planlamada ilerideki sonucu düşünebilme. a long face ekşi yüz; zekâ
- loo -- bir çeşit iskambil oyunu; bu oyunda ceza kâsesi; (İng.)
- look -- bakmak; düşünmek; gözetmek; yönelmiş olmak; görünmek; bakış; görünüş; yüz ifadesi. look about etrafına bakmak; başkası ile aynı kitaptan okumak. look one in the face utanmayarak veya cesaretle birinin yüzüne bakmak. look out sakınmak; gözetmek. look out for dikkat etmek. look over incelemek; aramak; ziyaret etmek; iyileşmek; güvenmek
- loom -- dokuma tezgâhı; dokuma; (den.) küreğin topacı.; uzakta hayal gibi gözükmek; aslından daha kocaman ve korkunç gözükmek; büyük önem kazanmak; uzakta hayal gibi belirme.
- loop -- ilmek; ilik halkası; ırmağm yılankavi aktığı yer; kroşe ve örgü işlerinde bir ilmek; doğum kontrolü için dölyatağına konulan halka; ilmek yapmak; ilmek olmak
- loophole -- mazgal deliği; kaçamak.
- loose -- gevşek; dağınık; ahlakça serbest; şüpheli; yumuşak (öksürük); ishal olmuş; gevşetmek; salıvermek; boşaltmak (tüfek) loose ends yarım kalmış işler. loose-jointed mafsalları sıkıca birleşmemiş. loose-leaf sayfaları çıkarılıp tekrar takılabilen (kitap veya defter) loose rein dizginleri gevşek; hapishaneden kaçıp kurtulmak. cast loose çözmek; kaçmak; (k. dili) cümbüş etmek; aklından zoru olmak. let loose salıvermek; eğlencede; üstünkörü; ahlâksızca; hemen hemen; ishal; intizamsızlık; kararsızlık.
- loosen -- gevşetmek; salıvermek; (tıb.) ishal etmek; gevşemek
- loot -- yağma çapul; (A.B.D.); yağma etmek
- lop -- (-ped; ağacın dallarını kesmek; kesip düşürmek.; sarkıtmak.
- lope -- uzun ve rahat adımlarla koşmak; uzun ve rahat adım.
- lord -- efendi; hakim; lord (bir asalet unvanı); b.h. Rab; Hazreti İsa; lord payesi vermek. Lord bless me! Aman ya Rabbi! Lord Chamberlain İngiltere'de baş mabeyinci. lord it over someone gururlu dav- ranmak
- lorry -- (İng.) kamyon; (A.B.D.) alçak olup yansız ve dört tekerlekli yük arabası.
- lose -- .(lost) kaybetmek; kaçırmak; şaşırmak; azıtmak; kaybolmak; mahrum olmak; mağlup olmak. lose face itibarını kaybetmek. lose ground geri çekilmek; unutmak. lose the way yolu şaşırmak.
- loss -- ziyan; harabiyet; israf; (ask.) zayiat; her şeyi kaybetme. at a loss şaşırmış; zararına (satış) average loss (den.) (sig.) kısmi ziyan. bear a loss ziyana katlanmak. proof of loss ziyanı ispat. total loss (den.) (sig.) onarılmaya değmeyecek derecede kayıp veya zarar
- lot -- (-ted; kura; (İng.) vergi; arazi parçası; hisse; (gen.) (çoğ.) birçok; kısım; nevi; taksim etmek; kısımlara ayırmak (arazi); kur'a ile taksim etmek. a lot çok. cast in one' lot with birinin kaderine bağlanmak
- lotion -- vücudun bir yerini yıkamak veya yumuşatmak için kullanılan ilaçlı su
- louden -- yükselmek veya yükseltmek (ses)
- lounge -- tembelce uzanmak veya yayılıp oturmak; aylakça vakit geçirmek; şezlong; istirahat odası; aylaklık; tembelce yatış veya oturuş. lounge away (vakit) tembelce geçirmek. lounger tembelce yaşayan kimse.
- louse -- (çoğ.) lice) bit; ( argo) eşekoğlueşek
- lout -- kaba adam; (slang) eşek. loutish soytarı gibi; kaba; eşeklik.
- love -- sevgi; sevgili; b.h. aşk tanrısı; (psik.) eros; (tenis) sıfır; sevmek
- low -- alçak; alçaktaki; ekvatora yakın; ufka yakın; alçak gönüllü; hakir; az; ucuz; yavaş; (müz.) pes; kuvvetsiz; sıkıntılı; rezil; geri; kısa; karamsar; üzgün; alçak mevkide veya mevkie; ucuz fiyatla; pes olarak; mütevazı tarzda. low camp bayağı. low comedy fars. Low Countries Hollanda; yıkmak; niyetlerini gizlemek; böğürmek; böğürme.
- lower -- indirmek; azaltmak; zayıflatmak; alçaltmak; (müz.) pesleştirmek; inmek; daha aşağı; daha alçak. lower case minüskül; ölüler diyarı. lowermost en aşağı
- lozenge -- pastil; baklava biçimi; baklava şeklinde şey.
- lube -- lube oil (bak.) lubricating oil.
- lubricate -- yağlamak; yağdanlık.
- luck -- talih; uğurlu şey. as luck would have it şansıma. down on one' luck talihsiz
- lucubrate -- gece geç saatlere kadar çalışmak; emekle eser meydana getirmek. lucubra'tion emekle meydana getirilmiş eser. lu'cubrator böyle emekle çalışan kimse. lu'cu- bratory gece çalışmasına ait; zahmetli
- luff -- (den.) orsa seyiri; flok ve velena yelkenlerinde lerno yakası ve astarı; orsa etmek
- lug -- (İskoç) kulak veya kulak memesi; kulp; araba okunun içinden geçtiği meşin halka.; (-ged; güçlükle taşımak; zorla sokmak (lüzumsuz söz veya hikaye); ağır ağır hareket etmek
- lull -- sakinleştirerek uyutmak; uyuşmak; muvakkat sukunet; ara verme
- lullaby -- ninni; (müz.) ninniye benzer parça.
- lumber -- hantal hantal yürümek.; ing. kalabalık eden ve kullanılmayan eşya; lüzumsuz eşya ile doldurmak.lumber room ing. sandık odası.; kereste; kereste kesmek; ormanda ağaç kesmek lumberjack ormanda ağaç kesen kimse. lumberman keresteci
- lump -- parça; öbek; şiş; yığın; hantal kimse; yığmak; bir araya getirmek; toptan almak veya satmak; hantal hantal dolaşmak. lump coal iri parçalar halinde madenkömürü.lump sugar kesme şekerl Iump sum yekten; aptal. lumpishness topak hali; ağırlık. lumpy yumrularla dolu; (k. dili) ister istemez tahammül etmek
- lunch -- hafif yemek; öğle yemeğinde yenen yiyecekler; öğle yemeği yemek veya yedirmek. lunch counter büfe. lunch hour öğle tatili.
- luncheon -- hafif yemek
- lunge -- kılıç ile hamle; saldırış; eskrim veya boksta hamle etmek; saldlrmak
- lurch -- (eski) müşkül durum. leave in the lurch güç bir zamanda terketmek (bir dost veya ortağı); (den.) geminin birdenbire sallanması veya silkinmesi; sarhoş gibi sendeleme; sallanmak; sendelemek.
- lure -- hayan veya balık tutmak için yem; şahin veya atmacayı geri getirmek için gösterilen kuş veya ete benzer şey; cazibe; cezbetmek; kuş veya et gibi bir şey göstererek çağırmak (şahin)
- lurk -- hırsız gibi gizlenmek; gizli olmak; gizli gizli dolaşmak. on the lurk pusuda lurkingplace pusu yeri; hırslızın gizlendiği yer.
- lush -- çok sulu; bereketli; lezzetli; cafcaflı.; (argo) ayyaş kimse; çok içki içirmek veya içmek.
- lust -- şehvet; nefsaniyet; çok kuvvetli ve karşı konulamaz arzu; arzu; şehvetli olmak. lust for
- luster -- ing. -tre parlaklık; cila; şaşaa; şamdan; çok güzel olma; şöhret; cilalamak; zevksiz.
- lustrate -- törenle arıtmak; şartlamak. lustra'tion ayinde yıkayıp arıtma.
- lustre -- (bak.) luster.
- lute -- (müz.) ut; ut çalmak. lutist; borunun ek yerlerini yapıştırmak için kullanılan ince toz haline getirilmiş bir kil bileşimi; böyle bir bileşimle sıvamak.
- lux -- (çoğ.) es
- luxate -- mafsaldan çıkarmak
- luxuriate -- lüks ya şamak; pek çok zevk almak; külfetli şekilde yetişmek.
- lynch -- yargılamadan öldürmek
- lyse -- (tıb.) kaybolmak; yok etmek.
- macadam -- makadam; makadam inşasında kullanılan malzeme.
- macadamize -- makadam usulü ile şose yapmak.
- mace -- küçük hindistancevizi kabuğunun öğütülmesiyle elde edilen güzel kokulu bir baharat.; göz yaşartıcı bomba imalinde kullanılan kimyasal bir sıvı.; ortaçağda kullanılan ağır topuz; yetki belirtisi olarak kullanılan tören asası. macebearer bu asayı taşıyan görevli.
- macerate -- kab bir maddeyi sıvı bir maddede ıslatarak yumuşatmak; zayıflatmak; zayıflayıp erimek macera'tion yumuşama; zayıflama.
- machinate -- düzenbazlık etmek
- machine -- makina; makina gibi çalışan herhangi bir şey; motorlu araç; örgüt; mekanizma; politika çarkı; makinayla ilgili; makina ile yapılmış; makina ile imal etmek veya şekil vermek. machine gun makinalı tüfek; tornacı dükkanı. machine tools torna ve planya gibi maki- nalar
- mackle -- leke; (matb.) bulanık basmak.
- maculate -- lekelemek; benekli
- macule -- leke; (matb.) bulanık basmak.
- madam -- genelev idare eden kadın.
- madden -- delirtmek; delirmek; sinirlendirmek.
- magazine -- dergi; depo; cephane deposu; silahta fişek hazinesi.
- magnetize -- mıknatısiyet vermek; cezbetmek
- magnify -- büyük göstermek; mübalâğa etmek; (eski) övmek
- mahout -- Hindistan'da fil seyisi veya sürücüsü.
- maiden -- genç kız; evlenmemiş; tecrübesiz; masum; ilk. maiden effort ilk teşebbüs. maiden name evli kadının bekarlık soyadı. maiden over kriket oyununda sayı kaydedilmeyen devre. maidenly kız gibi; mahcup.
- mail -- halka veya zincirden yapılmış zırh; böyle zırh giydirmek. mailed fist saldırı tehdidi; posta; posta arabası; (A.B.D.) postaya vermek
- maim -- sakat etmek
- main -- asıl; taşra gelenekleri. main yard (den.) mayistra sereni. the main chance şahsi menfaat
- mainstream -- orta; ana görüş.
- maintain -- sürdürmek; korumak; beslemek; bakımını sağlamak; iddia etmek
- major -- (A.B.D.) üniversitede öğrenimi belli bir konuda yoğunlaştırmak; (ask.) binbaşı; (müz.) majör; (man.) büyük terim; (A.B.D.) bir üniversite ögrencisinin takip ettiği esas sertifika; (bir branşta) öğrenci. major general tuğgeneral.; büyük; başlıca; (müz.) (gam) majör; (man.) tasımın büyük önermesine ait. major key majör perdesi. major offense büyük suç. major premise
- make -- yapılış; mamulât; hasılat; (elek.) devrenin kapanması. be on the make (k. dili) kendi kazancı peşinde olmak; cinsi münasebet için eş aramak.; yaratmak; anlamak
- maladminister -- kötü idare etmek.
- malcontent -- memnun olmayan; tatmin olmayıp isyana hazır kimse.
- malice -- kötülük; muziplik; (huk.) ızrar niyeti. malice aforethought
- malign -- kötücül; garezci.; iftira etmek
- malinger -- yalandan kendini hasta göstermek
- mall -- ağaçlık yol; mesire; (A.B.D.) arabalara kapalı ağaçl çarşı yeri.; (bak.) maul.
- mallet -- tahta veya lastik başı olan çekiç; (spor) sopa.
- malt -- çoğunlukla bira yapmak için çimlendirilmiş arpa; arpa veya başka tahıldan malt yapmak; malt haline gelmek malt liquor malttan mayalanma usulu ile yapılan içki. malted milk süt tozu ve malt tan yapılmış dondurmalı bir içecek. malty malt gibi
- maltreat -- kötü davranmak
- mambo -- mambo (dans)
- man -- (çoğ.) men) adam; erkek cinsi; insan; insan türü; erkek adam; uşak; biri; satranç veya dama taşı; yönetim; mide; (ünlem); (konuşmada bir anlamı olmadan boşlukları dolduran söz): Man; (ned
- manacle -- (gen.) (çoğ.); kelepçe takmak
- manage -- idare etmek; çevirmek; terbiye etmek; yola getirmek; kandırmak; tertip etmek; yolunu bulmak; müdür olmak; işini uydurmak; geçinmek.
- mandamus -- (huk.) yüksek mahkeme tarafından bir alt mahkemeye veya belediyeye verilen yazılı emir.
- mandate -- manda; vekalet; emir; emirname.
- maneuver -- manevra; hile; tedbir; manevra yapmak; dolap çevirmek; tedbir almak.
- mangle -- vurarak ezmek veya parçalamak; bozmak.; iki silindirli ütü makinası; silindirli makina ile ütülemek.
- mango -- (çoğ.) es veya Hindistan'a mahsus yumurta şeklinde ve sarımsı bir meyva
- manhandle -- kabaca itmek; kaba kuvvetle itip kakmak; makina kullanmadan kaba kuvvetle kaldırmak.
- manicure -- el ve bilhassa tırnak tuvaleti; manikürcü; manikür yapmak. manicurist manikürcü.
- manifest -- manifesto; aşikar; açıkça göstermek; manifestoda göstermek; kendini belli etmek
- manifesto -- (çoğ.) toes) tebliğ
- manifold -- türlü türlü; teksir edilmiş kopyalardan biri; (mak.) birkaç ağızlı boru; makina ile kopyalarını çıkarmak (mektup); teksir etmek
- manipulate -- el ile işletmek; hile karıştırmak. manipula'tion el ile işletme; manevra; dalavereci manip'ulator idare eden kimse; vurguncu kimse; telgrafta maniple; manipulatör.
- manoeuvre -- (bak.) maneuver
- manse -- papaz evi.
- mansion -- büyük ve güzel ev; eskiden malikane konağı.
- mantle -- kolsuz manto; örtü; midye gibi kabuklu su hayvanlarını örten iç deri; lüks fitili; (jeol.) yer kabuğu ile yerözeği arasında kalan bir katman. mantled örtülü.
- manufacture -- imal; mamulat; imal etmek; yalandan icat etmek
- manumit -- (-ted; azat edilme
- manure -- gübre; gübrelemek. artificial manure suni gübre. barnyard manure ahır gübresi.
- map -- (-ped; ( argo) surat; haritasını yapmak; ayrıntılarıyle planlamak. off the map ortadan kaybolmuş. put on the map (k. dili) (bir yerin) ismini duyurmak.
- mar -- (-red; şeklini bozmak. make or mar yapmak veya bozmak.
- marathon -- uzun mesafe koşusu
- maraud -- çapulculuk maksadıyle akın etmek
- marble -- mermer; mermerden yapılmış sanat eseri veya kitabe; (çoğ.) mermer heykel koleksiyonu; mermer gibi düz; bilye; (çoğ.) zıpzıp oyunu; mermerden; mermer taklidi; mermer gibi soğuk; mermer taklidi boyamak; mermer döşeli.
- march -- mart ayı.; sınır; (çoğ.) ingiltere ile iskoçya veya ingiltere ile Gal arasındaki hudut sahaları.; asker yürüyüşü; resmi yürüyüş; ilerleme; asker yürüyüşü ile bir günlük yol; muntazam adımla yürüyüş; (müz.) marş; resmi yürüyüş yaptırmak; zorla yütmek; yürüyüş yapmak. march past geçit töreni. marching orders askere verilen hareket emri. funeral march cenaze marşı. forced march (ask.) cebri yürüyüş
- margin -- kenar; son hadde yakın hal; ihtiyaçtan fazla para ile yer veya zaman; (tic.) maliyet fiyat ile satış fiyatı arasındaki fark; sayfa kenarı; (tic.) ihtiyat akçesi; kenarına yazmak; kenar yapmak. margin of safety emniyet payı. buy on margin yalnız ihtiyat akçesi yatırarak satın almak.
- marginate -- yazı sayfasında kenar bırakmak.
- marinate -- (eti yumuşatmak için) zeytinyağlı salamurada bırakmak.
- marionette -- kukla .
- mark -- işaret; damga; nişan; kâfi derece; şöhret; (den.) iskandil savlası üzerinde kulaç işareti; not (ders); leke; yara yeri; muvaffak olmak. make one' mark şöhret kazanmak. miss the mark hedefe isabet et memek; tam doğru olmamak; konu dışı olmak. of mark meşhur. Plimsoll mark seksen tondan fazla her gemide yazılması lüzumlu olan ve su hatlarını gösteren işaret. up to the mark istenilen derecede. wide of the mark hedeften uzak.; ilk Hristiyanlardan biri; isaretlemek; ortaya çıkarmak; göstermek; çizmek; sayı tutmak; not vermek; hatırda tutmak; (tic.) fiyat etiketi koymak. mark off hudutlarını çizmek. mark down fiyat indirmek. mark out hudutlarım çizmek; planını yapmak; seçip ayırmak. mark time yerinde saymak; durup beklemek. mark up çizmek; fiyat yükseltmek.; Alman parası; eskiden bir gümüş veya altın tartısı.
- marker -- işaret koyan kimse; işaret
- market -- pazar; piyasa market basket pazar sepeti. market day pazarın kurulduğu gün. market garden bostan . market order komisyoncuya verilen piyasa fiyatına satma veya alma siparişi. market place pazar yeri. market town içinde pazar kurulan kasaba. market value piyasa fiyatı; mal satmak veya satışa çıkarmak; çarşıda alışveriş etmek.
- marl -- kireçli toprak; kireçli toprakla gübrelemek; (den.) halat üzerine başka ince halat sarmak. marlaceous (marley' -şıs) kireçli toprağı olan. marly kireçli topraklı
- marline -- (den.) iki kollu ince bir çeşit halat
- marmalade -- portakal reçeli.
- maroon -- kestane rengi; bir kimseyi ıssız ada veya kıyıya çıkarıp yalnız bırakmak.
- marquee -- kapı önü tentesi; büyük çadır; afiş.
- marrow -- ilik; öz. marrowbone ilik kemiği; (çoğ.) çapraz iki kemik. marrowfat bir çeşit bezelye. chilled to the marrow soğuk iliğine geçmiş
- marry -- (ünlem); evlenmek; evlendirmek; evermek; birleşmek
- marshal -- (-ed; teşrifatçı; polis müdürü; sıraya koymak; önüne düşüp götürmek. field marshal mareşal
- mart -- çarşı pazar.
- martingale -- şahlanmasına engel olmak için beygirin dizgin veya geminden kolanına bağlanan kayış. martingal kayışı; (den.) cıvadra sakalı
- martyr -- şehit; bir amaç uğruna ölen veya işkenceye katlanan kimse; uzun müddet ıstırap çeken kimse; şehit etmek; işkence etmek
- martyrize -- şehit etmek; şehit olmak.
- marvel -- (-ed; hayret uyandıran şey; hayret etmek
- marzipan -- (bak.) marchpane
- mascara -- sürme
- mash -- lapa; hayvanlara yedirilen sıcak lapa; bira yapmak için ezilmiş arpa ile su karışımı; ezilmiş arpayı su ile karıştırmak; ezip lapa yapmak; ezmek
- mask -- maske; alçı veya balmumundan yapılmış yüz kalıbı; maskeli kimse; (ask.) bir bataryayı veya askeri harekâtı düşman gözünden saklamak için yapılan çeşitli tertipler; köpek veya tilki başı. death mask ölünün alçıdan yapıl mış yüz kalıbı. throw off the mask maskesini indirmek; maske ile örtmek; (ask.) bir bataryayı veya askeri harekatı düşman gözünden saklamak; maske takmak
- mason -- duvarcı; b.h. mason; taş veya tuğla ile örmek.
- masque -- aktörlerin maske giydikleri eski usul sahne oyunu; maskeli balo.
- masquerade -- maskeli balo; maskeli balo kostümü; sahte tavır; maskeli eğlenceye katılmak; sahte tavır takınmak
- mass -- Katolik kiliselerinde ekmek ve şarabın takdisi ayini (Aşai Rabbani); bu ayine mahsus müzik. High Mass bu ayinin müzikli ve eksiksiz merasimi. Low Mass bu ayinin basit şekli. Black Mass ölüler için yapılan ayin; küfür ile icra edilmiş Aşai Rabbani ayini; parça; çokluk; hacim; (fiz.) herhangi bir cisimde bulunan madde miktarı; yığın halinde toplamak; (ask.) asker yığmak. mass media kitle iletişim
- massacre -- kılıçtan geçirme; katletmek
- massage -- masaj; masaj yapmak
- mast -- direk; palamut veya kayın kozalağı ve kestane gibi ağaç yemişi (özellikle domuzlara yem olarak kullanılır)
- master -- efendi; usta; dini lider; üstat; ing. erkek öğretmen; üniversitede bachelor'dan bir yüksek derece veya bu dereceyi alan kimse; yönetici; örnek; teksir kalıbı; mumlu kâğıt; kü çük bey; kaptan. Master of Arts (kıs.) MA) (bak.) art master of ceremonies teşri fatçı; lisans üstü fen diploması be master of ustası olmak. be one' own master başına buyruk olmak. Grand Master şövalyeler ile masonlarda büyük üstat. old masters eski üstatlar (özellikle Rönesans devrindeki italyan ressamları) the Master Hazreti isa; üstat.; baş; yapı ustası; ana metin. master key aynı cinsten bir takım kilitleri açan anahtar; kesin başarı. master switch (elek.) ana anahtar. master touch usta eli; yerinde söz veya davranış.; yenmek; iyice öğrenmek; idare etmek
- mastermind -- baş yönetici; çekip çevirmek.
- masthead -- direk ucu; gazete veya mecmuada yöneticiler listesi.
- masticate -- çiğnemek; çiğnemekle ilgili
- masturbate -- istimna etmek. masturba'tion istimna.
- match -- eş; tam kopya; tamamlayıcı şey; uygun çift; evlenme; evlenme kararı; eşliğe uygun kimse; rakip; maç; uymak; eşlemek; uydurmak; karşılaştırmak; geçmek; yazı turada karşılaştırmak üzere iki para atmak; geçirmek; birleştirmek evlendirmek. matching fund bağışların toplamına eşit miktarda yapılan şartlıbağış. matching funds şartlı bağışı eşitleyen küçük bağışlar.; kibrit; fitil. ordinary match herhangi bir yere sürtünmeyle ateş alan kibrit. safety match yalnız kutusunun eczalı kenarına çakılınca ateş alan kibrit.
- mate -- Paraguay çayı.; eş; karı; çift hayvanın erkek veya dişisi; arkadaş; (den.) ticaret gemisinde ikinci kaptan; eşlemek; evlendirmek; evlenmek; çiftleştirmek; çiftleşmek; uymak; (mat.) etmek.
- material -- maddi; bir şeyin esasına ait; bedensel; önemli; "to" ile değgin; madde; (çoğ.) gereçler; bez
- materialize -- maddileşmek; gerçekleşmek; maddileştirmek; maddi bir nitelik vermek; cisim vermek (ruh)
- math -- (A.B.D.)
- matriculate -- kaydetmek; öğrenci olarak kaydedilmek (bilhassa üniversiteye) matricula'tion öğrenci kaydı; ing. olgunluk imtihanı.
- matter -- özdek; konu; vesile; fark; öz; yaklaşık miktar; cerahat; (fels.) özdek; posta maddesi; (matb.) baskıya hazır hurufat; (matb.) dizilecek metin; (man.) bir önermenin kapsadığı husus; şikâyet veya pişmanlık sebebi. a matter of two dollars iki dolar meselesi. as a matter of course tabii olarak; hatta. in the matter of konusunda; ehemmiyeti olmak; cerahatlenmek. What does it matter? Ne önemi var? Ne olur ki?
- mattock -- kazma.
- mattress -- yatak; su kenarlarında aşınmayı durdurmak için kıyı önüne çekilen çalı ve sırıktan örülmüş engel. spring mattress yaylı yatak.
- maturate -- olgunlaşmak; (tıb.) cerahat toplamak. matura'tion olma veya olgunlaşma; cerahat toplama. (mat.)'urative olgunluğa götüren; cerahat top laylcı
- mature -- kemale erdirmek; olmak; vadesi gelmek.; olgunlaşmlş; iyi hazırlanmlş; vadesi gelmiş. mature de liberation iyi ve uzun düşünme. maturely olgunca; tamamen; vade.
- maul -- tokmak; dövmek; hırpalamak: (A.B.D.) yarmak.
- maund -- doğu memleketlerinde yerine göre degişen bir ağırlık ölçüsü (Hindistan' da geçerli ağırlık ölçüsü birimi 37
- maunder -- anlaşılmaz veya tutarsız bir şekilde konuşmak; aylak aylak dolaşmak.
- maverick -- (A.B.D.) damgalanmamış ve sahipsiz dana; (A.B.D.); parti disiplinine uymayan politikacı.
- max -- (kıs.) maximum.
- maximize -- azami hadde çıkarmak; bir prensibi en geniş anlamıyle yorumlamak.
- may -- mayıs ayı; gençlik; (3. (tek.) sahıs may; geçmiş zaman might) bilmek
- maze -- yolları şaşırtacak derecede karışık yer; şaşkınlık
- meager -- yetersiz; bereketsiz; zayıf. meagerly yetersizce; fena; zayıf halde. meagerness zayıf lık; kısırlık
- meal -- yemek; yemek zamanı. meal ticket yemek kartı; (A.B.D.); elenmemiş kaba un; una benzer şey. meal worm un kurdu.
- mean -- (meant) (ment) niyet etmek; ifade etmek; demek. He means well. Ne kadar beceriksiz olsa da hüsnüniyeti var. It is meant for you Bu sizin için. What do you mean by it? Ne demek istiyorsun? Yaptığın doğru mu? You mean everything to me Sen benim her şeyimsin.; orta; vasati; (mat.) orantılı. mean distance ortalama mesafe. mean pressure ortalama basınç. mean time vasati güneş saati. Greenwich mean time Greenwich ortalama güneş saati.; iki şeyin ortası; ılımlık; (mat.) ortalama nicelik; istatistikte gözlem sonucu ortalama değer; (man.) orta terim; (bak.) means the golden mean her şeyin kararı; adi; rezil; cimri; kılıksız; yoksul; (k. dili) huysuz; (k. dili) utangaç; (A.B.D.); (k. dili) kötü huylu; (k. dili) zor; (argo) şahane; cimrilik.
- meander -- dolambaçlı yol; zikzaklı veya dolambaçlı devinim; menderes; girintili kavislerden yapılmış nakış; (b. h.) Menderes Irmağının eski ismi; dolambaçlı yoldan gitmek; avare dolaşmak
- measure -- ölçü; ölçek; her hangi bir ölçü sistemi; ölçüm; derece; şiir vezni; tedbir; kanun; (müz.) ölçü. angular measure açı ölçüsü. beyond measure hadden aşırı; ölçmek; ölçüsü olmak; karşılaştırmak; ölçüsünü almak; süzmek; uydurmak; biri ile boy ölçüşmek. measure up to beklenilen nitelikte olduğunu ispat etmek. measuring rod ölçü değneği; düzgün; sınırlanmış. measureless ölçüsüz
- meat -- yenecek et et; (eski) yemek; öz; (k. dili) en büyük zevk. meat and drink to him onun için gıda kadar lüzumlu şey. meat and potatoes (argo) önemli olan; özlü
- mechanize -- makinalaştırmak.
- medal -- madalya
- meddle -- karışmak
- mediate -- aracılık etmek; ara bulmak; arada haber götürmek; dolaylı ilgisi olan; ara yerde bulunan
- mediatize -- (eski) yöneticisinin unvanı ve bazı yetkileri kendisinde kalmak üzere bir ülkeyi başka bir ülkeye bağlamak.
- medicate -- ilâçla tedavi etmek; içine ilâç katmak. medica'tion ilâçla tedavi. medicative ilâçla tedavi kabilinden.
- medicine -- ilaç; b.p. ilmi; ilkel insanlar arasında büyü; afsun; ilaç vermek
- meditate -- düşünceye dalmak; düşünmek; düşünce kabilinden.
- medley -- karmakaşışık şey; (müz.) potpuri; karışık
- meed -- (eski) hak; mükafat
- meek -- sabırlı ve yumuşak başlı; alçak gönüllü; kişiliksiz. meekspirited alçak gönüllü. as meek as a lamb kuzu gibi
- meet -- karşılaşma; uygun; (met) rastgelmek; karşılamak; tanışmak; buluşmak; birleşmek; uğramak; yerine getirmek.
- megaphone -- megafon
- meld -- iskambil oyunlarında belirli kâğıtların bir araya gelmesi ile kazanılan sayıyı ilân etmek; böyle iskambil kağıtlarının bir araya gelmesi.; birbirine karışmak.
- melee -- meydan kavgası.
- meliorate -- düzeltmek; iyileşmek
- mellow -- olgun; yıllanmış (şarap) dolgun; iyi huylu; keyifli; yumuşak (toprak); olgunlaşmak; yumuşatmak; yumuşaklık.
- melodize -- melodi bestelemek; ahenk vermek.
- melt -- eritmek; erimek; yumuşatmak; yumuşamak; yok etmek; yok olmak; kalbini yumuşatmak; erimiş madde; eritme; bir defada eritilen miktar. melt into içine karışmak. melt into tears göz yaşlarına boğulmak. melting point erime noktası. melting pot pota; çeşitli milletlerden kimselerin kaynaştığı memleket.
- member -- üye; organ; (mat.) denklemin bir tarafı. member of parliament (kıs.) MP) milletvekili. membership üyelik; üyeler.
- memo -- (k. dili) kısa not.
- memorialize -- takdirle anmak; anma töreni yapmak.
- memorize -- ezberlemek
- menace -- tehdit; tehdit eden; tehdit etmek
- mend -- onarım; tamir olunmuş yer. on the mend iyileşmekte; onarmak (çamaşır); ıslah etmek; tashih etmek; daha iyi hale koymak; iyileşmek. Least said; ıslahı mümkün. the mending onarılacak çamaşırlar.
- menstruate -- âdet görmek. menstrua'tion adet
- mention -- söyleme; ima; zikretmek
- mentor -- akıllı ve güvenilir öğretmen veya kılavuz.
- meow -- miyav; miyavlamak.
- mercerize -- pamuklu kumaşları boyamaya hazırlamak için bunları alkaliye batırmak; parlaklık vermek suretiyle kumaşı ipeğe benzetmek
- merchandise -- ticari eşya; alışveriş etmek
- merchant -- tacir tüccar; mağaza sahibi; ticarete ait
- mercury -- Romalıların ticaret mabudu; (astr.) Merkür; (k. h.) haberci; (kim.) cıva; termometre veya barometrede bulunan cıva sütunu; yer fesleğeni
- mercy -- merhamet; rahmet; bereket; insaf. Mercy!
- mere -- (eski) veya (şiir) göl; bataklık.; kat(kıs.)ız; önemsiz. merely sadece
- merge -- karışıp birleşmek; içine karışıp kaybolmak; (huk.) birleşmek.
- merit -- yararlık; hüner; hak; mukâfat; fazilet; hak etmek
- mesh -- ağ. ile tutmak; çark dişlerini birbirine geçirmek.; ağ gözü; ağ; çark dişlerinin birbirine girmesi; (gen.) (çoğ.) tuzak gibi şey. in mesh birbirine girmiş. meshwork ağ örgüsü
- mess -- karışıklık; karışık şey; karışık durum; tatsız yemek; çorba veya lapaya benzer yemek; daima aynı sofrada yemek yiyen kimseler; böyle arkadaşlarla yenen yemek. mess hall aynı kişilerin devamlı olarak yemek yedikleri yer. mess kit askerlerin kullandığı küçük sefertası. messmate sofra arkadaşı messy karmakarışık; kirli; karmakarışık etmek; bozmak; kirletmek; karışmak.
- message -- haber; resmi bildiri; peygamberin halka bildirdiği haber.
- messenger -- haber götüren kimse; kurye.
- metal -- maden; madde; tıynet; şişirilmeye ve dökülmeye hazır erimiş cam; ing. yol yapmak için kullanılan kırık taş. test someones metal bir kimsenin cesaretini ve ataklığını denemek. metallist madenci; maden özelliğini vermek.
- metamorphose -- başkalaştırmak; başkalaşmak.
- metaphor -- mecaz. mixed metaphor birbirine uymayan mecazların bir araya getirilmesi. metaphor'ic(al) mecazi. metaphorically mecazen.
- metaphrase -- aynen tercüme kelimesi kelimesine tercüme; aynen tercüme etmek; metni değiştirmek.
- mete -- out ile ölçüp vermek veya taksim etmek.
- meteor -- akanyıldız
- meter -- sayaç; saat ile ölçmek. gasmeter havagazı sayacı. water meter su sayacı.
- methinks -- (methought) (eski)
- method -- yöntem; yol; düzen
- methodize -- usule uydurmak
- metricate -- metre sistemine dönüştürmek.
- mew -- atmaca kafesi; "up" ile kafese koymak. mews ing. ahırdan bozma evleri olan dar sokak.; miyavlamak; kedi miyavlaması; miyavlama taklidi.; martı
- mewl -- bebek gibi zayıf sesle ağlamak.
- mezzotint -- bir çeşit bakır veya çelik klişe; böyle klişe ile resim basmak.
- microcopy -- kopyası fotoğrafla alınmış küçük nüsha; çok küçültülerek fotoğrafla alınmış kopya.
- microfilm -- mikrofilm .
- micrograph -- çok ufak yazı veya resim yapmaya mahsus bir alet; mikroskopta görüldüğü hali ile resim.
- microphone -- mikrofon. microphon'ic mikrofona ait.
- microtome -- mikroskopla muayene için ince dilimler kesme aleti.
- microwave -- çok (kıs.)a dalga
- micturate -- su dökmek
- middle -- orta; ortadaki; orta yer; eski çin imparatorluğu. Middle West (A.B.D.)'nin orta bölgesi.
- middleman -- komisyoncu
- midwife -- (çoğ.) wives ebe.
- miff -- (k. dili) manasız kavga; küsme; darıltmak
- mignon -- minyon
- migrate -- göç etmek; göçücü; göçle ilgili.
- mike -- (k. dili) mikrofon.
- mildew -- küf; bitkiler üzerinde yetişen çok zararlı küf; küflendirmek; küflenmek
- militate -- tesir etmek
- milk -- süt. milk fever (tıb.) loğusa kadınlarda sütün gelişi ile meydana gelen hafif ateş. milk leg filibit. milk of human kindness insanın tabii şefkati. milk of magnesia İngiliz tuzu karışımı; sütünü sağmak; (bir kimseden) almak; faydalanmak
- mill -- değirmende öğütmek; değirmenden geçirmek; (paranın kenarını) diş diş yapmak; dövüp köpürtmek (çikolata v.b.); koyun sürüsü gibi birbirine sokularak bir merkez etrafında dönmek.; değirmen; el değirmeni; fabrika; makina tertibatı; mengene; tecrübe sahibi olmak.; doların binde biri
- milt -- erkek balığın menisi; bununla balık yumurtalarını aşılamak.
- mime -- pandomimci; pandomima; eski zamanın taklitçilik komedyası; taklitçi komedyen; taklidini yapmak; mimik ve hareketlerle rol oynamak.
- mimeograph -- bir çeşit balmumlu kâğıtla işleyen teksir makinası; bu makina ile teksir etmek.
- mimic -- taklit eden; taklitçi; taklit; taklidini yapmak; taklit etmek; (zool.) benzemek. mimicry taklitçilik; (biyol.) benzeme
- mince -- kıymak; ufaltmak; nezaketle konuşmak; vakarlı eda takınarak (kıs.)a adımlarla dimdik yürümek; (İng.) kıyma. mince pie üzümlü ve baharlı elma ile yapılmış tart. make mincemeat of paramparça etmek. without mincing matters dobra dobra
- mind -- bakmak; meşgul olmak; ehemmiyet vermek; kaygı çekmek; boyun eğmek; saymak; dikkatli olmak; karşı çıkmak; mahzurlu görmek; (leh.) hatırlamak. Mind you Bak; akıl; hatır; fikir; zeka; istek; şuur; üstün insan. mind' eye muhayyile. mind reading başkasının zihnindekini anlama. be of one mind hemfikir olmak. blow one' mind esrar etkisiyle kendinden geçmek; şaşkına çevirmek; niyetinde olmak. in his right mind aklı başında know one' own mind kendi fikrini bilmek; unutulmuş. presence of mind tehlike zamanında işe yarayan çabuk düşünüş ve soğukkanlılık. set one' mind on çok arzu etmek
- mine -- maden; lağım; hazine; (ask.) mayın; kazıp çıkarmak (kömür; yeraltında (lağım veya yol) kazmak; araştırıp bulmak; sinsice bozmak; maden işletmek; tünel kazmak; (ask.) mayın dökmek.; (iyelik zam.) benim; benimki. a friend of mine bir dostum. It' mine Benimdir.
- mineralize -- mineralleştirmek; taşlaştırmak; mineralle kaplatmak; mineraller üzerinde çalışmak. mineraliza'tion madenleştirme. mineralizer bir madenle birleşince maden filizi husule getiren madde; kayalann yeniden kristalleşmesini hızlandıran madde.
- mingle -- katıp karıştırmak; birbirine karıştırmak; katmak; karışmak; katılmak.
- miniature -- minyatur; (eski) elyazısı kitaplarda resim veya tezhipli yazı; minyatür halinde; minyatür halinde resmetmek. miniature camera 35 m.m.'lik veya daha dar bir film kullanan fotoğraf makinası. in miniature ufak boyda yapılmış. miniaturist minyatürcü.
- miniaturize -- bir şeyin daha küçüğünü icat etmek veya yapmak.
- minify -- küçültmek; önemini azaltmak.
- minimize -- mümkün olduğu kadar azaltmak veya ufaltmak; önemsememek
- minister -- papaz; bakan; orta elçi. minister plenipo tentiarv orta elçi.; bakmak
- minnow -- golyan balığı; küçük balık.
- minor -- küçük; ikinci derecede olan; rüştünü ispat etmemiş; (müz.) yarım derece. pest sese ait: (man.) kücük; (A.B.D.) üniversitede ikinci branşa ait; azınlığa ait; rüştünü ispat etmemiş kimse; (A.B.D.) üniversitede ikinci branş; (müz.) minor; (man.) küçük önerme; (A.B.D.); "in" ile (A.B.D.) üniversitede ikinci branş olarak almak. minor key minor anahtarı. minor league (A.B.D.)
- mint -- darphane; büyük mebla (özellikle para) mint mark paralara konan darphanenin veya darphane müdürünün markası. mintmaster darphane müdürü.; para basmak; icat etmek; nane
- minuet -- üç tempolu ağır ve eski bir dans; bu dansın müziği; menüet.
- minus -- (mat.) eksi; (k. dili) sıfır; menfi miktar. minus seven degrees Centigrade nakış yedi; (edat) eksi
- minute -- çok ufak; önemsiz; dakik; dakika; (geom.) bir derecenin altmışta biri; an; (çoğ.) zabıt; derecenin altmışta birini gösteren işaret (') minute steak çabuk pişen ince biftek. minute wheel saat yelkovanını hareket ettiren çark.; not veya zabıt tutmak; saat tutmak.
- minx -- civelek kız.
- miracle -- mucize
- mirage -- serap
- mire -- çamur; kir; çamura batırmak; çamurla kirletmek; çamura batmak. mire down yarıda kalmak
- mirror -- ayna; ayna gibi göstermek
- misadvise -- yanlış öğüt veya bilgi vermek.
- misally -- uygunsuzca birleşmek.
- misapply -- yanlış tatbik etmek veya istimal etmek
- misapprehend -- yanlış anlamak. misapprehension yanlış anlama.
- misappropriate -- haksız olarak almak veya kullanmak
- misbehave -- yaramazlık etmek; fena hareket etmek. misbehavior fena hareket; yaramazlık.
- misbelieve -- itikat etmemek
- miscalculate -- yanlış hesap etmek. miscalcula'tion yanlış hesaplama.
- miscall -- yanlış isim vermek; (spor) yanlış karar vermek (hakem); Ing.
- miscarry -- başaramamak; boşa çıkmak; çocuk düşürmek; yanlış yere götürülmek.
- miscast -- tiyatroda yanlış rol vermek.
- mischance -- talihsizlik
- mischief -- yaramazlık; haylazlık; haylazca hareket veya tavır; haylaz kimse; zarar; zararlı şey; (k. dili) şeytan. mis chiefmaker kavga -çıkaran veya fitnecilik eden kimse. get into mischief yaramazlık etmek. keep out of mischief yaramazlıktan kaçınmak.
- mischoose -- (chose
- misconceive -- yanlış kavramak. misconception yanlış kavrama; yanlış kavram. labor under a misconception yanlış kanalda olmak.
- misconduct -- kötü davranış; zina; suiistimal; kötü idare.; kötü idare etmek. misconduct oneself ahlâkseca davranmak.
- misconstrue -- yanlış yorumlamak
- miscount -- yanlış saymak; yanlış hesap.
- miscreate -- yanlış yaratmak.
- misdate -- yanlış tarih koymak.
- misdeal -- (-dealt) iskambil kâğıtlarının yanlış dağıtmak; yanlış dağıtma.
- misdeem -- (şiir) yanlış hüküm vermek.
- misdemean -- kötü davranmak. misdemeanant kabahat işlemiş kimse; suçlu kimse. misdemeanor hafif suç; kötü davranış.
- misdirect -- yanlış salık vermek
- misdo -- yanlış yapmak; kötülük yapmak misdoer kötülük yapan kimse. mis doing kötü hareket.
- misdoubt -- (eski) şüphe etmek; korkmak; şüphe; korku.
- misemploy -- kötüye kullanmak
- misfire -- ateş almamak (tüfek veya torpil); hedefe isabet ettirememek; ateş almama.
- misfit -- uygun gelmeyiş; iyi uymayan şey; uyumsuz kimse
- misfortune -- talihsizlik; bedbahtlık; kaza
- misgovern -- kötü idare etmek. misgovernment kötü idare.
- misguide -- yanlış yola sevketmek; azdırmak
- mishandle -- kötü kullanmak
- mishmash -- karmakarışıklık.
- misinform -- yanlış bilgi vermek
- misinterpret -- yanlış yorumlamak
- misjudge -- yanlış hüküm vermek; yanlış anlamak; yanlış fikir edinmek.
- mislay -- . (laid) yanlış yere koymak
- mislead -- (led) yanlış yola sevketmek; yanlış fikir vermek
- mislike -- beğenmemek
- mismanage -- kötü idare etmek
- mismatch -- bir birine iyi uymamak; uygunsuz birleşme
- misname -- yanlış isim vermek.
- misnomer -- yanlış isim; yanlış isim kullanma.
- misplace -- yanlış yere koymak. misplace one' confidence yanlış kimseye güvenmek.misplacement yanlış yere koyma.
- misplay -- yanlış oyun
- misprint -- yanlış basmak; baskı hatası.
- mispronounce -- yanlış telaffuz etmek.
- misquote -- yanlış aktarmak
- misread -- (read) yanlış okumak
- misreckon -- yanlış saymak
- misremember -- yanlış hatırlamak.
- misrepresent -- yanlış ve ya yalan yere anlatmak; kötü temsil etmek. misrepresenta'tion yalan.
- misrule -- kötü idare etmek; kötü hükümet; karışıklık.
- miss -- vuramamak; bulamamak; özlemek; gidememek; nişanı vuramayış; başarısızlık. A miss is as good as a mile Fırsatı kaçırdlktan sonra; (k. dili) genç kız; b.h. Matmazel
- misshape -- (-shaped
- mission -- memuriyet veya vazife ile bir yere gönderilen kimseler; misyon; misyoner heyeti; misyonerlerin faaliyet sahası: (A.B.D.) sefarethane; kilisede yapılan özel toplantı veya vaiz serisi; imaret; en büyük arzu; aşk uçuş.
- misspell -- (-spelled veya -spelt) imlasını yanlış yazmak. misspelled imlası bozuk.
- misspend -- (-spent) kötü harcamak
- misstate -- yanlış ifade etmek; yalan.
- misstep -- yanlış adım; yanlış teşebbüs.
- mistake -- yanlış; (-took; yanlışlıkla benzetmek; yanlış telakki etmek veya görmek; yanılmak. mistaken for benzetilmiş
- mister -- (kıs.) Mr) Bay
- mistime -- zamanı yanlış ayarlamak; zamanını yanlış tahmin etmek.
- mistranslate -- yanlış tercüme etmek. mistranslation yanlış çeviri.
- mistreat -- kötü kullanmak
- mistress -- hanım; metres; (eski)
- mistrust -- güvensizlik; güvenmemek
- misunderstand -- (-stood) yanlış anlamak; anlaşmazlık.
- misuse -- kötü kullanış; suiistimal.; kötü işte kullanmak
- miter -- ing mitre piskoposluk tacı; piskoposluk rütbesi; gönye. miter box gönye kesmek için testereyi kılavuzlayan kutu. miter joint gönye. miter wheels bir birine 45 derecelik açı ile geçme dişli çark.mitered
- mithridatize -- miktarını azar azar artırarak zehir alıp vücudu zehirlenmekten muaf kılmak.
- mitigate -- yatıştırmak; azaltmak; azaltılabilir
- mitre -- (bak.) miter.
- mitten -- tek parmaklı eldiven.
- mix -- karıştırmak; karmak; katmak; melez elde etmek için çiftleştirmek; karışmak; karıştırma; kanşıklık veya şaşkınlık hali. be mixed up zihni karışmak; atılmak. mix up karıştırma!: They do not mix well Anlaşamıyorlar. uyuşamıyorlar. mixable karıştırılabilir.
- moan -- inlemek; inilti
- moat -- kale hendeği; etrafna böyle hendek çevirmek. moated hendekli.
- mob -- (-bed; ayaktakımı; (k. dili) gangsterler çetesi: güruh halinde saldırmak; merakla etrafını sarmak; yığılmak. mob law halk tarafından yürütülen kanun
- mobilize -- seferber etmek; seferberlik.
- mock -- alay; taklit şey; alay edilecek şey; sahte; alay etmek; hakir görmek; aldatmak; taklidini yapmak; alay için taklit etmek. mockingly .alay ederek.
- mod -- (argo.) şık.; (kıs.) moderate
- model -- örnek; kalıp; resim; örnek tutulacak kimse; manken; numune veya model olan; örnek tutulmaya lâyık.; (-ed; model yapmak; biçimlendirmek; defile yapmak; üç boyutlu görünümü vermek.
- moderate -- ılımlı; orta; ılımlı kimse. moderately mutedil olarak; az çok. moderateness ılımlılık.; yatıştırmak; yatışmak; azaltmak; başkanlık etmek
- modify -- .tadil etmek; ılımlı yapmak; (gram.) nitelendirmek
- modulate -- konuşma ve şarkı söylemede ses perdesini icabına göre değiştirmek; yumuşatmak; makam ile söylemek; (radyo) modüle etmek. modula'tion tadil; (müz.) modülasyon; (fiz.)
- module -- mikyas; ölçü esası; (bilgisayar) veya diğer makinalarda standart (kıs.)ım; bir feza gemisinin her bir (kıs.)mı. moon-landing module aya iniş kapsülu
- moil -- çalışıp didinmek; ağır iş; karışıklık
- moist -- nemli; ıslak; sulu
- moisten -- ıslatmak; ıslanmak
- mold -- ing mould küf; küflendirmek; küflenmek; ing. mould bahçivan toprağı; ing mould kalıp; genel biçim; ayırt edici özellik; şekil vermek; kalıp yapmak; kalıba dökmek; üste oturmak. mold public opinion kamuoyu oluşturmak. molder kalıpçı; şekil veren kimse.
- molder -- çürümek; ufalanmak; çürütmek; toz haline koymak.
- mole -- ben; (kim.) gram. molekül; köstebek; dalgakıran; suni liman.
- moleskin -- köstebek derisi; buna benzer kumaş; (çoğ.) bu kumaştan yapılmış pantolon .
- molest -- rahatslz etmek; tecavüz etmek. molestation tecavüz.
- mollify -- yumuşatmak
- mollycoddle -- muhallebi çocuğu; kadınımsı erkek; üstüne titremek.
- molt -- ing. moult tüylerini dökmek; deri değiştirmek; tüy veya deri dökme.
- mom -- (k. dili) anne.
- money -- para; para yerine geçen şey. money belt para taşlmaya elverişli kuşak. money market piyasa. money order posta havalesi. easy money kolay kazanılmış para. even money yarışta iki tarafln eşit meblâğlarla bahis tutuşması. hard money madeni para; nakit. ready money nakit; paradan ibaret; paradan ileri gelmiş moneyless parasız.
- monger -- ing. tüccar
- monitor -- sınıfta düzeni korumakla görevlendirilen öğrenci; nasihat eden kimse; etobur iri bir kertenkele; (den.) taretinde ağır topları olan güvertesi basık eski bir harp gemisi; izleme veya gözlem tertibatı; izlemek; düzeni korumaya ait.
- monk -- keşiş; münzevi kimse. monk hood keşişlik; keşişler. monkish keşiş gibi monk' cloth perdelik kaba pamuklu kumaş.
- monkey -- maymun; maymuna benzer kimse; şahmerdan başlı. monkey bread baobap; baobap meyvası. monkey business maymun işi; (k. dili) oynamak
- monogram -- bir ismin birkaç harfinden veya baş harflerinden meydana gelen desen
- monograph -- özel bir konudan bahseden yazı
- monologue -- monolog.
- monoplane -- tek kanatlı uçak.
- monopolize -- inhisar altına almak. monopolize the conversation başka kimseyi konuşturmamak.
- monotone -- aynı perdeden ses; yeknesaklık; (müz.) tek ve değişmez perde; yeknesak şey.
- monster -- canavar; acayip ve doğaüstü şey; hilkat garibesi; gaddar kimse; dev gibi şey veya kimse; buyük
- montage -- fotomontaj.
- monument -- abide; mezar taşı; eser; sınır taşı; tarihi yapı. monumen'tal anıtsal; muazzam; (güz. san.) aslından büyük. monumentally heybetle.
- moo -- böğürmek; böğürme.
- mooch -- (argo.) beleşe konmak; aşırmak; aylakça dolaşmak.
- moon -- ay; uydu; dolunay veya hilâl şeklindeki şey; ay ışığı; (k. dili) dalgın dalgın gezinmek. moon blind ness (bayt.) atlara mahsus bir çeşit göz iltihabı; (tıb.) tavukkarası; saçma; (k. dili) kaçak içki. moonless ay aydınlığı olmayan
- moonlight -- ay ışığı
- moonwalk -- ayda yürüyüş.
- moor -- demir atmak; palamarla bağlanmak. mooring post palamar babası. moorage geminin bağlanacağı yer veya şey; demir atma.; ing. kır; avlak. moor cock orman horozu. moorfowl ormantavuğu. moor hen dişi ormantavuğu; yeşil ayaklı su tavuğu.; Magribi; Faslı. Moorish Mağribi; Fasa ait.
- moot -- münakaşalı; münazara; ing.; müzakere etmek
- mop -- (-ped; (ask.) düşmanı temizlemek.; yüzünü buruşturmak; iplik veya bez parçalarından yapılmış ve sırığa bağlanmış tahta bezi; karışık ve taranmamış saç.
- mope -- üzüntülü olmak; üzmek; sıkıcı ve cansız kimse; (çoğ.) gam
- moral -- ahlaka ait; iyi ahlaklı; iyilik veya fenalık yapmaya muktedir; manevi; olasılı; ahlâk dersi; (çoğ.) ahlâkıyat; düstur
- moralize -- ahlâk öğretmek; ahlâki yönlerini açıklamak; ahlâkını diizeltmek. moraliza'tion ahlâk yönünden değerlendirme.
- mordant -- keskin; renkleri sabit kılan; renkleri sabit kılan ecza; bakır üzerine oyma işinde kullanılan aşındırıcı ecza. mordancy keskinlik.
- more -- daha ziyade; biraz daha; daha; fazla bir şey
- morrow -- ferda; (eski); sabah. good morrow (eski) sabahlar hayrolsun. on the morrow ertesi gün.
- mortar -- havan; havan topu; bina yapımında kullanılan kireçli harç; harç ile sıvamak.
- mortgage -- (huk.) ipotek; bir bina veya mülkü ipotek etmek. mortgagee ipotekli alacak sahibi.
- mortify -- küçük düşürmek; alçaltmak; (tıb.) kangrenleştirmek; kangren olmak
- mortise -- mortice (mim.) zıvana; zıvana açmak; zıvana ile birleştirmek. mortise chisel zıvana açmaya yarayan keski. mortise lock zıvana içine yerleştirilen kilit.
- mosey -- (A.B.D.); ayrılmak
- mosquito -- sivrisinek. mosquito fleet (den.)
- mote -- zerre
- motel -- motel.
- moth -- pervane; güve. moth ball güveden korumak için elbiseler arasına konulan naftalin topu. clothes moth güve
- mothball -- (ask.)
- mother -- anne; analık; baş rahibeye verilen unvan; annesi olmak; evlât edinmek. mother country anayurt; zemin; sirke tortusu.
- mothproof -- güve yemez .
- motion -- hareket; teklif; (huk.) hâkime arzolunan teklif; takrir; güdü; el ile işaret etmek. motion picture sinema filmi. in motion hareket halinde .lateral motion yandan hareket. make a motion bir meclise teklifte bulunmak. perpetual motion devamlı hareket. retrograde motion geriye hareket; (astr.) doğudan batıya hareket. set in motion harekete getirmek. motionless hareketsiz .
- motivate -- sevketmek; saik
- motive -- güdü; (müz.) motif; hareket meydana getiren; devindirici; harekete ait; güdüsel; hareket ettirmek; (edeb.) başlıca konuya bağlamak.
- motor -- motor; elektrik motoru; makina; ing. otomobil; hareket meydana getiren; motorlu; (tıb.) hareket kaslarına ait; hareket nakleden; (psik.) hareki; otomobille gitmek veya götürmek. motor nerve motor sinir. motor paralysis (tıb.) hareket kaslarına gelen felç. motorist otomobille gezen kimse. motorize motor takmak; motor kuvveti ile donatmak.
- motorboat -- motorlu sandal
- motorcade -- araba korteji
- motorcycle -- motosiklet.
- mottle -- beneklemek; benekli görünüş; benek
- mould -- (bak.) mold.
- moulder -- (bak.) molder.
- moult -- (bak.) molt.
- mound -- toprak yığını; küme; yığını; (beysbol) atıcının durduğu tümsek yer; tepeciklerle kuşatmak; tepecik şeklinde yığmak. Mound Builder tarihöncesinde Mississippi yöresinde topraktan gömüt ve kaleler yapan Kızılderili.
- mount -- dağ; koyacak; dayangaç; binek hayvanı; binme tarzı; üzerine resim yapıştırılan mukavva; top kundağı; lam ile lamel; tırmanmak; üzerine çıkmak; binmek; ata bindirmek; asmak; takmak; monte etmek; üzerine koymak; üzerine yapıştırmak; lam üzerine yerleştirmek; taşımak; girişmek; çiftleşmek (dişi ile); yükselmek
- mountaineer -- .dağlı kimse; dağcı; dağlara tırmanmak.
- mountebank -- şarlatanlıkla sahte ilâç satan kimse; şarlatan kimse.
- mourn -- matem tutmak; ağlamak
- mouse -- fare avlamak; sinsi sinsi bir şeyin peşinden gitmek. mouser avcı kedi.; (çoğ.) mice) fare; çekingen
- mousetrap -- fare kapanı; tuzak.
- mousse -- (Fr.) dövülmüş krema
- mouth -- hatiplik taslamak; kelimeleri çiğneyerek konuşmak; geme alıştırmak(atı); (nad.) surat buruşturmak.; ağız; ağız gibi şey; haliç; surat buruşturma. mouth organ ağız mızıkası; ölmeyecek kadar geçimi olmak. make one' mouth water ağzını sulandumak
- move -- kımıldatmak; tahrik etmek; satranç veya damada bir taşı usulüne göre yürütmek; teşvik etmek; tesir etmek; (tıb.) iletmek (bağırsak); satmak; kımıldamak; göç etmek; gitmek; kalkmak; teklif et- mek; hareket; oynama; dama ve satrançta taş sürme; dama ve satrançta oynama sırası; tedbirli iş; göç; içeri girmek. move on ileri gitmek. move out evden taşşınmak; acele etmek.
- mow -- (mowed; down ile top ve ya tüfek ateşi ile biçip öldürmek. mowing machine ekin biçme makinası.; ekin yığını; ambarda ekin veya ot yığınına mahsus (kıs.)ım.
- muck -- gübre; bataklık çamuru; pislik; gübrelemek; (k. dili) kirletmek
- mucker -- ing.
- muckrake -- özellikle siyasette bir şahsa kötü şeyler yüklemek; haksızlığı arayıp meydana çıkarmak.
- mud -- çamur; (k.dili) herhangi bir işin en kirli kısmı; kötü söz veya iftira. mud bath çamur banyosu. mud flat gelgit esnasmda biriken çamurların; toplandığı saha. mudhen su tavuğu; su yelvesi
- muddle -- karıştırmak; becerememek; karışıklık; şaşkınlık; karışık şey; yanılmalara rağmen bir işten sıyrılıp çıkmak. muddle through ing. her şeye rağmen gemisini kurtarmak.
- muddy -- çamurlu; bulanık; karışık; çamurla kirletmek; bulandırmak.
- muff -- acemice iş görmek; becerememek; acemilik; el kürkü; (mak.) boru bileziği.
- muffle -- sarınmak; sesi boğmak; sarınacak şey; sesi boğmak için kullanılan örtü veya sargı; bir maddeyi alev ve gazlara temas ettirmemek için kullanılan fırın gözü.; gevişgetirenlerin ve diğer bazı hayvanların tüysüz üst dudağı ve burnu.
- mug -- (argo) yüz; ağız; (A.B.D.) hüviyet fotoğrafı; (A.B.D.) adam; (İng.) avanak kimse; (A.B.D.) gangster.; (-ged; saldırıp soymak; mimiklerle maymunluk yapmak.; kulplu büyük bardak; bardak dolusu.
- mulch -- bitki köklerini sıcak veya soğuk ile kuraklıktan korumak veya meyvaları temiz saklamak için kullanılan saman ve yaprak tabakası; böyle tabakayla örtmek. mulch pile gübre haline gelsin diye yığılan yaprak ve çöp kümesi.
- mulct -- dolandırmak; cereme ile cezalandırmak; cereme.
- mule -- şıpıdık; katır; (A.B.D.); çıkrık makinası; küçük lokomotif veya traktör. mule skinner (A.B.D.); inatçı. mulishly inatla. mulishness inatçılık.
- mull -- (şarap veya elma suyunu) kaynatıp içine şeker ve baharat katmak.; ince muslin kumaş.; " over "ile derin düşünmek
- mullah -- molla.
- muller -- boya veya eczayı ezip karıştırmaya mahsus havaneli
- mullion -- pencere çerçevesinin dikey bölme tirizlerinden biri; tirizlerle ayırmak.
- multigraph -- (tic.) mark. ufak bir matbaa makinası.
- multiplex -- çok kısımlı; (elek.) tek kanalda iki yönlü iletim sağlayan sisteme ait.
- multiply -- çoğaltmak; (mat.) çarpmak; çoğalmak; üremek; çok misal getirmek.
- mum -- bir çeşit sert ve tatlı bira.; (k. dili) kasımpatı; (-med; (ünlem) susmuş; (ünlem) Sus! Mums the word. Sırrı kimseye söyleme. Aramızda kalsın.; (k. dili) efendim (hanımlara); (İng.)
- mumble -- lakırdıyı gevelemek; anlaşılmaz söz veya ses
- mummify -- mumyalamak; mumya yapmak. mummifica'tion mumya yapma
- mummy -- mumya; iyi muhafaza edilmiş ceset.
- munch -- kıtır kıtır yemek
- munition -- harp levazımı; (çoğ.) savaş gereçleri; savaş gereçleriyle donatmak.
- murder -- adam öldürme; (k. dili) baş belası; katletmek; bozmak; tehlikeli. murderously öldürecek gibi.
- murk -- karanlık
- murmur -- mırıldanma; söylenme; çağıltı; (tıb.) kalbi veya başka bir organı dinlerken işitilen hırıltı; mırıldanmak; söylenmek; uğuldamak
- muscle -- kas; adale kuvveti. muscle-bound fazla idmandan kasları çok gelişmiş. Don't move a muscle. Hiç kımıldanma. deltoid muscle (anat.) deltoid kas
- muse -- şaire yardım eden ilham; b.h. Müzlerden biri.; düşünceye dalmak; temaşaya dalmak.
- mush -- (A.B.D.) mısır unu lapası; lapa gibi şey; (k. dili) gözyaşı ile ifade edilen aşırı duyarlık.; (ünlem) özellikle köpeklerin çektiği kızaklarla kar üzerinde ayakta yolculuk yapmak; (ünlem) Haydi! (kızak çeken köpeklere)
- mushroom -- mantar; mantarımsı şey: türedi şey veya kimse; mantarımsı; türedi; yayılıp büyümek; mantar şeklinde yayılmak. mushroom cloud (özel likle nükleer patlama sonucunda) mantar şeklinde yükselen bulut. mushroom growth birdenbire büyüyüp yayılma
- musk -- misk; misk kokusu; misk otu
- muss -- (A.B.D.); kargaşa; kavga; (gen.) "up" ile buruşturmak; bozmak
- must -- kızmış (erkek fil veya deve); kızgınlık; kızgın fil.; ( yardımcı ) - meli; (k. dili) şart; küflülük; küf kokusu.; şıra.
- muster -- toplamak; yoklama için bir araya toplamak; bir araya toplanmak; geçit töreni veya yoklama için asker veya gemi mürettebatının toplanması; bu iş için toplanan kimseler veya bunların toplamı. muster in askere kaydetmek. muster out terhis etmek. muster roll ordu defteri; mürettebat listesi. pass muster aranılan şeye uygun olmak
- mute -- sessiz; dilsiz; (huk.) kendini savunmayan (sanık); (dilb.) sağır ses; (müz.) çalgılarda sesi (kıs.)ma tertibatı; sesini (kıs.)(mak.); (müz.) ses (kıs.)ma tertibatı ile sesi boğmak; (güz. san.) yumuşatmak. muted colors yumuşak renk tonları.
- mutilate -- bir tarafını kesip sakat etmek; değiştirmek; bozma
- mutineer -- isyancı
- mutiny -- isyan; isyan etmek
- mutter -- mırıldanmak; söylenmek; mırıltı
- muzzle -- hayvanın çıkıntı hâsıl eden ağzı ile burnu; (hayvanın ısırmaması için ağzına geçirilen) ağızlık; top veya tüfek ağzı; ağzını bağlamak; susturmak. muzzle velocity kurşunun tüfek ağzından çıktığı zamanki hızı.
- mystify -- şaşırtmak; anlaşılmasını güçleştirmek
- nab -- (-bed
- nadir -- (astr.) ayakıcı; en aşağı safha veya nokta.
- nag -- ufak binek atı; ihtiyar at.; (-ged; dırdır eden kimse.
- nail -- çivi; tırnak; hayvanlarda tırnak yerine bulunan pençe veya toynak; 5; iddiayı ispatlamak. hard as nails iyi idman gör- müş; çok sert. hit the nail on the head tam doğrusunu söylemek veya yapmak; söz konusu.; mıhlamak; sıkı sıkı bağlamak; (argo) tutmak; yakalamak; (argo) (bir yalanı) meydana çıkarmak; (argo) çalmak; (argo) vurmak. nail down çivilerle sabitleştirmek; garantiye almak. nail up çivilerle kapatmak.
- namby-pamby -- yavan; sıkılgan; kararsız kimse
- name -- ad; nam; ünvan; kızgınlık belirten hitap şekli; şöhretli kimse; dış görünüş; Tanrının kutsal ismi; ad koymak; ismini vermek; belirtmek; tayin etmek; memur etmek; ismi olan; (A.B.D.); ismini veren. name plate tabela. Name your price. İstediğiniz fiyatı söyleyin. Ne isterseniz vereceğim. by name ismiyle; ismen. call one names birine sövüp saymak; kızdırmak için isim takmak. Christian name vaftiz ismi; öz ad. family name soyadı; başı için
- namesake -- adaş
- nanny -- (İng.) dadı; nanny goat dişi keçi.
- nap -- (-ped; gafil bulunmak; dikkatsiz davranmak; hafif kısa uyku; bezi fırçalayarak tüylendirmek. napless tüysüz
- napalm -- benzinle karıştırılarak bir yakıt meydana getiren pelte gibi bir bileşim
- nape -- ense.
- nappe -- ileri doğru çıkmış yukaç.
- nappy -- yayık tabak.; sert; sarhoş; (İskoç.) sert bira.; havlı; kıvırcık.; (İng.)
- nark -- (İng.); tongaya düşürmek.; (A.B.D.)
- narrate -- nakletmek; hikaye
- narrow -- dar; sınırlı; dar düşünceli; darlık içinde; cüzi; sıkı; (İng.); dar geçit; daraltmak; sınırlamak; kısmak; daralmak; dekovil. by a narrow majority az bir çoğunlukla. the Narrows Çanakkale boğazının en dar kısmı. narrowly dar
- natter -- (İng.) gevezelik etmek.
- naturalize -- yabancı uyrukluğa kabul etmek; yabancı kelimeleri lisana almak; bir bitki veya hayvanı yerlileştirmek; tabiata uydurmak; yerlisi gibi olmak; tabiatı incelemek. naturaliza'tion uyrukluğa kabul; yerlileşme; yerlileştirme.
- nature -- tabiat; doğa; varlıklar; kâinat; (ilah.) insan ahlâkının düzelmemiş hali; içgüdü; çeşit; doğal durum. nature worship doğaya tapma
- nauseate -- midesini bulandırmak; midesi bulanmak
- navigate -- gemi ile gezmek; içinde gemi ve kayıkla gezmek; kaptanlık etmek; gemilerin gidiş geliş yollarının haritasını çizme ilmi; denizcilik.
- navvy -- (İng.) kanal veya demiryolu işçisi.
- nay -- (eski) hayır; hem de; ret; olumsuz oy; olumsuz oy veren kimse. He will not take nay. "Yok" sözünden anlamaz. Ret tanımaz.
- neap -- neap tide on beş günde bir meydana gelen ve alçalma ile yükselmenin en az olduğu gelgit.
- near -- (edat) yakın; hemen hemen; aşağı yukarı; şuracıkta; yakın; teklifsiz; sadık (tercüme); soldaki (araba veya at); cimri; (edat) bitişik; yanında. Near East Yakın Doğu. near rhyme yaklaşık kafiye. near(sig.)hted miyop; yaklaşmak
- necessitate -- gerektirmek; zorunlu kılmak.
- neck -- boyun; boyun gibi şey; iki kara parçasını birleştiren dil; boğaz; (müz.) keman sapı; elbise yakası; (A.B.D.); azami gayreti sarfetmek. fall on one' neck birinin boynuna sarılmak. get it in the neck ağır darbe yemek. risk one' neck hayatını tehlikeye koymak. stiff neck tutulmuş boyun. wry neck eğri boyun.
- neckband -- elbisede dik yaka.
- necklace -- gerdanlık
- nectar -- (mit.) nektar (tanrıların içkisi); (bot.) balözü
- need -- ihtiyaç; eksiklik; yolsuzluk; muhtaç olmak; lâzım olmak . if need be icabında
- needle -- iğne; örgü şişi; tığ; iğne gibi şey; ucu sivri dikili taş veya kaya; pusula ibresi; çamlarda iğne yaprak; iğne ile dikmek veya tutturmak; iğne ile veya iğne gibi delmek; (k. dili) sinirlendirmek; iğne ile deşmek; iğne şeklinde kristal haline koymak; (A.B.D.)
- negate -- reddetmek; olmadığını ispat etmek; iptal etmek.
- negative -- olumsuz; (mat.) negatif; aksi; (elek.) menfi; (gram.) olumsuz; olumsuz söz veya cevap; red cevabı; menfi taraf; olumsuzluk edatı; (foto.) negatif; (mat.) negatif sayı veya sembol.; red ve inkâr etmek; iptal etmek; çürütmek; tesirini kırmak; menetmek.
- neglect -- ihmal etmek; bakmamak; kusur etmek; yapmamak; ihmal; ihmal olunma. neglectful ihmalci
- negotiate -- anlaşmayı müzakere etmek; tertip etmek; ciro etmek (çek; üstesinden gelmek; arabulucu.
- neigh -- kişnemek; kişneme.
- nerve -- kuvvet ve cesaret vermek. nerve oneself metanetini takınmak; sinir; kuvvet; soğukkanlılık; küstahlık; (gen.); (gen.) (çoğ.) asabi buhran asap bozukluğu; (biyol.) kanat veya yaprak damarı. nerve agent (ask.) sinirleri altüst eden gaz. nerve center (anat.) işitme ve görme gibi belirli görevi olan sinir hücrelerinin toplandığı yer; yönetim ve haberleşme merkezi; komuta merkezi. nerve fiber sinir lifi. nerve gas sinir gazı. nerve impulse sinir akımı. nerve track özellikle beyinde ve belkemiğinde sinirlerin geçtiği yer. a fit of nerves sinir buhranı get on one' nerves birinin sinirine dokunmak
- nest -- yuva; hırsız yatağı; küme; iç içe konan irili ufaklı kutular takımı; yuva yapmak; yuvaya yerleştirmek; yuvaya girmek; yuva soymak. nest egg ihtiyat akçesi; fol feather one' own nest (argo) özellikle kendisine emanet edilen malı iç etmek; (bak.) marenestingbox folluk.
- nestle -- birbirine sokularak yatmak; barındırmak; sıkı sarılmak
- net -- (-ted; tuzak; hile; ağ veya tuzağa düşürmek; ağ ile örtmek; ağ örmek; ağ ile avlamak. net ball (tenis) ağa dokunduktan sonra rakibin sahası içine düşen top. tennis net tenis ağı.; net; kazanmak
- nether -- alt; cehennem.
- nettle -- ısırgan; ısırgangillerden herhangi bir ot; kızdırmak; ısırgan gibi batmak. nettle rash kurdeşen
- network -- şebeke; ağ örgüsü; yayın istasyonları şebekesi.
- neuter -- (gram.) cinssiz; (gram.) geçişsiz (fiil); (biyol.) cinsiyetsiz; cinsiyet belirtmeyen kelime; iğdiş edilmiş hayvan; ne erkek ne de dişi olan hayvan.
- neutralize -- (İng.) -ise tesirini yok etmek; (huk.) tarafsız kılmak; (kim.) asit veya alkali niteliğini kaldırmak. neutraliza'tion asit veya alkali niteliğini yok etme.
- new -- yeni; taze; yeni çıkmış; tazelenmiş; görülmemiş
- news -- haber
- newspaper -- gazete.
- nib -- (-bed; sivri uç; uç koymak; kalemin ucunu yontmak.
- nibble -- azar azar ısırmak; çöplenmek; hafif ısırma; ufak lokma
- nice -- hoş; iyi; nazik; latif; ince; dakik. nice and iyice; iyice yanmış. nicely iyi bir tarzda
- niche -- heykel veya benzeri için özellikle duvarda bir oyuk; mevki; hücreye yerleştirmek
- nick -- diş; işaret edilmiş yer. in the nick of time tam zamanında. old Nick Şeytan. nh:; çentmek; kesmek; tam zamanında isabet ettirmek; (İng.); çalmak. nick (some one) for (A.B.D.)
- nickel -- nikel; Amerika'ya mahsus beş sentlik para; nikel ile kaplamak. nickel silver nikel ile kanşık gümüş. nickel steel nikel ile kanştırılarak sertleştirilmiş çelik. nickelif'erous içinde nikel olan.
- nickname -- lakap; lakap takmak.
- nidificate -- . yuva yapmak. nidifica'tion yuva yapma.
- niello -- bakır veya gümüşle karışık siyah kükürt alaşımı; bu alaşım ile maden levhalar üzerinde süslemeler yapma sanatı.
- niggard -- cimri kimse; cimri; (kıs.)ıtlı; tamahkarca. niggardliness cimrilik.
- nigger -- (aşağ.) zenci
- niggle -- gereksiz ayrıntılarla vakit geçirmek; ufak tefek kusurlar üstünde durmak. niggling aşırı titiz; süfli; sinirlendirici; aşırı titiz çalışma.
- nigh -- (edat); hemen hemen; (edat) yakın; elde hazır.
- night -- gece; akşam; karanlık; cehalet. night and day gece gündüz; gece görülen hayalet. night watch gece bekçisi; gece nöbeti. a night out hizmetçilerin izinli oldukları gece. all night long bütün gece
- nightclub -- gece kulübü.
- nil -- hiç.
- ninth -- dokuzuncu
- nip -- (ped; azıcık içki içmek; kırpmak; (soğuk) dondurmak; (kırağı) büyümesini engellemek; (argo.) çalmak; (argo.) yakalamak; (İng.); çimdik; kesip koparma; ayaz; soğuktan kavrulma; alaylı ve kırıcı söz. nip and tuck daradar; (k. dili) faal.
- nipper -- kırpan veya kesen kimse veya şey; (çoğ.) kıskaç; atın ön dişi; yengeç veya ıstakozun kıskacı; (İng.); (çoğ.)
- nipple -- meme başı; Sişe emziği; iki ucu vidalı (kıs.)a boru.
- nit -- bit yumurtası
- nitpick -- (k.dili) ufak kusurlar aramak.
- nitrate -- nitrik asit tuzu
- nitrify -- (kim.) nitratlaştırmak.
- nix -- ufak su perisi. nixie dişi su perisi.; (ünlem); (ünlem) Dur! Dikkat et! engel olmak; reddetmek.
- nob -- (argo.) baş; (argo.) asılzade; züppe ve büyüklük taslayan kimse. nobby (argo.) gösterişli
- noble -- asil; âlicenap; heybetli; mükemmel; eski kimyasal değişiklik göstermeyen (kıymetli maden); asılzade; İngiltere'nin eski bir altın parası. nobleman asılzade. noblewoman soylu kadın. nobleness asalet
- nock -- okun arka ucundaki kertik; yayın iki ucunda kirişi tutmaya mahsus kertik; oku yay kirişine yerleştirmek.
- nod -- (ded; (uyuklarken) başı öne düşürmek; dikkatsiz davranmak; başın öne eğilmesi. get the nod ABD; seçilmek.
- noddle -- (k. dili) baş
- nog -- takoz; (İng.)
- nominate -- başkasını aday olarak göstermek; atamak
- nonplus -- şaşkınlık; şaşırtmak
- nonsense -- saçma şey; önemsiz şey. nonsense verses eğlence için yazılmış saçma mısralar
- nonsuit -- (huk.) davacının davadan vazgeçmesi; davanın düşmesine karar vermek.
- noodle -- budala veya sersem kimse; (k. dili) kafa.; şehriye.
- noon -- öğle vakti: en parlak ve en başarılı devre; öğle vaktinde olan. noon hour öğle paydosu. noontime; en parlak veya en başarılı devre. high noon tam öğle vakti.
- noose -- ilmik; bağ; ilmikle tutmak; ilmik bağlamak; ilmiklemek.
- nope -- ABD
- norm -- belirli bir grup için tipik sayılan model veya standart; istatistikte en çok elde edilen değer; (fels.) düstur
- north -- (bh) bir memleketin kuzey kısımları; kuzey; kuzeyden esen veya gelen; kuzeye bakan; kuzeye doğru
- norther -- kuzeyden gelen fırtına veya şiddetli rüzgar. northerly kuzeydeki; kuzeye doğru olan; kuzeyden esen; kuzeyden; kuzeye doğru; kuzeyden gelen fırtına veya rüzgâr.
- nose -- burun; koklama hissi; burun gibi çıkıntılı yer veya şey; uçağın ön (kıs.)mı; (den.) pruva; kokusunu almak; koklamak; burun ile dokunmak veya burnu sürmek; başkasının işine burnunu sokmak; ağır ağır ilerlemek; koklayarak aramak. nose cone uzay roketinin huni şeklindeki ön (kıs.)mı. nose dive uçağın baş aşağı düşmesi; baIıklama dalış; ani düşüş.nose out özellikle koklayarak arayıp bulmak; meydana çıkarmak; yarışta pek az farkla birinci gelmek. nose over burun üstü düşmek. as plain as the nose on your face besbelli; düşünmeden hareket etmek. I paid through the nose for it Pek pahalıya mal oldu. keep one' nose to the grindstone durmadan ve sıkı çalışmak. Iead by the nose burnundan çekip sevketmek; pabucunu dama atmak. turn up one' nose at hor görmek; reddetmek. under one' nose burnunun dibinde.
- nosedive -- (uçak) baş aşağı düşmek; anide düşmek.
- notarize -- noterde tasdik ettirmek
- notch -- çentik; dar ve derin dağ geçidi; (k. dili) derece; çentmek; çentiklerle hesap tutmak; oku yaya yerleştirmek.
- note -- not; tezkere; (müz.) nota; piyano tuşlarından biri; bir devletin başka bir devlete yaptığı bildiri; alâmet; hesap pusulası; senet; şöhret; dikkat; bir çeşit kredi mektubu. compare notes fikir teati etmek. person of note şöhret sahibi kimse; dikkat etmek; not etmek; notasını yazmak. note down deftere not etmek. noted ünlü; dikkate alınmış.
- notice -- ilan; ihtar; dikkat; riayet; eleştiri (kitap); saygı; dikkat etmek; bahsetmek; önem vermek; farkına varmak; saygı göstermek. give notice işten çıkacağını önceden haber vermek. serve notice uyarmak; önemsemeye değer. noticeably dikkati çeker şekilde
- notify -- bildirmek. notification bildirme; ihbar.
- nought -- (bak.) naught.
- noun -- (gram.) isim. collective noun (topluluk ismi) common noun cins isim. proper noun özel isim.
- nourish -- beslemek; destek olmak
- nuance -- ince fark
- nub -- yumru; (A.B.D.)
- nubble -- ufak yumru. nubbly ufak yumrularla dolu.
- nucleate -- çekirdekli; çekirdekleştirmek; nüve halini almak.
- nudge -- dirsek ile dürtmek; dürtme. nudge one' memory hatırlatmak.
- nuke -- ABD
- null -- hükümsüz; değersiz; var olmayan; olumsuz. null and void itibarsız; (huk.) iptal; geçerli olmayan şey.
- numb -- hissiz; uyuşuk; uyuşturmak
- number -- saymak; hesap etmek; numara koymak; ihtiva etmek; sayısını sınırlandırmak. He numbers eighty years. Seksen yaşındadır. We number fifty men. Elli kişiyiz.; sayı; (çoğ.) çokluk; (gram.) bir kelimenin tekil veya çoğul olmasına göre hali; müzik parçası. numbers numbers game gangsterlerin düzenlediği bir çeşit piyango. a number of birtakım; ABD
- numerate -- numaralamak; (mat.) rakamları okumak. numera' tion numara koyma veya okuma usulü. numerator (mat.) pay; sayıcı.
- nurse -- hastabakıcı; sütnine; dadı; bir teşebbüs veya maksadı destekleyen kimse veya yer. night nurse gece hemşiresi. wet nurse sütnine; hastaya bakmak; bakıp iyileştirmek (zayıf kimseyi); emzirmek; beslemek; çocuğa bakmak; dikkatle kullanmak (zayıf bir uzvu); dizinde veya kucağında tutmak. nurse a grudge kin beslemek. nursing home huzur evi
- nursemaid -- dadı.
- nurture -- besleyen şey; terbiye; bakıp büyütme; beslemek
- nut -- (ted; (mak.) vida somunu; (A.B.D.); (argo.) kafa; ceviz veya fındık toplamak. nutbrown fındık veya kestane renginde. nut coal ceviz iriliğinde madenkömürü. nut grove fındıklık. Nutsl (ülem); idaresi güç kimse. off one' nut kaçık
- nutmeg -- küçük hindistancevizi ağacı; bu ağacın hoş kokulu tohumu.
- nutshell -- ceviz kabuğu. in a nutshell az ve öz olarak
- nuzzle -- burun ile eşmek; kucağına sokulmak.
- oak -- meşe ağacı; meşe odunu. British oak
- oar -- kürek; kürekçi; kürek şeklinde olan veya kürek vazifesi gören şey; kürek çekmek; işin sonucundan memnun olarak işten çekilmek. oarsman kürekçi.
- oath -- ant
- obdurate -- inatçı; sert; idaresi zor. obduracy inatçılık
- obelisk -- dikili taş; (matb.) başvurma işareti
- obey -- itaat etmek; tabi olmak
- obfuscate -- şaşırtmak; dumanlı yapmak
- object -- şey; hedef; (gram.) nesne. object at issue (huk.) anlaşmazlık konusu; iddia olunan şey. object glass bir mikroskop veya teleskopun hedefe yakın olan merceği veya mercekleri; itiraz etmek; karşı gelmek; itiraz olarak ileri sürmek.
- objectify -- nesnelleştirmek.
- objurgate -- kırıcı şekilde azarlamak
- oblate -- manastır hayatına kendini adamış (kimse); (geom.) kutupları yassılaşmış (sferoid)
- obligate -- zorlamak; bağlı; kayıt altında.
- oblige -- mecbur etmek; minnettar kılmak; iyilik etmek
- oblique -- meyilli; dolaylı; (anat.) eğik (kas); meyletmek; (ask.) eğik bir yönde gitmek. oblique angle (geom.) dik olmayan açı. oblique case (gram.) ismin hitap halinden ve yalın halinden başka herhangi bir hali. oblique triangle içinde dik açı bulunmayan üçgen. obliquity meyil; doğru yoldan çıkma
- obliterate -- yok etmek
- oblivion -- unutma; kayıtsızlık
- obscure -- çapraşık; belirsiz; bulutlu; karartmak; örtmek
- observe -- dikkatle bakmak; yerine getirmek; ileri sürmek; gözlemek; kutlamak.
- obsess -- musallat olmak; zihnini meşgul etmek. obsession kafayı meşgul eden düşünce; sürekli endişe; sabit fikir.
- obsolete -- kullanılmayan; (biyol.) eskilerine oranla az gelişmiş. obsoleteness modası geçmişlik
- obstruct -- engel olmak; tıkamak
- obtain -- bulmak; âdet olmak
- obtrude -- içine sokmak; davetsiz olarak veya istenilmeyen yere sokmak; zorlamak; izinsiz veya haksızca girmek veya girişmek. obtrusive istenilmediği halde sokulup sıkıntı veren.
- obtuse -- zeki olmayan; duygusuz; (geom.) geniş; boğuk (ses) obtuse angle geniş açı. obtusely duygusuzca. obtuseness duygusuzluk.
- obvert -- başka tarafını göstermek için çevirmek; (man.) bir önermeyi ters yönde ifade etmek.
- obviate -- etkili tedbirlerle önünü almak
- occasion -- fırsat; sebep; Iüzum; vesile olmak
- occlude -- tıkamak; (kim.) emmek; (dişçi.) üst üste oturmak. occlusion emme veya emilme; (dişçi.) üst üste oturma.
- occult -- gizlemek; (astr.) önüne geçip gizlemek (güneş veya ayın bir yıldızı kapaması gibi); kaybolmak (bir görünüp bir kaybolan fener kulesi ışığı gibi) occulta'tion gizleme.; büyü ile ilgili; esrarlı; gizli; bilinmez
- occupy -- tutmak; meşgul etmek. be occupied with ile meşgul olmak.
- occur -- olmak; bulunmak; hatıra gelmek
- octuple -- sekiz kat
- off -- (İng.); (edat) uzağa; ileriye; öteye; yanda; tamamen; uzakta; uzak; yanlış; uygun olmayan; bitmiş; görev dışındaki; sağdaki; (den.) denize doğru açılan; (edat) dan; dan uzak off and on ara sıra. off chance zayıf bir ihtimal. It iş off my hands. Benim elimden çıkmıştır. Artık sorumlu değilim. Off with you! Defol ! an off street sapa sokak. a week off bir haftalık izin; bir hafta sonra. be off ayrılmak; yanılmak; (k.dili) deli olmak. be off in one' calculations hesabında yanılmış olmak. beat off the attack hücumu tamamen püskürtmek. be off strawberries çilek yemekten mahrum olmak. call the game off oyunu iptal etmek. fall off düşmek; azalmak; bırakmak. far off çok uzak. He is well off. Hali vakti yerinde. Zengindir. kill off all enemies düşmanların hepsini öIdürmek. my off day izin günüm; fena günüm. put off an appointment bir randevuyu ertelemek. put (a per son) off canını sıkmak; (zorla) indirmek. show off gösteriş yapmak. take off alıp götürmek; öIdürmek; indirmek; (k.dili) taklidini yapmak; kalkmak; (A.B.D.)
- offcast -- atılmış.
- offend -- kabahat işlemek; kızdırmak; gücendirmek
- offer -- takdim etmek; teklif etmek; göstermek; meydana çıkmak görünmek; teklif; fiyat teklifi.
- office -- yazıhane; ticarethane; hizmet; hükümet dairelerinden biri; bu daireye mensup memurlar; ibadet tören ve ayinleri. officeholder devlet memuru. office hours çalışma saatleri. police office karakol. post office postane.
- officer -- memur; subay; polis memuru; subaylarını atamak (gemi); komuta etmek
- officiate -- ayin yönetmek; resmi bir görevi yerine getirmek. officiant
- offprint -- ayrı baskı.
- offset -- (-set) denge meydana getirmek: karşılığı ile denkleştirmek; boruya dirsek koymak; ofset usulü basmak; dallanmak.; daldırma dal; bir aile veya ırk kolu; bir dağ sırasının ovaya uzanan burnu; (mim.) duvar kalınlığının azaldığı yerde meydana gelen raf gibi düz çıkıntı; (mak.) engeli aşması için bir boruya konulan dirsek; ana çizgiden dikey olarak ölçülen kısa mesafe; (matb.) ofset usulü.
- offshore -- kıyıdan uzak; kıyıdan esen.
- ogle -- aşıkane bakmak; âşıkane bakış
- oh -- (kıs.) Ohio.; (ünlem) Öyle mi ? Ya ! Sahi ! (şaşkınlık ifade eden kelime)
- oil -- yağlamak; rüşvet vermek. oil the wheels kolaylık göstermek; yağ; petrol; zeytinyağı; yağ gibi şey; yağlıboya; yağlıboya resim. oil cake keten veya pamuk tohumunun posası
- omen -- kehanet; kehanette bulunmak
- omit -- (-ted; yapmamak.
- on -- (edat) üzerinde; yanında; kenarında; tarafında; ile; esnasında; hakkında; halinde. on the alert tetikte; üzerinde; bir düziye; vuku bulmakta; giyilmiş; (İng.); makbul; kriket oyununda vurucunun bulunduğu saha tarafı. off and on kesintili and so on filan
- one -- (zam.) bir; tek; aynı; bir tane; biri; adam; bir rakamı; (zam.) birisi; herhangi biri. one and all hepsi; birleştiler. oneness birlik bir olma.
- onrush -- üşüşme
- onset -- hücum; başlama
- onshore -- .sahile doğru olan; . sahilde.
- oomph -- (argo.) fiziki çekicilik; azim
- oops -- unlem Ay! Abo!
- ooze -- sulu çamur; okyanus diplerinde bulunan ve böcek kabuklarından meydana gelmiş sulu çamur; bataklık; sepicilikte kullanılan meşe kabuğu suyu; sızıntı; sızdıran; sulu çamur gibi.; sızmak; dışarı sızmak; sızdırmak
- op -- (kıs.) opera
- opaque -- donuk; elektrik veya sıcaklığı geçirmeyen; mantıksız; ahmak
- ope -- (şiir)
- open -- açık; kabule hazır; açık (hava); (den.) sisli olmayan; hazır; samimi; (ask.) arasında mesafe olan; (müz.) (kıs.)ık olmayan; (dilb.) ses or- ganları nispeten açık olarak söylenen (ünlü); (dilb.) açık (hece); aşikar; sipersiz; içki satışı serbest (şehir); cömert; ödenmemiş (borç); (gen.) the ile açık hava; açık deniz. open admissions; serbest ticaret (siyaseti) open housing (A.B.D.) ırk ve din farkı gözetmeden herkese açık kiralık ev ve apartmanlar. open order (ask.) dağınık savaş düzeni. open policy (sig.)orta bedeli konulan olayın gerçekleşmesi anında takdir edilecek (sig.)orta poliçesi. open sea açık deniz. open shop sendikalı veya sendikasız herkesi çalıştıran kuruluş; yalnız sendikasız işçileri kabul eden kuruluş. an open question iki taraf da haklı bulun- duğundan karara bağlanamayan mesele. an open verdict (huk.) cinayeti tespit edip de suçluyu tespit etmeyen karar. an open winter hafif kış. in open court açık oturum halindeki mahkemede. receive with open arms samimiyetle karşılamak. The harbor is open. Liman açıktır. lay open kesip açmak. openly açıkça açıktan açığa. openness açıklık.; açmak; işe başlamak; yaymak; umuma açmak; gevşetmek; tiyatro mevsimini açmak; (huk.) davayı tekrar gözden geçirmek; kesip açmak; başlatmak; genişletmek; göstermek; görüşmeye başlamak; a- çılmak; çatlamak; başlamak; gelişmek; engelleri ortadan kaldırmak; göz önüne çıkmak.open in içeriye doğru açılmak. open out dışarıya doğru açılmak; açılmak. open up görüşmeye başlamak
- operate -- iş görmek; etkilemek; borsada alışveriş yapmak (özellikle spekülasyon için); (tıb.)ameliyat et- mek; işletmek
- opiate -- afyonlu; uyuşturucu; afyonlu ilaç.
- opine -- fikir yürütmek: zannetmek
- opinion -- zan
- opportune -- elverişli uygun; tam zamanında olan
- oppose -- karşılaştırmak; karşı koymak; engel olmak
- oppress -- sıkmak; yormak
- oppugn -- karşı koymak
- opt -- seçmek; karar vermek. opt out çekilmek
- optimize -- en iyi şekilde kullanmak
- option -- seçme; oy; seçme hakkı veya yetkisi; seçilecek şey; (tic.) seçme
- oracle -- eski Yunanistan ve Roma'da gaipten haber veren kahin; bu kahinin gaipten verdiği haber; bu kahinin kehanette bulunduğu kutsal yer; vahiy
- orange -- portakal; portakal rengi; portakal cinsinden meyva; portakala ait; portakal rengindeki. orange blossom portakal çiçeği. bitter orange
- orate -- hatiplik taslamak
- oration -- özenle hazırlanmış nutuk
- orb -- küre; daire; (şiir) göz; küre şekline koymak; (şiir) çevrelemek
- orbit -- yörünge; çember; (anat.) göz çukuru; (zool.) kuşların gözleri etrafındaki deri; bir gökcismi etrafında dönmek veya döndürmek; bir yörüngede dönmek. orbital gezegen yörüngesine ait; göz çukuruna ait.
- orchestrate -- orkestra için müzik parçası yazmak. orchestra'tion orkestra için müzik düzenleme veya yazma teknigi
- ordain -- takdir etmek; papazlığa atamak
- order -- emir vermek; ısmarlamak; düzenlemek; düzen; usul; emir; ısmarlama; havale; tarikat; şeref rütbesi; cins; mimari tarz; (biyol.) takım; şeref rütbesi. order of the day gündem; papazlık rütbeleri. in alphabetical order alfabe sırası ile. in order düzenli; sıra ile; yolunda; düzensiz; usule aykırı; uygunsuz. rush order acele sipariş. sealed orders (ask.) vakti gelince açılıp okunacak mühürlü emirname. standing orders geçerliği devam eden emirler. take an order birinden emir almak; birinden sipariş almak. till fur ther orders başka emir gelinceye kadar. to order siparişe göre
- ordinate -- düzenli; (geom.) ordinat.
- organ -- (müz.) org; (biyol.) örgen; haber organı; araç
- organize -- düzenlemek; örgütlemek; teşekkül etmek; sıralamak; yerleştirmek.
- orgasm -- fizyol orgazm; fazla heyecan
- orient -- doğu; göğün doğu (kıs.)mı; incinin üzerindeki açık mavi parlaklık; b.h. Doğu; parıltılı; yükselen; doğuya yöneltmek; yöneltmek. orient oneself uymak
- orientate -- doğuya yöneltmek; alışmak. orienta'tion yönelme; çevre şartlanna uydurma veya uyma; yeni bir çevreye alıştırma programı; istikamet hissi.
- originate -- icat etmek; meydana gelme; yaratılış.
- ormolu -- altın taklidi pirinç; taklit şey.
- ornament -- ziynet; süslemek; süsleme.
- ornate -- çok süslü
- orphan -- yetim; öksüz; öksüz bırakmak. orphanhood öksüzlük.
- oscillate -- salınmak; dalgalanmak; tereddüt etmek. oscilla'tion gidip gelme
- osculate -- (şaka) öpmek; değdirmek; (geom.) hiç olmazsa üç noktanın birbirine dokunmasını sağlayacak şekilde temas etmek; (biyol.) ortak özellikleri olmak. oscula'tion öpme
- ossify -- fizyol. kemikleşmek; katılaşmak; kemikleştirmek; katılaştırmak. ossifica'tion kemikleşme.
- ostracize -- toplum veya dernekten çıkarmak; bir kimse ile ilişkiyi kesip mevcut değilmiş gibi hareket etmek. ostracism sürgün etme; ilişkiyi kesme.
- other -- (zam.) başka; başka suretle; (zam.) başka birisi; diğeri. some day or other günün birinde
- ought -- sıfır
- oust -- çıkarmak
- out -- (önek) fazlasıyle; (edat); dışarıya; dışında; arasından; meydana; sız (kalmış); bütün bütün; yüksek sesle; (edat) dışarıya; işinden çıkarılmış yenik parti üyesi; bahane; (beysbol) vurucunun sırasının bitmesi; muhalif kimse; (matb.) mürettip tarafından atlanmış kelime; (ünlem) Dışarı! Defol!; dışarıdaki; top oyun larında vurucu olmayan; anormal; kullanılmaz; zararda olan; yanılmış; (eski) kovmak. kapı dışarı etmek; (argo.) vurup düşürmek; meydana çıkmak; düzensiz veya sırasız. out of patience sabrı tükenmiş. out of pocket sarfedilmiş; dargın. out of spirits canı sıkkın; bayılmak; toplantıdan sıra ile çıkmak (öğrenciler) pour out boşaltmak. time out of mind öteden beri
- outbalance -- daha ağır gelmek (tartı): geçmek
- outbid -- (-bade
- outcast -- toplumdan atılmış kimse; serseri kimse; mahrum bırakılmış.
- outcaste -- Hindistanda kast dışı olan kimse
- outclass -- üstün olmak
- outcome -- sonuç.
- outcrop -- bir arz tabakasının yeryüzüne çıkması; bu suretle çıkıp görünen kaya.
- outcry -- haykırış; başkasından daha çok bağırmak
- outdate -- geçersiz kılmak.
- outdistance -- geçmek.
- outdo -- üstün gelmek
- outdoor -- dışarıda yapılan.
- outface -- birinin yüzüne yıldırıncaya kadar bakmak; karşı durmak
- outfield -- (beysbol)
- outfit -- (-ted; gereçler; (A.B.D.); bir zaman için ihtiyacı karşılayan giyecekler; donatmak
- outflank -- yandan geçip arkasına varmak.
- outfox -- (A.B.D.)
- outgo -- masraf; (-went
- outgrow -- (-grew; zamanla bırakmak veya vaz gecmek.
- outguess -- önceden tahmin edip galip gelmek.
- outlast -- -dan çok dayanmak.
- outlaw -- kanuna karşı gelen kimse; kanuni haklardan yoksun bırakılmış kimse; yasaklamak; kanun dışı ilan etmek; kanuni haklardan yoksun bı- rakmak.
- outlay -- masraf; harcama.
- outlet -- dışarı çıkacak yer; yol; (elek.) fiş.
- outline -- resim veya haritanın ana hatları; taslak; taslağını çizmek.
- outlive -- birinden fazla yaşamak.
- outlook -- görünüş; seyredilen yer.
- outnumber -- sayıca fazla gelmek.
- outpour -- dökülme
- outrage -- zulüm; rezalet; namusa tecavüz; hakaret.; fena surette bozmak; sövüp saymak; tecavüzde bulunmak.
- outreach -- uzama.
- outright -- sınırsız olarak; bütün bütün; dosdoğru; doğrudan dogruya; sınırsız; tam; devam eden; karşılıksız; düpedüz.
- outset -- başlangıç.
- outshine -- başkasını gölgede bırakmak
- outshoot -- vuruşta geçmek; dışarı uzamak; dışarı çıkan şey.
- outsize -- çok büyük boy; büyük boyda olan.
- outsmart -- (A.B.D.)
- outstrip -- (-ped; herhangi bir şeyde üstün çıkmak.
- outward -- dış; dışarıya doğru; görünüşte; dış kısım; dıştaki alem; dış görünüş.
- outwear -- daha fazla dayanmak; yıpranmak; tüketmek.
- outweigh -- daha ağır gelmek.
- outwit -- daha akıllı olup galip gelmek.
- over -- (edat); üzerine; yukarısına; yukarısında; bütün (zaman); karşıdan karşıya; boyunca; yukarıda; karşı tarafa; fazla; tama- men; tekrar; bitmiş; öbür taraftaki; üstteki; üstün; aşırı; artan şey; teslim etmek; (önek) üstün; asağıya doğru
- overachieve -- beklenilenden daha başarılı olmak. overachiever (okulda) beklenilenden daha başarılı olan kimse.
- overact -- (rolu) abartmalı bir şekilde oynamak.
- overarch -- üzerinde kemer meydana getirmek.
- overawe -- korkutup hareketten alıkoymak.
- overbalance -- tartıda ağır gelmek; ağır basmak; dengesini bozmak; dengesini kaybetmek.
- overbear -- (-bore; başatlanmak; yenmek; ağır basmak: fazla ürün vermek.
- overbid -- (-bade; (briç) deklarasyon yapmak.
- overblow -- üfleyip gidermek; (kum; (nefesli çalgıyı) asıl sesinden daha yukan sese çıkarmak.
- overboard -- gemiden denize. go overboard (A.B.D.)
- overbook -- bir uçak veya otelde mevcut yerlerden fazla rezervasyon kabul etmek.
- overburden -- taşıyabileceğinden fazla yük yüklemek; fazla sıkıntı vermek
- overcall -- (briç.) fazla deklarasyon yapmak.
- overcast -- (-cast) karartmak; sürfle yapmak; bulutlarla kaplı; kasvetli; sürfle yapılmış; kaplama.
- overcharge -- fazla fiyat istemek; fazla yüklemek veya doldurmak.; fazla yük; fazla fiyat.
- overcoat -- palto.
- overcome -- (-came; yenmek; gidermek
- overcompensate -- fazlasıyle karşılamak.
- overcrowd -- fazla kalabalık etmek.
- overdevelop -- (foto.) aşırı derecede develope etmek.
- overdo -- (-did; gereğinden fazla pişirmek; fazla yorulmak.
- overdose -- belirli bir ölçüden fazla ilâç verme; aşırı doz; (kıs.) O.D.; fazla esrardan hasta olan veya ölen kimse.
- overdraft -- bankadaki hesap mevcudundan fazla para çekme; açık itibar.
- overdraw -- (-drew; hesap mevcudundan fazla para çekmek.
- overdrive -- (oto.) otomatik dördüncü vites.
- overeat -- (-ate
- overestimate -- fazla tahmin etmek.
- overexpose -- gereğinden fazla teşhir etmek; (foto.) filme fazla poz vermek.
- overflow -- taşmak; çok bol olmak.; taşma; taşkın şey; çok bol şey; akaç.
- overgrow -- birbirini örtecek derecede büyümek (fidan); fazla boy atmak.
- overhand -- yukarıdan aşağı inen (yumruk; iğne ardı gibi dikilen.
- overhang -- (-hung) üzerine süslü şeyler asmak; sarkmak; çıkıntı; çıkıntı derecesi.
- overhaul -- gereken onarımı yapmak için elden geçirmek; kontrol etmek; arkasından yetişip önüne geçmek.; kontrol; bakım ve tamir.
- overhear -- (-heard) rastlantılı olarak işitmek
- overjoy -- fazlasıyle sevindirmek.
- overkill -- düşmanın fazlasıyle üstesinden gelebilecek askeri olanak.
- overland -- kara yolu ile yapılan; karada
- overlap -- (-ped; aşırmak
- overlay -- örten tabaka; kaplama; bir harita üzerine konan tamamlayıcı sayfa.; (-laid) kaplamak; üstüne yüklemek; (matb.) kâğıdın altını takviye etmek.
- overload -- fazla yüklemek veya doldurmak.; fazla yük.
- overlook -- gözden kaçırmak; önem vermemek; yüksek bir yerden bakmak; muayene veya teftiş etmek.; bakış; yüksek yer; gözden kaçırma.
- overmaster -- boyun eğdirmek
- overmatch -- üstün gelmek
- overnight -- gece esnasında; dün gece; ani olarak; gece boyunca olan; bir gecelik.
- overpass -- üst geçit; üstten geçen yol; üstünden geçmek; geçmek; görmezlikten gelmek.
- overpay -- (-paid; değerinden fazla ödemek.
- overpersuade -- ağır basıp ikna etmek.
- overplay -- büyütmek; çok iyi oynamak. over play one' hand kendi olanaklarına fazla güvenmek.
- overpower -- zararsız hale getirmek; cebir ve kuvvetle yenmek; çok tesir etmek.
- overprice -- fazla yüksek fiyat koymak.
- overprint -- üstüne yeniden basmak; basılan düzeltme.
- overprize -- fazla değer vermek.
- overproduce -- piyasaya göre fazla imal etmek. overproduction piyasayı etkileyecek kadar fazla imalât.
- overprotect -- gereğinden fazla korumak.
- overrate -- fazla önem vermek
- overreach -- yetişip geçmek; ötesine geçmek; aldatmak
- override -- (-rode; önem vermemek; fazla binerek yormak (at); (tıb.) (kemiğin kırık uçları) bir birine binmek.
- overrule -- geçersiz kılmak; hükmünü geçirmek
- overrun -- (ran; istila etmek; üstünden geçmek; koşarak birini geçmek.
- oversee -- (saw
- oversell -- (sold; satılacak şeyi fazla övmek.
- overshade -- gölge etmek
- overshadow -- kendi üstünlüğüyle gölgelemek
- overshoot -- (shot) nişandan öteye atmak; geçmek; aşırılığa kaçmak.
- oversize -- fazla geniş
- oversleep -- (slept) fazla uyumak.; vaktinde uyanmadığı için (randevuyu) kaçırmak.
- overspend -- (spent) fazla masraf yapmak
- overstate -- mübalağa etmek
- overstay -- haddinden fazla kalmak.
- overstep -- (ped
- oversubscribe -- gereken veya olandan fazlasını taahhüt etmek.
- oversupply -- fazlalık; fazla tedarik etmek.
- overtake -- (took; birden karşısma çıkmak.
- overtax -- ağır vergi koymak; dayanabileceğinden fazla iş yüklemek.
- overthrow -- (threw; bozmak; harap etmek.; yıkma
- overtime -- iş saatlerinden fazla çalışma süresi; iş saatlerinden sonraki çalışmalara ait.
- overtop -- (-ped; üstün olmak
- overtower -- bir şeyin üzerinde yükselmek
- overture -- önerme; (müz.) uvertür.
- overturn -- devirmek; devirme
- overweight -- tartıda fazla gelen miktar; şişman: fazla yüklemek.
- overwhelm -- basmak; etkilemek; garketmek; başından aşmak.
- overwork -- kuvvetinden fazla çalıştırmak veya çalışmak.
- overwrite -- (wrote; fazla uzun yazmak; bir yazı üzerinde düzeltme yapmak.
- ovulate -- (anat.) yumurtlamak.
- owe -- borcu olmak; bir hissin etkisi altında olmak; minnettarı olmak.
- owl -- baykuş (zool.) Strigiformes. owlish baykuş gibi. eagle owl puhu kuşu
- own -- kendine değgin; öz. Ann' own book Ann'in kendi kitabı. be one' own man başına buyruk olmak. come into one' own kendi malına sahip olmak; layık olduğu mevkie erişmek. hold one' own yerini korumak on one' own kendi hesabına; malik olmak; tanımak; teslim etmek. own up (k. dili) tam ve doğru olarak itiraf etmek.
- oyster -- istiridye; tavuk sırtının iki tarafındaki istiridye şeklindeki lezzetli et parçası. oyster bed isti ridye yatağl
- ozone -- (kim.) ozon; (k. dili) saf ve temiz hava.
- ozonize -- ozonlaştırmak; içine ozon karıştırmak.
- pace -- adım; bir a dımda katedilen mesafe; gidiş; rahvan yürüyüş; yürüyüş sürati. keep pace with ayak uydurmak. put one through his paces bir kimsenin kabiliyetini denemek. set the için pace yarış veya yürüyüşte sürati tayin etmek; (edat); yürümek; rahvan gitmek (at); ağır ve düzenli adımlarla yürümek; adımlayarak ölçmek; belirli bir düzene sokmak; spot koşu süratini tayin etmek. peced rahvan yürüyüşlü; adımlayarak ölçülmüş; örnek olan kimsenin yardımı ile yapılmış.
- pacify -- barıştırmak; yatıştırmak
- pack -- bohça; denk; paket (sig.)ara); takım; köpek sürüsü; buz kütlesi; iskambil destesi; buz torbası; tampon; hastanın battaniyeye sarılması; hazır durumda paraşüt. pack animal yük hayvanı. pack ice bir araya toplanıp kitle haline gelmiş buz parçalan. pack rat bir cins büyük fare; denk etmek; bavula veya sandığa koymak; hazırlamak; taşımak; ambalaj yapmak; sıkı sıkıya doldurmak; paketlemek; denk yüklemek; eski ve kullanılmayan maden damarlarını taşla doldurmak; sıkışmak; gitmek; bir araya sıkışmak. pack a wallop (argo) bomba gibi patlamak. pack off göndermek; ağzına kadar dolu.
- package -- paket; paket etme; denk balama; ambalaj ücreti; denk sandığı; ünite. package deal takımı ile alışveriş.
- packet -- paket; (den.) belirli günlerde yola çıkan posta gemisi.
- pact -- pakt
- pad -- ufak yastık gibi şey; (zool.) bazı hayvanların yumuşak tabanı; kağıt destesi; ıstampa; nilüfer çiçeğinin su yüzünde duran yaprağı; semer yastığı; (argo) mesken. launching pad (bak.) launching.; ayak sesi; haydut; (-ded; (bir konuşma veya yazıyı) şişirmek padded yastıklı; şişirilmiş.; sessizce yürümek.
- paddle -- uzun saplı bel; (kıs.)a kürek; tokaç; yandan çarklı vapurda çark kanadı; (kıs.)a kürekle yürütmek veya yürümek; ağır ağır kürek çekmek; çarkların hareket etmesiyle yürümek; (k. dili) kıça şaplak atmak. paddle box davlumbaz; sığ suda gezinmek; suda oynamak; sendeleyerek yürümek (çocuk veya ihtiyar)
- paddock -- ahıra yakın etrafı çevrili küçük çayır veya otlak.
- paddywhack -- ing.; (A.B.D.)
- padlock -- asma kilit; asma kilitle kilitlemek
- paean -- şükran veya zafer şarkısı.
- page -- iç oğlanı; resmi kıyafetli el ulağı; uşak; hoparlör ile çağırmak.; sayfa; (matb.) bir sayfalık dizgi; kaydetmeye değer bir olay; kitap sayfalarını numaralamak; (matb.) sayfa halinde dizmek. page through kitabı okumadan sayfalarını çevirmek.
- pageant -- alay; gösteri; nümayiş; debdebe
- paginate -- kitap sayfalarını numaralamak. pagina'tion kitap sayfalarını numaralama.
- pain -- agrı veya acı vermek; eziyet etmek; karamsar.; ağrı; dert; (çoğ.) özen; (çoğ.) doğum sancıları. on pain of cezasıyle. take pains zahmet çekmek
- paint -- boya; kozmetik; makyaj. paintbox boya kutusu. paint brush boya fırçası.; boyamak; boya ile resmini yapmak; tasvir etmek; boya gibi sürmek; boyayarak süslemek; düzgün sürmek; boya ile resim yapmak; makyaj yapmak.
- pair -- çift çift koymak veya düzenlemek; çiftleştirmek; çift olmak; çiftleşmek. pair off çiftlere ayırmak.; (çoğ.) - çift; bir erkekle bir dişiden ibaret bir çift; karı koca; gözlük veya makas gibi iki parçadan meydana gelen alet; iskambil oyununda eşdeğerde olan iki kâğıt; (konuşma dilinde bazen sayılardan sonra (çoğ.)ul anlamında tekil olarak kullanılır: four pair of shoes) pair of compasses pergel pair of pajamas. pijama. pair of pants pantolon. pair of scissors makas. pair of trousers pantolon. bridal pair gelin ve güvey.
- pal -- (-led; arkadaş olmak.
- palace -- saray; saray gibi bina; muhteşem ev; (k. dili) lüks eğlence yeri veya galeri.
- palate -- damak; tat alma duyusu; zevk
- palatinate -- palatinlik; palatin'in rütbe veya görevi; b.h. Palatin'lik'te oturan kimse. the Palatinate Alman'ya'da Ren nehri kıyısında bulunan bir eyalet.
- palaver -- laf boş lakırdı; pohpohlama; yerlilerle turistler arasındaki görüşme; boş laf etmek; yaltaklanmak.
- pale -- sivri uçlu kazık; etrafı parmaklık veya çitle çevrilmiş yer; belirli kimselerin oturmasına tahsis edilmiş mıntıka; hudut; yetki; sınırlandırılmış herhangi bir şey. beyond the pale yetkisi dışında; toplum düzenine aykırı. within the pale sınırı içinde; yetkisi dahilinde.; solgun; renksiz; beti benzi atmak; saranmak
- palimpsest -- eski zamanda üzerindeki yazı silinerek yeniden başka yazı yazılmış parşomen.
- palisade -- şarampol; savunmada kullanılan siper kazığı; (çoğ.) kayalık uçurum; etrafına kazıklar dikerek çit çevirmek.
- pall -- yavanlaşmak; zevkini kaybetmek; usandırmak; siyah çuha veya kadifeden tabut örtüsü; kasvetli hava.
- pallet -- ot şilte; (mak.) çömlekçi spatulası; ciltçilikte altın yaldızı yerleştirmeye mahsus yassı fırça; (mak.) cep saati çarkını tanzim eden ufak parça; ressam paleti; istif rafı.
- palliate -- hafifletmek (hastalık; (kaba hat veya hakareti) mazur göstermek. palliation özür; hafifletme.
- palm -- avuç içinde saklamak; avuç ile dokunmak veya okşamak. palm off hile ile kabul ettirmek; aya; geyik boynuzunun yassı kısmı; el boyunda uzunluk ölçüsü (yaklaşık olarak yirmi cm); el genişliğinde uzunluk ölçüsü (yaklaşık olarak dokuz cm); kürek palası veya ona benzer herhangi bir şey. grease one' palm rüşvet vermek. have an itching palm para hırsı olmak.; hurma ağacı; palmiye; hurma ağacının yaprağı veya dalı; zafer alameti; zafer. palm branch zafer alameti olan hurma dalı. palm oil hurma yağı. Palm Sunday paskalyadan evvelki pazar günü. carry off the palm galip gelmek
- palpate -- (tıb.) el ile dokunarak muayene etmek; (zool.) dokunaçlı palpa'tion dokunma; (tıb.) el ile dokunarak muayene.
- palpitate -- yürek gibi hızlı çarpmak
- palsy -- inme; felce uğratmak.
- palter -- aldatmak
- pam -- (iskambil) ispati valesi; bir iskambil oyunu.
- pamper -- refah ve bolluk içinde büyütmek
- pamphlet -- broşür
- pamphleteer -- broşür yazan kimse (baz. (aşağ.); broşür yazıp yayınlamak.
- pan -- tepsi; kefe; maden cevherini ayırma işinde kullanllan demir tava; eski tüfeklerde falya tavası; tuzlada tava; kafatası; buzul parçası. a flash in the pan kuru gürültü; (-ned; tavada pişirmek: leğende yıkamak; maden cevherini yıkamak; (edeb.); başarıya ulaşmak muvaffak olmak .; tembul (yaprak) .; (mit.) Pan (ormanlar otlaklar; (bak.) panchromatic
- pancake -- (ahçı.) gözleme; taş pudra; (hav.) uçağın yere düz olarak düşüşü.
- pander -- muhabbet tellâlı; pezevenklik etmek. pander to someone' tastes yaltaklanmak. panderer pezevenk.
- pane -- pencerenin bir camı; düz yüzey; levha
- panel -- (-ed; iskoç.; kömür madenini bölmelerle ayırma.; kapı aynalık tahtası; kadın etekliğini genişletmek için uzunluğuna konan kumaş parçası; üzerine resim yapılan ince tahta; pano; semerin altına konan keçe; (huk.) jüri heyetinin isim listesi; (huk.) jüri heyeti. panel discussion açık oturum.
- pang -- ani olarak şiddetli ağrı
- panhandle -- tava sapı; (A.B.D.) ileri doğru uzanan dar kara parçası; (argo) dilenmek.
- pansy -- hercai menekşe; (A.B.D.)
- pant -- solumak; nefesi kesilmek; özlemini duymak; şiddetle çarpmak; soluma; yürek çarpıntısı.
- pantile -- kenarları üstüste gelince S şeklinde kıvrımlar yapan dam kiremidi.
- pantograph -- pantograf.
- pantomime -- pandomima; pandomima oynamak. pantomimic(al) pandomima kabilinden. pantomimist pandomima oyuncusu
- pants -- (çoğ.); don
- pap -- çocuklara ve hastalara mahsus lapa veya sulu yemek; meyva püresi; (argo) memurlara sağlanan imtiyaz veya yarar.
- paper -- kâğıt; kâğıt tabakası; senet; kâğıt para; gazete; herhangi bir yazı; deste (iğne); duvar kâğıdı; (argo) paso; (çoğ.) hüviyet kartı; (çoğ.) bir kimsenin toplu mektupyazı ve hatıraları; geminin sefer kağıtları; kağıttan yapılmış; kağıt üzerinde kalan; kağıda benzer; üzerine kâğıt kaplamak; kâğıt. yapıştırmak.
- par -- eşitlik; hisse senetleri ve kıymetli kağıtların itibari değerleri; golfta topun deliğe girebilmesi için gerekli vuruş sayısı. above par (tic.) itibari kıymetten daha yüksek. at par. başa baş. below par (tic.) itibari kıymetten düşük. par value itibari kıymet. on a par with eşit derecede veya kıymette. up to par itibari kıymetini bulmuş
- parable -- içinde hakikat payı olan (kıs.)a alegorik hikâye; ifade edilmek istenileni benzetme veya kıyas yoluyle anlatan söz veya konuşma; mesel.
- parachute -- paraşüt; paraşütle atlamak; paraşütle indirmek. parachutist (ask.) paraşütçü.
- parade -- gösteri; (ask.) yoklama için askerlerin sıra ile geçmesi; geçit resmi yapılan meydan; gezinti yapılan yer. parade ground tören meydanı. parade rest askerlerin "rahat" vaziyetinde kalmaları. make a parade of gösteriş yapmak. on parade sergi halinde; gösteriş yapmak; tören için askeri sıraya dizmek; saflar halinde geçirmek; gösteriş yapmak için dolaşmak; kibirle göstermek; gösteri yaparak sokakları dolaşmak; yoklama veya talim için toplanmak.
- paradise -- cennet; cennet gibi yer. fool' paradise boş emeller üzerine kurulmuş mutluluk.
- paraffin -- mum; parafin tatbik etmek. paraffin paraffin oil ing. gazyağı.
- paragon -- mükemmel olduğu kabul edilen örnek; (matb.) yirmi puntoluk harf
- paragraph -- paragraf; paragraf işareti; yazıyı paragraflara ayırmak; bir paragrafta ifade etmek. paragraph'ic (aI) fıkra kabilinden. pa ragraphist fıkra yazarı.
- parallax -- (astr.) paralaks. parallac'(tic.) paralaks bakımından
- parallel -- paralel; aynı; aynı amaç veya sonuca yönelen birbirine paralel doğru veya düzeyler; benzerlik; nazire; (coğr.) paralel; (ask.) cephe hendeği; (elek.) paralel bağlantı. parallel with; paralel olarak koymak; kıyaslamak; benzer olmak
- paraph -- imzayı takip eden çizgi.
- paraphrase -- açıklama; başka kelimelerle izah etme; açıklamak
- parasol -- güneş şemsiyesi
- parboil -- yarı kaynatmak.
- parbuckle -- fıçıyı araba veya gemiye yüklemeye mahsus halat; bocurgat halatı ile yüklemek.
- parcel -- paket bohça; miktar; (huk.) parça; (kıs.)ım veya hisselere ayırmak; paket yapmak; (den.) halat üzerini katranlı bezle örtmek; (kıs.)men. parcel post paket postası.
- parch -- kavurmak; aşırı sıcaktan kavrulmak
- pardon -- affetmek; af suçunu bağışlama; günah çıkarma; afname. I beg your pardon Affedersiniz. Pardon me Pardon. pardonable affolunabilir. pardoner (tar.) Katolik kilisesinde günahların affını satmaya yetkili olan kimse; affeden kimse.
- pare -- kabuğunu soymak; yavaş yavaş eksilmek. pare off
- parent -- anne veya baba; ata; sebep olan şey; koruyucu kimse; (çoğ.) ana baba; soy
- parget -- sıvamak; alçıtaşı; sıva; sıva süsü.
- parish -- bir papazın idaresindeki mıntıka; ing. kaymakamlığa benzer bir idari bölge; bir kiliseye mensup olan cemaat. parish clerk kilise katibi; papaz muavini. parish school kilise okulu. on the parish kilise yardımıyle geçinen. parish'ioner bir kilise cemiyetinin üyesi.
- park -- park; (ask.) ordu mühimmatının biriktirildiği yer; lunapark; vahşi hayvanlar için çitle ayrılmış geniş saha; arabayı park etmek: (A.B.D.); bir araya biriktirmek; park içine koymak. parking lot araba park yeri. parking meter araba park yerlerinde para toplayan sayaç.
- parlay -- (A.B.D.) kazanılan parayı bir sonraki yarışa yatırmak.
- parley -- toplantı; ateşkes devresinde düşman ile barış görüşmeleri yapmak; özellikle düşmanla müzakere etmek.
- parody -- edebi bir eserin gülünç şekilde taklidi hezel; beceriksizce taklit; (müz.) bir parçanın gülünç şekilde taklidi; gülünç bir taklit eseri yazmak. parodist hezel yazan kimse.
- parole -- şartlı olarak mahkumun tahliyesi; vait; özellikle esir düşen askerin veya bir mahpusun kaçmayacağına dair verdiği söz; şeref sözü; (ask.) muhafızlara veya nöbetçilere verilen günlük parola; mahkumu şartlı olarak serbest bırakmak. on parole şeref sözü vermesi üzerine (serbest bırakmak)
- parquet -- parke; tiyatroda orkestranın bulunduğu kısım ile. parter arasındaki yer; parke döşemek. parquetry parke.
- parrot -- papağan; dudu kuşu; başkalarının söz ve davranışlarını düşünmeden taklit eden veya tekrarlayan kimse; papağan gibi tekrarlamak veya tekrarlatmak.
- parry -- bertaraf etmek (darbe); kaçamak cevap vermek; bertaraf etme; kaçamak cevap.
- parse -- (gram.) bir cümle veya kelimeyi gramer aşısından incelemek.
- part -- (kıs.) participle; parça; birbirine eşit olan (kıs.)ımlardan her biri; uzuv; (mat.) fasıl; hisse; rol; görev; (müz.) fasıl; semt; saçların ayrıldığı yer; (kıs.)men .part and parcel esas (kıs.)ım. part müsic (müz.) birkaç ses veya çalgı için yazılmış parça. part owner hissedar. part singing birkaç sesle şarkı söyleme. part writing (müz.) kontrpuan. parts of speech sözbölükleri. aliquot part (mat.) tam bölen. a person of part kabiliyetli kimse; bazı hususlarda. in good part tatlılıkla; rolünü almak. the greater part çoğunluk; (kıs.)ımlara ayırmak; ayırmak; bölmek; ayrılmak; parçalanmak; ayrılıp gitmek
- partake -- (took; hissedar olmak; çeşnisi olmak; mahiyetinde olmak.
- partial -- kısma ait; kısmen etkili olan; cuzi; taraf tutan; meyilli. partial eclipse (astr.) kısmen tutulma. partially kısmen; tarafgirlikle
- participate -- katılmak; ortaklık.
- particularize -- ayrı ayrı söylemek veya göz önünde bulundurmak; ayrıntıları ile anlatmak; isim zikretme.
- partition -- taksim; bölme; (kıs.)ımlara ayırma veya ayrılma; (huk.) bir malın müşterek sahipleri arasında taksimi; (kıs.)ım; parça veya hisselere ayırmak; duvar ile bölmek.
- partner -- ortak; karı veya koca; eş; dans arkadaşı; ortak etmek veya olmak; ortağı gibi davranmak. partnership ortaklık
- party -- parti; siyasal parti; kurum; (ask.) birlik; (huk.) taraf; kontratı akdeden taraflardan her biri; iştirakçi; (k. dili) şahıs. party line birkaç abonenin birden. bağlandığı telefon hattı; komşu mülkleri birbirinden ayıran hudut çizgisi; parti siyaseti. party wall (huk.) ortak duvar.
- pasquinade -- herkesin görebileceği bir yere yapıştırılmış hakaretli hicviye; hakkında hakaretli hiciv yazmak.
- pass -- geçiş; paso; sınavda geçme; boğaz; (ask.) hatlardan geçme izni; hal; meç hamlesi; hokkabazların kaybetme oyunu; top oyunlarında topu elden ele geçirme; (argo) çalım atmak.; üstünden; geçirmek; gezdirmek; geçirmek (zaman); söz vermek; (huk.) hüküm vermek; beyan etmek; ileri gitmek; boşaltmak; kabul ve tasdik etmek veya ettirmek; sınavda geçmek; ihmal etmek; (spor) pas vermek; paylaşmak; geçmek; halden hale girmek; vaki olmak; elden ele dolaşmak; sürmek (para); kabul olunmak; başarmak; bitmek; engelle karşılaşmamak; akıtmak; (briç) "pas'' demek; sırasını atlatmak; hamle yapmak (eskrimde); devretmek. pass a dividend kâr hisselerini ödememek. pass away ölmek; sona ermek. pass beyond geçmek; yeterli olmak; sürmek (sahte para); ...diye geçinmek; ölmek; başkasına vermek. pass out dışarı çıkmak: (k. dili) bayılmak; öbür tarafa geçmek; görmemek; göz yummak. pass the buck sorumluluğu başkasının üzerine atmak. pass the hat yardım toplamak. pass the time of day selâmlaşmak. pass through içinden geçmek; nufuz etmek. pass up (k. dili) yararlanmamak; (kıs.) passive.
- passage -- geçme; yol; boğaz; pasaj; yolculuk; geçiş hakkı; koridor; bent; bir tasarının kabul edilip yürürlüğe girmesi; bağırsakların işlemesi. passage money navlun; göçebe kimse.
- passenger -- yolcu
- passion -- kuvvetli his; tutku; hiddet; ıstırap; özlem; aşırı heves; delilik; b.h. Hazreti isa'nın çarmıha gerilmesinde çektiği ıstırap. passion flower çarkıfelek çiçeği
- passionate -- aşırı tutkuları olan; çabuk öfkelenen; heyecanlı; şiddetle aşık. passionately tutkuyla; hararetle
- password -- parola.
- paste -- kola; hamur; macun; lapa; çömlekçi çamuru; elmas taklidi cam; kola ile yapıştırmak; üstüne yapıştırmak; (argo) yumruk atmak.
- pasteurize -- pastörize etmek. pasteurizer pastörize makinası.
- pastiche -- muhtelif eserleri taklit edip hicvederek yapılan müzik parçası veya resim.
- pastime -- eğlence .
- pastor -- papaz. pastorate papazlık.
- pasture -- çayır; çayırda otlamak veya otlatmak. pasturage otlak. put out to pasture emekliye ayırmak.
- pat -- tamamen uygun; basmakalıp; yeterli; değişmez bir şekilde; kusursuz olarak. patly uygun olarak; basmakalıp bir şekilde. patness vaktinde oluş; (-ted; ayağı hafif hafif yere vurmak; hafif adımlarla koşmak; fiske; yalın ayağın çıkardığı ses; ufak kalıp (tereyağı) pat on the back tebrik etmek.
- patch -- yama; parça; eski zamanda kadınların süs olarak yüzlerine yapıştırdıkları ufak siyah ipek parçası; yapıştırma ben; arazi parçası; yamalamak; uzlaşmak. patch cord bağlama teli. patch panel (bak.) patch board. patch together; uzlaşmalı.
- patchwork -- kumaş artıklarından dikilmiş yorgan; uydurma iş; yama işi.
- patent -- herkes tarafından anlaşılabilir; (tıb.) açık.; patent; imtiyazlı ihtira; arazi için verilen imtiyaz; imtiyazlı arazi; patent almak; imtiyazla temin etmek; patenti olan; imtiyazlı. patent leather rugan (deri) patent medicine mustahzar; kocakarı ilâcı. patently açıkça
- paternoster -- (Lat.) Hazreti isanın öğrettiği "Rabbin duası"; tespih; tılsım olarak okunan herhangi bir dua.
- path -- yol; bir konuda takip edilen yol; (kıs.) pathological
- patient -- sabırlı; azimli; tedavi altında bulunan hasta. patiently sabırla
- patrol -- (-led; ileri karakol; devriye gezme: devriye gezmek. patrolman polis
- patron -- hami; patron; daimi müşteri; sanatkar himaye eden kimse. patron saint bir kimse veya meslek veya kurumu himaye ettiği farzolunan aziz; birisini göreve atama hakkı; müşteriler; hor görme. patronize himaye etmek; büyüklük taslamak; müşterisi olmak.
- patten -- nalın
- patter -- yağmur gibi pıtır pıtır ses çıkarmak; kısa ve süratli adımlarla yürümek; pıtrırtı; çabuk çabuk konuşmak; mırıldar gibi söylemek; bir komedyen veya sihirbazın kullandığı konuşma tarzı; çok çabuk söylenen şarkı.
- pattern -- örnek; kalıpla basılarak çıkarılan veya kalıp şeklinde olan model; şekillerin düzeni; şablon; (A.B.D.) bir elbiselik kumaş; kurşun saçmasının hedef üzerinde bıraktığı izler; bir örneği kopya etmek; şekillerle süslemek.
- paunch -- karın; göbek; iri karın; geviş getiren hayvanların işkembesi. paunch (mat.) (den.) seren veya armayı aşınmadan koruyan alavere paleti.
- pause -- durma; sekte; (gram.) durma işareti; fasıla; (müz.) bir noktanın üzerine veya altına konan uzatma işareti; kısa bir zaman için durmak; tereddüt etmek
- pave -- asfalt veya taş ile döşemek; düzeltmek. pave the way for herhangi bir şey için hazırlık yapmak.; (Fr.) kaldırım; kıymetli taşları yüzük üzerine yan yana kakma.
- pavement -- yolu kaplayan suni yüzey veya maddeler; bu maddelerle döşenmiş yol.
- pavilion -- büyük çadır; çadır gibi şey; bir park veya bahçede bulunan kulübe; köşk; hastanelerde asıl binadan ayrı pavyon; kulak kepçesi; kıymetli taşın alt (kıs.)mı; çadır veya pavyonda barındırmak; çadır gibi örtmek.
- paw -- hayvan pençesi; (k. dili) el; pençe atmak; kabaca ellemek; ön ayak ile yeri eşelemek.
- pawl -- kastanyola; kastanyola ile sıkıştırmak.
- pawn -- rehin; rehine koyma. in pawn rehinde pawn broker rehinle ödünç para veren kimse; rehine koymak; malını veya canını tehlikeye atmak.; (satranç) piyon; bir işe alet edilen fakat önemsenmeyen kimse.
- pay -- (den.) kaynamış katranla kalafat etmek.; ödeme; ödenen sey; bedel; ceza veya mükâfat. pay dirt işletme zahmetine değer miktarda maden ihtiva eden toprak; herhangi kârlı bir şey. pay office vezne dairesi. pay phone umumi telefon. be in the pay of hizmetinde olmak; (paid) ödemek; karşılığını vermek; karlı olmak; etmek. pay as you go vakti geldiğinde derhal ödemek. pay a visit ziyaret etmek. pay in para yatırmak. pay off maaş vermek; öç almak; (A.B.D.); (argo) rüşvet vermek. pay one' respects saygılarını sunmak. pay one' way masraflarını ödemek; (den.) laçka etmek; kalama etmek (halat
- payroll -- maaş veya ücret bordrosu; maaşlann toplamı.
- peace -- huzur; barış; asayiş; sukunet; barış anlaşması; barışma; iç huzuru. Peace be with you Selâmünaleyküm. peace offering barış ve uzlaşma gayesiyle verilen hediye. peace pipe dostluk ve banş çubuğu (Kızılderililerde) at peace barış halinde; huzur içinde
- peach -- şeftali: şeftali ağacı; şeftali rengi; (argo) çok güzel şey veya kimse; açık pembe renk. peach blow açık pembe porselen cilâsı. peach tree şeftali ağacı; (argo) ihbar etmek
- peacock -- tavus; kurum satmak (slang) kasılmak. pea cock blue tavusun boynunda olduğu gibi çok parlak mavi renk.
- peak -- sivri tepe; can alacak nokta; (den.) gizin cundası; (den.) demirin tırnak ucu. peak load (elek.) en fazla tahmil miktarı. peaky sivri tepeli.; eriyip zayıflamak.; (den.) sırığın ucunu serene yaklaşacak vaziyette dik durdurmak.
- peal -- birkaç çanın bir arada veya birbiri arkasından çalınması; birkaç çandan ibaret takım; yüksek ve devamlı ses; top veya gök gürlemesi gibi ses; ses vermek
- peanut -- Amerikan fıstığı yerfıstığı; (k. dili) önemsiz kimse; (çoğ.)
- pearl -- inci; inci gibi şey; inci rengi; sedef; (matb.) beş puntoluk harf. pearl barley kabuğu soyulmuş ve yuvarlak hale getirilmiş arpa. pearl diver; inci avlanan yer. pearl gray inci rengi; incilerle süslenmiş pearly gates cennet kapısı.; incilerle süslemek; inciye benzetmek; inci avlamak. pearlash kalya taşı.
- pease -- (çoğ.) bezelye. peasecod bezelye kabuğu.
- pebble -- çakıl taşı; gözlük camı yapımında kullanılan bir çeşit neceftaşı; pürtüklü deri; deriyi pürtüklü hale getirmek. pebbled çakıl döşeli. pebbly çakıllı; üstü pürtüklü.
- peck -- kilenin dörtte biri miktarında bir hacim ölçü birimi; kayda değer miktar; gagalamak; gaga ile vurarak delik açmak; gaga ile toplamak; sivri uçlu bir şey ile çabuk çabuk vurmak; gagalama; sivri uçlu bir şey ile vuruş. peck at kuş gibi az yemek. pecking order üstün asta hükmettiği ast-üst düzeni.
- peculate -- iç etmek
- pedagogue -- pedagog; dar görüşlü öğretmen.
- pedal -- (-ed; bisiklet pedalı; org veya piyano pedalı; ayakla işletmek (bisiklet; ayağa ait
- peddle -- seyyar satıcılık yapmak; önem siz şeylerle meşgul olmak; bir yerden bir yere dolaşarak satmak
- pedestal -- heykel veya sütun tabanı; esas; sütun üstüne koymak. set on a pedestal idealize etmek
- pedicure -- pedikür; ayak ve hastalıklarının tedavisi; pedikürcü; ayak hastalıklarını tedavi etmek.
- pedigree -- şecere; nesep şeceresi. pedigreed soyu belli
- pee -- (k. dili) çiş; işemek.
- peek -- gözetlemek; gözetleme
- peekaboo -- çocuklara "ce" yapılan oyun.
- peel -- kabuğunu soymak; derisini yüzmek; kabuğu veya derisi soyulmak (güneş yanığından); (k. dili) soyunmak; meyva veya sebze kabuğu. keep one' eyes peeled tetikte olmak. peel off askeri uçuşlarda gruptan ayrılıp inişe gecmek. peeling soyulmuş kabuk.; fırıncı kureği; (den.) kürek palasu.; ingiltere ile iskoçya arasındaki sınırda bulunan kare şeklinde eski kule.
- peen -- çekiç başının aksi ucu.
- peep -- civciv veya fare gibi "cik cik" diye ses çıkarmak; ince ve cırtlak sesle konuşmak; civciv sesi.; kapı aralığından gizlice bakmak; aşılmak (çiçek); kaçamak bakış; bir yarık veya delikten gözetleme. peep hole gözetleme deliği. peeping Tom röntgenci. peep of day gün ağarması. peep show büyüteçle küçük bir delikten seyredilen resimler. peep (sig.)ht tüfekte delikli arpacık.
- peer -- akran; kanun önünde aynı haklara sahip olan kimse; ingiliz asılzadesi.; "into" ile gözetlemek; bir delikten bakmak veya çıkmak; "out" ile aralıktan bakmak
- peeve -- (k. dili) sinirlendirmek; sinirlenmek; yakınma. peeved at -e küskün.
- peg -- tahta çivi; askı; (mec.) sebep; ing. sodalı viski veya konyak; derece; (müz.) yaylı çalgılarda akort anahtarı. peg leg (k. dili) tahta bacak; tahta bacaklı adam. pegtop paçası dar olan. peg top topaç. clothespeg ing. elbise as(kıs.)ı; çamaşır mandalı. around peg in a square hole bulunduğu yere yakışmayan kimse. take one down a peg bir kimseyi küçük düşürmek.; (-ged; çiviler çakarak yerini işaret etmek; alıp satmak suretiyle fiyatlarda istikrar sağlamak; (k. dili) atmak. peg away (at) istikrarlı bir
- pellet -- küçük topak; taş gülle; ufak kurşun; topak haline getirmek.
- pelt -- post; deriden yapılmış giysi; insan derisi.; taşlamak; atmak; topa tutmak; koşmak; dövme; şiddetli darbe; sürat
- pen -- (-ned; tüy kalem; yazıda üslup; yazar; yazı yazma sanatı edebiyat; (kuşlarda) kanat veya kuyruk tüyü; dişi kuğu; mürekkepli kalemle yazmak; yazıya geçirmek; mürekkepli kalemle yazılmış veya çizilmiş penholder kalem sapı; kalem koyacağı. pen name takma ad; (pent veya penned; (argo) tevkifhane; (ask.) denizaltıların tamirine mahsus dok; kapatmak; ağıla koymak.
- penalize -- cezalandırmak.
- penance -- bir günah işlemiş olmaktan dolayı hissedilen pişmanlığı belirten davranış; (kil.) itiraftan sonra günaha kefaret olsun diye papaz tarafından verilen ceza; bu suretle ceza vermek. do penance kefaret olarak ceza çekmek.
- pencil -- (-led; küçük resim fırçası; renkli kalem; taş kalem; makyaj kalemi; (fiz.) ışın demeti; (edeb.) kalem; kurşunkalem ile yazmak veya çizmek; renkli kurşun kalem ile boyamak. pencil sharpener kalemtıraş. indelible pencil sabit kalem.
- pend -- askıda olmak
- penetrate -- girmek; nüfuz etmek; delip geçmek; anlamak
- penny -- (çoğ.); Amerika'da bir sent; az miktarda para; para. penny pincher cimri kimse. penny post eskiden in giltere içinde bir penilik pul ile giden posta. pennywise and poundfoolish ufak şeylerde tutumlu olup büyük şeylerde müsrif olan (kimse) A penny for your thoughts. Ne düşünüyorsunuz? Peter' pence Katolikler tarafından Papa için verilen para. a pretty penny (k. dili) epeyce para
- pension -- emekli aylığı; emekli maaşı vermek; pansiyon; yatılı okul; pansiyon ücreti.
- penthouse -- çatı katı; sundurma
- people -- ahali halk; ulus; ırk; tebaa; taraftarlar; aile; insanlar; (çoğ.) uluslar; insanla doldurmak. good people
- pep -- kuvvet; çeviklik; " up" ile hareketlendirmek. pep pill amfetaminli hap. pep talk (k. dili) moral verici (kıs.)a konuşma.
- pepper -- biber; karabiber; biber fidanı; kırmızıbiber; üzerine biber ekmek; üzerine kurşun; veya taş yağdırmak; (bir yazı veya konuşmayı) çekici duruma sokmak. pepperand salt tuz biber rengindeki; biberli türlü yemeği. black pepper kara biber. cherry pepper mercan biberi
- perambulate -- şurasını burasını gezmek; etrafını gezmek; gözden geçirmek
- perceive -- anlamak
- perch -- tünek; oturulacak herhangi bir yüksek yer; beş metrelik uzunluk ölçüsü; atlı arabanın ön ve arka dingillerini birbirine bağlayan orta kol.; tatlı su levreği. European perch kalinos; kuş gibi konmak
- percolate -- süzmek; süzülmek; süzen herhangi bir şey.
- percuss -- kuvvetli ve çabuk vurmak; (tıb.) muayene gayesiyle parmaklarla veya bir aletle hafif hafif vurmak.
- peregrinate -- yolculuk etmek; katetmek
- perfect -- tamamlamak; tekamül ettirmek. perfectibil'ity kemale erme kabiliyeti. perfectible tamamlanabilir; tekâmül ettirilebilir. perfective mükemmelleştirici; tamamlayıcı. perfectively tamamlayıcı olarak; mükemmelleştirici surette.; tam; kusursuz; iyice öğrenilmiş (ders); (bot.) olgun; aynı çiçekte hem erkeklik hem dişilik uzvu olan; (k. dili) pek çok; (gram.) geçmiş; (gram.) geçmiş zamanlı fiil; geçmiş zaman. perfect circle tam daire. perfect nonsense saçma şey. perfect pitch (bak.) absolute pitch. perfectly tamamen; mükemmel olarak. perfectness mükemmellik
- perfection -- kemal; bitirme; kusursuz kimse veya şey; kusursuzluk.
- perforate -- delmek; sıra sıra delikler açmak (pulda olduğu gibi); içine işlemek
- perforce -- çaresiz; zorunlu
- perform -- yapmak; yerine getirmek; ifa etmek; sahnede oynamak; canlandırmak; ses veya çalgı ile müzik yapmak; çalmak.
- perfume -- parfüm; güzel koku
- perfuse -- serpmek; sıvamak; üzerine dökmek.
- peril -- (-ed; tehlikeye atmak at. one' peril mesuliyeti altında.
- period -- devir; devre; belirli bir sürenin sonu; bir gezegenin güneş etrafındaki devir süresi; (jeol.) devir; (kon. san.) tam cümle: nokta; fizyol. âdet
- periscope -- periskop.
- perish -- ölmek; mahvolmak
- periwig -- peruka
- perjure -- yalan yere yemin ettirmek. perjure oneself yalan yere yemin etmek. perjured yalan yere yemin etmekten suçlu; yalan
- perk -- başını dik tutmak; neşeli; hoppa. perk up şen görünmek; canlı durmak; neşelendirmek.; (k. dili) kahveyi filtreden geçirmek.; ing.
- permanent -- sürekli
- permeate -- mesamatını doldurup geçmek; içine geçip yayılmak. permea'tion nüfuz etme; içine geçip yayılma. per mill binde nispeti.
- permission -- izin; icazet.
- permit -- (-ted; fırsat vermek; kabul etmek; razı olmak.; permi
- permute -- değiş tokuş etmek
- perorate -- sıkıcı konuşma yapmak; konuşmayı resmi bir şekilde sona erdirmek. perora'tion sıkıcı hitabe; konuşmanın özeti ve sonu.
- peroxide -- (kim.) peroksit; oksijenli su. peroxide blonde saçlannın rengini. peroksit ile açmış sarışın kadın.
- perpend -- (eski) etraflıca düşünmek; duvarın iki yanından görünen taş.
- perpetrate -- (fena bir şey) yapmak
- perpetuate -- ebedileştirmek; (huk.) tespit.
- perplex -- zihnini karıştırmak; karıştırmak
- persecute -- zulmetmek; baskı yapmak; bir fikre veya dine olan inancından dolayı eza etmek veya öldürmek. persecu'tion zulum
- persevere -- sebat etmek
- persist -- kalmak; ısrar etmek; devamlı. persistently ısrarla; devamlı olarak.
- person -- şahıs; şahsiyet; (huk.) kanuni hakları ve vecibeleri olan şahıs veya grup; (gram.) şahıs. first person (gram.) birinci şahıs. in person şahsen
- personalize -- şahsına mal etmek; şahıslandırmak
- personate -- (bot.) maskeli; (tiyatro) bir karakteri canlandırmak; (huk.) aldatmak amacıyle kendini başka bir şahsiyet olarak göstermek; bir diğerinin hüviyetini benimsemek. persona'tion başka bir kimsenin hüviyetini benimseme.
- personify -- canlandırmak; tecessüm ettirmek; cisimlendirme.
- perspire -- terlemek
- persuade -- ikna etmek; gönlünü yapmak; kandırmak. persuadable kandırılabilir
- pert -- arsız
- pertain -- "to" ile mahsus olmak; ilgili olmak; uygun olmak
- perturb -- zihnini karıştırmak
- peruke -- özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda erkeklerin giydikleri peruka
- peruse -- dikkatle okumak
- pervade -- istilâ etmek
- pervert -- saptırmak; alçaltmak; ters anlam vermek; cinsi sapık kimse .perversive yanıltıcı.
- pester -- sıkmak
- pestle -- havaneli; tokmak veya havaneliyle dövmek.
- pet -- (-ted; sevilen kimse veya şey; evcil; gözde; sevmek; öfke
- petard -- (ask.) eskiden kapı veya duvar yıkmak için kullanılan barut kutusu; bir çeşit fişek. hoist with veya by one' own petard kazdığı kuyuya kendi düşmüş.
- peter -- (k. dili); tükenmek.
- petition -- rica; temenni; arzuhal; rica etmek; talepte bulunmak; dilemek; dilekçe vermek. petition in bankruptcy borçlu veya alacaklı tarafından yapılan iflas talebi.
- petrify -- taş haline getirmek; aşırı derecede hayrete düşürmek; taşlaşmak.
- petticoat -- iç etekliği; etekliğe benzer şey; (şaka) kadın; (elek.) fincan
- pettifog -- (-ged; hukuki işlerde hile yapmak; ufak tefek hukuki işlere bakmak.
- pew -- (ünlem) Of! Püf!; kiliselerde oturacak sıra.
- pewter -- kurşun ve kalay alaşımı; bu alaşımdan yapılan kap.
- phagocyte -- (tıb.) yutarhücre
- phase -- safha; (astr.) ay veya diğer bir gezegenin değişik görünümlerinden her biri; (fiz.); (A.B.D.) herhangi bir şeyi safhaları ile hazırlamak veya sunmak. phase down yavaş yavaş azaltmak. phase in yavaş yavaş kullanmaya başlamak. phase out safha safha bitirmek. phase meter iki ayrı elektrik akımı arasındaki faz farkını olçmeye mahsus alet.
- phial -- (bak.) vial.
- philander -- kur yapmak
- philosophize -- filozofça konuşmak veya düşünmek; felsefeyle meşgul olmak.
- philosophy -- felsefe; pratik zekâ; ağır başlılık. moral philosophy ahlâk ilmi. natural philosophy (eski) biyoloji
- phonate -- seslendirmek. phona'tion seslenim.
- phone -- (dilb.) ses.; (k. dili) telefon; telefon etmek.
- phonograph -- pikap
- phosphate -- (kim.) fosforik asit tuzu; fosfatlı suni gübre; asit fosforikle yapılan şurup.
- phosphoresce -- karanlıkta fosfor gibi ışıldamak. phosphorescence ısı vermeden fosfor gibi karanlıkta ışıldama. phosphorescent fosfor gibi ışıldayan.
- photo -- (k. dili) fotoğraf. photo finish fotofiniş
- photocopy -- ışık ile kopya
- photograph -- fotoğraf; fotoğraf çekmek. color photograph renkli fotoğraf. instantaneous photograph. enstantane. photograph'ic fotoğrafla ilgili. photograph'ically fotoğrafla; fotoğrafta olduğu gibi.
- photogravure -- fotogravür; fotogravürle çıkarılan klişe.
- photometer -- ışıkölçer; bununla uğraşan optik dalı.
- photomicrograph -- mikroskop ile büyütülmüş şeylerin fotoğrafı.
- phrase -- ibare; deyim; (müz.) cümle; seri halinde dans figürü; uygun cümle veya kelimelerle ifade etmek; (müz.) bir parçayı cümlelemek. phrase book hazır cümle kitabı. phrasemongeri. süslü cümleler kullanan kimse. prepositional phrase edat ile başlayan ibare.
- physic -- (-ked; dahilden verilen ilâç; mushil: dahili ilaç vermek; müshil içirmek; amel vermek.
- pi -- Yunan alfabesinin on altıncı harfi; (mat.) pi.
- picaroon -- korsan.
- pick -- kazma; kürdan; mızrap; seçme hakkı veya fırsatı; elle toplanan meyva miktarı; ucu sivri bir şey ile; seçmek; delmek; kazmak; yolmak; çıkartmak; azar azar yemek; aşırmak; anahtarsız açmak (kilit); gagalamak; (müz.) telli çalgıları parmaklarla çalmak. pick a fight kavga etmek. pick and choose istedigi gibi seçmek. pick at ile oynamak; iştahsızca yemek; (A.B.D.); birer birer vurup düşürmek (tabanca ile) pick on seçmek; (k. dili) durmadan kusur bulup azarlamak; (müz.) ağır ağır nota çıkarmaya çalısmak. pick over ayıklamak. pick to pieces çekiştirmek; çürütmek (sav) pick up kaldırmak; devşirmek; rasgele bulmak; pratik olarak öğrenmek; almak; toplanmak; (k. dili) iyileşmek; ilerlemek; hızlanmak. a bone to pick paylaşılacak koz.
- pickax -- kazma.
- picket -- kazık; (ask.) ileri karakol; inzibat postası; grev gözcüsü; kazıklarla etrafını çevirmek; hayvanı iple kazığa bağlamak; nöbetçi veya karakol koymak; karakol vazifesini yapmak; grev gözcülüğü yapmak. pick et fence kazıklardan yapılmış çit. picket line grev gözcülerinin meydana getirdiği hat. picket rope hayvanı kazığa bağlayacak ip.
- pickle -- salatalık turşusu; salamura; (k. dili) sıkıntılı veya güç durum; ing.; turşusunu kurmak; asitle temizlemek. pickled turşusu kurulmuş; rengi ağartılmış (tahta); (argo) sarhoş
- pickpocket -- yankesici.
- picnic -- piknik; kolay veya hoşa giden iş; pikniğe gitmek
- picture -- resim; tanımlama; filim; gorüntü; tanımlamak; canlandırmak; göz önüne sermek. moving pictures sinema. the pictures (İng.) sinema. the picture of health sıhhat numunesi.
- piddle -- hafife almak; su dökmek
- pie -- (ahçı.) tart; (argo) kolay şey; (argo) rüşvet. as easy as pie çok kolay. pie plant (A.B.D.); saksağan.
- piece -- parça; dama taşı; (satranç) piyadeden yüksek taş; tüfek; (müz.) parça; piyes; resim; numune; madeni para. piece goods (tic.) metreyle satılan kumaş. piece of eight İspanyol doları; parçalanmak. by the piece parça başına. go to pieces parçalanmak; (k. dili) (kendini) dağıtmak. of a piece with aynı; parça eklemek; birleşmek. piece on eklemek
- piecemeal -- parça parça; parçalardan yapılmış.
- pierce -- delmek; nüfuz etmek; sırrını anlamak; etkilemek; bıçaklamak.
- piffle -- (k. dili) saçmalamak; saçma söz
- pig -- (-ged; domuz yavrusu; domuz eti; domuz gibi adam; (mad.) pik; (A.B.D.); ( argo) düşük kadın; yavrulamak (domuz) pig iron pik demiri. pig it domuz gibi yaşamak. pig Latin uydurma bir dil (birinci ses kelimenin sonuna getirilir ve ay ilâve edilir: igpay atinlay) buy a pig in a poke malı görmeden satın almak; körükörüne alışveriş etmek. guinea pig (bak.) guinea roast pig domuz kızartması.
- pigeon -- güvercin; kumru; (argo) kolay aldanan kimse. carrier pigeon
- pigeonhole -- güvercin yuvası: yazı masasında kâğıt gözü; yazı masasının kâğıt gözüne yerleştirmek; tasnif etmek; bir yana atmak
- piggyback -- sırtta.
- pigment -- renk maddesi; toz boya; (biyol.) hayvan veya bitki dokularına renk veren madde; pigmanlı. pigmenta'tion boyadan meydana gelen renklilik; (biyol.) hücrelerin renkli madde hâsıl etmesi. Pigmy
- pike -- turnabalığı; kargı; kazma; sivri uç; ana yol; paralı ana yol; kargı ile delmek veya öldürmek.
- pile -- temel veya iskele yapımında kullanılan büyük kazık; kazık kakmak; kazıklara dayamak. pile driver kazık varyosu; tüy; kuş tüyü; (hav.); yığın; (k. dili) büyük meblağ; çok büyük bina; ölü yakmaya mahsus odun yığını; (fiz.) atom reaktörü: (argo) servet; yığmak; tepeleme doldurmak. pile up yığmak; yığılmak; (k. dili) kazada çarpıp ezmek.
- pilfer -- çalmak; çalınan şeyler.
- pilgrim -- hacı; yolcu; b.h.; kutsal bir yeri ziyaret; uzun ve çetin bir yolculuk .
- pill -- hap; hazım ve tahammülü güç bir şey; ( argo) çekilmez kimse. the pill doğum kontrol hapı. a bitter pill yenilir yutulur olmayan bir şey
- pillage -- yağma; çapul malı; talan etmek
- pillar -- direk; dikme; sütunlarla tutmak veya süslemek .pillar box ing posta kutusu. Pillars of Hercules Cebelitarık boğazının iki tarafındaki yüksek kayalıklar. a pillar of society topluma dayanak olan kimse; kapı kapı (dolaşma)
- pillion -- at binicisinin arkasında ikinci bir biniciye mahsus yastık; motosikletlerde buna benzer yer.
- pillory -- eskiden kullanılan ve boyun ve kolları geçirmeye mahsus delikleri olan suçluları teşhir aleti; bu alete bağlayarak teşhir etmek; teşhir etmek
- pillow -- yastık; yastık gibi herhangi bir şey; (den.) cıvadra ıskaçası; yastığa yatırmak; altına yastık koymak. pillow block (mak.) şaft kovanı. pillow lace kopanaki. pillowy yastık gibi.
- pilot -- (den.) kılavuz: dümenci; pilot; rehber; (A.B.D.) lokomotif mahmuzu; kılavuzluk etmek; (uçak) kullanmak. pilot engine kılavuz lokomotif. pilot fish Malta palamudu; kontrol lambası. drop the pilot kılavuzu salıvermek. pilotage kılavuzluk; kılavuz ücreti.
- pimp -- pezevenk; pezevenklik etmek.
- pimple -- (tıb.) sivilce pimpled
- pin -- (-ned; askı çivisi; mil; broş; kuka; kenetleyici veya bağlayıcı şey; oklava; değersiz şey; (çoğ.); (müz.) telli çalgılarda akort anahtarı; toplu iğne ile tutturmak; iliştirmek; elini kolunu bağlamak; kapmak; (A.B.D.); teferruatmı araştırmak. pin money harçlık; bir erkeğin karısına verdiği cep harçlığı. pin on mesul tutmak
- pinball -- bir çeşit kumar otomatı.
- pinch -- çimdiklemek; sıkıştırıp acıtmak; açlık veya ıstırap ile zayıflatmak; (argo) çalmak; (argo) tutuklamak; (den.) rüzgâra karşı gitmek; vurmak; cimrilik etmek.; çimdik; tutam; (kıs.)ma; sıkıntı; (argo) hırsızlık; (argo) tevkif. a pinch of salt bir tutam tuz. in veya at a pinch ihtiyaç karşısında
- pincushion -- iğnedenlik
- pine -- çam; çam ağacı; fıstık çamı; ( away ile) üzülmek; (for ile) özlemek; hasret çekmek.
- ping -- kurşunun havada çıkardığı ses
- pinhole -- iğne ile açılmış delik
- pinion -- (zool.) kanat; iri kanat tüyü; kanat tüyleri; kanadın kuşun gövdesinden en uzak olan mafsalı; kuşun uçmasını engellemek için kanadının ucunu kesmek; bir kimsenin elini kolunu bağlamak; bağlamak.; (mak.) büyük dişli çarka uyan küçük dişli çark .
- pink -- pembe renk; karanfil; en üst derece; (İng.) tilki avcılarının giydikleri kırmızı ceket; (İng.) tilki avcısı; (k. dili); pembe in the pink of condition sıhhatça en iyi durumda. pink tea (A.B.D.); bıçaklamak; ufak delikler açmak; kenarını kertikli kesmek; (İng.) süslemek
- pinnacle -- (mim.) bina ve duvar üzerine süs için yapılan sivri tepeli kule; doruk; en yüksek nokta veya devir; sivri tepeli kule yapmak; en yüksek noktaya ulaştırmak.
- pinpoint -- iğne ucu; ufakşey; kesin olarak yerini belirtmek.
- pinprick -- iğne batması; sinirlendirici ufak şey .
- pinwheel -- çarkıfelek; fırıldak.
- pioneer -- yol açmak için önden giden kimse; (ask.) istihkâm taburunda er; yol açmak; akıncı ruhu ile işe girişmek.
- pip -- elma ve portakal gibi meyvaların çekirdeği; ( argo) olağanüstü şey; harika kimse.; (-ped; civciv gibi ''cik cik" diye ses çıkarmak.; sınavda kalmak; hafifçe değip geçmek; öldürmek; ölmek pip out ölmek; zar veya domino üzerindeki nokta; radyoda saati bildiren hafif vuruşlardan biri; bir salkım çiçeğin tomurcuklarından her biri; bazı çiçeklerin kökü; teğmenlere takılan yıldız işareti.; (bayt.) tavuklarda görülen dilaltı hastalığı
- pipe -- boru; kaval; org borusu; pipo; bir çubukluk tütün; (den.) silistre; nefes borusu; 550 litrelik şarap fıçısı; (çoğ.); düdük çalmak; düdük çalarak kumanda vermek; borularla teçhiz etmek; elbiseyi şeritle süslemek; (den.) silistre ile çağırmak .pipe down! (argo) sus kes se- sini. I pipe up (k. dili) söz söylemek.
- pipeline -- petrolü uzun mesafelerden nakleden boru; gizli bilgi iletme vasıtası.
- pipette -- pipet.
- pique -- pike (kumaş); incinme; hatırını kırmak; tahrik etmek
- pirate -- korsan; korsan gemisi; korsanlık etmek; başkasının eserini izin almadan yayımlamak. piracy korsanlık; izinsiz olarak yayımlama
- pirouette -- tek ayak üzerinde veya parmak uçlarında dönüş yapma; ayak parmakları üzerinde dönüş yapmak.
- pish -- ( ünlem ) Öf ! Püf ! (iğrenme belirtir)
- piss -- kaba su dökmek; idrar
- pistol -- (-led; tabanca ile vurmak. pistol grip tüfeklerde tabanca kabzasına benzer yer. pistol shot tabanca ateşi; ta- banca menzili. pistolwhip tabanca namlusu ile vurmak.
- piston -- (mak.) piston; (müz.) nefesli çalgılarda piston. piston crown (mak.) piston başı. piston ring piston yayı. piston rod piston kolu.
- pit -- (-ted; çukurlaştırmak; ufak çukurlarla doldurmak; dövüş meydanına çıkarmak (horoz); bir birine karşı kışkırtmak; çekirdeklerini çıkarmak; (tıb.) geçici olarak çukurlaşmak. pit one against another birbiriyle mücadeleye sokmak; şeftali gibi etli meyvaların çekirdeği.; çukur; hendek şeklinde tuzak; cehennem; horoz dövüştürülen yer; (anat.) koltuk altı gibi çukur yer; çiçek bozuğu gibi ciltte kalan küçük çukur; düz bir satıh üzerindeki girinti veya çukur; (İng.) tiyatroda parter ile orkestra arasındaki yerler; (A.B.D.) borsada bölüm. pit viper çıngıraklıyılan. clay- pit kil yatağı. gravel pit çakıltaşı yatağı.
- pitch -- zift; bazı ağaçlardan çıkan çamsakızına benzer bir madde; ziftlemek; çıralı çam as black as pitch simsiyah; atmak; kurmak (çadır); (müz.) tam perdesini vermek; düşmek; (den.) baş kıç vurmak (gemi); ( beysbol) atıcı vazifesini görmek; karar vermek; sendelemek; aşağıya meyletmek. pitch in (k. dili) beraber çalışmak; girişmek. pitch into üstüne saldırmak; alçalma veya yükselme açısı; en üst veya alt derece; (vida) adım; atım; atılan şey; (den.) geminin baş kıç vurması; meyil; (müz.) perde; işportacının tezgâh yeri; (A.B.D.)
- pitchfork -- saman tırmğı; saman tırmığı ile savurmak.
- pith -- yumuşak ve süngerimsi doku; (bot.) birtakım ağaçlarda gövde veya dalın içindeki yumuşak öz; (zool.) kuş tüyünün yumuşak özü; kemik iliği; öz; hayvanı omuriliğini kesmek suretiyle öldürmek; omuriliği veya beyni tahrip etmek; bitkinin sapından yumuşak özü çıkarmak. pith helmet mantara benzer maddeden yapılmış güneş şapkası
- piton -- dağcılıkta kullanılan madeni mıh
- pity -- acıma merhamet; acınacak şey; acımak
- pivot -- mil; mil üzerine yerleştirmek; mil veya eksen üzerinde dönmek. pivotal mil kabilinden; asıl
- placard -- yafta; afişlerle ilân etmek; üzerine yafta yapıştırmak.
- placate -- teskin etmek
- place -- yer; küçük sokak veya meydan; semt; ev; (mat.) hane; memuriyet; yer vermek. go places ( argo) başarıya ulaşmak. high places yüksek. out of place yersiz; koymak; bir memuriyete veya işe koymak; vermek; atamak; çıkarmak; koşuda ikinci gelmek; ( spor) birinci; derece almak; bırakmak; sınıflandır- (mak.) place a bet bahse girmek. place an order sipariş vermek
- plagiarize -- bir başkasının eserini kendisininmiş gibi yayımlamak; intihal edilmiş eser. plagiarist intihal eden kimse. plagiary başkasının eserini kendisine mal etme
- plague -- belâ musibet; taun; (k. dili) baş belâsı; uğraşmak; eziyet vermek; belâsını vermek. Plague take it I Plague on it! Allah belâsını versin! black plague kara veba. white plague verem.
- plain -- düz; sade; açık; dobra dobra söylenmiş; alelade; baharatsız; sadece; ova; doğru iş. plain living basit yasayış. plain sailing (k. dili) güç tarafı olmayan iş. plain text çözülmüş şifre. in plain words açıkça; sadelikle; sadelik; açıklık
- plait -- örgü; kıvrım; örmek; kıvrım yapmak.
- plan -- (-ned; kroki; tertip; yol; planını çizmek; plan kurmak; tertiplemek düzenlemek; düşünmek
- plane -- (geom.) düzlem; düzey; safha; tayyare; plane tree çınar; rende; bir çeşit mala; düzeltmek; üstünu temizlemek; (den.) suyun yüzünde uçar gibi gitmek.; tamamıyle düz; mustevi; yassı. plane angle (geom.) düzlem açı
- plank -- kalın tahta; dayanak; parti programında madde. walk the plank geminin yan tarafından uzanan kalasın üzerinden suya düşüp bozulmak.; kalas döşemek; kızartıp veya haşlayıp servis yapmak; (k. dili) fırlatmak. plank down
- plant -- bitki; fabrika; bir kurumun malı olan bina veya arazi; demir baş; teçhizat; (argo) hile oyun; şakşakçı; seyircilerin arasında oturup rol ya- pan oyuncu; hikâyede sonradan etkisini gösteren belirsiz bir kısım. plant louse yaprak biti; bitkilere musallat olan bit.; dikmek; kurmak; tohumlarını atmak (fikir); denize balık tohumu ekmek; bahçe yapmak; mevzilendirmek; iskân etmek; (argo) aşketmek; yutturmak. plant oneself dikilmek. plant out fideleri saksı veya limonluktan çıkararak toprağa dikmek.
- plash -- çalıları büküp örerek çit yapmak.; su sıçratmak; su sıçratma; yağmurun şiddetli yağması.; su birikintisi.
- plaster -- sıva; alçı; (tıb.) yakı. plaster cast (tıb.) alçı. plaster of Paris alçı. court plaster yapıştırıcı bant. mustard plaster hardal yakısı. porous plaster yakı.; sıvamak; yakı yapıştırmak; yapıştırmak; (argo) tokatlamak
- plasterboard -- yapıda sıva yerine kullanılan suni tahta.
- plat -- (-ted; plan; (eski) şehir planı çizmek .; saç örgüsü; saç örmek
- plate -- madenle kaplamak; zırh levhalarla kaplamak; (matb.) galvano klişe yapmak; baskı ile cila1amak (kağıt) .; tabak; sahan; bir tabakdolusu şey; madeni levha; altın veya gümüş sofra takımı; kupa; maden baskı kalıbı; (dişçi) damak; (mim.) duvar tabanlığı; zırh levhası; böyle levhalardan yapılmış zırh; cam negatif; fotoğraf klişesi; (beysbol) kale işareti olan levha. plate glass dökme cam. gold plate altın kaplı madeni eşya. plateful bir tabak dolusu.
- plateau -- (çoğ.)- teaus; (psik.) bir kimsenin öğrenim süresi içinde hiç ilerleme kaydetmediği dönem; birkaç katlı sini takımı.
- platform -- platform; peron; tramvay sahanlığı; bir siyasi partinin resmen kabul ettiği prensipler; plan
- platinum -- (kim.) platin. platinum black (kim.) platinden çıkanlan siyah bir toz. platinum blond platine veya beyaza yakın sarı saçlı (kimse) platinum metals tabii ve kimyasal özellikleri platine benzeyen birkaç maden.
- platoon -- askeri müfreze; takım.
- play -- .oynamak; eğlenmek; hareket etmek; çalgı çalmak; rol yapmak; kumar oynamak; su fışkırtmak (flskıye); hortumla fışkırtmak; ateş etmek (top); hareket ettirmek; oyuna iştirak etmek. play at katılmak; yapar gibi görün - mek. play ball oyuna başlamak; işbirligi etmek. play down önemsememek. play both ends against the middle kendi çıkarı için başkalarını birbirine düşürmek. play fair hilesiz oynamak; (briç.) karşısındakine kaybettirmek için yüksek değerli bir kart oynamak. play house evcilik oynamak. play into the hands of çıkar sağlayacak şekilde davranmak. play off berabere kalan bir oyunu sonradan tamamlamak. play on durmadan çalmak; işi bitmiş.; oyun; sahne oyunu; şaka; fiil; oynama; davranış; işleme; ilgi; hareket serbestliği. a play on words kelime oyunu. at play oynamakta; çok kolay iş. come into play meydana çıkmak; alçakçasına iş; şaka olarak. make a play for (k. dili) kazanmaya çalışmak; ayartmaya çalışmak .out of play oyun dışı bırakılmış.
- plea -- yalvarma; (huk.) dava; müdafaa; itiraz; mazeret
- pleach -- (asma) birbiri arasından geçirerek örmek.
- plead -- (pleaded veya pled) yalvarmak; (huk.) dava açmak; suçlamak veya savunmak; iddia etmek; mazeret göstermek. plead guilty (huk.) suçu kabul etmek. plead not guilty (huk.) suçu reddetmek. pleadable davada cevap veya özür olarak gösterilebilir. pleader avukat; layiha hazırlama usulü. special pleading (bak.) special pleadingly yalvararak pleadings (çoğ.)
- please -- sevindirmek; hoşuna gitmek; memnun edici olmak; istemek. Please give me the salt Please pass the salt (Lütfen) tuzu verir misiniz? please oneself canının istediği gibi hareket etmek hoşuna gideni yapmak. please the eye göze hoş görünmek; isterseniz. when you please ne zaman isterseniz.
- pleasure -- zevk; emir; (eski) zevk vermek; zevk almak. at pleasure isteğe göre. do (one) the pleasure of lütfunda bulunmak. It is a pleasure Benim için bir zevktir. take pleasure in -(den.) zevk almak. What is your pleasure? Ne arzu edersiniz?
- pleat -- pli; pli yapmak. plea'ter pli yapan şey veya kimse.
- pledge -- rehine koymak; taahhüt etmek; ciddi olarak söz vermek veya verdirmek; şerefine içmek. pledger yeminli kimse.; söz; rehin; taahhüt; şerefine içme; gizli bir örgüte girmeye yeminli kimse. hold in pledge rehin olarak tutmak. put in pledge rehine koymak take . the pledge yemin etmek
- pledget -- (tıb.) yara tiftiği veya sargısı.
- plight -- kötü durum.; .teminat vermek
- plod -- (-ded; isteksizce çalışmak; zahmetli yürüyüş veya iş; zahmele atılan ağır adımların sesi. plodder zahmetli bir işi sonuna kadar sebatla yürüten kimse. ploddingly ağır ağır ve sebatla.
- plop -- (-ped; taş gibi bir cismin suya düşerken çıkardığı ses; 'plof'' diye ses çıkararak.
- plot -- .(-ted; plan veya harita üzerinde işaretlerle göstermek (nota); aradaki noktaları birleştirerek çizgi çizmek; entrika çevirmek; entrikacı.; arsa; romanın konusu; fesat
- plough -- (bak.) plow.
- plow -- (İng.) plough saban; sabana benzer herhangi bir alet; lokomotifin önünde kar süpüren alet; atlarla çekilen kar supürgesi; .saban ile toprağı işlemek; gemi gibi yarıp geçmek; yol açıp arasından geçmek; (ing); girişmek
- ploy -- .desise
- pluck -- yiğitlik; koparma; çekme; sakatat.; koparmak (çiçek; çekmek; tüylerini yolmak; (argo) yağma etmek; parmakla veya mızrapla çalmak (telli saz); aldatıp soymak; (ing); cesaret vermek.
- plug -- tapa; (elek) fiş; (k. dili) yararsız şey; (oto.) buji; yangın musluğu; tütün parçası; (argo) övme; (argo) vuruş; (argo) yumruk; (jeol.) volkan ağzını kapatan sert kaya; (k. dili) yıpranmış veya soysuz at; (argo) piston; durmadan tekrarlanan reklâm. plug box maden ocağında su boşaltmaya mahsus boru. plug hat( eski); (-ged; (argo) tabanca veya yumruk ile vurmak; (k. dili) dikkat ve sebatla çalışmak; durmadan reklamını yapmak. plug for (argo) için uğraşmak. plug in fişi prize sokmak; ilgilenmek.
- plum -- erik; erik ağacı; bonbon; çeşitli tonlarda mor renk; arzulanacak şey. plum pudding üzüm ve baharatlı Noel yortusu pudingi.
- plumb -- şakül; dikey duruş; dikey; (k. dili) tam; dosdoğru; (k. dili) tamamen; iskandil etmek; ölçmek; en alt seviyesine erişmek; kurşunla kaplamak.
- plume -- tüy; iri ve gösterişli tüy; mükâfat; bazı fidan tohumlarını havaya saçan tüy gibi kısım; tüylerle süslemek; tüylerini düzeltmek (kuş); bö- bürlenmek
- plummet -- şakül kurşunu; yük; dikine düşmek.
- plump -- dolgun; ( informal) balık etinde; şişmanlatmak; "pat" diye oturmak; birdenbire düşürmek; birdenbire ortaya atmak (laf); her bakımdan yardım etmek; bir denbire düşüş veya dalış; düşme sesi; . birdenbire düşerek; açıkça; baş aşagı.
- plunder -- yağma etmek; yağma; (A.B.D.) (k. dili) özel eşya
- plunge -- suya daldırmak; zorla suya batırmak; saplamak; dalmak; ileriye atılmak; (k. dili) büyük para koyarak kumar oynamak; dalış; yüzüş; dalma havuzu; (k. dili) tehlikeli teşebbüs; kendini verme; dalgıç; basma tulumba silindiri; (k. dili) kumarbaz kimse; ticarette büyük rizikolar altına gırmeyi seven kimse; musluk pompası.
- plunk -- (k. dili) mızrapla ses çıkarmak; birden. düşmek; ağır darbe; tam isabetle.
- pluralize -- çoğul şeklini kullanmak
- pluto -- (mit.) ölüler diyarının ilâhı; (astr.) Plüton.
- ply -- kat; meyil; eğmek.; işletmek; etmek; birbirini takip eden hamlelerle yormak ve bunaltmak; taciz etmek; çalışmak; hedefe doğru ilerlemek; düzenli seferler yapmak; (den.) rüzgâra karşı gitmek
- plywood -- kontrplak.
- poach -- yumurtayı kırıp kaynar su veya süt içinde pişirmek. poached egg sıcak suya kırılıp pişirilmiş yumurta.; yasak olan bölgede avlanmak; balık veya hayvan avlamak için yasak olan bölgeye girmek; bata çıka yürümek; cıvık cıvık olmak (toprak) poachy çamurlu
- pock -- çiçek hastalığının kabarcığı.
- pocket -- cebe yerleştirmek; cebine atmak; gizlemek; cep; para; çukur; bilardo masasının dört köşesindeki çukurcuklardan her biri; içinde maden cevheri bulunan ufak kovuk; (hav.) hava boşluğu; semt. pocket battleship cep zırhlısı. pocket money cep harçlığı. in one' pocket nüfuzu altında; içli dışlı olan.
- pod -- (-ded; (hav.) uçak kanadı altında yakıt; tohum zarfı husule getirmek; bezelye kabuklarını soymak.; (mak.) burgu oluğu.; hayvan surüsu (özellikle fok
- podium -- (çoğ.)-dia) konuşmacının veya orkestra şefinin üzerinde durduğu yüksekçe platform
- poetize -- şiir yazmak; şiirle ifade etmek.
- pogrom -- planlanmış katliam kıyım (özellikle yahudilere karşı)
- point -- işaret etmek; yöneltmek; hedefe nişan almak; duvar taşları arasını çimento ve harç ile doldurmak; ucunu sivriltmek; hareketsiz durup avın yerini göstermek(av köpeği); tüfeğin namlusunu hedefe çevirmek.point a gun tüfekle nişan almak. point a moral ahlak dersi çıkarmak. point off büyük rakamları virgülle hanelere ayırmak. point out belirtmek. point to yönelmek.point up (A.B.D.) etkisini artırmak. point system (matb.) punto sistemi; körler için çıkıntılı noktaları olan alfabe sistemi; okullarda kredi sistemi.; sivri uç; nokta; sivri uçlu şey; noktalama işareti; fonetik alfabediki işaret; gaye; belirli yer özel bir durum; buhranlı an; birşeyin tam zamanı; kaneviçe; derece (ısı); bazı oyunlarda sayı; (den.) pusula taksimatından biri; (mat.)tam sayı ile kesri ayırmak için aralarınakonan nokta; (matb.) punto; borsalarda esas tutulan birim; ferma (köpek)point of honor şeref meselisi. point of intersection (geom.)kesişme noktası.point of no return dönüşü olmayan nokta.point of order içtüzüğe uygunluk konusu.point of wiev görüş noktası.at the point tam o zaman.at the point of death ölüm halinde.beside point konu dışında.boiling point katnama noktası.carry one' point gayesine ulaşmak
- poise -- denge sağlamak; hazır tutmak; dik tutmak; dengeli olmak; asılı olmak; havada tutmak; denge; istikrar; havada asılı kalma; temkin; sükun
- poison -- zehir; içine zehir katmak; zehir içirmek; bozmak
- poke -- dürtmek; uzatmak; dolaşıp bir şey araştırmak; karıştırmak; aylak aylak dolaşmak; ağır davranmak. poke fun at (bir kimse ile) alay etmek. poke one in the ribs bir kimsenin böğrünü dürtüklemek. poke one' nose into something bir işe burnunu sokmak.; itme; dirsek vurma; ağır ağır hareket eden kimse; (k.dili) tekme; hayvanların çitlerden geçememeleri için boyunlarına veya boynuzlarına geçirilen takım.; torba
- polarize -- bir ışının titreşimlerini belirli bir yöne çevirmek; özel bir anlam veya yön vermek. polarized light polarılmış ışık. polariza'tion polarma.
- polder -- Hollanda'da deniz seviyesinden aşağıda olan ve denizden setlerle ayrılarak kurutulmuş olan tarla.
- pole -- kutup; mıknatıs kutbu; birbirine (zıt.) iki kuvvetten biri; (mat.) iki vektörün kesiştiği sıfır noktası. celestial pole kuzey kutbu. positive pole müspet kutup.south pole güney kutbu. terrestrial pole arz kutbu. be poles apart birbirine (zıt.) olmak.; Leh; sırık; beş metre boyunda bir uzunluk; bu uzunluğu ölçme aleti; olta kamışı; seren direği; sırıkla sandalı yürütmek; sırıklamak
- poleax -- (ask.)uzun saplı balta
- police -- (çoğ.) police) polis idaresi; zabıta; (ask.) inzibat memurları; (ask.)garnizonun temizlik durumu; polis vasıtasıyla düzeni sağlamak; polis tayin etmak; (ask.) garnizonu temiz tutmak
- policy -- siyaset; takip edilen yol veya yön; sigorta mukavelenamesi; piyangoda kazanan numaralar üzerine oynanan kumar. policy shop piyango biletleri üzerine kumar oynanan yer.endowment policy belirli bir sürenin bitiminde belirli bir meblağın ödenmesini icap ettiren hayat sigortası poliçesi.floating policy (den.) (sig.) dalgalı sigorta poliçesi. life insurance policy.
- polish -- (leh.); polonya dili; cilalamak; (bir rakibi yenip9başından defetmek. polish up iyice parlatmak; daha iyi duruma getirmek.
- polite -- nazik; yüksek seviyede. politely nezaketle
- polka -- polka dansı; polka müziği. polka dot puanlı
- poll -- seçimde oylar; oy sayısı; gayri resmi anket; (eski) baş; şahıs başına ödenen bir vergi. the polls seçim; seçim sandığı; oyları toplamak; (seçim listesine) kaydetmek; oy vermek; anket yapmak; (saç veya boynuz) kesmek.
- pollard -- boynuzları dökülmüş veya kesilmiş hayvan; boynuzsuz soydan öküz veya koyun; budanmış ağaç; budamak
- pollen -- çiçeklerin üremesini temin eden toz
- pollinate -- (bot.) tozaklamak pollina'tion tozaklama.
- pollute -- kirletmek; ırzına geçmek; murdarlık.
- polygraph -- teksir makinası; nabız kaydeden cihaz; verimli yazar.
- polymorph -- (biyol.) çok şekilli veya değişik safhalı organizma veya böyle bir organizmanın şekillerinden biri; (kim.) birkaç şekilde kristalleşebilen madde veya bu şekillerden biri.
- pomade -- briyantin; merhem sürmek.
- pome -- elma
- pommel -- (ed.; eyer kaşı; dövmek
- pomp -- tantana; (eski) geçit töreni.
- pompadour -- erkeklerde saçları arkaya doğru tarama usulü; kadınlarda öndeki saçların altına ilâve bir kısımla kabartıldığı saç şekli; pembe veya kırmızı rengin bir tonu.
- pond -- ufak göl; (şaka) okyanus. pondlet havuzcuk. pond life gölde yaşayan hayvancıklar. pond lily nilüfer çiçeği
- ponder -- zihninde tartmak
- poniard -- kama; hançerle yaralamak
- pony -- bodur cins at; (k. dili) likor kadehi veya bir kadeh dolusu; (İng.); (A.B.D.); açıklayıcı yardımcı kitap; yardımcı kitap kullanmakı pony express (A.B.D.)'nin batısında demiryolu yapılmadan evvel kullanılan süratli atlı posta sistemi. pony up (A.B.D.)
- pooch -- (argo) it.
- pooh -- (ünlem) Öf! (sabırsızlık veya küçümseme belirtir)
- poohpooh -- küçümsemek
- pool -- bahis tutuşmada veya kumarda ortaya konulan para; on beş bilye ile oynanan bir çeşit bilardo; (tic.) rekabete meydan vermemek için mal fiyatlarını kontrol altmda tutan tüccarlar birliği; çalışma grubu; ticaret birliği kurmak amacıyle para koymak; ortaklaşa toplamak. pool table bilardo masası.; küçük göl; havuz; su birikintisi; herhangi bir sıvı birikintisi; bir nehrin derin ve durgun (kıs.)mı.
- poop -- (den.) pupa; zarta; gemi kıçından içeriye dalga girmek; zarta çekmek.; (A.B.D.)
- pop -- (-ped; patlamak; çabucak sokuvermek; patlatmak (mısır); ateş etmek. pop in uğramak. pop off (k. dili) birden gitmek; fırlamak. pop the question (k. dili) evlenme teklif etmek.; patlama sesi; gazoz.; hafif klasik veya popüler müzik konseri.; (argo) baba.
- popcorn -- patlamış mısır
- pope -- b.h. papa; Ortodoks papazı. pope' nose (k. dili) kuş kıçı
- popple -- dalgalanmak; çağlamak; dalgalanma; çağlama.
- popularize -- halkın rağbet edeceği şekle sokmak; halka hitap etmek; herkesin anlayacağı şekle sokmak. populari za'tion halkın benimseyeceği şekle sokma.
- populate -- nüfuslandırmak; bayındırlaştırmak.
- pore -- gözenek; herhangi bir katı cismin üzerindeki deliklerden her biri.; dikkatle bakmak; on; üzerinde durmak; kendini vererek okumak veya çalışmak. pore one
- pork -- domuz eti; (A.B.D.)
- porpoise -- yunusbalığı; domuzbalığı
- port -- liman; liman şehri. port authority. liman otoritesi; porto şarabı; (den.) geminin sol veya iskele tarafı; dümeni iskeleye kırmak; iskeleye dönmek (gemi) Helm to port Dumeni iskeleye kır. on the port bow pruvanın solunda (gemi); (den.) gemi lombarı; lombar kapağı; (mak.) buhar; (ask.) tüfek veya başka bir silâhın omuzdaki duruşu; duruş; fl tufeği namlusu sol omuza doğru olmak üzere eğri vaziyette tutmak.
- portage -- (A.B.D.); karadan kayık nakliyatı; nakliyat yolu; nakliye; kayık nakletmek.
- portcullis -- bir kale veya müstahkem yere girilmesini önlemek için indirilen demir parmaklık.
- portend -- önceden belirtmek veya haber vermek (özellikle kötü olayı)
- porter -- hamal; siyah bira. porterage hamallık; hamal parası.; kapıcı; (A.B.D.) yataklı vagonlarda hizmet eden görevli.
- portion -- (kıs.)ım; porsiyon; pay; (kıs.)met; drahoma; hisselere ayırmak; parsellemek; miras bırakmak; kızına drahoma vermek. lega1 portion (huk.) mahfuz hisse.
- portmanteau -- (çoğ.) -eaus
- portrait -- resim; kelimelerle çizilen portre. portrait gallery resim sergisi. portrait painter portre ressamı. portrait bust
- portraiture -- resim; resim sanatı; tarif
- portray -- resmetmek; tarif etmek
- pose -- şaşırtmak; vaziyet almak; vaziyet takınmak; gibi görünmek; belirli bir vaziyette dikmek; arzetmek; soru halinde ortaya atmak; vaziyet; takınılan tavır.
- posit -- tespit etmek; önermek
- position -- yer; yerleştirme; fikir; sosyal pozisyon; iş; duruş; vaziyet; yerleştirmek; yerini bulmak. position paper belli bir sorun üzerinde bir grubun tezini sunan yazı. a man in my position benim durumumda veya mevkiimde olan adam. in a false position sahte bir vaziyette. in position tam yerinde. in a position to do something bir şeyler yapma yetki ve du rumunda. out of position yerinden çıkmış.
- poss -- (kıs.) possession
- possess -- sahip olmak; hükmetmek. possessed sahipli; soğukkanlı; mecnun; çılgın; azimkâr. possessed with niyetli; mecnun.
- possession -- malik olma; (çoğ.) servet; cin çarpması; kendine hâkim olma; müstemleke
- posset -- şarap veya bira ile kestirilmiş baharatlı sıcak süt.
- post -- kazık; yapıştırmak (ilân); afişlerle ilan etmek; kusurlarını açığa vurmak; adını listeye koymak; (den.) (geminin) geciktiğini veya battığını ilan etmek.; memuriyet; ordugah; kol; polis noktası; yabancıların kurdukları alış veriş yeri; (A.B.D.) savaşa katılmış kimselerin kurdukları dernek; koymak; vazifelendirmek.; (İng.) posta; ing posta servisi; atlı postacı; atlı postacının at değiştirdiği yer; (İng.) postaya vermek; bilgi vermek; hesapları yevmiye defterinden ana deftere nakletmek; posta atlarıyle seyahat etmek; süratle yolculuk etmek; posta atlarıyle; süratle
- postdate -- üzerine ileri bir tarih atmak.
- poster -- yafta; yaftacı; menzillerden at alarak seyahat eden kimse.
- postfix -- (sonek); kelime sonuna ek ilave etmek.
- postlude -- (müz.) kilise ayini sonunda özellikle orgla çalınan parça.
- postmark -- posta damgası.
- postpone -- ertelemek; ikinci planda bırakmak. post ponement erteleme
- postscript -- not; (kıs.) p.
- postulate -- talep etmek; ispatsız olarak ifade etmek; var saymak.; (fels.) önerme; kabulü zaruri olan esas
- posture -- duruş; hal; zihni vaziyet; suni vaziyet vermek veya almak.
- pot -- kap; kadeh; bir kap dolusu; ıstakoz tutmaya mahsus sepet; baca başlığı; kumarda bir oyunda ortava konan paranın toplamı; (k. dili) büyük miktarda para; (jeol.) akıntının nehir dibinde açtığı yuvarlak çukur; (argo) haşiş; (bak.) potentiometer. pot bottle takriben yarım litrelik şişe. pot cheese süzme peynir. pot hat melon şapka. pot liquor yemek suyu. pot roast ağır ateşte pişmiş et; kısa mesafeden silah atma; rasgele vuruş. chamber pot lâzımlık. chimney pot baca başlığı; (-ted; kavanozda muhafaza etmek; saksıya dikmek; yemek için avlamak; bilardoda çukura düşürmek; (k. dili) kapıp cebe indirmek.
- potash -- potas
- pother -- boğucu toz veya duman bulutu; telâş; başını ağırtmak; gürültü etmek.
- potion -- ilâç dozu; iksir.
- potlatch -- (Kuzey Pasifik sahilinde oturan Kızılderililerde) hediye; kış festivali; misafirlere hediye dağıtılan ve eşyanın tahrip olunduğu tören; (k. dili) parti
- potter -- çömlekçi. potter' field fakirler için ayrılmış mezar. potter' wheel çömlekçi çarkı.; (bak.) putter.
- potty -- (İng.); hafif içkili; solak.; çocuk lâzımlığı; lâzımlıklı iskemle.
- pouch -- kese; küçük para kesesi; hartuç kesesi; posta torbası; göz altlannda meydana gelen torba gibi şişkinlik; (tıb.) içinde sıvı toplanmış ur; (zool.) bazl hayvanlann yavrularını veya yiyeceklerini taşıdıkları cep.; torbaya koymak; yutmak; torba veya kese husule getirmek.
- poultice -- yara lapası; yaraya veya cerahatli yere lapa koymak.
- pounce -- mürekkep kurutacak toz; kabartmalı bir düzeyin modelini çıkartmak için üzerine serpilen toz; toz serperek kurutmak veya cilâlamak.; yırtıcı kuş pençesi; saldırma; üzerine atılıp avlamak (av) pounce at; ani olarak gelmek.
- pound -- ağır darbe; vurulan yer; vurmak; yumruklamak; havanda dövmek; dalgaya çarpmak (gemi); hızla çarpmak veya atmak (yürek); ağır adımlarla yürü- mek; güçlükle yürümek.; libre; ingiliz lirası; Türkiye ve Mısır gibi birkaç memleketin lirası. avoirdupois pound (16 ounces) 454 gram. apothe caries' pound; başıboş veya sahipsiz hayvanların muhafaza edildiği belediyeye ait yer; hayvanların muhafaza edildiği veya tuzağa düşürüldüğü yer; ağıla kapamak; tuzağa düşürmek.
- poundage -- sahipsiz hayvanların belediyece korunduğu yerden çıkarılma ücreti.; sterlin başına alınan komisyon.
- pour -- dökmek; bardaktan boşanırcasına yağmak; dokülmek; çay servisi yapmak; dökülen miktar; akma; şiddetli yağmur. It never rains hut it pours. Hepsi bir arada gelir (bazen iyilikler bazen de aksilikler) pour cold water on pişmiş aşa soğuk su katmak. pour oil on troubled waters heyecanı yatıştırmak.
- pout -- yayın tipinden bir çeşit balık; surat asmak; dudaklarını sarkıtmak; yüzünü ekşitmek; somurtma
- powder -- toz; barut; üzerine toz ekmek; dövüp toz haline getirmek; toz haline gelmek; pudra kullanmak; (eski) (atı) hızla koşturmak. powdered milk süt tozu. powdered sugar pudraşekeri. powder flask
- power -- yetenek; iktidar; hüküm; etki; (fiz.) erk; devlet; (huk.) bir başkası adına herhangi bir işi yapma yetkisi; melaike; (mat.) üs; makinanın işleme kabiliyeti; merceğin büyütme yeteneği. kuvvet power boat motorla işleyen vapur veya gemi. power lathe torna makinası. power of attorney vekâletname. power of life and death idam etme veya af yetkisi. power over a person bir kimseye hükmünü geçirebilme kuvveti. power plant elektrik santralı. power point (İng.) duvar fişi. power politics kuvvet politikası. power structure yetkili ve kuvvetli olan grup. power tool motorlu aygıt. come into power iş başına geçmek; iktidar mevkiine geçmek. electric power elektrik kuvveti. party in power iktidar partisi. raise to the tenth power (mat.) onuncu üse çıkarmak. the powers that be başta olanlar
- powwow -- (A.B.D.); Kızılderililerle yapılan toplantı; toplantıda tartışmak.
- pox -- (tıb.) çiçek gibi kabarcıklar meydana getiren hastalık; frengi.
- practice -- (İng.) practise tatbikat; pratik; egzersiz; alışkanlık; (huk.) dava açma usulü; sanat icrası; iş; (çoğ.) desise; (İng.) practise fiilen icra etmek; çalışmak; uygulamak; bir meslekte çalışmak; pratik yapmak; kendini alıştırmak. Practice what you preach. Davranışlarınız sözlerinize uysun. Verdiğiniz telkini kendiniz tutun. practiced tecrübeli; alışık; idmanla elde edilmiş.
- praemunire -- (İng.)
- praise -- övmek; hamdetmek; övgü; hamt
- prance -- at gibi zıplayarak oynamak; zıplayarak oynayan ata binmek; caka satmak; atı zıplatıp oynatmak; zıplayıp oynama; caka satma.
- prank -- kaba şaka; oyun; oyun oynamak.; çok süslemek; gösteriş yapmak
- prate -- gevezelik etmek; gevezelik
- prattle -- çocukça ve safça konuşmak; gevezelik etmek; çocukça laf; boş lakırdı.
- prawn -- küçuk karides
- pray -- dua etmek; yalvarmak; ibadet etmek
- preach -- va'zetmek; telkin etmek; nasihat etmek
- preamble -- başlangıç
- prearrange -- önceden düzenlemek
- precancel -- pulları postalamadan önce damgalamak.
- precaution -- ihtiyat; ihtiyat kabilinden.
- precede -- önde olmak; önünden yürümek; önce vaki olmak.
- precedent -- önceki.; emsal; evvelce vaki olmuş ve tekrar vuku bulması hak veya adet olan şey; teamül
- precept -- emir; ahlâki kural; yönerge; (huk.) mahkeme emri. precep'tive nasihat kabilinden
- precipitate -- zamanından önce meydana getirmek; yüksek bir yerden aşağı atmak; acele ettirmek; (kim.) tortusunu ayırmak; (meteor.) (yağmur veya kar şeklinde) yere düşmek; (fiz.) buharı teksif etmek; yüksek yerden aşağı düşmek veya atılmak; körü körüne acele etmek; (kim.) çökelmek; tortunun dibe çökmesi; baş aşağı gidiş veya düşüş; acelecilik; tortu; aceleci; baş aşağı düşen veya akan; düşüncesiz; acele ile yapılmış; birdenbire gelen veya olan
- precis -- özet
- precise -- tam; kural dışına çıkmayan; kusursuz; kesinlik ve açıklıkla ifade edilmiş. precisely dikkatle; tamamen; muhakkak. preciseness katiyet; dakiklik.
- preclude -- bir önceki hareketten dolayı imkânsız hale getirmek; dışarıda bırakmak.
- preconceive -- önceden düşünüp hakkında fikir edinmek; peşin hüküm vermek. preconcep'tion önceden anlama; tarafgirlik; peşin hüküm verme; önyargı; yanlış fikir .
- preconcert -- önceden kararlaştırmak. preconcertedly önceden kararlaştırılmış bir şekilde .
- precondition -- peşin şart; önceden hazırlamak.
- precook -- önceden pişirmek..
- predate -- erken tarih atmak; daha önce gelmek.
- predecease -- (birinden) önce ölmek.
- predestinate -- önceden mukadder kılmak; (kıs.)met olan.
- predestine -- (bak.) predestinate .
- predetermine -- önceden tayin veya takdir etmek; önceden kararlaştırmak. predeterminate önceden tayin olunmuş. predetermina'tion önceden tayin veya takdir.
- predicate -- doğrulamak; belirtmek; dayanmak. predicate on dayandırmak; (gram.); bir önermede kabul veya reddedilmiş nokta; yüklemle ilgili.
- predict -- bir şeyin vukuunu önceden haber vermek
- predigest -- önceden hazmetmek
- predispose -- önceden hazırlamak; anık kılmak. predisposi'tion meyil
- predominate -- üstün olmak; hâkim olmak. predominatingly galip gelerek; en fazla
- preempt -- önceden ayırmak; herkesten önce satın almak; herkesten önce satın alma hakkına sahip olmak. preemption herkesten önce satın alma hakkı. preemptive önceden satın almaya hakkı olan; (ask.) kendi memleketini korumak için önce davranan. preemptive strike öbür tarafın muh- temel saldırısına karşı önceden saldırma.
- preen -- gaga ile düzeltmek (tüy); saç düzeltmek; kendini tebrik etmek
- preexist -- bir zaman veya olaydan önce mevcut olmak.
- prefab -- prefabrike yapı.
- prefabricate -- önceden hazırlamak; bir binanın kurulmasını kolaylaştırmak için aksamını önceden hazırlamak.
- preface -- önsöz; önsöz ile başlamak; kitabın önsözünü yazmak; önsöz yerine geçmek.
- prefer -- (-red; daha çok beğenmek; (huk.) daha ziyade hak vermek; sunmak; (eski) terfi ettirmek. prefer charges davacı olmak. preferred stock (tic.) imtiyazlı hisse.
- preference -- tercih; tercih hakkı veya yetkisi; rüçhan; tercih olunan herhangi bir şey; (huk.) tediye hususunda öncelik. give preference to tercih etmek have prefer ence over tercih hakkına sahip olmak. right of preference (huk.) rüçhan hakkı.
- prefigure -- önceden canlandırmak; önceden düşünüp hayal etmek. prefigura' tion önceden canlandırma. prefigurative ilerde vaki olacak bir olayı temsil eden.
- prefix -- (kelime başına) (önek) koymak.; (önek); bir ismin önüne konan unvan.
- prejudge -- önceden hüküm vermek
- prejudice -- önyargı; tarafgirlik; haksız hüküm veya işten gelen zarar; garaz; birine tesir ederek haksız hüküm verdirmek; haksız hüküm veya iş ile zarara uğratmak. prejudice against -e karşı haksız önyargı. prejudice in favor of lehine önyargı. without prejudice önyargısız; (huk.) haklarına dokunmaksızın. prejudiced tarafgir.
- prelate -- yüksek rütbeli din adamı
- prelect -- konferans vermek
- prelude -- başlangıç; (müz.) peşrev; bir başlangıçla açmak.
- premeditate -- önceden düşünmek; önceden düşünme.
- premier -- birinci; baş; başbakan. premiership başbakanlık.
- premiere -- bir piyesin ilk defa olarak oynanması; (tiyatro) baş kadın oyuncu.
- premise -- tanıtma veya açıklama yoluyle önceden belirtmek; bir önerme veya tartışmanın nedeni olarak ileri sürmek.
- preoccupy -- başkasından evvel ele geçirmek; işgal etmek; zihnini işgal etmek. be preoccupied zihni meşgul olmak.
- preordain -- önceden buyurmak veya karar vermek
- prep -- (kıs.) preparatory; (k. dili) hazırlayıcı.
- prepackage -- önceden tartıp paketlemek.
- prepare -- hazırlamak; düzenlemek; donatmak; pişirmek; yapmak; hazırlanmak
- prepay -- (-paid) parasını önceden vermek
- prepense -- (huk.) önceden düşünülmüş
- preponderate -- ağır çekmek; baskın gelmek; hâkim olmak. preponderance
- preposition -- (edat) prepositional edat kabilinden.
- prepossess -- meşgul etmek; lehinde fikir hasıl ettirmek. prepossession tarafgirlik; zihin meşguliyeti.
- presage -- geleceği bildiren belirti; önsezi; olacağı önceden söylemek veya göstermek; kehanet etmek.
- preschool -- okul öncesi.
- prescind -- ayrı olarak düşünmek; yerini değiştirmek
- prescribe -- nizam koymak; emretmek; (tıb.) salık vermek; (huk.) zaman aşımına dayanarak hükümsüz kılmak; zaman aşımına tabi olmak; zaman aşımı ile hak kazanmak.
- presence -- huzur; duruş; hayal
- present -- hediye; takdim etmek; tanıştırmak; huzura çıkarmak; göstermek; bir memuriyet için ismini arz etmek; nişan almak (tüfek) present a person with a thing; hazır bulunmak. present arms (ask.) silâhı önde tutarak selâm vaziyetinde durmak. present oneself meydana çıkmak; şimdiki zaman; şimdiki durum; (gram.) hal kipi; şimdiki; hazır; (gram.) şimdiki zamanı gösteren. in the present case bu durumda; (gram.) şimdiki zaman kipinde. the present writer bu yazıyı yazan
- preserve -- (gen.) (çoğ.) reçel; av hayvanları için ayrılmış koru.; korumak; saklamak; reçelini yapmak; konsevesini yapmak; çürümesini veya bozulmasını önlemek; konservesi yapılabilir. well preserved dinç
- preside -- başkanlık etmek; nezaret etmek.
- press -- zorla hizmete almak; bahriye hizmetine zorlamak; askerliğe; basın; basın mensupları; gazete yazısı; matbaa makinası; matbaa; baskı tezgâhı; pres; sıkıştırma; kalabalık; sıkışma; baskı sanatı; elbise dolabı; (giyside) ütü. press agent (sanatçının) basın sözcüsü. press association basın kurumu. press box herhangi bir yerde basın mensuplarına ayrılan yer. press clipping (gazet.) kupür. press conference basın toplantısı. press gallery basın locası. press of canvas yelkenin rüzgârın elverdiği kadar açılması. press proof (matb.) son prova; basmak; sıkmak; sıkıp suyunu veya yağını almak; baskı yapmak; sıkıca sarılmak; hızlı sürmek; ütülemek; kitle halinde ilerlemek. press forward hızla ilerlemek. Don't press your luck. Şansına güvenme. Time is pressing. Vakit dar.
- pressure -- baskı; hücum; basınç kuvveti. pressure cabin (hav.) tazyikli kabin. pressure cooker düdüklü tencere. pressure gauge basıölçer; kendi çıkan için meclise veya umuma baskı yapan grup. pressure point (tıb.) deride basınca karşı hassas olan nokta. atmospheric pressure hava basıncı. blood pressure tansiyon. bring pressure to bear zorla yaptırmaya çalışmak
- pressurize -- tazyik altında tutmak; (hav.) yüksek uçuşlarda uçağın içindeki havayı yeterli basınçta tutmak.
- presume -- farzetmek; ihtimal vermek; haddini aşmak
- presuppose -- önceden farzetmek; gerekmek.
- pretend -- yapar gibi görünmek; taklit etmek; ("to "ile) iddiada bulunmak. pretend illness yalandan hasta olmak
- pretension -- iddia; haksız istek veya iddia; gösteriş.
- pretermit -- (-ted; ihmal etmek; göz önünde tutmamak. pretermission ihmal; vaz geçme.
- pretext -- bahane
- prettify -- güzelleştirmek
- pretty -- güzel; iyi; (k. dili) epey büyük; oldukça
- prevail -- yenmek; hakim olmak; yürürlükte olmak; yaygın olmak; başarmak
- prevaricate -- yalan söylemek; kaçamaklı cevap vermek
- prevent -- önlemek
- preview -- sin gelecek programdan gösterilen parçalar.
- prevision -- basiret; önceden görme
- prey -- av; av ile beslenmek. prey on avlamak; sıkmak
- price -- paha; değer; rüşvet; mükafat; fiyat koymak; (k. dili) fiyatını sormak. price ceiling azami fiyat; fiyat. price war rekabet için maliyetin altında satış. at any price her ne pahasına olursa olsun. beyond price paha biçilmez; rüşvet almaz. cost price maliyet fiyatı. current price cari fiyat
- prick -- iğneleme; sivri uçlu alet; diken; (A.B.D.); diken batması gibi ağrı; iğne delmesi; (eski) üvendire. prick of conscience vicdan azabı.; hafifçe delmek; mahmuzla dürtmek; vicdan azabı vermek; batma acısı duymak. prick out a pattern iğne batırarak el işi modeli yapmak. prick the bubble önemli sanılan birinin foyasını meydana çıkarmak; bir ümidi boşa çıkarmak. prick up one' (its) ears kulak kabartmak; (hayvan) kulaklarını dikmek.
- prickle -- karıncalanma; diken; hafifçe batırmak; iğnelenmek
- pride -- gurur; iftihar edilecek şey; (eski) görkem; aslan sürüsü; tüylerini kabartmak (kuş) pride oneself on something bir şey ile övünmek. pride of place en yüksek mevki. false pride boş gurur. humble one' pride birinin kibrini kırmak. take pride in (bir şey) ile iftihar etmek.
- priest -- papaz
- priestess -- tapınakta dinsel törenleri yürüten kadın.
- prig -- biçimci ve tutucu ukalâ. priggish ukalâ. priggishly titizlikle. priggishness kibirlilik.; (-ged; hırsız.
- prim -- (-med; çok resmi davranmak
- primary -- asıl; başlıca; ilkel; birinci sırada olan şey; (A.B.D.) parti adaylarının seçimi. primary coil transformatörde ana sargı. primary school ilkokul. primar'ily evvela; aslında.
- prime -- kullanıma hazırlamak; top veya tüfeğe ağızotu koymak; (boya) astar vurmak; talimat vermek; içki içirip sarhoş etmek. prime the pump tulumbanın silindirine su döküp işlemeye hazırlamak; ticareti hızlandırmak için para sarfetmek (devletçe); hayatın olgunluk devri; bir şeyin en mükemmel olduğu devir; başlangıç; seçkin şey; (mat.) asal sayı; dakika için kullanılan (') işareti. the prime of life hayatın en dinç ve güzel devresi.; baş; birinci; ilk; asıl; (mat.) asal (sayı) prime cost asıl fiyat
- primp -- itina ile giyinip makyaj yapmak.
- primrose -- çuhaçiçeği; çuhaçiçeğine ait; çiçekli; açık sarı. the primrose path zevk ve sefa yolu.
- prin -- (kıs.) principal
- prince -- prens; kral; soylu kimse; bir meslekte başta gelen kimse. Prince Albert redingot. prince consort hükümdar kraliçenin kocası olan prens. Prince of Darkness şeytan
- principle -- prensip; dürüstlük; öz; köken; kural. active principle müessir madde. refuse on principle prensibine uygun olmadığından reddetmek. principled prensip sahibi olan.
- prink -- gösteriş için süslenmek.
- print -- bası; basma; taşbasması resim; basılı resim; gazete; iz; basma işi kumaş; basma kalıbı; (foto.) negatiften yapılmış resim; gazete kâğıdı; basmak; yayımlamak; küçük harflerle yazmak; klişeden basılmış resim çıkarmak; (foto.) negatiften resim çıkarmak; matbaacılık yapmak.
- prison -- hapishane; tevkifhane; hapsetmek. prison breaker hapishane kaçağı. put in prison hapsetmek.
- privateer -- hükümet izniyle savaşan korsan gemisi. privateering hükümet izniyle korsanlık yapma.
- privilege -- ayrıcalık; özel izin; görev dolayısıyle muafiyet; hak; imtiyaz vermek; muaf tutmak. privileged imtiyazlı; müşerref.
- prize -- ödül; çok istenilen şey; çok değer vermek; paha biçmek; ödül olarak verilen; ödül kazanan; mükemmel. prize fight mükâfatlı boks.; ganimet almak; zaptetmek; manivela ile kaldırmak veya açmak; ganimet (gemi) prize court savaş ganimetleri mahkemesi.
- probate -- onaylama yetkisine ait; vasiyetnamenin resmen onaylanması; vasiyetnameyi resmen onaylatmak. probate court veraset mahkemesi. probate duty bir nevi veraset vergisi.
- probe -- araştırmak; sonda ile yoklamak; cerrah mili; (A.B.D.) araştırma; insansız uzay roketi.
- proc -- (kıs.) procedure
- proceed -- ileri gitmek; yol tutmak; (from ile ) çıkmak; (huk.) dava etmek
- process -- yöntem; süreç; işlem; ilerleme; (huk.) belge; celpname; dava muamelesi; (biyol.) yumru; özel işleme tabi tutulmuş; muamelesini yapmak; özel işleme tabi tutmak; (huk.) tebliğ etmek; dava açmak. chemical process kimyasal işlem. legal process tebligat belgesi. process server mahkeme tebligatını sahibine ileten kimse. in process of construction inşa halinde
- procession -- alay; oluş; alay ile yürümek.
- proclaim -- ilân etmek; beyan etmek; ilân ederek kanunen yasaklamak; ifşa etmek
- procrastinate -- sürüncemede bırakmak; ertelemek; erteleme. procrastinator işini tehir eden kimse.
- procreate -- döllemek; hâsıl etmek; doğurgan. procrea'tion dölleme; doğurma
- proctor -- (huk.) bir çeşit dava vekili; üniversitede disiplini sağlayan memur; (sınavda
- procure -- tedarik etmek; istihsal etmek; ettirmek; pezevenklik etmek. procurement tedarik; istihsal.
- prod -- (-ded; üvendire ile dürtmek; tahrik etmek; üvendire ile dürtme; hatırlatıcı şey.
- produce -- mahsul; zerzevat; meydana getirmek; vermek; göstermek; doğurmak; yapmak; uzatmak; sonuç çıkarmak; sahneye koymak.
- product -- ürün; sonuç; (mat.) çarpım.
- proem -- mukaddeme; (şiir) mukaddemesi. proemial başlangıca ait.
- profane -- bulaştırmak; hürmetsizce kullanmak: kötüye kullanmak; kâfir; adi; mukaddes olmayan; küfür kabilinden. profanely hürmetsizce. profaneness kutsal olmayan şey; küfür.
- profess -- itiraf etmek; iddia etmek; (inancını) ikrar etmek.
- proffer -- arzetmek; teklif
- profile -- yüzün yandan görünüşü; yüzün yandan çekilen resmi; (kıs.)a biyografi; (mim.) bir binanın dikey görünüşünün mimari ay- rıntılarını gösteren şekil; grafik; profilini yapmak.
- profit -- kâr getirmek; kazanmak; faydası olmak; kâr; menfaat
- profiteer -- hal ve keyfiyetlerden yararlanarak haddinden fazla para kazanmak; vurguncu kimse
- profligate -- uçarı; günahkâr; edepsiz; müsrif kimse; günahkârlık; utanmazlık; hovardalık. profligately hovardaca
- profound -- çok derin; çok malumatlı; engin; çok büyük; derinlik; derya; esaslı olarak
- profuse -- çok; müsrif; cömert; verimli. profusely bol bol. profuseness; müsriflik.
- prog -- (-ged; özellikle dilencilik veya hırsızlıkla ele geçen yiyecek.
- prognostic -- (tıb.) prognozla ilgili; neticeyi önceden gösteren; alâmet; kehanet; (tıb.) prognoz için hüküm verdirecek belirti.
- prognosticate -- ileride meydana geleceğini söylemek; belirtisi olmak; belirtisinden anlayıp söylemek; belirti. prognosticator kehanet eden kimse.
- program -- (İng.) programme (-med; (elektronik hesap makinaları) çalışma yönergesi; programlamak; düzenle- mek. program music olaylar sırasına veya bir sahne serisine göre düzenlenmiş müzik.
- progress -- ilerlemek; devam etmek.; ilerleme
- prohibit -- yasak etmek; mani olmak.
- project -- plan; ileriye doğru atmak; sondurmak; atmak; plan kurmak; (film; (mat.) bir düzlem üzerinde simetrik bir şekil vücuda getirmek için belirli bir şeklin her noktasından düz hatlar çizmek; çıkıntı teşkil etmek; (psik.) kendi fikir veya güdüsünü başkasına yüklemek; uzaktan duyulabilecek şekilde konuşmak.
- prolapse -- (tıb.) yerinden oynamak; düşme
- prolate -- (geom.) iki ucu kabarık (sferoid); uzanmış
- prologue -- başlangıç; prolog; önsöz olarak söylemek.
- prolong -- uzatmak
- promenade -- gezme; gezme yeri; büyük balo; gezinmek; birini gösteriş için gezdirmek. promenade concert halkın gezinmesine müsaade edilen konser. promenade deck gezinti güvertesi
- promise -- söz; ümit verici şey. breach of promise cayma; özellikle evlenme vaadini tutmayış. express promise kesin söz. implied promise ima edilen vaat; söz vermek; göstermek; ümit vermek; vaat edilmiş toprak; cennet
- promote -- ilerletmek; geçirmek; rütbesini yükseltmek; tutunmasını sağlamaya çalışmak.
- prompt -- çabuk; (tic.) vade; sahnede oyuncuya hatırlatılan söz. prompt note vadeli senet. promp'titude; tam vaktinde gelme veya yapma; dakikası da- kikasına yapma. prompt'ly derhal; harekete getirmek; hatırlatmak
- promulgate -- resmen ilân etmek; (huk.) yürürluğe koymak (kanun) promulgator neşreden kimse; duyuru.
- pronate -- (biyol.) elleri veya ön ayakları avuç içi veya tabanı yere doğru çevrilmiş vaziyette tutmak veya o vaziyete getirmek
- prong -- çatalın sivri uçlarından biri; sivri uçlu alet; sivri uç; boynuz çatalı; çatal ile delmek
- pronounce -- telaffuz etmek; beyan etmek; (nutuk) vermek. pronounce able telaffuzu mümkün. pronouncement resmen bildirme; bildiri.
- proof -- (sonek) geçirmez.; ispat; imtihan; (matb.) prova; ayar; alkol derecesi; (mat.) sağlama; dirençli; geçirmez; miyar olarak kullanılan; belirli ayarda olan. artist' proof basma resmin ilk provası. proof positive kati delil. proof sheet matbaa provası. burden of proof (huk.) tartışılan şeyi ispat etme zorunluğu. He was proof against bribery. Rüşvete boyun eğmedi.
- proofread -- provaları düzeltmek
- prop -- (-ped; himaye etmek; dayamak; destek; çamaşır sırığı; hami olan kimse; sahne donatımı.; (k. dili) uçak pervanesi.
- propagate -- çiftleştirmek; üretmek; yaymak; nakletmek; geçirmek; sirayet ettirmek; kalıtım yoluyle geçirmek; yavrulamak; neşir; yayma. propagative çiftleştirici; neşredici.
- propel -- (-led; itmek
- property -- mülkiyet; mal; hususiyet; mahiyet; sahne donatımı. property man sahne eşyalarını temin eden kimse. property qualification bir kimseye oy hakkı sağlayan mülk sahipliği. property tax emlâk vergisi.
- prophecy -- kehanet; keramet; ilham; tahmin.
- prophesy -- kehanette bulunmak; peygamberlik etmek; tahminde bulunmak.
- propitiate -- teskin etmek; teveccühünü kazanmak; tövbe etmek. propitiable yatıştırılabilir; teveccühü kazanılabilir. propitiative yatıştırıcı; tövbe eden.
- proportion -- oran; hisse; uygunluk; (mat.) iki çift nicelik arasındaki nispet eşitliği; orantı kuralı; orantı kurmak; birbirine uyumlu kılmak. proportion of births to population nüfusa göre doğum nispeti. a large proportion of the profits karın önemli miktarı. in proportion to nispetle
- proportionate -- orantılı. proportionateness orantılılık.
- propose -- teklif etmek; kurmak; evlenme teklif etmek.
- proposition -- teklif etme; teklif; (k. dili) teşebbüs; bir meseleyi arzetme; (k. dili) uygunsuz teklif; (mat.) mesele; (man.) önerme; (k. dili) uygunsuz bir teklifte bulunmak. propositional teklif kabilinden
- propound -- ileri sürmek; söylemek
- prorate -- eşit olarak bölüp dağıtmak.
- prorogue -- kralın emriyle parlamentoyu tatil etmek.
- proscribe -- yasak etmek; medeni haklarını elinden almak; mahkum etmek. proscriptive yasaklayıcı.
- prose -- düzyazı; sıkıcı söz veya yazı; nesir yazmak; can sıkıcı şekilde konuşmak veya yazmak; nesir şeklinde yazılmış; can sıkıcı
- prosecute -- bitirmeye çalışmak; (huk.) aleyhine dava açmak
- proselyte -- din değiştiren kimse; dininden çevirmek. proselytism başkalarını kendi dinine sokmaya çalışma; mühtedilik. proselytize kendi dinine çevirmek.
- prospect -- beklenen şey ümit; bekleme; bakış; manzara; ihtimal; maden damarına ait belirti; muhtemel müşteri; maden araştırmak. in prospect beklenen; ümitle beklenen. prospector maden ocağı arayan kimse.
- prosper -- muvaffak olmak; muvaffak kılmak; gelişmek
- prostitute -- fahişe; fahişeliğe sevketmek; kötü maksatla kullanmak. prostitu'tion fahişelik; kötü maksada veya işe kullanma.
- prostrate -- yüzükoyun yatmış; birinin ayağına kapanmış; halsiz kalmış; (bot.) yerde uzanan; yere sermek; halsiz bırakmak; secde; yere atılma; takatsizlik; bezginlik.
- protect -- korumak; (ikt.) yabancı mallara yüksek gümrük koymak suretiyle yerli malları korumak. protecting koruyan
- protest -- protesto etmek; itiraz etmek; temin etmek; protesto; itiraz; (den.) (sig.) bir kazadan sonra gemi limana gelince bu kazadan hiç kimsenin mesul olmadığına dair kaptan tarafından verilen resmi takrir; bir vergiyi istemeyerek ödediğine dair mükellefin itirazı. pay under protest itiraz ederek ödemek.
- protocol -- diplomatik işlerde kullanılan resmi usuller; zabıt varakası; bir anlaşmaya ilâve edilen madde; protokol yapmak.
- prototype -- asıl nüsha
- protract -- uzatmak; küçük ölçekle kopyasını veya planını yapmak; (anat.); ölçekle çizme.
- protrude -- çıkıntı yapmak
- protuberate -- şişmek
- prove -- (-d; denemek; tecrübe ile anlatmak; (mat.) sağlamasını yapmak; olmak; çıkmak. proving ground tecrübe sahası
- provenance -- kaynak
- provender -- hayvan yemi.
- proverb -- darbımesel; mesel; (çoğ.)
- provide -- tedarik etmek sağlamak; önceden hazırlamak; vermek; şart koşmak. provide against hazırlıklı bulunmak; tedarikli bulunmak.
- provision -- tedarik; hazırlama; koşul; (çoğ.) zahire; tedarik etmek
- provoke -- kızdırmak; harekete geçirmek; dürtmek; sebep olmak. be provoked (at) kızmak; küs- mek. provoking asaba dokunan. provokingly kızdıracak şekilde.
- provost -- resmi amir; bazı üniversitelerde dekan; İskoçya'da belediye başkanı.; inzibat amiri
- prowl -- sinsi sinsi dolaşmak; fırsat kollayarak gizli gizli gezinmek; sinsi sinsi dolaşma. prowl car (A.B.D.) polis arabası.
- proxy -- vekil; vekillik; vekaletname.
- prune -- kuru erik; kuru erik rengi; (argo) budala kimse. wild prune dağ eriği.; budamak; fazla (kıs.)ımları kesip atmak.
- pry -- merakla bakmak; gizli şeyleri araştırmak; tecessüs; mütecessis kimse. pry'ingly casus gibi; (A.B.D.) manivela; manivela ile açmak
- psalm -- mezmur; ilahi; (çoğ.); mezmurla sena etmek; makam ile okumak.
- psalmody -- mezmur okuma; mezmur koleksiyonu.
- pshaw -- ( (ünlem) ) Öf!
- psych -- (argo); yıldırmak. psych up heyecanlandırmak.; (kıs.) psychological
- psyche -- insan ruhu; can; akıl.
- psychoanalyze -- psikanaliz yapmak
- pub -- (kıs.) public publication; (İng.)
- publicize -- reklâmını yapmak; umuma ilan etmek.
- publish -- yayımlamak; basıp yaymak; ilan etmek
- puck -- buz hokeyinde kullanılan lastik disk.; ingiliz folklorunda yaramaz peri.
- pucker -- buruşturmak; buruşmak; büzülmek; buruşukluk; (k. dili) şaşkınlık
- puddle -- kirli su birikintisi; gölek; kumlu harç; çiş yapmak.; dökme demiri ocakta tavlamak; çamurlatmak (su); özlü çamuru su ile yoğurup sıva haline koymak.
- puff -- üfürük; rüzgar üflemesi; puf böreği veya kurabiye; pudra ponponu; saç lülesi; elbisenin büzülmüş ve kabarıkyeri; yorgan; abartmalı veya şişirilmiş övgü. puff adder şişen engerek; püflemek; püfür püfür esmek; solumak. puff out; abartarak övmek; lülelerle süslemek (saç); şişirmek.
- pug -- buldoga benzeyen ufak bir cins köpek. pug nose ucu kalkık basık burun.; (-ged; tuğla balçığını yoğurmak.
- puke -- kusmak; kusturmak; kusma.
- pule -- çocuk gibi ağlamak
- pull -- çekmek; koparmak; sürüklemek; (leh.) yolmak (tüy); (matb.) (prova) çıkarmak; (argo)(bıçak veya silah) çekmek; topu eğri meydana getirecek şekilde atmak; (kürek) çekmek; girmek; bir yudum içmek; çekilip ayrılmak. pull down yıkmak; moralini bozmak; (k. dili) bağlılığını bildirmek. pull in one' horns daha dikkatli olmak. pull off çekip çıkarmak; (argo)başarıyla yapmak; ayrılmak. pull strings tesir ettirmek; elde bulunanlardan meydana getirmek. pull to pieces paramparça etmek. pull up ileri gitmek; kökünden çekip çıkarmak; durmak. pull up stakes ilgisini kesip gitmek.; çekiş; tutamaç; dayanıklık; kürek çekme; (argo) iltimas; (argo) bir içim (puro; uğraşma; gerilim; (matb.) prova. have pull arkası olmak
- pulley -- (fiz.) makara; (mak.) kasnak.
- pullulate -- üremek; üreyip kaynamak; dallanıp budaklanmak; türemek. pullula'tion üreme.
- pulp -- meyva eti; kâğıt hamuru; su ile karışık maden tozu; dövüp lapa veya hamur haline koymak; yumuşak ve özlü etini çıkarmak; özlenmek
- pulsate -- nabız gibi atmak
- pulse -- nabız; çarpıntı; umumi eğilim; nabız atmak; (bot.) baklagiller.
- pulverize -- ezmek
- pumice -- süngertaşı; süngertaşı ile temizlemek veya parlatmak. pumice soap süngertaşı tozu ile karışık sabun. pumice stone süngertaşı.
- pummel -- (bak.) pommel.
- pump -- bağsız ve hafif kadın ayakkabısı.; tulumba; tulumba ile çekmek; su çekmek; ağız aramak; birinden para çekmek; içine tulumba ile hava doldurmak; tulumba işletmek; tulumba kolu gibi aşağı yukarı hareket etmek. pump dry tulumba ile suyunu çekip kurutmak; birine bütün bildiklerini söyletmek. pump up pompa ile şişirmek.
- pun -- (-ned; kelime oyunu yapmak
- punch -- punç; İngiliz kukla oyununda karısı ile daima kavga eden Karagöz'e benzer bodur ve kambur adam. Punch and Judy show İngiltere'de bir nevi kukla oyunu. pleased as Punch çok memnun.; yumruklamak; yumruk; (argo) kuvvet; zımba; zımbalamak; biz ile delmek. center punch delik açılacak yerleri işaret eden zımba.
- punctuate -- noktalamak; üzerinde durmak; nokta gibi arasına girmek (söz)
- puncture -- delme; iğne deliği gibi ufak delik; patlama (otomobil lastiği); delmek; değersizliğini ispat etmek. We had a puncture. Lastiğimiz patladı.
- punish -- ceza vermek; yola getirmek; azarlamak; ıstırap çektirmek; şiddetle dövmek; cezaya layık. punishment ceza; (k. dili) zorluk
- punk -- çürük tahta; kav; (A.B.D.); (argo) çeteci; (argo) cahil adam; (argo) değersiz; rahatsız.
- punt -- Amerikan futbolunda top yere düşmeden tekme ile çelmek; top yere düşmeden tekme ile çelme.; altı düz sandal; böyle sandalı sırıkla sürmek.; faro denilen iskambil oyunu ile kumar oynamak.
- pup -- (-ped; ayıbalığı yavrusu; köpekbalığı yavrusu; . yavrulamak (köpek) pup tent iki kişilik ufak çadır.
- puppy -- köpek ve köpekbalığı yavrusu; hoppa delikanlı
- purchase -- satın alma; satın alınan şey; kaymasın diye sıkı tutma; kaymasın diye bir şeyi sıkı tutmak veya hareket ettirmek için makara gibi alet.; satın almak; gayretle ele geçirmek; manivela ile kaldırmak veya çekmek. purchasable satın alınır
- pure -- saf; kusursuz; nazari; iffetli; tamamen; masumiyetle
- puree -- (Fr.) püre; koyu pişmiş et ve sebze çorbası.
- purfle -- kenarını süslemek; süslü veya işlemeli kenar. purfling süslü kenar.
- purge -- temizlemek; (huk.) birini temize çıkarmak; yok etmek; ishal vermek; temizlenmek; temizleme; müshil ilâç.
- purify -- temizlemek; birini temize çıkarmak; sadeleşmek.
- purl -- çağıldayarak akmak; kıvrılarak hareket etmek; çağıltı; girdap; dalgacık.; bir çeşit dantela kenarı; dantela için sırma teli; yün örgüsünde ters iğne; elbisede kıvrım; ters iğne örgü yapmak. knit one purl one bir düz bir ters örmek.
- purloin -- çalmak
- purple -- erguvani renk; mora boyanmış bez; bilhassa Roma imparatorlarının bordo kaftanı; imparatorun mevki ve yetki işareti; kardinallik; erguvan renkli; krala ait; erguvan rengine boyamak; erguvan ren- gini almak. purplish
- purport -- mana; manasında olmak
- purpose -- maksat; niyet; karar. at cross purposes birbirinin maksadına aykırı. on purpose mahsus; maksatsız. purposely kasten; niyet etmek tasarlamak; istemek
- purr -- kedi gibi mırlamak; kedi mırlaması.
- purse -- kese; hazine; yardım için toplanılmış para; torba. purse-proud kesesine mağrur; para ödeme yeteneği. a common purse müşterek kese. a tight purse cimri kesesi. privy purse hükümdar hazinesi. public purse devlet hazinesi. put up a purse mükâfat olarak ortaya koymak.; büzmek (dudak); keseye koymak.
- pursue -- kovalamak; bir düziye gitmek; aramak; meşguliyetine devam etmek.
- purvey -- tedarik etmek
- pus -- (tıb.) cerahat
- push -- itmek; sürmek; sıkıştırmak; saldırmak; tos vurmak; (k. dili) kanunsuz yoldan uyuşturucu madde satmak. push about öteye beriye kakmak; kakışmak. push away itip defetmek. push back geriye itmek; itip yıkmak. push forward ileri sürmek veye itmek. push in itip içeri sokmak. push off avara etmek. push on devam etmek; itiş; hücum; baş sıkılması; basacak yer; (argo.) ahbaplar takımı; enerjik kimse; uyuşturucu madde satan kimse.
- pussyfoot -- kedi gibi sessizce yürümek; kendi fikrini belirtmemek; fikrini belirtmeyen kimse.
- pustulate -- (tıb.) sivilceler hâsıl etmek; sivilce dolu. pustulant sivilceler hâsıl eden bir ilaç. pustular sivilcelerle dolu; sivilce
- put -- (-put; belirli bir şekle sokmak; sokmak; avucu yukarı tutarak atmak (gülle); sevketmek; hamletmek; söylemek; acele gitmek; kelimelerle ifade etmek; koyma; fırlatma; (k. dili) yerleşmiş. put about çevirmek; kabul ettirmek. put away bir tarafa koymak; saklamak; (eski) boşamak. put back geri koymak; eski yerine koymak; ilerlemesine mâni olmak; reddetmek; (den.) yoldan geri dönmek. put by saklamak; bastırmak; yazmak; (argo.) susturmak; (argo.) tenkit etmek. put forth tomurcuk sürmek; ileri sürmek; çıkarmak; meydana koymak; denize açılmak. put forward ileri sürmek; ileri al- (mak.) (saat) put in içeri koymak; arzetmek; (tıb.) yerleştirmek; (den.) sığınmak; girmek; geçirmek (vakit) put off tehir etmek; çıkarmak (giysi); reddedilmek; (den.) açılmak; taklidini yapmak; açmak; atfetmek; toplamak; (argo.) aldatmak. put on airs caka satmak. put on one' guard birini ikaz etmek. put on Othello "Othello" piyesini sahneye koymak. put one on to dikkatini çekmek. put one' finger on keşfetmek. put one' foot in it pot kırmak; söndürmek; utandırmak; rahatsız etmek; yanmak (beysbol); bozmak. put out of the way öldürmek. put over ba- şına amir veya memur olarak tayin etmek; geçirmek; tehir etmek; (A.B.D.); baskı için son hazırlıkları yapmak. put to death öldürmek; konservesini yapmak; misafir etmek; bina etmek; birinin reyine bırakmak. put upon rahatsız etmek. be put to it zor durumda bulunmak. stay put yerinde rahat durmak
- putrefy -- çürümek; kokmak; kangren olmak; çürütmek
- putter -- potter ufak tefek işlerle meşgul olmak
- putty -- camcı macunu; macuna benzer madde; sıvacılar tarafından kullanılan ince kireç harç; macunlamak.putty faced manasız ve ifadesiz yüzlü. putty knife macun sürmek için camcının kullandığı alet.
- puzzle -- bilmece; muamma; şaşkınlık; anlaşılmaz kimse. Chinese puzzle çok dolaşık bilmece veya mesele. cross word puzzle bulmaca. picture puzzle resim bilmecesi; şaşırtmak hayret vermek; şaşırmak
- pyramid -- ehram; piramit şeklinde şey veya yığın; (geom.) piramit; son derece.
- pyx -- Katolik kilisesinde mukaddes ekmeği saklamaya mahsus kutu; İngiltere darphanesinde miyar sikke muhafazasına mahsus sandık; sikkelerin ayarını kontrol etmek.
- quack -- ördek gibi bağırmak; bağırarak manasızca konuşmak; ördek sesi; şarlatan hekim; şarlatan kimse; şarlatan; şarlatanlık etmek. quack doctor şarlatan hekim. quack'ery şarlatanlık. quack'ish. şarlatanca. quack grass ayrık otu
- quad -- (matb.) katrat; (k. dili) üniversite veya hapishane avlusu; (İng.); (kıs.) quadrangle
- quadrate -- dört köşeli; (anat.) dördül kemik; (astr.) gökcisimlerinin dördün halindeki görünüşü; dördül şekil; with ile uymak; uydurmak.
- quadrille -- sekiz kişilik bir dans; kadril havası; kırk kâğıt ve dört kişi ile oynanan eski bir iskambil oyunu.
- quadruple -- dört kat; bir şeyin dört misli; dörtle çarpmak
- quadruplex -- dört katlı; çift yönlü telgraf sistemine ait; telgraf sisteminde gönderici alet.
- quadruplicate -- dörtle çarpmak; dört kat; (mat.) dördüncü kuvvete yükselmiş; dört benzer şeyden biri.
- quaff -- içmek; içim.
- quagmire -- batak
- quahog -- yenilir bir deniz taragı
- quail -- bıldırcın; yılmak
- quake -- titremek; sallanmak; titreme; sallantı; zelzele.
- qualify -- hak kazanmak; ehliyet vermek; kısıtlamak; değerlendirmek; nitelendirmek; hafifletmek; (gram.) nitelemek.
- qualm -- ansızın gelen gönül bulantısı; şüphe; vicdan azabı
- quandary -- şüphe
- quantify -- miktarını belirtmek; (man.) bir önermenin niceliğini açıklamak.
- quantity -- nicelik; miktar; bir hecenin uzunluğu; (mat.) nicelik; (müz.) notanın uzunluğu; herhangi bir adet ifade eden işaret; mantıki nicelik; (çoğ.) büyük miktar
- quantize -- mümkün olan niceliklerini bulmak; bir niceliğin katsayıları olarak göstermek.
- quarantine -- karantina; karantinaya koymak
- quarrel -- tar. eskiden tatar yayı ile atılan ucu dört köşeli ağır ve kısa ok; taşçı kalemi.; (-ed; kusur bulmak; ağız kavgası etmek.; kavga
- quarry -- baklava şeklinde pencere camı.; şahin veya atmaca ile tutulan av; av; kovalanan herhangi bir kimse veya şey.; taş ocağı; taş ocağından kazıp çıkarmak; taş ocağı açmak. quarrier taş ocağı işçisi.
- quarter -- dörtte bir (kıs.)ım; 25 sentlik sikke; senenin dörtte biri; öğretim yılının dörtte biri; dördün; (den.) gemi bordasının kıça doğru her iki tarafı; kasabın kestiği hayvanın bir tarafının yarısı (omuz veya but); havali; (den.) harp veya talim zamanında tayfaya ayrılan yer: harpte esir edilen düşmanın ölümden affı; dörtte bir; konak yeri; dört eşit kısma ayırmak; askeri kışlaya yerleştirmek; oturtmak; her tarafa koşup aramak (av köpeği)
- quarterback -- Amerikan futbolunda oyunu idare eden oyuncu.
- quash -- (huk.) iptal etmek; ezmek
- quaternion -- dört şey veya kişiden ibaret takım.
- quaver -- titremek; titreme; ses titremesi; (İng.)
- quay -- rıhtım; rıhtımlar.
- queen -- kraliçe; arı beyi (ana arı); (satranç) vezir; (briç) kız; (A.B.D.); kraliçe yapmak. Queen Anne' lace yabani havuç
- queer -- acayip; şüpheli; (argo.) kalp; (argo.) homoseksüel; (argo.) bozmak
- quell -- bastırmak; yatıştırmak
- quench -- söndürmek; tatmin etmek; su ile soğutmak; sönmek; yatışmak. quench'able söndürülür; tatmin edilmez
- quenelle -- (ahçı.) bir çeşit tavuk veya dana köftesi.
- quern -- el değirmeni.
- query -- sual; şüphe; soru işareti; sormak; sorguya çekmek; doğruluğundan şüphe etmek; soru işareti koymak.
- quest -- macera; arama; tahkik; araştırmak; havlayarak av izini aramak (köpek)
- question -- sual sormak; şüphe etmek; karşı gelmek
- questionnaire -- questionary anket; form
- queue -- başın arka tarafından sarkan saç örgüsü; sıra bekleyen insan veya araba dizisi; (İng.) kuyruga girmek; dizilip sıra beklemek. queue up kuyruğa girmek.
- quibble -- savma cevap; iki manalı söz; kaçamaklı cevap vermek; önemsiz mesele üzerinde durmak; tartışma konusu yapmak.
- quick -- çabuk; keskin; işlek; tez elden; titiz; gebe; (eski) hayatta; tırnak altındaki hassas et; his; çabucak
- quicken -- canlandırmak; tembih etmek; hızlandırmak; neşelendirmek; canlanmak; rahimde hayat belirtisi göstermek; hızlanmak.
- quicklime -- sönmemiş kireç.
- quickset -- köklü bitkilerden veya çalılardan oluşmuş çit.
- quicksilver -- civa; sır.
- quickstep -- hızlı askeri yürüyüş; hareketli dans.
- quid -- (Lat.) bir şey. quid pro quo başka bir şeyin yerini tutan şey; ing.; ağızda çiğnenen tütün parçası.
- quiet -- sessiz; hareketsiz; nazik; gösterişsiz; susturmak; kandırmak; rahat
- quill -- fitilli dikmek; makaraya sarmak.; iri ve sert tüy; içi boş olan tüy sapı; içi boş sap veya buna benzer şey; tüy kalem; kirpi dikeni; (müz.) çalgıcının mızrabı; kamıştan yapılmış çalgı borusu; makara. quill driver yazar. quill feather iri ve sert tüy. quill pen tüy kalem.
- quilt -- yorgan; yorgan gibi pamuklu veya yünlü örtü; içine pamuk doldurup yorgan yapmak; yorgan gibi dikmek. quilt (İng.) yorgan yapma; yorgancı işi; yorganlık malzeme.
- quintessence -- öz
- quintuple -- beş kat; beş misli yapmak veya olmak; beşiz.
- quip -- alaylı şaka; garip hareket; acayip şey.
- quire -- 24 tabakalık kağıt destesi; iç içe katlanmış kağıt tabakası. in quires ciltlenmemiş
- quirk -- acayiplik; tuhaf hareket; alaylı hareket; kaçamak cevap; yazı süsü; (mim.) kabartmalı süslemede aralık veya girinti. quirky hareketli; oyuncaklı; dolambaçlı.
- quirt -- kısa at kamçısı.
- quit -- (-ted; kesilmek; gitmek; terketmek; (k. dili) işten ayrılmak; ödemek; kurtulmuş; arı; bırakma
- quitclaim -- özellikle gayri menkul mülkün talep ve dava haklarından tamamen vaz geçme; ibraname; haklarından vaz geçmek.
- quite -- tamamen; (k. dili) epey. quite a bit; pek çok defa. quite a man harika adam. quite a view şahane manzara.
- quittance -- affolunma; aklama belgesi; bedel
- quitter -- işi tamamen terkeden kimse; sözünden dönen kimse.
- quiver -- ok kılıfı; okluk; bir kılıf içindeki oklar.; titremek; titreme.
- quiz -- (-zed; sorgu; alay; acayip kimse; çok soru soran kimse; eşek şakası; sorguya çekmek; imtihan etmek; (İng.) alay etmek. quiz program radyoda bilgi yarışması. quizzing glass tek camlı gözlük
- quod -- (İng.)
- quoin -- duvarın dış köşesi; köşeye mahsus taş veya tuğla parçası; (matb.) harfleri çerçeve içinde tutmaya mahsus takoz; harfleri çerçeve içinde takoz ile tutturmak; özel taşlarla duvar köşesi yapmak.
- quoit -- oyunda atılan yassı demir halka; coğ. halka oyunu; yassı demir halka atar gibi atmak.
- quote -- aktarmak; (tic.) (fiyat) söylemek; piyasa fiyatını söylelemek; (matb.) tırnak içine almak; (k. dili) aktarılmış söz; tırnak işareti.
- quoth -- (eski) dedim
- rabat -- Rabat
- rabbet -- yiv; yivli tahtalarla birbirine bindirilen yer; yiv açmak; yivli tahtalan birbirine bindirmek. rabbet plane oluk rendesi.
- rabble -- düzensiz kalabalık; the ile ayaktakımı; kitle halinde saldırmak.; ocak gelberisi; erimiş madeni gelberi ile karıştırmak.
- race -- yarış; koşuş; yaşam süresi; akıntı; suyun bentten değirmene aktığı oluk veya geçit; bu oluktan hızla akan su; hareket eden bir makina parçası yatağı; koşmak; yarış etmek; fazla hızlı işlemek (ma- kina); hızlı akmak. rac'er koşucu; yarış atı; yarış için yapılmış yat veya otomobil; Amerika'ya mahsus kara yılanı.; kök; ırk; döl; familya özel tat
- rack -- uçan hafif bulut; fırtına izi; rüzgârın önünde uçmak (bulut); atın rahvan yürüyüşü; rahvan gitmek.; ahırda ot yemliği; parmaklıklı raf (özellikle tren veya vapurda); arabaya yerleştirilen ve kuru ot taşımaya mahsus kafes; bedeni germek suretiyle işkence yapılan alet veya tertibat; işkence sebebi; işkence; dişli çubuk; germek; gerip işkence etmek; fazla yükseltmek (fiyat veya kira); fiyat yükseltmek suretiyle sıkıntıya sokmak. rack and pinion dişli kol ve fener dişli. rack block (den.) içinden halat geçer delikleri olan tahta. rack one' brains çok düşünmek; koyun ve dana etinin gerdan ve belkemiği (kıs.)mı.; tortudan bira veya şarap çıkarmak.; yıkım
- racket -- racquet raket; Kuzey Amerika'da kullanılan tabanı ağ örgülü kar kundurası; (çoğ.) dört duvara karşı sektirilerek oynanılan tenise benzer bir top oyunu.; gürültü
- racketeer -- şantaj yapan kimse: kanuna aykırı yollarla başkalarından para koparan kimse
- raconteur -- iyi hikaye anlatan kimse.
- racquet -- (bak.) racket.
- radar -- aksettirdiği radyo ışınlarıyle bir cismin yerini ve şeklini tespit eden aygıt
- raddle -- örmek.
- radiate -- ışın yaymak; ışın halinde yayılmak; bir merkezden etrafa dağıtıp yaymak; radyoaktif ışınlar yaymak. radia'tion bir merkezden yayılarak dağılma
- radio -- radyo telsiz telgraf veya telefon; telsiz telgraf veya telefonla gelen haber; radyo alıcı veya vericisi; radyo ile yayımlamak; telsiz telgrafla haberleşmek; radyoya veya telsiz telgrafa ait; radyoda kullanılan. radio astronomy radyo astro nomi. radio beacon (radyo) işaret vericisi. radio compass yön belirten radyo alıcısı. radio fix (uçak; (önek) radyo veya radyum kuvvetiyle yayılan.
- radiograph -- radyografi.
- raff -- ayaktakımı.
- raffle -- bir çeşit eşya piyangosu; (gen.) off ile piyango çekmek; piyangoya koymak.
- raft -- sal; sal yapmak; sal ile taşımak; sal kullanmak.; (k.dili) yığın
- rafter -- çatı kirişi
- rag -- (-ged; azarlamak; (İng.) kaba şaka yapmak; yaygara etmek; gürültü; kaba şaka.; paçavra; (gen.) (çoğ.) yırtık pırtık giysi; şaka giysi; paçavra gibi önemsiz şey. rag baby; çatı kaplaması olarak kullanılan ince tabakalı bir çeşit siyah taş; çeşitli büyüklükte kırmak (maden filizi); kabaca yontmak.
- rage -- şiddetli öfke; coşku; moda; çok öfkelenmek
- ragout -- sebzeli yahni; sebzeli yahni pişirmek.
- raid -- akın; polis ve gümrük memurlan baskını; akın etmek; eskiden ticaret gemilerine hücum için kullanılan silahlı ticaret gemisi.
- rail -- sövüp saymak. rail at; dırlanmak.; tırabzan; demiryolu; parmaklıkla çevirmek; demiryolu ile taşımak.; su tavuğu. water rail su yelvesi
- railroad -- railway demiryolu; demiryolu ile taşımak; (A.B.D.)
- rain -- yağmur; çog tropikal üIkelerde yağmur mevsimi; yağmak; yağmur gibi boşanmak; yağmur gibi yağdırmak. rain area; (argo) davete gidemeyen misafiri başka gün için davet etme. rain forest cengel. rain gauge yağmur ölçeği. rain cats and dogs pek şiddetli yağmak.
- rainbow -- gökkuşağı
- raise -- kaldırmak; ayağa kaldırmak; öldükten sonra tekrar diriltmek; bina etmek; toplamak (para); besleyip üretmek; çıkarmak; uyandırmak; ses yükseltmek; canlandırmak; çoğaltmak; kabartmak; (den.) ufukta karayı görmek; dikmek; yığmak; paylamak. raise the dead kıyameti koparmak. raise the roof çok gürültü yap- (mak.)
- raisin -- kuru üzüm.
- rake -- (den.) yan yatmak; bir direğin veya dikili şeyin meyli; yan koyma (şapka); tarak; taraklamak; ince ince araştırmak; (ask.) ateşle taramak. rake over the coals şiddetle azarlamak. rake in money kolayca para kazanmak. rake up toplamak; sefih adam
- rally -- .; canlandırmak; düzene girmek; yükselmek; iyileşmeye yüz tutmak; toplama; ralli; (A.B.D.) heyecan uyandırmak amacıyle toplanma.
- ram -- (-med; şahmerdan; (den.) zırhlı mahmuzu; (mak.) yükseğe su çıkarmaya mahsus su mengenesi; (astr.) Koç takımyıldızı; çok kuvvetle vurmak; şahmerdan ile vurarak yerleştirmek. ram down one' throat istemediği bir şeyi zorla dinletmek.
- ramble -- enine boyuna dolaşıp gezmek; konuyu dağıtmak; enine boyuna yayılıp büyümek (bitki); gezinme; dolambaçlı yol. rambler dolaşıp gezen kimse; (bot.) sarmaşık gülü.
- ramify -- dal dal olmak; dallanıp budaklanmak; kollara ayırmak.
- ramp -- meyilli yüzey veya yol; şahlanmak; saldırmak; şahlanma.
- rampage -- öfkelenmek; saldırmak; saldırı; şiddetli öfke.
- rampart -- kale duvarı; sur ile çevirmek.
- ramrod -- tüfek harbisi; top tomarı; çubuk.
- ramshackle -- pek viran
- ranch -- büyük çiftlik; büyük çiftliğin binaları; çiftlikte yaşamak; çiftlik işletmek. ranch house çiftlik evi; çatı kenarı çıkıntılı tek katlı ev. ranchman; çiftlik sahibi.
- range -- dizmek; sınıflandırmak; tanzim etmek; dolaşmak; otlatmak; menzilini bulmak (top); ayarlamak; uzanmak; dağılmak; (bir yerde) yetişmek; uzun bacaklı; geniş kapsamlı; dağ silsilesi gibi.; alan; (A.B.D.) mera; (biyol.) direy veya bitey alanı; yayılma alanı; (müz.) genişlik; sıra; uçak menzili; menzil; uzaklık; poligon; fırınlı ocak; istatistik dağılım. range finder telemetre. range lights (den.) çifte silyon fenerleri; otlaktaki davar.
- rank -- uzun veya sık büyümü; ağır kokulu; (fena anlamda) daniska; bitek; (huk.) haksız.; sıra; asker safı; (çoğ.) ordu; rütbe; yüksek rütbe; dama haneleri sırası. pull rank ABD; herhangi bir teşkilâtın yönetilen üyeleri.; sıraya dizmek; daha yüksek rütbede olmak; rütbesi olmak; tasnif olunmak; dahil olmak
- rankle -- dert olmak; cerahat toplamak
- ransack -- iyice araştırmak; yağma etmek
- ransom -- fidye; fidye ile kurtarmak; fidye alarak serbest bırakmak.
- rant -- ağız kalabalığı etmek; ağız kalabalığı
- rap -- (ped; çalma; (argo.) suçluluk; vurmak; beraet etmek. take the rap (argo.) suçu üstüne almak.; yarım penilik eski İrlanda parası; bir nebze. I don't give a rap. Hiç de umurumda değil.
- rape -- tecavüz etmek (kadına); yağma etmek; (eski) zorla alıp götürmek; zorla ırza tecavüz; (eski) zorla alıp götürme.; kolza; üzüm posası.
- rapine -- yağmacılık
- rapt -- kendinden geçmiş; çok dalmış
- rapture -- kendinden geçme; aşırı sevinç. rapturous vecit halinde
- rare -- nadir; yoğun olmayan (hava) rareearth metal nadir toprak elementi. rarely nadiren; çiğ
- rarefy -- yoğunluğunu azaltmak; seyrekleştirmek; inceltmek; kalitesini yükseltmek; tasfiye etmek; inceltilebilir. rarefica'tion basıncını azaltma (hava
- rase -- (bak.) raze.
- rash -- (tıb.) vücutta meydana gelen kızıllık veya lekeler; fazla aceleci; cüretli ve düşüncesiz iş.
- rasp -- törpülemek; törpü gibi ses çıkarmak; kaba törpü; törpü sesi; törpüleme.
- raspberry -- ağaççileği
- rat -- (ted; (argo.) oyunbozan; kadınların saçını kabarık göstermek için kullanılan ufak ilâve parça; fare tutmak; on ile; (argo.) oyunbozanlık etmek. Norway rat göçmen keme; (argo.) hain kimse.
- rataplan -- tekrarlanan vurma sesi.
- rate -- azarlamak; oran; kıymet; sınıf; (mülk.) vergisi oranı; (İng.) mülk vergisi; kıymet biçmek; hesap etmek; saymak; sınıflandırmak; değerlendirmek; nakliye fiyatını tespit etmek; (k. dili) hak etmek; değerli olmak
- rather -- (den.) ise; (den.) ziyade; daha doğrusu; oldukça; tersine; (İng.) Öyle
- ratify -- tasdik etmek
- ratio -- nispet
- ratiocinate -- muhakeme etmek
- ration -- pay; vesika ile verilen miktar; tayın; tayın vermek; vesika ile dağıtmak; tayın miktarını tespit etmek.
- rationalize -- (İng.) ise bahane bulmak; mantığa göre açıklamak; mantıklı kılmak; (İng.) modernleştirmek; (mat.) rasyonel sayıya çevirmek. rationalization bahane; modernleşme; (mat.) rasyonelleştirme.
- rattan -- benekli hintkamışı
- rattle -- takırdamak; takırdatmak; (k. dili) akımı karıştırmak; takırtı; boş laf; zırıltı; çocuk çıngırağı; çıngıraklı yılanın çıngırağı; can çekişme hırıltısı. rattle off ezbere söylemek. rattle on boş laf etmek
- rattoon -- (bak.) ratoon.
- ravage -- tahrip etmek; harap etme; harabiyet.
- rave -- çıldırmak; çıIgınca bağırma; çıIgınlık; şevklendirici.; fazla yük kaldırabilmesi için at arabasının yanlarına ilave edilen parmaklık.
- ravel -- (ed; ipliklerini ayırmak; (gen.) out ile halletmek; kaçmış ilmik
- raven -- kuzgun; kuzguni; aç kurt gibi yemek; yağma etmek.
- ravin -- yağma; yırtıcılık; av; canavar gibi yemek; yağma etmek.
- ravish -- esritmek; ırzına tecavüz etmek; (eski) zorla kapıp götürmek; ırza tecavüz; (eski) zorla kapıp götürme.
- rawhide -- tabaklanmamış deri; ham deriden yapılmış kamçı.
- ray -- ışın; (geom.) ışın; (bot.) papatya gibi çiçeğin dış petallerinden her biri; (zool.) balık kanadı kılçığı; ışın saçmak. a ray of hope ümit ışığı. rayless ışınsız; tırpana; vatoz
- razee -- (den.) üst güvertesi çıkarılmış gemi; üst güvertesini çıkarmak.
- razor -- ustura; tıraş makinası. ustura ile kesmek veya tıraş etmek. razor blade ustura ağzı; jilet
- razz -- ABD; yuha; alay etmek; yuhalamak.
- reabsorb -- tekrar emmek veya içine çekmek.
- reach -- uzatmak; elini uzatıp almak veya alarak vermek; uzanmak; yetişmek; gelmek; (den.) rüzgâr yönünde seyretmek. reach ahead ileriye uzanmak. reach down elini aşağıya uzatmak. reach for almak üzere uzanmak.; uzatma; uzanma; erişme; erim; etki alanı; düz uzam; (den.) volta seyrinde zikzaklardan biri. beyond reach
- react -- tepki göstermek; tersine hareket etmek; (fiz.) tepmek; (kim.) reaksiyona girmek.
- reactivate -- tekrar yürürlüğe koymak
- read -- okumuş; (read) (red) okumak; anlamak; çıkarmak; göstermek; (metinde) yazılı olmak; okuyup öğrenmek; okunmak; (k. dili) okuma; okuma süresi. read between the lines kapalı anlamını keşfetmek. read out üyeliğini kaldırmak. read over baştan başa okumak; tekrar okumak. read (someone) to sleep kitap okuyarak uyutmak.
- readjust -- tekrar düzeltmek; yeniden alışmak.
- readmit -- tekrar (üyeliğe
- ready -- hazır; yetenekli; çabuk kavrayan; hazır olma; gezleme durumu; hazırlamak. ready money hazır para; anıklık; gönüllülük.
- reaffirm -- tekrar teyit etmek
- really -- gerçekten.
- ream -- (delik) genişletmek; (den.) kalafat için aralık yerlerini temizlemek. reamer bıcırgan; limon sıkacağı; 480 veya 500 tabakalık kağıt topu; (çoğ.)
- reanimate -- yeniden canlandırmak.
- reap -- biçmek; mahsul toplamak; semeresini almak. reaping hook orak. reaping machine orak makinası
- rear -- geri; (ask.) artçı; arkadaki; arkadaki.; kaldırmak; inşa etmek; yetiştirmek; yükselmek. rear up şahlanmak.
- rearm -- yeniden silahlandırmak; modern silahlarla donatmak veya donanmak. rearmament yeniden silâhlandırma; silahları modernleştirme.
- rearrange -- yeniden düzenlemek
- reason -- sebep; delil; akıl; mantık; hak; usa vurmak; sonuç çıkarmak; münakaşa etmek
- reassure -- güvenini tazelemek; (bak.) reinsure reassur ance temin edilme.
- reave -- (reaved veya reft) (eski) zorla elinden almak; yağma etmek; yırtmak.
- rebate -- iskonto etmek; indirim; (bak.) rabbet.
- rebel -- isyankâr; asi; (led; zorbalık etmek
- rebirth -- yeniden doğma; yeniden uyanış
- rebound -- çarpıp geri sıçramak; yansımak; esneklik; geri tepme; yankı; (k. dili) hayal kırıklığından sonraki tepki.
- rebroadcast -- (rebroad cast veya ed) tekrarlanan (radyo veya televizyon programı); tekrarlamak; tekrar yayımlamak; naklen yayımlamak.
- rebuff -- ret; azarlama; geri püskürtme; reddetmek; ters cevap vermek; geri püskürtmek.
- rebuke -- azarlamak; azar
- rebus -- sorulan kelime veya cümlenin kısımlarını ayrı ayrı resimlerle göstererek oynanan bir çeşit bilmece (msl.) bir dal ile bir kavuk resmi dalkavuk diye okunacak) .
- rebut -- (ted; (huk.) delillerle reddetmek. rebuttal delillerle çürütme ve reddetme. rebutter (huk.) bir davada davacı tarafından verilen ikinci cevap; delille reddeden kimse.
- recalcitrate -- inat etmek
- recall -- geri çağırmak; hatırlamak; lağvetmek; geri çağırma; anımsama; geri gelme işareti veya emri; (pol.) bir yöneticinin halkoyu ile azledilmesi.
- recant -- sözünü geri almak
- recap -- Iastik kaplamak; kaplanmış lastik.; (k. dili) özetlemek; özet.
- recapitulate -- özetlemek. recapitula'tion özet. recapitulatory özetleyici.
- recapture -- tekrar zaptetme; zaptedilmiş şeyi geri almak; hatırlamak.
- recast -- yeniden dökmek; yeniden düzenlemek; yeniden hesaplamak. re'cast yeni şekil
- recede -- çekilmek; uzaklaşmak; vaz geçmek
- receipt -- reçete; makbuz; (çoğ.) hasılât; alma; makbuz vermek
- receive -- almak; kabul etmek; haber almak; anlamak; taşımak; uğramak
- recess -- tatil vakti; girinti; girinti yapmak; ara vermek.
- reciprocate -- karşılıklı hareket etmek; birbirinin yerine geçmek
- recite -- ezberden okumak; nakletmek
- reck -- (eski) ehemmiyet vermek; ehemmiyeti olmak.
- reckon -- saymak; tutmak; sanmak; hesaba katmak; sayı saymak; hesap görmek; on ile itimat etmek; ABD; hesaba katmak.
- reclaim -- geri istemek veya çağırmak; ziraate elverişli hale koymak; (vahşi hayvanı) ehlileştirmek; (azgın kimseyi) ıslah etmek; iadesini talep etmek; yeniden talep etmek; geri çağırma. beyond reclaim ıslah olmaz; ıslah; ziraate elverişli hale koyma.
- reclame -- (Fr.) toplumun gözünde olmaya çalışma.
- recline -- boylu boyuna uzanmak; arkaya dayanmak
- recluse -- münzevi; münzevi kimse
- recognize -- tanımak; birine söz hakkı vermek; bilmek; selâm vermek; takdir etmek. recogniz'able tanınabilir.
- recoil -- geri çekilmek; irkilmek; seğirdim yapmak; geri gelmek; geri tepme
- recollect -- yeniden toplamak; kendini toplamak.; hatırlamak. recollection hatıra; hatırlama; hatırlanan şey.
- recommend -- emanet etmek; temiz iş kağıdı vermek. recommendable tavsiye olunur.
- recommit -- (ted
- recompense -- karşılığını vermek; acısını unutturmak; karşılık; ceza.
- reconcile -- barıştırmak; razı etmek; uzlaştırmak
- recondition -- tamir edip yenilemek; Islah etmek.
- reconsider -- tekrar tetkik etmek; kabul edilmiş bir meseleyi yeniden reye koymak. reconsideration tekrar tetkik.
- reconstitute -- yeniden tertip etmek
- reconstruct -- tekrar inşa etmek; kalıntılarından eski halini anlamak; geçmiş bir olayın ayrıntılarına inerek parça parça incelemek.
- reconvert -- eski haline dönüştürmek.
- record -- yazmak kaydetmek; deftere kaydetmek; banda almak; kaydını yapmak; tescil etmek. recording angel insanın emellerini kaydeden melek.; kayıt; sicil; (çoğ.) arşiv; tasdikli suret; zabıt varakası; gramofon plağı; (huk.) sicil; rekor; rekor kıran; açıklanmamak şartıyle. on record kaydedilen
- recount -- nakletmek; tekrar saymak; yeniden sayma.
- recoup -- telafi etmek; zarar ödemek; (huk.) elde tutmak; telafi; elde tutma. recoup oneself zarar veya masrafı telafi etmek. recoupment telafi
- recourse -- yardım dileme; müracaat edilecek yer veya kimse. have recourse to baş vurmak
- recover -- yeniden döşemek; tekrar kapatmak; döşemesini yenilemek.; tekrar ele geçirmek; geri getirmek; (huk.) mahkeme marifeti ile ödetmek veya tazmin ettirmek; telafi etmek; kurtarmak; işe yaramayacak madenden kıymetli maden çıkarmak; iyileşmek; tahsili caiz.
- recreate -- canlandırmak; eğlenmek.
- recriminate -- şikâyete karşı şikayet veya iftiraya karşı iftirada bulunmak. recrimina'tion karşılıklı şikâyet. recriminative
- recrudesce -- nüksetmek (hastalık) recrudescent tekrar vaki olan
- recruit -- acemi asker; kura neferi; yeni gelen üye.; ordu veya donanma için nefer kaydetmek; ikmal etmek eksiğini doldurmak; sıhhati iyileşmek
- rectify -- tashih etmek; tasfiye etmek; doğru hale koymak; (elek.) dalgalı akımı doğru akıma çevirmek. rectifi'able tashihi mümkün; tasfiye. rectifier (elek.) doğrultmaç.
- recuperate -- sıhhat veya kuvvetini tekrar kazandırmak veya kazanmak; zararını telâfi etmek. recupera'tion nekahet. recuperative nekahet kabilinden.
- recur -- tekrar olmak; tekrar hatırlanmak
- recurve -- geriye veya aşağı doğru eğmek. recurvate
- recycle -- (kullanılmış maddeleri) yeniden işleyip kullanışlı hale getirmek.
- red -- (der; komünist olan; kırmızı renk; kırmızı giyimli kimse; kırmızı renkli şey; (gen.) (bh) anarşist; komunist. red admiral kırmızı renkli güzel bir kelebek. Red Army Sovyetler Birliği ordusu. red bandfish flandrabalığı; az para. Red China (k. dili) Kızıl Çin. red corpuscle alyuvar. Red Crescent Kızılay. red cross İngiliz bayrağındaki kırmızı haç; (bh) Kızılhaç. red deer kırmızı bir geyik; (zool.) Sciaenops ocellata. Red En(sig.)n Kanada bayrağı. red fir odunu kırmızı bir cins çam; isyan bayrağı; tehlike işareti. red gum bir çeşit dişeti iltihabı. red hat Katolik kardinal şapkası. red heat tav. red herring ilgiyi tehlikeli bir konudan başka yöne çekmek için öne sürülen mevzu. red lead sülüğen. redletter day büyük yortu günü; bir insanın hayatındaki en mühim gün. red light (trafikte) kırmızı ışık. redlight district fahişeler mahallesi. red man kızılderili. red osier sürgünleri sepet yapımında kullanılan bir söğüt; hiç meteliği yok. see red son derece öfkelenmek
- redact -- yazı haline koymak; tashih edip basılmak için hazırlamak. redaction düzeltilmiş ve düzenlenmiş nüsha; yeni bası. redactor bir metni değiştiren kimse.
- redden -- kırmızılaştırmak
- reddle -- koyunları işaretlemek için kırmızı boya.
- rede -- (eski); izah etmek; öğüt; plan; masal; tefsir.
- redeem -- bedelini verip geri almak; fidye vererek kurtarmak; borçtan kurtarmak; vaadini yerine getirmek; kefaret etmek. one redeeming feature bir iyi tarafı. redeemable paraya çevrilir (senet); fidye vererek kurtulması mümkün; ıslah olunur. redeemer kurtarıcı kimse.
- redintegrate -- yeniden iyi hale koymak; (fels.) tümceleme.
- redirect -- yeniden salık vermek; (mektuba) düzeltilmiş adresi yazıp yollamak.
- rediscount -- reeskont; reeskont etmek.
- redistrict -- seçim bölgelerini yeniden sınırlandırmak.
- redouble -- iki misline çıkarmak; tekrarlamak; yansılamak; iki misli olmak; tekrarlanmak aksetmek. redouble one' efforts daha fazla gayret sarfetmek.
- redoubt -- tabya
- redound -- neticelenmek; gerektirmek; netice.
- redraft -- ikinci müsvedde; (tic.) protesto edilen bir senedin masraflarla beraber ikinci şekli; ikinci müsveddeyi yazmak.
- redress -- doğrultmak; hakkını yerine getirmek; tamir etmek; kusuru tashih etme; tamir
- reduce -- azaltmak; şiddetini azaltmak; (tıb.) organları normal yerine getirmek; tertip etmek; tahvil etmek; getirmek; (İskoç.); (kim.) redüklemek; (foto.) zayıflatmak; fethetmek; perhiz yolu ile zayıflamak. reducible indirilir
- reduplicate -- tekrarlamak; iki kat etmek; (gram.) kip teşkili için bir harf veya heceyi tekrarlamak; tekrarlanmış
- reecho -- tekrar aksetmek; tekrarlanan yankı.
- reed -- kamış; saz; kamış düdük; kaval; (müz.) klarnet gibi çalgıların ağzında bulunan ve sesi çıkaran ince maden veya kamış parçası; bez tezgâhında gücü; kamış veya kuru otla kaplamak veya süslemek. reed organ basınçlı havayla titreşen kamışlar yoluyle ses çıkaran bir müzik aleti. reed pipe içinde ses çıkaran ince maden parçası olan org borusu; kamış düdük. reed stop böyle boruları kontrol eden jüdorg. reed warbler bir çeşit küçük ötleğen; kamış gibi; kamış düdük gibi ses çıkaran.
- reeducate -- yeniden eğitmek; eğiterek ıslah etmek.
- reef -- resif; (den.) yelkenin bir kat camadanı; yelkeni camadan ile küçültme; camadanını bağlamak; cıvadıra bastonunu mayna etmek. reef knot camadan bağı. reef point camadan halatı.
- reek -- buhar veya buğu yaymak; fena koku yaymak; fena koku; (İskoç.) duman
- reel -- çıkrık iği; (sinema) filim makarası; (teyp) bant makarası; olta çubuğunun alt ucuna konulan makara; makara üstüne sarılmış iplik veya tel; makaraya sarmak. reel in olta çubuğu makarası üzerine ipi sarmak. reel off (k. dili) pürüzsüzce anlatmak (hikâye) reel out olta çubuğu makarasından ipi koyvermek. reel toreel iki makaralı (teyp); dönmek; sersemlemek; bozguna uğramak; sarhoş gibi sendeleyerek yürümek; sendeleyerek yürüme; oynak bir (İskoç.) dansı; bu dansın müziği. Virginia reel Amerika'ya mahsus meşhur bir dans.
- reelect -- (pol.) tekrar seçmek. reelection tekrar seçilme. reenforce (bak.) reinforce.
- reenter -- tekrar girmek; yeniden kaydetmek veya ettirmek; bir oyma işinin çizgilerini derinleştirmek. reentrance tekrar giriş; yeniden kayıt.
- reevaluate -- yeniden değerlendirmek; yeniden göz önüne almak.
- reeve -- (tar.) İngiltere kasabalarında yüksek memur; Kanada'da köy veya şehir meclisi reisi.; (reeved veya rove) (den.) bir halatın ucunu bir delikten veya makaradan geçirmek.; dişi dövüşken kuş
- reexamine -- tekrar sorguya çekmek. reexamina'tion tekrar edilen sınav; yeniden değerlendirme.
- reexport -- tekrar ihraç etmek; tekrar ihraç edilen mal; tekrar ihraç. reexporta'tion ithal edilen malın yeniden ihracı.
- refer -- vermek; göndermek; işaret etmek; bakmak
- referee -- hakem; tartışmalı bir meseleyi hal için kendisine müracaat edilen kimse; hakemlik yapmak.
- reference -- havale etme veya olunma; münasebet; kinaye; müracaat; müracaat kitabı veya yeri; tavsiye eden kimse; tavsiyename; bir kitabın içine müracaat yerlerini işaret etmek. reference library araştırma için kullanılan fakat dışarı kitap çıkarılamayan kütüphane. reference mark müracaat işareti. cross reference aynı kitapta başka yere müracaat. with reference to e gelince
- refill -- tekrar doldurmak; herhangi bir kabın içindeki biten maddenin yerine konan yedek takım.
- refine -- tasfiye etmek; inceleştirmek; safileşmek; incelmek
- refit -- tekrar kullanılacak hale koymak; tekrar kullanılacak hale gelmek; tamir
- reflect -- aksetmek; ayna gibi hayalini göstermek; netice olarak vermek; düşünmek
- reflex -- geri çevrilmiş; (fizyol.) elinde olmayarak vukua gelen; akis; (fizyol.) gayri ihtiyari vukua gelen hareket; geriye çekmek veya bükmek; yansıtmak.
- reflux -- geriye akış
- reforest -- kesilmiş ormanda yeniden ağaç dikmek. reforesta'tion yeniden orman yetiştirme.
- reform -- ıslah etmek; yenileyip daha iyi hale koymak; ıslah olmak; nefsini ıslah etmek; ıslah; nefsini ıslah. Reform Judaism ABD'de reformcu Musevilik.; yeniden teşkil etmek
- refract -- ışınları kırmak. refract (İng.) angle kırılma açısı. refracting telescope mercekli teleskop.
- refrain -- from ile kendini zaptedip çekmek; şarkı nakaratı
- refresh -- tazelemek; dinlendirmek; kuvvetlendirmek (hatırayı) refresh oneself canlanmak; dinlenmek
- refrigerate -- soğutmak
- refuel -- yakıt ikmal etmek.
- refuge -- sığınacak yer; barınak.
- refugee -- mülteci
- refund -- alınmış parayı geri vermek; tekrar para vermek; ödeme
- refuse -- kabul etmemek; istememek; hendek veya çitten atlamayı istememek (at) refusable reddolunur.; süprüntü; değersiz diye istenmeyen.; yeniden fitil yerleştirmek.
- refute -- yalanlamak
- regain -- tekrar ele geçirmek; tekrar vâsıl olmak.
- regale -- mükellef ziyafetle ağırlamak; canlandırmak; hoş vakit geçirtmek; ziyafette bulunmak; mükellef ziyafet; nefis yemek. regalement ziyafet
- regard -- dikkatle bakmak; itibar etmek; hürmet etmek; addetmek; dinlemek; bakış; hürmet; itibar; mulâhaza
- regenerate -- ahlak ve hareketleri ıslah olmuş; yeniden doğmuş; yeniden teşkil etmek; yeni hayata kavuşturmak; hidayete erdirmek; tamir ve ıslah etmek; manen yeniden doğmak; düzelmek
- regiment -- alay; alay teşkil etmek; tasnif etmek; sistematik şekle koymak.
- register -- kaydetmek; göstermek (hareket derecesi); basılmış sayfaları veya renkleri birbirine uydurmak; taahhütlü olarak göndermek; kaydolunmak; birbirine uygun gelmek; (k. dili) tesir etmek; defter; sicil; kayıt; sesin veya çalgının yükseldiği derece; (müz.) kalın ve ince olmak üzere ses perdelerinden biri; odayı ısıtma veya soğutmada kullanılan alet; kaydeden alet. register of births doğum kütüğü. register office sicil dairesi.
- regorge -- istifrağ etmek
- regrate -- pazarda veya panayırda tekrar kâr ile satmak için satın almak; böyle satın alınan şeyleri satmak. regrater ara komisyoncusu; pazarcı
- regress -- geri dönme; geri çekilmek
- regret -- teessüf etmek; pişman olmak; esef; pişmanlık; (eks.) (çoğ.) itizar
- regularize -- intizama koymak
- regulate -- nizama sokmak; ayar etmek. regula'tion nizam; kanun; (çoğ.) tüzük; saat rakkası; (fiz.) düzengeç; regülatör.
- regurgitate -- kusturmak; istifrağ etmek. regurgita'tion kusturma.
- rehabilitate -- tamir etmek; yeniden ehliyetini vermek; namus veya itibarını iade etmek
- rehash -- eski bir meseleyi yeniden tartışmak; eski bir meseleyi yeni isimle meydana çıkarma.
- rehearse -- bir piyesi prova etmek; alıştlrmak (aktör); nakletmek; ezberden okumak; tekrarlamak. rehearsal piyes veya musiki provası.
- reify -- maddeleştirmek
- reign -- saltanat; hükümet müddeti; devir; saltanat sürmek; hakim olmak
- reimburse -- sarfolunmuş parayı tediye etmek
- rein -- eks. (çoğ.) dizgin; idare vasıtaları; dizgin ile idare etmek; idare etmek. rein in
- reincarnate -- tekrar bedenli olmak; yeni bedene sokmak (ruh)
- reinstate -- eski mevkiine veya haline iade etmek. reinstatement eski mevkiine dönme.
- reinsure -- reasürans etmek; tekrar sigorta etmek. reinsurance reasürans.
- reinvest -- (parayı
- reissue -- tekrar çıkarmak; yeni baskı.
- reiterate -- tekrarlamak. reiterative tekrarlanan; az bir değişiklikle tekrarlanan kelime veya hece (bomboş gibi)
- reject -- kabul etmemek; secip defetmek
- rejoice -- sevinmek; sevinç göstermek; sevindirmek
- rejoin -- tekrar kavuşturmak; tekrar kavuşmak.; cevap vermek; (huk.) cevaba cevap vermek.
- rejoinder -- (huk.) cevap; cevabın cevabı.
- rejuvenate -- tekrar gençleştirmek; canlandırmak; (biyol.) bazı alglerde olduğu gibi protoplazmanın hücre cidarını delip çıkması ve yeni cidarlar teşkil etmesi.
- relapse -- yeniden nüksetmek; tekrar kötü yola sapmak; nüksetme; tekerrür
- relate -- anlatmak; bağlantı kurmak; münasebeti olmak; ilgili olmak
- relax -- gevşetmek; zayıflatmak; gevşemek; dinlenmek
- re-lay -- (relaid) yeniden sermek veya döşemek.
- relay -- yedek hayvan veya insan veya şey; elektrik düzenleyicisi; nakletmek; yedek değiştirmek suretiyle bir yerden diğer yere göndermek. re'lay race yedek değiştirme suretiyle yapılan koşu
- release -- (huk.) tahliye etmek; temize çıkarmak; azat etmek; kurtarmak. releasement tahliye; kurtarma; salıverme; (mak.) salıverme tertibatı; makinadan buharı salıverme. release from arrest (huk.) haczin kaldırılması
- relegate -- göndermek; tayin etmek; havale etmek. relega'tion sürgün; muayyen sınıfa indirme
- relent -- yumuşamak; acıyıp merhamet göstermek.
- relic -- kalıntı; yadigâr; mukaddes emanet; (çoğ.) bir azizin cesedi veya cesedinin bir kısmı veya eşyası.
- relieve -- gönlünü ferahlatmak; kurtarmak; nöbetini devralmak; renk katarak güzellik vermek; hakkını vermek. relieve oneself dışan çıkmak. relievable yardım edilir
- religion -- din; diyanet; dindarlık taslama. religionist mutaassıp kimse.
- relinquish -- bırakmak; feragat etmek
- relish -- güzel tat; çeşni; merak; salça veya hardal gibi lezzet veren şey; lezzet vermek; lezzetinden hoşlanmak; lezzeti olmak
- relume -- tekrar aydınlatmak.
- rely -- ( "on" ile) güvenmek
- remain -- kalmak; baki kalmak; geri kalmak; değişmeyip olduğu gibi kalmak; fazla kalmak; ceset; bir kimsenin ölümünden sonra basılan eserleri.
- remainder -- bakıye; (mat.) artan; (kitap
- remake -- (remade) yeniden yapmak.
- remand -- geri göndermek; bir mahpusun sorgusunu tamamlamadan başka soruşturma yapılmak üzere kendisini hapishaneye iade etmek; geri gönderme
- remark -- söylemek; dikkat edip görmek; işaret; söz; dikkat etme; mütalâa.
- remarry -- boşandıktan veya dul kaldıktan sonra yeniden evlenmek.
- remedy -- çare; ilaç; (huk.) hakkın yerine getirilmesi için kanunun gösterdiği yol; çaresini bulmak
- remember -- hatırlamak; hatırlama süresi; eks. (çoğ.) andaç; selam. remembrancer hatırlatıcı şey veya kimse; b.h. İngiltere'de yüksek bir hazine memuru.
- remind -- hatırlatmak; hatırlatan şey veya kimse. remindful unutmayan; hatırlatıcı.
- reminisce -- (A.B.D.) hatırlamak
- remise -- (huk.)feragat; vaz geçip teslim etmek
- remit -- affetmek; vaz geçmek (cezadan); (huk.) (davayı üst mahkemeden alt mahkemeye) iade etmek; havale etmek; şiddeti eksilmek; (huk.) birini mevkiine iade eden mahkeme kararı.
- remodel -- şeklini değiştirmek
- remonstrate -- paylamak; şikâyet etmek
- remote -- uzak; yabancı; ayrı; pek az. remote control uzaktan idare (cihazı) remotely uzaktan. remoteness uzaklık.
- remount -- tekrar ata binmek; tekrar mukavvaya yapıştırmak; sakat veya kaybolan atın yerine alınan binek atı.
- remove -- kaldırmak; öldürmek; başka yere nakletmek; azletmek; kesmek; izale etmek; gitmek; uzaklaştırma; yer değiştirme; derece
- remunerate -- hakkını vermek
- rencounter -- (eski) rast gelmek; beklenmedik karşılaşma; çarpışma; tartışma; rastlama.
- rend -- (rent) yırtmak; yırtılmak
- render -- karşılık olarak vermek; iade etmek; vermek; teslim etmek; göstermek (hesap); icra etmek; etmek; tercüme etmek; anlatmak; eritmek (yağ); iade; sıva.
- rendezvous -- (Fr.) buluşma; sözleşip buluşmak.
- rendition -- tercüme; ifade etme; teslim.
- renegade -- dininden dönmüş kimse; firari; dininden dönen; kaçan; hain.
- renege -- iskambilde oyun kuralına aykırı hareket etmek; sözünü geri almak.
- renew -- yenilemek; yeni hayat vermek; tekrar başlamak; tekrar etmek; tazelemek; tamir etmek; eksiğini tamamlamak; müddeti uzatmak; yenilenmek; yeniden başlamak. renewable yenilenir.
- renounce -- vazgeçmek; (iskambil) aynı renkten kâgıdı olmadığından başka renk kağıt oynamak.
- renovate -- yenileştirmek
- renown -- şöhret
- rent -- yırtık; ara açılması; kira; kira ile vermek; kiralamak; kira ile tutmak. rent charge kira üzerinden alınan vergi. rentfree kirasız; (bak.) rend.
- reoccupy -- yeniden işgal etmek.
- reopen -- yeniden açmak
- reorder -- yeniden sipariş etmek; yeniden tanzim etmek.
- reorganize -- yeniden teşkil etmek; ıslah etmek. reorganiza'tion yeniden teşkil veya teşekkül; ıslah.
- rep -- (argo) şöhret
- repair -- gitmek; tamir etmek; zararını telafi etmek; tamir; tazmin; (çoğ.) tamirat; iyileştirme
- repartee -- hazırcevap sözlerle dolu konuşma.
- repartition -- bölme; yeniden bölme.
- repast -- yemek; öğün.
- repatriate -- tekrar memleketine iade etmek; kendi memleketinin vatandaşlığına tekrar girmek; tekrar memleketine iade olunan kimse. repatria'tion kendi memleketine iade
- repay -- (repaid) geri vermek; karşılığını yapmak veya ödemek; karşılığını vermek. repayable geri dönmesi mümkün
- repeal -- kaldırmak (kanun); fesih
- repeat -- tekrarlamak; tekrar söylemek; ezberden söylemek; (A.B.D.) aynı seçimde birden fazla oy kullanmak; tekrarlama; (müz.) nakarat; nakarat işareti. repeating circle (astr.) oktant nevinden tam daire. repeating decimal (mat.) tekrarlanan kesir. repeating method aynı aletle birkaç açıyı birden ölçme usulü. repeating rifle mükerrer ateşli tüfek. repeating watch düğmesine basılınca çalarak saati belirten cep saati. repeatedly tekrar tekrar
- repel -- defetmek; püskürtmek; bağdaşmamak; reddetmek; nefret uyandırmak. repellent defedici; haşaratlı defedici ilâç; bir çeşit sugeçmez kumaş.
- repent -- (bot.); (zool.) sürünen; pişman olmak
- repeople -- yeniden iskân ettirmek; türü azalmış canlıları türetmek.
- repetition -- tekerrür; ezberden okuma veya okunma. repetitious tekrarlayan
- rephrase -- başka bir şekilde ifade etmek.
- repine -- halinden şikâyet etmek
- replenish -- tekrar doldurmak; tamamen doldurmak; türü azalmış canlıları türetmek. replenishment tekrar dolma veya doldurma; dolduran şey.
- replete -- dolu; (tıb.) kan dolgunluğu.
- replevin -- (huk.) gaspolunmuş eşyanın geri alınması için açılan dava; bu suretle geri alma emri; kefalet.
- replevy -- gaspolunmuş eşyayı kurtarmak. repleviable geri alınabilir
- replicate -- katlamak; kopya etmek; cevap vermek; türemek; hücre bölünmesiyle çoğalmak.
- reply -- cevap vermek; mukabele etmek; cevap
- report -- söylemek; rapor vermek veya yazmak; resmen malumat vermek veya yazmak; haber yaymak; haber vermek; kendi hakkında malumat vermek; rivayet; rapor; top sesi
- repose -- yatırmak; yatmak; dayanmak; rahat; emniyet; ahenk. reposeful dinlendirici.
- reposit -- teslim etmek; sırdaş.
- reprehend -- azarlamak
- represent -- göstermek; anlatmak; taslamak; temsil etmek; rolünü yapmak; tarif etmek; yerine geçmek; numunesi olmak. representable temsil edilir.
- repress -- baskı altında tutmak; uzaklaştırmak; tutmak. repressible bastırılır
- reprieve -- (istenilmeyen bir şeyi) tehir etmek; sonraya bırakmak; idam gibi cezayı tehir etmek; muvakkaten kurtarış; bir cezayı geçici olarak erteleme
- reprimand -- azar; azarlamak
- reprint -- tekrar basmak; yeni baskı.
- reprise -- (İng.) kira gelirinden kanuni indirim ve ödemeler; (müz.) tekrarlama
- reproach -- iftira etmek; ayıplamak; ayıp; ayıplama; azar; leke
- reprobate -- tövbesiz; kötü yola sapmış kimse; ebedi ceza vermek (günahkâra); uygun görmemek; lânetlemek. reproba'tion lânetleme; tensip etmeme; melunluk.
- reprocess -- tekrar işlemek. reprocessed wool kullanılmamış fakat bir defa örülüp sökülerek tekrar örülmüş yün.
- reproduce -- kopya etmek; tekrar meydana getirmek; yeniden hâsıl etmek; tekrar çıkarıp göstermek; (biyol.) doğurmak; aynını yetiştirmek; tekrarlamak; hatırlamak.
- reproof -- azar
- reprove -- azarlamak
- republish -- tekrar neşretmek; tekrar yürürlüğe koymak (iptal edilmiş kanun veya vasiyetname)
- repudiate -- reddetmek; ödememek
- repulse -- hücum edeni geri püskürtmek; hücumu bozguna uğratma; itme; defetme; (fiz.) iteleme.
- repute -- saymak; ad
- request -- rica; revaç; istenilen şey; rica etmek
- require -- muhtaç olmak; istemek
- requisition -- talep; talep etmek; mükellefiyete tabi tutmak.
- requite -- karşılığını yapmak veya vermek; mükâfat veya ceza vermek; telafi etmek
- res -- (tek.)
- rescind -- lağvetmek
- rescript -- emir
- rescue -- kurtarmak; kurtuluş; kurtarış
- research -- dikkatle arama; tetkik neticesinde çıkarılan eser; dikkatle araştırmak
- resect -- (tıb.) yarıp parçasını çıkarmak. resection (tıb.) yarıp bir uzvun parçasını çıkarma.
- resemble -- benzemek
- resent -- bir şeyden dolayı kızmak
- reserve -- ihtiyaten saklamak; hakkını muhafaza etmek.; ihtiyat olarak saklanan şey; çekinip sıkılma ve açılamama; ilgisizlik; ağız sıkılığı; (ask.); (çoğ.) yedek kuvvet; ihtiyat akçesi; orman olarak ayrılan araziç reserve air (biyol.) ciğerde daima bulunan hava kalıntısı. reserve fund ihtiyat akçesi. reserve of ficer yedek subay; şartsız.
- reside -- oturmak
- resin -- sakız; cilt kaşınmasına karşı kullanılan sarı bir yağ. resinous sakız nevinden
- resist -- karşı durmak; dayanmak; bir yüzeyi paslanma veya çürümeden korumak için sürülen bir madde; kumaş boyacılarının kullandığı tutkal gibi ve kimyasal tesire karşı gelen madde.
- resole -- pençe vurmak.
- resolve -- karar vermek; karar vermesine sebep olmak; parçalara ayırıp incelemek; çözmek; halletmek; oy ile kararlaştırmak; iyi yönde değiştirmek; (müz.) çözmek; (tıb.) eritmek; karar
- resonate -- çınlamak
- resorb -- tekrar emmek.
- resort -- gitmek; ("to" ile ) baş vurmak; sık sık gidilen yer; mesire; çare; yardımına baş vurulan kimse; sık sık gitme. last resort son merci; son çare. summer resort sayfiye
- resound -- çınlamak; yayılmak
- resource -- kaynak; çare; dayanak; (çoğ.) araçlar; halletme yeteneği. inner resources manevi kuvvet. natural resources doğal kaynaklar.
- respect -- münasebet; hürmet; uyma; (çoğ.) hürmetler; hürmet etmek; saygı göstermek; ilgisi olmak. respecter of persons kişilere rütbesine göre değer veren kimse.
- respire -- teneflüs etmek; dinlenip tekrar kuvvet ve cesaret bulmak.
- respite -- mühlet; (huk.) idam hükmünün infazını geçici olarak erteleme; dinlenme vakti; alacaklının borçluya tanıdığı zaman; mühlet vermek
- respond -- Kitabı Mukaddes okunduktan sonra cevap yerine söylenilen sözler; (mim.) bir kemerin ağırlığını karşılamak amacı ile duvar içine konan yarım direk veya sütun.; cevap vermek; karşılık verme. respondence; cevap veren kimse; (huk.) savunan kimse (bilhassa boşanma davalarında)
- rest -- the (ile) kalan miktar; dinlenmek; yatmak; uyumak; ölmek; dayanmak; (huk.) bir davada taraflardan birinin davaya ait butün delilleri anlattığını bildirmek; güvenmek; kalmak; dinlendirmek; dayamak; koymak. His eyes rested on it Gözleri ona dikildi. rest'ingplace konak yeri; mezar.; rahat; oturma; sükun; uyku; asayiş; durak; ölum; (müz.) fasıla; dayanak; rahatta; olmuş. go to rest dinlenmek
- restore -- iade etmek; geri vermek; eski haline koymak; eski mevkiini iade etmek; bozulmuş yerini onarmak (resim); zararı ödemek. restorable yeniden sağlanabilir; onarılabilir; iade edilir.
- restrain -- tutmak
- restrict -- kısltlamak; elini bağlamak: tahdit etmek
- result -- (sık sık) in (ile) çıkmak meydana gelmek
- resume -- hulasa; eski halini almak; yeniden başlamak veya devam etmek; geri almak: yeniden kullanmaya başlamak.
- resurge -- tekrar çıkmak
- resurrect -- yeniden diriltmek; yeniden canlandırmak: mezardan çıkarmak; unutulmuş veya kaybolmuş şeyi yeniden meydana çıkarmak.
- resuscitate -- .ölüyü diriltme ölü gibi olanı ayıltmak; batmış ve unutulmuş şeyi tekrar meydana çıkarmak. resuscita'tion canlandırma
- ret -- (-ted
- retail -- .perakende satış; perakende; perakende olarak satmak; ayrıntılarıyle anlatmak: tekrar anlatmak.
- retain -- alıkoymak tutmak; ücretle tutmak (avukat; akılda tutmak unutmamak. retainable .elde tutulabilir. retaining wall istinat duvarı.
- retaliate -- dengiyle karşılamak
- retard -- geciktirmek; tehir etmek; gecikmek; tehir; gecikme; geciktiren şey; gecikme süresi. retardative geciktirici.
- retch -- kusmaya çalışmak
- retell -- (retold) tekrar anlatmak; yeniden saymak.
- reticulate -- ağ şekline koymak; şebeke gibi göstermek veya yapmak; ağ gibi; (bot.) ağsı
- retire -- çekilmek; yatmaya gitmek emekliye ayrılmak; tedavülden çıkararak karşılığını ödemek (bono); gümrükten çekmek (malını); emekliye ayırarak hizmetten el çektirmek; (beysbol) vurucuyu oyun dışı etmek
- retort -- isnada veya siteme karşı isnat veya sitemle cevap vermek; sert cevap vermek; karşılık vermek; karşılık; kötü sözü sahibine iade etme; (kim.) imbik; imbikte ısıtarak damıtmak.
- retouch -- düzeltmek; yeniden gözden geçirmek; (foto.) rötuş etmek; rötuş edilen şey.
- retrace -- bir çizginin üstünü tekrar çizmek; izini takip ederek geriye veya kaynağına gitmek. retraceable izi takip olunabilir
- retract -- geri çekmek; sözünü geri almak. retractable geri alınabilir. retractation sözünü geri alma; cayma; sözünü geri alma. retrac- tile geriye veya içeriye çekilebilir. retractive geri çekici; sözünü geri alma kabilinden.
- retread -- lastik kaplamak; kaplanmış lastik; (argo) mesleğini değiştiren kimse.
- retreat -- çekilmek; düşman önünden çekilmek; geriye kaçırmak; geriye çekme veya çekilme; geri çekilme işareti; inziva köşesi; tımarhane; şifa yurdu; koy evi; sohbet için bir kenara çekiliş. a retreating chin basık çene. beat a retreat geri çekilmek
- retrench -- azaltmak; gidermek; kale veya metrisin iç tarafında yapılan hendek veya metris.
- retrieve -- tekrar ele geçirmek; tekrar kazanmak veya düzeltmek; tazmin etmek; bulup getirmek (köpeğin yaralı veya ölü avı bulması gibi); tekrar ele geçirme; düzeltme; tazmin; avı bulup getirme. retriever vurulmuş avı bulup getirmek için özel olarak terbiye edilmiş köpek.
- retroact -- tepki yapmak; (huk.) evvelce olanları da kapsamak.
- retrocede -- iade etmek; geri çekilmek.
- retrograde -- geriye doğru giden; karşıt; yozlaşan; (astr.) hareket etmeyen yıldızlara göre doğudan batıya dogru gider gibi görünen; geriye gitmek; yozlaşmak; (astr.) doğudan batıya doğru gerileme devimi.
- retrogress -- gerilemek; bozulmak; bozulma; yozlaşan. retrogressively geri giderek; bozularak
- retrospect -- geçmiş şeyleri düşünme; geçmişe bakış; geçmiş şeyleri hatırlamak
- retry -- yeniden yargılamak.
- return -- geri dönmek; eski sahibine dönmek; yanıtlamak; mukabele etmek; geri getirmek; geri göndermek; ödemek; (kar) sağlamak; (tenis) iade etmek (topu); resmen ilan etmek veya bildirmek. return thanks teşekkürlerini bildirmek; şükretmek. return to dust ölmek; depozitli şey (şişe); dönüş; geri getirme; geri gönderme; eski haline dönüş; tekrar tutma; tekrar olma; kâr; resmi rapor; (çoğ.) istatistik cetveli. return address gönderenin adresi. return game; (A.B.D.) dönüş bileti. by return mail
- rev -- (revved; ("up" ile) hızını değiştirmek (motor)
- revalue -- yeniden değerlendirmek. revalua'tion yeniden değerlendirme.
- revamp -- tamir etmek; ayakkabının yüzünü değiştirmek.
- reveal -- (mim.) pencere veya kapı çerçevesinden duvarın kenarına kadar olan kısım; ifşa etmek; göstermek; ilham yoluyle bildirmek. revealment açıklama.
- revel -- cümbüş etmek; cümbüş
- revenge -- öç almak; öç; kin; öç alma fırsatı. revengeful intikam alıcı
- revenue -- gelir; bir hükümetin yıllık geliri; varidat dairesi. revenue cutter gümrük kaçakçılığına engel olmak için kullanılan silahlı deniz motoru; gümrük muhafaza gemisi. revenue office maliye tahsil şubesi. revenue stamp damga pulu. public revenue devlet geliri.
- reverberate -- aksettirmek; yankı; yansıtaç
- revere -- hürmet etmek
- reverence -- hürmet; huşu; hürmet etmek
- reverse -- aksi; terslik yapan. reverse curve "S" şeklinde demiryolu hattı dönemeci. reverse frame (den.) ters posta. reverse side ters taraf. reverse turn ters tarafa dönüş. reversely tersine; diğer taraftan.; ters çevirmek; yerlerini değiştirmek; iptal etmek; tersine hareket ettirmek; tersine dönmek; geri vitese almak.; ters taraf; ters; durumun kötüleşmesi; (mak.) geri çevirme; geri vites.
- revert -- geri gitmek; tekrar intikal etmek; geri dönen kimse
- revest -- eski mevkiini iade etmek; eski sahibine dönmek.
- revet -- (-ted
- review -- yeniden gözden geçirme; yeniden yoklama; eleştiri; edebiyat ve fikir mecmuası; (huk.) bir davanın temyiz mahkemesince yeniden incelenmesi. court of review yargıtay; yeniden incelemek; eleştiri yazmak; (askeri kuvvetleri) teftiş etmek; (huk.) (mahkeme kararını) yeniden incelemek; tekrar gözden geçirmek.
- revile -- sövmek
- revise -- tekrar gözden geçirip düzeltmek; (İng.) tekrarlamak (ders); değiştirmek; düzeltme; (matb.) ikinci prova.
- revision -- düzeltme; düzeltilmiş baskı. revisionist değişiklik taraftarı (öğreti veya siyaset konusunda)
- revive -- yeniden canlanmak; eski halini bulmak; canlandırmak; eski kuvvetini yerine getirmek; tekrar rağbet kazandırmak; tazelemek
- revivify -- yeni hayat vermek
- revoke -- geri almak; sözünü geri almak; (iskambil) kurallara aykırı olarak aynı renkten kâğıt oynamamak; (iskambil) aynı renkten kağıt oynamayış.
- revolt -- isyan etmek; karşı gelmek; ("at" veya "against" ile) tiksinmek; isyan; şiddetli anlaşmazlık halinde olma.
- revolute -- (bot.) geriye veya aşağıya doğru kıvrılmış (yaprak kenarları)
- revolve -- döndürmek; devrettirmek; dönmek; bir devre içinde dönmek; mutalaa etmek
- reward -- mükâfatlandırmak; karşılığını vermek; gönül okşamak; taltif etmek; mükâfat; ücret
- rewire -- yeniden tel döşemek.
- reword -- tekrarlamak; yeni kelimelerle söylemek.
- rhapsodize -- (şiir) inşat etmek; bir şeyden fazla heyecanla bahsetmek. rhapsodist (şiir) inşat eden kimse
- rhubarb -- ravent.
- rib -- (-bed; saka zevce; (argo) (şaka): çubuklarla desteklemek; (den.) ıskarmoz koymak; (argo) alay etmek .
- ribbon -- (eski) riband kurdele: şerit: yazı makinasının şeridi; (çoğ.); şövalyelik nişanı olan kurdele parçası. blue ribbon (bak.) blue . torn to ribbons lime lime olmuş ribbon. fish kâğıtbalığı
- rice -- patates veya diğer sebzeleri ince deliklerden tazyikle geçirip ufaltmak. ricer patates ve diğer sebzeleri deliklerinden geçirerek ezmeye yarayan mutfak aleti.; pirinç
- rich -- zengin; bol; parlak (renk); gür; tuhaf; bol bol; fazlasıyle; ağır bir şekilde rich'ness (I.) zenginlik; yağlılık.
- rick -- saman veya kuru ot yığını; kuru ot yığmak.
- ricochet -- taş parçasının su yüzünde sekerek gitmesi; top güllesinin sekerek gitmesi için kullanılan ateşleme metodu; sekerek gitmek.
- rid -- (gen.) of( ile) kurtarmak; (eski) defetmek
- riddle -- muamma; bilmece çözmek; bilmece ile söylemek.; kalbur: kalburla elemek; kalbur gibi delik deşik etmek.
- ride -- (-rode; su üstünde gitmek; binilmesi rahat olmak; binip kullanmak veya sürmek; zorla yönetmek; bindirmek; binme; atla gezinti yeri veya yolu. ride a wave dalga ile sürüklenmek. ride for a fall hayal kırıklığna doğru gitmek
- ridge -- sırt; sırt haline koymak. ridge beam çatı direği. ridge'pole çatının yatay direği. ridge tile çatı sırtına mahsus kiremit. ridge'way bayır sırtı boyunca giden yol. ridg'y sırtlı
- ridicule -- eğlenme; istihza etmek
- riff -- (müz.) cazda kısa tema.
- riffle -- (A.B.D.) akıntıya mani olan su altlndaki kumluk veya kaya; engelin etkikisiyle sığlaşan ve karışık durum alan akıntı: (iskambil) kâğıt karıştırma: (iskambil) kâğıt karıştırmak; altınla karışık kumu ayıran ızgara .
- rifle -- yivli silâh; .top veya tüfek namlusu içine yiv açmak. rifled namlusu yivli.; .soymak
- rift -- yarık; ara açılması: yarmak
- rig -- donatmak; teçhiz etmek; (den.) donatmak (gemi); donanım; takım: at ile beraber araba takımı: kıyafet
- right -- doğru; iyi; sağ (taraf); .doğru; dosdoğru; doğruca; pek; hak; adalete uygunluk; hakikat; doğruluk; sağ taraf; yetki; (pol.) sağ kanat; hakkını yerine getirmek; doğ- rultmak; tashih etmek; doğrulmak. Right ! Hakllsınız ! Doğrudur right along boyuna; önden geçme hakkı; demiryolunun geçtiği arazi; kabloların döşendiği arazi parçası; yol geçen arazi parçası. Right on (argo) Tam isabet Devam et. righttowork law (A.B.D.) ) sendika dışı işçi çalıştırma hakkı veren kanun. right trianglegeom dik üçgen .right whale balina
- righteous -- dürüst; adil
- rile -- (k.dili) sinirlendirmek; (A.B.D.) bulandırmak .
- rill -- küçük dere.
- rim -- (-med; tekerlek ispiti; kenar çevirmek
- rime -- kırağı; kırağı bağlamak; kırağı ile örtmek .rim'y kırağılı
- rind -- kabuk; meyva veya peynir kabuğu; kabuğunu soymak.
- ring -- (rang; çınlak; zili çalmak; çalkanmak (şöhret ile); tesir etmek (söz); çalmak; çılatmak; çan ile ilân etmek; ses çıarmak; çan sesi; çınama sesi; ahenk; akis.ring down tiyatro perdeyi indir işareti vermek; bir şeye son vermek. ring in çan sesiyle getirmek. ring off telefonu kapamak. ring out çan sesiyle göndermek; hızlı hızlı. çalmak ring true doğru gibi gelmek (söz) ring up birine telefon etmek. ring for a servant hizmetçiyi çağırmak. ring the changes on aynı şeyi tekrar tekrar söylemek.; etrafına halka çekmek; halka veya yüzük takmak; halka şeklinde soymak (ağaç kabuğu); halka meydana getirmek; helezonlar halinde yükselmek; halka şekline girmek; halka; yüzük; çember; güreş meydanı; sirk; ticaret veya siyasette nüfuzunu kendi çıkarlarına kullanan şebeke; (kim.)atomlardan meydana gelen halka.ring fence geniş bir yerin etrafını çeviren çit.ring finger yüzük parmağı.run rings around one çok üstün gelmek
- ringmaster -- sirkte gösteriyi sunan kimse.
- rinse -- çalkamak; yıkayarak sabununu gidermek; çalkama; saç boyası.
- riot -- gürültü; kargaşalık; baş kaldlrma; cümbüş; gürültü etmek; ayaklanmak; (k. h.) şiddetli azar. read the riot act azarlamak. riot gun nöbetçilikte veya ayaklananlara karşı kullanllan kısa namlulu tüfek. riot squad toplum polisi ekibi. run riot (fig.) gemi azıya almak; dal budak salıp her yeri sarmak (bitki)
- rip -- (-ped; çekip dikişlerini sökmek; keresteyi boyuna kesmek; yarılmak; dikişleri açılmak; hızla ilerlemek veya koşmak: yarık; dikiş söküğü; değersiz şey; girdap; balonu çabuk indirmek için gaz torbasını azıcık açmaya mahsus ip. rip off (argo) çalmak; dolap çevirmek rip open yarıp açmak. rip out bir denbire küfür savurmak. ripped yırtlı; (argo) sarhoş; şaşkın.; ters akıntıların birleşmesinden meydana gelen dalgalı su.
- ripe -- olmuş; olgunluk derecesine varmış; ihtiyarca; eski ve lezzetli; hazır. ripe'ly olgunlukla; uygun surette
- ripen -- olgunlaştırmak
- riposte -- karşılık; çabuk ve zekice verilen cevap; çabuk karşı hamle yapmak; çabuk ve zekice cevap vermek.
- ripple -- ufacık dalga; su yüzünün dalgalanması; ufak dalgalar meydana getirmek; dalgalanmak; dalgacıklar gibi ses çıkarmak. a ripple of conversation dalga gibi yükselip alçalan konuşma sesi. ripple mark kaya veya kum üzerinde su veya rüzgârın bıraktığı iz. ripplet dalgacık. ripply dalgacık gibi.; keten tarağı; keten tohumunu ayırmak.
- riprap -- temel için kullanılan taş parçaları.
- ripsaw -- bıçkı testeresi
- rise -- (rose; yükselmek; kalkmak; meydana çıkmak; kabarmak; toplantı bitince kalkmak; doğmak (güneş; çıkmak; başlamak; artmak; ilerlemek; ayaklanmak; açılmak; revaç bulmak; pahası artmak; dirilmek; doğuş; bayır; artış; sesin tizleşrnesi; sesin yükselip artması; su yüzeyine çıkış (balık); zuhur; (ing)(maaşta) (zam.) give rise to sebep olmak
- risk -- tehlike; risk; (sig.)orta edilen kimse veya şey; tehlikeye koymak; göze almak. at your risk ziyan olduğu takdirde sizin hesabınıza
- rival -- rakip; rekabet eden; rakip olmak
- rive -- (rived veya riven) yarmak; yarılmak.
- river -- ırmak
- rivet -- perçin çivisi; perçinlemek. rivet one' eyes on perçinlenmiş gibi gözlerini bir noktaya dikmek. riveter perçinci. riveting machine perçin makinası. riveted perçinli; mıhlanmış
- roach -- sazan familyasmdan bir çeşit tatlı su balığı; kızılkanat; kızılgöz; hamamböceği
- roadblock -- mânia
- roam -- dolaşmak; avare dolaşmak; dolaşma
- roar -- gümbürdemek; kükremek (arslan); heybetli ses çıkarmak; bağırmak; kahkaha ile gülmek; gürültü ile nefes almak (at); kükreme; heybetli ses; kahkaha.
- roast -- fırında kızartmak; (kahve) kavurmak; (k. dili) takılmak; (k. dili) azarlamak; tavlamak; I. etkızartmasl; kızarmış
- rob -- soymak; başkasının para veya eşyasını alıp soymak; yağma etmek; mahrum etmek; hırsızlık etmek
- robe -- cüppe; resmi elbise; kürk atkı; kaftan giydirmek veya giymek. robes of state resmi ve uzun hükümdar kıyafeti.
- rock -- kaya; kaya parçası; kaya gibi kuvvetli şey; (A.B.D.); (ing.) akide şekeri; felâkete sebep olan şey. the Rock Cebelitarık dağı ve kalesi. rock bass Amerika'ya mahsus bir çeşit tatlı su balığı. rock bottom kaya tabakası; en aşağı (fiyat) rockbound etrafı kayalık; ulaşılmaz; dağ çiçekleri yetiş- tirmek için özel olarak yapılan kayalık bahçe. rock ruby 1â1 taşı. rock salt kayatuzu. rockwork kaya parçaları ile yapılan duvar veya bahçe- süsü. living rock arz kabuğun daki taşküreden ayrılmamış kaya kitlesi. on the rocks kayaya çarpmış; iflâs etmiş; buzlu fakat soda veya su katılmamış (viski); sallamak; beşik sallamak; sallanmak; sallama
- rocket -- havai fişek; roket atmak; havaya doğru dik uçmak; hızlı ve dikine uçmak. rocket bomb tepkili bomba.; roka
- rod -- çubuk; asa; falaka değneği; ceza; kudret; beş metrelik uzunluk ölçüsü. connecting rod (oto.) piston kolu.
- rodeo -- seyirciler önünde kovboylann kendi hünerlerini gösterdikleri eğlenti; hayvanları küme halinde toplama veya sürme.
- rodomontade -- kuru laf; (nad.) övüngen; büyuksöylemek
- roger -- (ünlem)
- rogue -- derbeder kimse; hırsız; yaramaz kimse; azgın fil; dilenci; serserilik etmek; hilekarlık etmek; dilencilik; hırslzlık; yaramazlık.
- roil -- bulandırmak; sinirlendirmek
- roister -- cümbüş etmek
- roll -- yuvarlamak; çevirmek; top etmek; kalın sesle söylemek; açmak; haddeden geçirmek; hızlı hızlı davul çalmak; "r" harfini şiddetle söylemek; yuvarlanmak; dönmek; inişli yokuşlu uzanıp gitmek; dalgalanmak; top olmak; gürlemek; oklava ile açılmak; geçip gitmek (zaman) rolled oats yulaf ezmesi.; yuvarlanış; devirme; silindir; tomar şeklinde şey; liste; top; bir çeşit küçük ekmek; gümbürtü; kabarıklık; bükülüp tomar haline konabilen tuvalet takımı çantası; geminin sallaması; (argo) para tomarı; (hav.) tono; yere indikten sonra uçağın pistte bir müddet gitmesi. roll call yoklama. rolltop desk çubuklardan yapılmış kapağı kıvrılarak açılıp kapanan yazı masası
- rollick -- eğlenerek gitmek; neşe
- romance -- aşk macerası; romantik aşk; romantiklik; çekicilik; maceraperestlik; aşk destanı; macera romanı; ortaçağla ilgili şövalyelik efsanesi; martaval; (müz.) romans; macera romanı yazmak; romantik hikâye söylemek veya yazmak; (k. dili) sevişmek. romancer macera romanı yazarı; yalancı kimse.; Latince kökenli (İt.)alyanca
- romp -- sıçrayıp oynamak; kolayca kazanmak; sıçrayıp oynayan kız çocuk; hoyratça ve gürültülü oyun; (k. dili) kolayca kazanılan şey.
- roof -- dam; dama benzer şey; çatı ile örtmek; çatı malzemesi.
- rook -- satrançta kale.; ekinkargası; hilekâr adam; hile ile kapmak; aldatmak. rook'y karga gibi.
- room -- oda; yer meydan; oturmak. room'mate (A.B.D.) oda arkadaşı. make room for birisi için yer açmak. There is no room for doubt. Şüpheye mahal yok. take up a lot of room çok yer tutmak. room'er pansiyoner. room'ful oda dolusu.
- roost -- tünek; kuşların gecelediği yer; tünemek. rule the roost (k.dili) baş olmak
- root -- kökleştirmek; kökleşmek; kök; kaynak; kelime kökü; (mat.) kök. root and branch tamamıyle; tutunmak. root'less köksüz; asılsız. root'let kökçük
- rope -- ip; idam; ip gibi dizilmiş şey; nemli veya yapışkan lif veya iplik; (A.B.D.) kement; iple bağlamak; (A.B.D.) kementle tutmak; ip haline gelmek. rope in (k. dili) kandırmak. rope off ip çevirerek sınırlamak. rope yarn halat ipi. be at the end of one' rope çaresiz kalmak. give one rope serbest bırakmak
- roquet -- kroke oyununda kendi topunu başka topa vurdurmak; topu topa vurdurma.
- rose -- gül; gül rengi; rozet; hortum süzgeci. rose acacia gülibrişim
- rosin -- çamsakızı; üstüne çamsakızı sürmek. rosiny çamsakızına benzer; reçineli.
- roster -- (ask.) subayların nöbet sıralarını gösterir liste veya defter; isim listesi.
- rot -- çürüme; çürük; bitkileri çürüten bir hastalık; koyunlarda parazitlerden ileri gelen çürüme hastalığı.; t. çürümek; çürütmek
- rotate -- dömek; vardiya değiştirerek çalışmak; döndürmek; sıra ile çalıştırmak; sıra ile farklı ekinler yetiştirmek; (bot.) tekerlek şeklindeki; çark şeklindeki.
- rote -- belirli iş sırası
- rottenstone -- ponza
- rouge -- allık; ruj; perdah tozu; allık sürmek. rouge et noir kırmızı ve siyah damalı bir masa üstünde oynanan bir iskambil oyunu.
- rough -- pürüzlendirmek; (spor) itip kakmak. rough in; çok basit bir şekilde yaşamak veya seyahat etmek. rough up itip kakmak; kabaca. play rough itişip kakışmak.; pürüzlü; tüylü; taşlık; inişli yokuşlu; kaba; fırtınalı; hoyrat; kabataslak; yaklaşık; kaba ve terbiyesiz adam; pürüzlü şey; (golf) düz olmayan saha. rough breathing Yunancada ''h" sesi. rough draft ilk müsvedde; aşağı yukarı; sertlik.
- rough-and-tumble -- intizamsız ve kuralsız (durum)
- roughcast -- taslak; kaba sıva; taslağını yapmak; kaba sıva ile sıvamak.
- roughdry -- (çamaşırları) sadece kurutup ütülememek.
- roughen -- pürüzlendirmek; kabartmak
- roughhew -- keresteyi veya taşı kabaca yontmak.
- roughhouse -- (argo) gürültü patırtı; gürültü patırtı çıkarmak.
- roulade -- (müz.) nağmeleme; içine dolma içi doldurulup pişirilen ince et dilimi.
- roulette -- rulet; kakmacılıkta noktalı çizgi yapmak veya kâğıt üzerinde delikler açmak için kullanılan dişli ufak tekerlek.
- round -- yuvarlak; top; silindir şeklinde; yuvarlak (hesap); çok; çabuk; dolgun; açık; tam. round clam yenilir bir deniz tarağı; tur. a round oath okkalı küfür. round'ly yuvarlakça; açıkça; yuvarlak şey; dönerek yapılan dans; devir; sıra; birbirini takip eden birkaç sesle okunan şarkı; atış; birkaç top ve tüfeğin birer defa ateş etmesi; boksta ravnt. round of applause alkış tufanı. a round of drinks on me herkese benden birer bardak içki. go the round ağızdan ağza dolaşmak. in the round güz. san. müstakil (kabartma gibi bir zemine yapışık olmayan heykel) make the round of sıra ile dolaşmak.; (edat) etrafa; devrederek; civarında; (edat) çevresine; her yönden; ileri geri.; yuvarlaklaştırmak; doldurmak; etrafını dolaşmak; dudakları büzerek telaffuz etmek; yuvarlaklaşmak; toplamak; dön- mek; durduğu yerde dönmek. round off yuvarlak yapmak; tamamlamak. round out tamamlamak; doldurmak.
- roundhouse -- lokomotiflere mahsus yuvarlak bina; (den.) kıç güvertesinde kamara.
- roup -- bir çeşit tavuk nezlesi. roup'y nezleli; (İskoç.) (kıs.)ık sesli.
- rouse -- uyandırmak; canlandırmak; (av hayvanını) kışkırtmak; telâşlandırmak; uyandırma; canlandırma; canlı; (k. dili) büyük
- rout -- bozgun; düzensiz kalabalık; (huk.) birkaç kişinin ayaklanma niyetiyle bir araya toplanarak huzuru bozması; bozguna uğratmak.; burnu ile yeri eşmek (domuz); kökünden sokup çıkarmak. rout out eşelemek; gizlendiği yerden çıkarmak
- router -- freze.
- rove -- avare dolaşmak; avare dolaşma. rov'ing gezici; yarı bükülmüş iplik; göz veya delikten geçirmek; taramak; ipliği çekip hafifçe bükmek. rov'ing ipliği çekip hafifçe bükme; yarı bükülmüş iplik.
- row -- kavga; kavga çıkarmak; kavgaya karışmak.; sıra; sıra evler; sıra evleri olan sokak. hard row to hoe zor iş.; kürek çekmek; kürek çekerek götürmek; kürek çekme; kayıkla dolaşma
- rowel -- mahmuz; mahmuzlamak.
- rub -- sürtme; ovma; güçlük; sinirlendirici şey; pürüz.; (-bed; sürtmek: sürtünerek tahriş etmek; sürtüşmek; ovup cilâlamak; sürmek; sürtünmek. rub away aşındırmak; aşınmak. rub down masaj yapmak. rub in ovarak yedirmek (yağ) rub it in (argo) yüzüne vurmak. rub off; sürtünmeyle çıkmak
- rubber -- (iskambil) bir tarafın üç oyundan ikisini kazandığı parti; berabere kalınca kazananı tayin için oynanılan oyun.; kauçuk; silgi; lastik (ayakkabı); ovan kimse veya alet; masajcı; natır; lastik kaplamak. rubber boot şoson; (bot.) Ficus elastica. rubber stamp lastik mühür; şahsiyetsiz kimse. India rubber kauçuk.
- rubberize -- lastik kaplamak; kumaşı sugeçirmez hale koymak.
- rubberneck -- (A.B.D.); tecessüsle bakmak.
- rubberstamp -- (k. dili) düşünmeden onaylamak.
- rubbish -- çerçöp; saçma.
- rubicon -- eski İtalya'yı Galya'dan ayıran ırmak. cross the Rubicon dönülmeyecek bir karar vermek.
- rubric -- eski kitaplarda kırmızı harflerle basılan kısım; kanun tasarısı başlığı; dua kitabında veya herhangi bir dini kitapta bölüm başı; bölüm başlığı; bölüm; kırmızı renk. rubricate kırmızı renkle yazmak; bölümlemek
- ruby -- yakut; saatlerde kullanılan ufak yakut parçası; yakut rengi; kırmızı şarap; (İng.) 5 1/2 puntolu harf; yakuta benzer
- ruche -- elbise süsü için kullanılan kırmalı dantela. ruch'ing kırmalı dantela.
- ruck -- I. kalabalık; buruşturmak; buruşmak; buruşukluk
- ruddle -- aşıboyası; kırmızıya boyamak.
- ruddy -- kırmızı; sıhhatli ve pembe yüzlü; (İng.)
- rudiment -- ilke; gelişmemiş şey; (biyol.) eski görevini kaybederek gelişmeyen uzuv (apandis gibi) rudimen'tal; gelişme- miş
- rue -- sedefotu; pişman olmak; esef etmek; pişmanlık; esef.
- ruff -- iskambilde kozla alma; kozla almak.; yüzyılda kolalı ve kırmalı yuvarlak yaka.; (dişil.) reeve dövüşken kuş; pilatika
- ruffian -- vicdansız ve alçak kimse; zalim
- ruffle -- buruşturmak; kabartmak; karıştırmak; kırma yapmak; (tüylerini) kabartmak; rahatını bozmak; kırma; zihni karışma; patırtı; devamlı davul sesi.
- rug -- halı; kilim; keçe; örtü. Oriental rug şark halısı. Persian rug Acem halısı.
- ruin -- harap olma; tahrip; harabe; perişanlık; helâk; iflâs; harap etmek; mahvetmek; ihlâl etmek; iflas ettirmek; iğfal etmek. be the ruin of birinin mahvına sebep olmak. in ruins harap
- ruinate -- (nad.) harap etmek; harap; harabiyet; yıkıcı şey.
- rule -- yönetim; hüküm; âdet; kaide; alışılmış durum; yol; tüzük; çizgilik; (matb.) ince çizgi. as a rule çoğunlukla; kanunen. rule of three (mat.); yönetmek; hükmetmek; baskın çıkmak; tahakküm etmek; buyurmak; hâkim olmak; çizmek
- ruler -- yönetici; cetvel tahtası
- rumba -- rumba.
- rumble -- gürlemek; gurlamak; (taşı) yuvarlanan fıçıya koyup parlatmak; gümbürtü; guruldama; paytonun arkasındaki oturma yeri; şaft üzerinde yuvarlanan fıçı; (A.B.D.); gurultuyla.
- ruminate -- geviş getirmek; düşünceye dalmak. rumina'tion geviş getirme; derin düşünme. ruminative derin düşünceye dalmış.
- rummage -- altüst edip aramak; dikkatle araştırmak; araştırma; elde kalan malların satışı.
- rumor -- şayia; dedikodu; yaymak
- rumple -- buruşturmak; örselemek; karmakarışık etmek; buruşmuş şey; kırışık
- run -- (ran; çabuk gitmek; kaçmak; gidivermek; işlemek; işletmek; çalıştırmak; sürmek; yarışmak; yarıştırmak; adaylığını koymak; geçmek; uzanmak; akmak; dökmek; yayılmak; kaçmak (çorap); irin akıtmak; vurmak (renk); etkin olmak; anlatılmak; göç etmek (balık); meyletmek; devam etmek; oynanmak (piyes); geçirmek; (arabayla) taşımak; (kaçak mal) kaçırmak; idare etmek; seri halinde yayımlamak; hep bir arada bankadan para istemek; (oyunda) sayı yapmak. run about koşuşturmak; çarpmak. run aground karaya oturmak. run amuck (bak.) amuck. run a risk riske girmek. run a temperature ateşi çıkmak. run away kaçmak; kolay kazanmak. run counter to aksine gitmek. run down yermek; arkasından koşup yakalamak; kurulmadığı için durmak (saat); yavaşlayıp dinmek (konuşma) run for one' life kaçıp kurtulmak. run hard hızlı koşmak. run in (matb.) birleştirmek; yakalayıp hapse atmak. run into tesadüf etmek; çarpmak. run into debt borca girmek. run off kaçmak; kaçırtmak; (matb.) basmak; beraberliği çözmek (yarış; devamlı konuşmak. run on the rocks kayalara oturmak (gemi); iflâs etmek; bitmek; dışarı atmak; ezmek; üstünden geçmek; göz gezdirmek; taşmak. run riot bolca yetişmek; coşmak; ayaklanmak. run short of (malzemesi) tükenmek; saplamak; içinden geçirmek; çabucak gözden geçirmek. run to earth deliğine kadar kovalamak (av) run to seed tohuma kaçmak. run true to form kendisinden beklenildiği gibi davranmak. run up (borç) birikmek; artırmak; inşa edivermek; (bayrak) çekmek. run upon rastlamak; yabanileşmek. They ran out of money. Parasız kaldılar. We are running out of time. Zamanımız daraldı.; koşuş; koşu; koşma; koşulan veya gidilen mesafe; (kıs.)a gezi; tutulan yol; serbest giriş veya kullanım hakkı; seri; oynama süresi; gidişat; işleme süresi; parti; uzantı; kaçık (çorap); akış; çay; sürü halinde göç; (bir hayvanın) yaşadığı yer; kümes bahçesi; kayma yokuşu; bankadan toplu talep; hücum; (müz.); (beysbol) tur; maden damarı; hedefe yaklaşma. a run of luck şans zinciri. the general run çoğunluk; semere. have the run of girme izni olmak. in the long run zamanla; kaçmakta; geri çekilmekte; koşarken.
- rupture -- kopma; millet ler veya bireyler arasındaki uyumun bozulması; (tıb.) fıtık; koparmak; kopmak; ilişkisini kesmek; fıtık olmak.
- ruralize -- köylüleştirmek; köyde yaşamak.
- ruse -- hile
- rush -- koşmak; saldırmak; hızla akmak; düşüncesizce hamle yapmak; koşturmak; geriye atmak; Amerikan futbolunda topu koltuğuna alıp koşmak; (A.B.D.) üyeliğini göz önünde bulundurmak. rush a bill through bir kanun tasarısını acele ile meclisten geçirmek. rush into print kitap yayımlamaya veya gazeteye yazı koymaya acele etmek. rush out of the room odadan fırlayıp çıkmak. refuse to be rushed kendi ağır temposundan vazgeçmemek.; koşma; hücum; hızlı hareket; üşüşme rush hour işin veya trafiğin en sıkışık olduğu zaman. rush order acele sipariş. in a rush meşgul.; saz; saz sapı; önemsiz şey
- russet -- koyu kırmızı; kuru yaprak renginde; koyu kırmızı veya kuru yaprak rengi; bu renk kumaş veya giysi. russet apple kış elması. russety koyu kırmızı renkli.
- rust -- pas; (bot.) pas hastalığı; zehirli mantar; paslanmak; tembelleşmek.
- rusticate -- bir süre köyde yaşamak; ceza olarak köye veya kıra göndermek; ing. (üniversiteden) geçici olarak uzaklaştırma cezası vermek; kaba işçilikle inşa etmek. rustication bir süre köyde oturma; ing. üniversiteden geçici olarak uzaklaştırılma.
- rustle -- hışırdamak; hışırdatmak; (k. dili) faaliyet göstermek; (A.B.D.); hışırtı sesi. rustler (A.B.D.)
- rut -- geyik ve benzeri hayvanın kızışması; kösnüme; kızışıp çiftleşmek. ruttish kızışmaya meyilli. ruttishness kızgınlık.; tekerlek izi; alışkı; tekerleklerle iz yapmak. get in a rut değişmez alışkıya bağlanmak.
- sabotage -- (Fr.) sabotaj; sabotaj yapmak.
- sack -- yağmalamak; yağma.; Güney Avrupa'ya mahsus beyaz şarap.; torba; bir çuval dolusu; bedene tam oturmayan kadın veya çocuk ceketi; (argo) işten atılma; çuvala koymak; (argo) kovmak
- sacrament -- Hazreti isa tarafından tesis edilen dini ayinlerden biri. sacramental bu ayinlerle ilgili. sacramentally kutsal ayin kabilinden. sacramentary Katolik kilisesi ayinleri kitabı.
- sacrifice -- kurban; fedakarlık; zarar; feda etme; kurban etmek; feda etmek; zararına satmak
- sadden -- kederlendirmek; kederlenmek
- saddle -- eyer; sele; sırtın alt (kıs.)mındaki et (koyun); (coğr.) bel; semere benzer şey; semer vurmak; yüklemek. saddle a person with a task birine zor bir iş yüklemek. saddle horse binek atı . saddle soap semer gibi deri eşyayı temizlemek ve korumak için kullanılan sabun.
- saddleback -- sırtı çukur olan herhangi bir şey; sırtında semere benzer çizgileri olan kuş veya kelebek.
- safari -- (bilhassa Afrika'da) safari
- safe -- emniyette; kurtulmuş; emin; emniyetli; korkusuz; güvenilir; tehlikesiz; (beysbol) oyundışı edilmeden kaleye yetişmiş olan; kasa; teldolap. safe and sound sağ salim
- safeguard -- koruma; koruyucu şey; ihtiyat tedbiri; muhafız; muhafaza etmek
- safety -- emniyet; emniyeti sağlayan. safety belt emniyet kemeri. safety catch kabza emniyet mandalı. safety glass dağılmaz cam. safety lamp madenci lambası. safety lock emniyet kilidi. safety match kibrit
- saffron -- safran; bu çiçeğin boya maddesi veya ilaç olarak kullanılan tohumlan; safran renkli
- sag -- (-ged; sarkmak; yavaş yavaş düşmek (kıymet); (den.) rüzgâr altına sürüklenmek; çöküntü; sarkma.
- sage -- adaçayı. garden sage adaçayı; hikmet sahibi; akıllı; bilge; yaşını başını almış akıllı adam
- sail -- yelken; yelkene benzer herhangi bir şey; yel değirmeni yelpazesi; yelkenli gemi; (topluluk ismi) yelkenli gemiler; deniz yolculuğu; gemi ile yola çıkmak; yelkenle seyretmek; gemi ile gitmek; gemi gibi su üstünde yüzmek; havada uçmak; gemi kullanmak; havada uçurmak. sail close to the wind (den.) orsasına seyretmek. sail into büyük bir şevkle girişmek; (k. dili) fena halde azarlamak; sefere çıkmak. set sail yelken açıp kalkmak . shorten sail bazı yelkenleri indirmek. square sail dört koşe seren yelkeni. strike sail yelkenleri mayna etmek. under sail yelkenleri fora edilmiş olarak
- saint -- (kıs.) St.; evliya; azizler mertebesine çıkarmak St. Andrew' cross X şeklinde haç. St. Bernard dog senbernar köpeği St. Elmo' fire (bak.) corposant St. John' bread keçi boynuzu. St. Nicholas; (bak.) valentine. St. Vitus' dance (tıb.) kore All Saints' Day Kasım ayının ilk gününe tesadüf eden Bütün Azizler yortusu. saintlike evliya gibi; çok mübarek
- salaam -- selâm; selamlamak
- salamander -- semender; ateşte yanmayan efsanevi bir hayvan; sıcağa karşı dayanıklı kimse. salamandrine sıcağa dayanıklı; semendere ait.
- salary -- maaş; maaş vermek
- sale -- satış; satılış; talep; alışveriş; mezat. sales clerk satış memuru
- salicylate -- (ecza) salisilat. salicyl'ic salisilat kabilinden. salicylic acid salisilat asidi.
- sallow -- benzi sararmış; keçi söğüt ağacı; (bot.) Salix caprea; sepetlik söğüt ağacı veya bu ağacın bir dalı.
- sally -- kuşatma esnasında askerin hücuma geçmesi; ani hareket veya hamle; gezinti; espri; dışarı fırlamak; hücuma geçmek; toplu halde geziye çıkmak. sally port (ask.) çıkış kapısı .
- salmon -- som balığı; buna benzer alabalık; sarımsı pembe renk. salmon trout kırmızı etli alabalık.
- salt -- tuz; bir asit ile bir bazdan meydana gelen tuz; (çoğ.) mushil tuzu; tuzluk; lezzet; nükte; (k.dili); tuzlu; tuzlamak; (argo) biriktirmek
- salute -- selam vermek; selâm göndermek; selâm çakmak; top atışı veya bayraklarla selâmlamak; selamlama; selâm; selam çakma; selâm duruşu
- salvation -- kurtarış; kurtuluş; (ilah.) mağfiret
- salve -- merhem; dinlendirici her hangi bir şey; övme; merhem sürmek; acısını: dindirmek; denizden veya yangından kurtarmak.
- salvo -- yaylım ateşi; selâm topu; alkış tufanı.; bahane.
- samba -- bir çeşit Brezilya dansı
- sample -- örnek; örnek olarak denemek. sampler el işi örneği; örnekleri tecrübe eden kimse.
- sanctify -- kutsallaştırmak; kutsiyet hasıl ettirmek. sanctification takdis; resmen iba dete tahsis.
- sanction -- tasdik; müeyyide; kanuna itaatsizlik cezası; (gen.); tasdik etmek
- sand -- kum; kum saatindeki kum; (çoğ.) kumluk; (çoğ.) ömrün dakikaları; (argo) cesaret; üstüne kum serpmek; içine kum katmak; (sık sık) "up" ile kum dolmak (liman) sand flea kumluk yerlerde bulunan. pire sand fly tatarcık
- sandbag -- siperlik kum torbası; kum torbası ile etrafını çevirmek; kum torbası ile bir kimsenin kafasına vurmak.
- sandblast -- kum püskürterek temizlemek.
- sandbox -- demiryolu veya tramvay raylarına serpilen kumu taşımaya mahsus sandık; kum bahçesi.
- sandhog -- tazyikli hava içinde çalışan işçi.
- sandpaper -- zımpara kağıdı; zımparalamak.
- sandwich -- sandviç; sandviç yapmak; iki şey veya madde arasına sıkıştırmak. sandwich man (k.dili) önünde ve arkasında ilân levhaları asılı olan adam.
- sanforize -- (tic.)
- sangaree -- şekerli su ile şaraptan yapılan bir içki.
- sanguine -- ümitli; emin; neşeli; gayretli; kan gibi kırmızı; kanı çok. sanguinely ümitle. sanguineness ümitlilik.
- sanitize -- sıhhi hale getirmek
- sap -- bitki özü; hayat verici öz; ağacın özlü veya canlı (kıs.)mı; (argo) aptal kimse; (-ped; (ask.) temelini kazıp yıkmak altına sıçanyolu kazarak yıkmak; istihkam hendeği.
- saponify -- sabun haline getirmek; bir esteri asit ve alkole ayrıştırmak. saponifica'tion sabunlaştırma.
- sard -- koyu kırmızı renkte bir cins kuvars.
- sardine -- sardalye
- sash -- kuşak.; pencere çerçevesi; pencere çerçevesi takmak.
- sashay -- (k. dili) kayarak dans figüru yapmak; sallanarak yürümek.
- sass -- (k. dili) küstahlık; küstahça hitap etmek
- sate -- doyurmak; tıka basa yedirmek.
- satiate -- doyurmak; doymuş
- satin -- saten; sateni andıran; parlak
- satirize -- hicvetmek.
- satisfy -- memnun etmek; tatmin etmek; doyurmak; kafi gelmek; sağlamak; parasını vermek; tarziye vermek; tazmin etmek; şartlarını yerine getirmek. satisfying tatmin edici
- saturate -- emdirmek; (kim.) herhangi bir cisme başka bir cismi katarak fazlasını alamayacak derecede doldurmak; (fiz.) doyuran. saturated doymuş. satura'tion doyma.
- sauce -- salça; haşlanmış meyva sosu; (k. dili) terbiyesizce söylenmiş söz; salça ilave etmek; (k. dili) terbiyesizlik etmek
- saucer -- çay bardağının tabağı
- sauna -- sauna
- saunter -- avare avare dolaşmak; ağır ağır ve maksatsız yapılan yürüyüş.
- sausage -- . sucuk
- savage -- vahşi; canavar ruhlu; vahşi adam; zalim ve canavar ruhlu kimse; vahşice saldırmak. savagely vahşicesine. savageness yabanilik vahşet. savagery; vahşiler.
- save -- (bağlaç); kurtarmak; korumak; (ilah) günahtan kurtarıp bağıslamak; idare etmek; kaybetmemek; para biriktirmek veya saklamak. save face ayıbı yüzüne vurmamak. He walks home to save car fare Yol parası harcamamak için eve yürür. Turn on the lights to save your eyes Gözlerinizi yormamak için ışığı açın.
- savvy -- (argo) kavrayış; kavramak
- saw -- (-ed; bıçkı makinası; bıçkı ile biçmek; bıçkı ile biçer gibi hareketler yapmak. saw pit bıçkı hendeği. circular saw yuvarlak testere. crosscut saw enine kesen bıçkı.; atasözü; (bak.) see.
- sawdust -- bıçkı tozu
- sawmill -- bıçkıhane.
- sax -- arduvaz kaplamasında kullanılan çekiç.; (k. dili) saksofon.
- say -- (said) (ünlem) demek; tekrarlamak; denilen şey; söz sırası; hemen hemen; mesela; (ünlem)
- scab -- (-bed; koyun uyuzu; bitki yapraklarına musallat olan bir hastalık; (k. dili) greve katılmayan veya grevcilerin yerine çalışan işçi; (argo) habis herif; kabuk bağlamak (yara); (k. dili) grevcilerin yerine çalışmak.
- scabbard -- kılıç kını.
- scaffold -- yapı iskelesi; darağacı platformu: yapı iskelesi kurmak. scaffolding yapı iskelesine mahsus kereste; yapı iskelesi.
- scald -- haşlamak; bir sıvıyı kaynama derecesinin hemen altına getirmek; üzerine kaynar su dökerek temizlemek; haşlama; kaynar sudan ileri gelen yanık veya yara.; (bak.) skald.
- scale -- derece; mikyas; cetvel; (müz.) ıskala; derece taksimat; tırmanmak; hesaplamak; ayarlamak. "down" ile küçültmek. decimal scale ondalık hesap cetveli. diatonic scale (müz.) diatonik ıskala. major scale (müz.) major gamı. minor scale (müz.) minor gamı. on a vast scale büyük mikyasta; balık pulu; balık puluna benzer kabuk; herhangi bir şeyin pul gibi kabaran parçası; (bot.) pul; kazanda tutan kefeki taşı; pullarını kazıyıp çıkarmak; pul pul olmak; pul pul kabuk bağlamak; su yüzünde sektirmek (taş); ince tabakalar halinde soyulmak. scale insect tanemsiler familyasından fidan özünü emen bir cins çok küçük böcek.; terazi gözü; (çoğ.) terazi; ing.; tartmak
- scalp -- kafatasını kaplayan deri; zafer alameti; (k. dili) alelacele yapılan alım satımlarda elde edilen kar; başın derisini yüzmek; (k. dili) karaborsa sinema ve tiyatro bileti satmak; (k. dili) kar amacı ile malı çabuk elden çıkarmak; (k. dili) tamamen yenmek. scalp lock kızılderililerin tıraşlı başlarının tepesinde bıraktıkları kakül
- scamp -- haylaz kimse; acele veya dikkatsizce yapmak.
- scamper -- acele gitmek; acele kaçış.
- scan -- (-ned; alelacele gözden geçirmek; vezne göre okumak; televizyonda bir resmin bütün noktalarından sıra ile geçmek; şiirin kurallarına uymak.
- scansion -- vezin tahlili
- scant -- az; kifayetsiz; sınırlı; tahdit etmek
- scape -- (eski); (bot.) yapraksız çiçek sapı; (zool.) tüy sapı; (zool.) duyarga.
- scapegoat -- başkalarının cezasını ve sorumluluğunu yüklenen kimse; (eski) Musevilerin günahlarını çöle götürmek üzere başıboş bırakılan keçi.
- scar -- çıplak kaya.; (-red; geçmişin bıraktığı kötü etki; (bot.) dökülmüş yaprağın dal üzerindeki izi; yara izi bırakmak.
- scare -- korkutmak; ani korku
- scarecrow -- bostan korkuluğu; hırpani kılıklı kimse.
- scarehead -- (k.dili) büyük harf manşet.
- scaremonger -- korkulu söylentiler yayan kimse.
- scarf -- iki kerestenin ucunu birbirine geçirerek eklemek; geçme ek yeri; (çoğ.) - scarves) eşarp; enli boyunbağı; eşarp örtmek; boyunbağı takmak
- scarify -- deriyi kazıyıp kanatmak; (toprağı) taramak; incitmek
- scarlet -- al renk; al renkli kumaş veya elbise; al renkli; iffetsiz. scarlet fever kızıl (hastalık) scarlet letter eskiden zina yapan bir kadının göğsünde taşımaya mecbur olduğu kızıl renkte A harti. scarlet tanager Amerika'ya mahsus ve erkeğinin sırtı kızıl ve kanatları siyah olan bir kuş
- scarp -- uçurum; dikine kesmek.
- scat -- (ted ting) (k. dili) çekilmek; (argo) caz müziğinde anlamsız hecelerle şarkı söyleme.
- scathe -- incitmek; yakarak tahrip etmek; kavurmak; zarar; felaket.
- scatter -- dağıtmak; yaymak; dağılmak; dağılıp gözden kaybolmak; yayılmak. scatterbrain dağınık fikirli kimse. scatter rug ufak halı
- scavenge -- çöpçülük etmek; temizlemek; (mak.) silindirden eksoz boşaltmak; çöplükten işe yarar şey aramak.
- scavenger -- leş yiyen hayvan; kimse; (İng.) çöpçu.
- scend -- (den.) yükselmek; yükseliş (geminin pruvası veya kıçı)
- scene -- manzara; sahne; sahne dekoru; bir olayın geçtiği yer ve şartlar; perde; hikâyede olayların geçtiği yer. scene painter sahne dekoru ressamı. scene' shifter sahne dekorunu değiştiren kimse. behind the scenes perde arkasında; gizlice. Don't make a scene Hadise çıkarma. make the scene (A.B.D.)
- scent -- kokusunu almak; güzel koku saçmak; koku ile doldurmak; koklayarak izini aramak; koku; güzel koku; iz kokusu; koklama duyusu.
- schedule -- liste; tarife; program; program yapmak; tarifeye geçirmek; programa koymak.
- schematize -- sistemli bir şekilde düzenlemek.
- scheme -- tasavvur olunan düzen; sınıflandırma cetveli; tertip entrika; tertip etmek; plan yapmak; dolap çevirmek; dolap çeviren kimse
- schlep -- (argo) ahmak kimse.
- schlepp -- (argo) çekmek; (slang) aşlrmak.
- scholarship -- âlimlik; burs .
- school -- okul; (güz. san.) bir ustadın öncüsü olduğu tarz veya üslup; herhangi bir şeyin öğrenildiği yer; okul binası; okula göndermek; ders vermek; terbiye etmek; ing. ortaokul; gece bölümü. old school eski terbiye. parochial school bir kilisenin özel okulu. pryvate school özel okul. public school ing. özel okul; (A.B.D.) parasız resmi okul. reform school islahevi. trade school meslek okulu. vacation school yaz okulu. School keeps today Bügün okul var.; balık sürüsü; sürü halinde yüzmek (balık)
- schoolgirl -- kız öğrenci.
- schoolmaster -- erkek oğretmen.
- schuss -- kayak ile hızla aşağıya kaymak; hızla kaymaya elverişli düz ve dik yokuş.
- science -- fen; ilmin herhangi bir dalı; hüner
- scintillate -- kıvılcımlar saçmak; canlı bir şekilde konuşmak. scintilla'tion kıvılcımlar saçma
- scissor -- makasla kesmek.
- sclaff -- hafif vuruş veya vuruş sesi; terlik; (golf) sopa vurmadan önce yere vurmak
- scoff -- tahkir etmek; hakaret; küçümseme; alay konusu şey veya kimse. scoff at alay etmek. (informal) dudak bükmek (çoğ.)
- scold -- azarlamak; herkesi azarlayan şirret kadın.
- sconce -- duvarda şamdan desteği.
- scone -- bir çeşit küçük ekmek; (İskoç.) yulaf ezmesinden yapılan gözleme.
- scoop -- büyük kepçe; (tıb.) kaşık şeklinde cerrah aleti; çukur; kepçe ile alma; (k. dili) vurgun; (gazet.) atlatma; kepçe ile çıkarmak; (k. dili) toplayıp yığmak; içini boşaltmak; içini oymak; (gazet.) atlatmak; kapmakc scoop net nehir dibini taramaya mahsus ağc at one scoop bir vuruşta
- scoot -- (k.dili) birden kaçmak veya koşmak.
- scooter -- trotinet; küçük motosiklet; dibi düz ve tabanına iki demir ray takılı kuvvetli buz kayığı.
- scope -- (sonek) gözlem aygıtı.; saha; fırsat; genişlik; (k. dili) teleskop
- scorch -- kavurmak; acı tenkitlerle incitmek; yanmak; (k. dili) otomobil veya bisikletle hızlı gitmek; hafif yanık; yanık izi. scorched earth policy düşmanın yararlanmasını önlemek için bütün mahsulu ve ziraat araçlarını imha etme politikası. scorch'er yakan şey veya kimse; (k. dili) acı söz veya tenkit; (k. dili) otomobil veya bisikletle çok hızlı giden kimse. scorch'ing yakıcl
- score -- oyunda her iki tarafın kay dettiği sayı veya puan; sayı yapma; sebep; çizgi; çetele kertiği; çetele kertiği ile tutulan hesap; hınç; (müz.) bütün çalgıların ve bütün seslerin notalarını ayrı ayrı gösteren müzik parçası; yirmi sayısı; (çoğ.) çok miktar; çentmek; çetele tutmak; puan kazanmak; değerlendirmek; (müz.) partitur yazmak; (k.dili) şiddetle eleştirmek; puan saymak; başarı kazanmak; (argo); (argo) esrar satın almayı başarmak. score out üstünü karalamak. scores of people çok sayıda insan; o konuda. pay off old scores eski hesapları temizlemek; eski hıncın acısını çıkarmak. What' the score? Kaça kaç? Durum nedir?
- scorify -- (madeni) eritip cürufunu çıkarmak.
- scorn -- tepeden bakma; hakir şey; küçümsemek
- scotch -- İskoçya'ya veya (İskoç.) diline ait; İskoçya halkı: İskoçya halk lehçesi; (İskoç.) viskisi; (İskoçyalı ve (İskoç.) lehçesi için Scots veya Scottish tercih edilir) Scotch terrier (İskoç.) teriyer köpeği.; hafifçe yaralamak; son vermek; hafif yara veya tırmık izi; tekerlek altına konulan takoz; takozla durdurmak. Scotch tape selofan
- scour -- koşmak; acele geçmek; arayarak dolaşmak; ovalayarak temizlemek; kum veya fırça ile parlatmak; bol su ile temizlemek; süpürüp götürmek; müshil vermek; ovarak temizleme; akan suyun aşındırarak düzlettiği yer; (çoğ.) hayvanlarda ishal ve dizanteri.
- scourge -- kamçılamak; şiddetle cezalandırmak; kırbaç; ceza vasıtası; afet
- scout -- izci; casus (asker; keşif; (kriket) açık saha oyuncusu; izci çocuk; keşif yapmak; dolaşıp keşfetmek. scout around arayıp taramak. scout plane keşif uçağı. boy scout erkek izci; küçümseyerek reddetmek
- scow -- duba.
- scowl -- kaşlarını çatıp bakmak; tehdit ederek bakma; tehdit ederek.
- scrabble -- tırmalamak; düzensiz bir şeyler yazmak; up( ile) acele ile toplamak; tırmıklama; acele toplama; karalama; üzerinde harfler basılı küçük ve yassı tahta karelerle oynanan kelime bulmacası; seyrek çalılık.
- scrag -- (-ged; koyun etinin yavan gerdan tarafı; (argo) insan boynu; (k. dili) boğazını sıkmak; boğarak öldürmek; asarak öldürmek.
- scram -- (-med
- scramble -- tırmalamak; kapışmak; (çırpılmış yumurtayı) yağda pişirmek; karıştırmak; itişip kakışmak; (ask.)düşman uçaklannın yolunu kesmek için acele havalanmak; (radyo) konuşmayı gizli tutmak için sinyali değiştirmek; kapış; tırmanarak gitme; çarçabuk yapılan şey; çok acele etme. scrambled eggs çırpılıp yağda pişirilmiş yumurta. scrambler telefon veya radyo sinyalini gizli tutan araç.
- scrap -- (-ped; artık; müsveddelik kâğıt; parça; (çoğ.) yağ eritilince geriye kalan kıkırdak; (çoğ.) hayvanlara verilen artık et; maden kırpıntısı; fı parçalamak; değersiz diye bir yana atmak; artık. scrap heap kırpıntı yığını
- scrapbook -- gazete kupürleri veya resim yapıştırmaya mahsus defter.
- scrape -- kazımak; sıyırtmak; kazıyıp toplamak; sürterek gıcırdatmak; selâm verirken ayağını sürterek geri çekmek; çok tutumlu olmak; kazıma veya sürtme sesi; kazıma; varta
- scrapple -- (A.B.D.) kaynatılmış mısır unu ve et parçaları kızartması.
- scratch -- tırmalamak; keskin bir şeyle kazıyarak yüzeyini bozmak; kaşımak; (k. dili) acele ile kötü bir şekilde yazmak veya çizmek; karalamak; çizmek; yarış listesinden çıkarmak; eşelemek; kaşınmak; cızırdamak; zahmetle para biriktirmek; tırmık; hafif yara; karalama; cızırdama; başlama çizgisi; cesaret ölçüsü; tesadüfi; handikapsız. scratch ones back yağcılık etmek. scratch out üstünü çizmek; oymak
- scrawl -- kötü bir şekilde veya acele ile yazmak; karalanmış yazı
- screak -- ince bir ses çıkarmak; gıcırtı
- scree -- dağ eteğindeki taş yığını.
- screed -- bıktırıcı tenkit; uzun söz veya yazı; sıva mastar altlığı; ylrtmak.
- screen -- perde; paravana; bölme; (ask.) düşmana karşı siper vazifesi gören bölük; sinema perdesi; sinema; kalbur; önüne perde çekmek; gizlemek; elemek; (imtihanla) elemek; perdeye aksettirmek (filim) screen'ings (çoğ.) kalbur üstünde kalan artık.
- screw -- vida; uskur; vidanın dönmesi; dönüş; basınç; (İng.); (İng.) işe yaramayan at; başkasından para sızdıran adam; (argo) hapishane gardiyanı; (argo) küçük tütün paketi; vidayı çevirmek; burmak; vidalamak; vida ile tutturmak; vida gibi sıkıştırmak; aldatmak; (argo) cinsel ilişkide bulunmak; vida gibi dönmek; burulmak; buruşturmak. screw bolt vidalı cıvata. screw down vida ile sıkıştırmak; çok düşük fiyat vermek. screw gear helezoni dişli. screw hook vidalı kancal screw jaek makinalı kriko screw nut cıvata somunu. screw on vidalamak screw plate vida paftası; (argo) bozmak. screw up courage cesaretini toplamak. have a screw loose (argo)
- scribble -- acele ile ve dikkatsizce yazmak; karalamak; acele ile yazılmış yazı; anlamsız yazı ve çizgiler.
- scribe -- yazıcı; eski Musevilerde fakih; yazmak; kitabe yazmak; hat çizen aletle çizmek.
- scrim -- açık renk ve ince dokunmuş bir cins perdelik kumaş; (tiyatro) özel etkiler yaratmada kullanılan saydam kumaş.
- scrimp -- fazla veya dar kesmek; aşırı tutumlu olmak cimrilik etmek.
- scrimshaw -- fildişi oyma işi; bu işi hünerle yapmak.
- script -- el yazısı; (matb.) el yazısı gibi basma harf; konuşmacının elindeki notlar; (huk.) senet; alfabe
- scroll -- tomar; parşömen tomarı; liste; taslak; tomar şeklinde süs; kemamn kıvrık ucu; tomara kaydetmek; tomar şeklinde sarmak; tomar şeklinde süslerle tezyin etmek; tomar gibi sarılmak. scroll saw şerit testere; makinalı oyma testeresi. scrollwork tomar şeklinde süs
- scroop -- gıcırdamak; gıcırtı.
- scrouge -- (k.dili) veya (leh.) sıkıştırmak; kalabalık etmek.
- scrounge -- (argo) çalmak; (slang) otlamak
- scrub -- ovalamak; ( (A.B.D.); ovalama; çalılık; bodur ağaçlı orman; (kıs.)a kıllı fırça; bodur insan veya hayvan ve bitki; (spor) birinci takıma alınmayan oyuncu. scrub oak yermeşesi; ikinci derecede oyuncuların oynatıldığı taklm.
- scruff -- ense.
- scrummage -- (İng.)
- scrunch -- çatırtı ile ezmek; ezme
- scruple -- vicdanı elvermeme; tereddüt; 1; az miktar; vicdanı elvermemek; tereddüt etmek. have scruples about a thing vicdani sebeple çekinmek.
- scrutinize -- dikkatle bakmak
- scrutiny -- dikkatle bakma; seçim kontrolü
- scuba -- suciğeri
- scud -- hızla kaçmak veya hareket etmek; (den.) rüzgârın önüne düşüp seyretmek; hızla uçma veya gitme; (den.) rüzgâr önünde hızla seyretme; çok hızlı ilerleyen alçak bulutlar veya deniz köpüğü; (İng.)
- scuff -- ayağı sürüyerek yürümek; sürüyerek aşındırmak; ayağı sürüme; hışırtı; arkası açık ve topuksuz terlik
- scuffle -- itişmek; itişme
- scull -- küçük sandal; kıçtan kullanılan tek kürek; (kıs.)a kürek; boyna etmek.
- sculpture -- heykel; heykelcilik; oyma; oymak; su kuvvetiyle şeklini değiştirmek.
- scum -- kaynamakta veya mayalanmakta olan su yüzünde biriken tabaka; maden cürufu; pislik; köpüğünü almak; köpük bağlamak. scum of the earth baş belâsı; kir bağlamış; alçak
- scumble -- (güz. san.) üzerine donuk bir boya tabakası vurarak çizgileri yumuşatmak; donuk renkte bir tabaka sürme; donuk renk.
- scupper -- (den.); (İng.)
- scurry -- telâş etmek; acele etme; (kıs.)a at yarışı.
- scut -- tavşan veya karacanın kısacık kuyruğu.
- scutch -- sopayla vurarak temizlemek (keten); ditmek; keten ipliğini dövmeye mahsus sopa.
- scuttle -- soba yanına konulan madeni kömür kovası.; hızla koşmak; seğirtme; kapaklı ufak delik; (den.) lomboz; deniz musluğu; deniz musluğunu açıp gemiyi batırmak.
- scythe -- tırpan; tırpanla biçmek.
- seal -- ayıbalığı; fok kürkü; ayıbalığı avlamak.; mühür; mühürlü mum veya kurşun parçası; mühürlemek; kapamak
- seam -- dikiş yeri; (tıb.) dikiş; derz; iki tahtanın yan yana birleştiği çizgi; (den.) armuz; (jeol.) ince maden damarı; yara izi; dikmek; üzerine yara izi veya çizgi yapmak; ters ilmekle örgü örmek; çatlamak.
- sear -- tüfek veya tabanca horozunun emniyet tetiği.; kurumuş (yeşillik); çok kurutup yakmak; kızgın tavada çevirmek; yakmak; hissini iptal etmek
- search -- araştırmak; yoklamak; dikkatle tetkik ve teftiş etmek; arama; yoklama; teftiş; gemide araştırma yapma. search out araştırıp öğrenmek. search warrant (huk.) arama emri. in search of aramaya
- searchlight -- ışıldak
- season -- mevsim; süre; uygun zaman; baharat; alıştırmak; alışmak; iyice kurutmak; iyice kurumak; lezzet vermek için baharat katmak; keskinliğini veya sertliğini yumuşatmak. hunting season avlanmanın (kıs.)ıt lanmadığı müddet. in good season tam zamanında. in season kullanılabilir; bulunur; vaktinde; (huk.) avlanılabilir; çiftleşebilir. in season and out of season daimi
- seat -- oturulacak yer; insan kıçı; yer; merkez; meclis veya borsada üyelik hakkı; oturuş; (mak.) yatak; oturtmak; oturacak yer temin etmek; oturacak yerini yenilemek. seat of a disease hastalık yeri veya merkezi. keep one' seat oturduğu yerden kalkmamak; millet meclisinde yerini muhafaza etmek. lose one' seat yerini kaybetmek. take a seat oturmak. Be seated. Oturunuz. The hall will seat fifty people. Salon elli kişiliktir.
- secede -- çekilmek
- secern -- ayırt etmek; tb. ifraz etmek.
- seclude -- bir yere kapatıp dışarı salıvermemek
- second -- saniye.; ikinci; bir daha; ikinci derecede; (müz.) ikinci; ikinci gelen kimse veya şey; düelloda şahit veya yardımcı; (oto.) ikinci vites: (çoğ.) ikinci derecede mal; (müz.) yan yana olan iki nota arasındaki fasıla; şarkıda ikinci ses; bir teklifi destekleme; yardım etmek; parlamentoda bir teklife katıldığını ilân etmek. second best ikinci en iyi. second childhood bunaklık. second class ikinci sınıf veya derece. second fiddle ikinci kemanın çaldığı parça; ikinci derecede olma. second hand saat kadranında saniyeleri gösteren ibre. second lieutenant (ask.) teğmen. second mile kendine düşenin ötesinde bağışta bulunma. second nature kökleşmiş huylar. second (sig.)ht önsezi. second thoughts sonradan akla gelen düşünceler. second wind yeniden kazanılan güç veya enerji. second
- secretary -- sekreter; bakan; bir çeşit yazıhane (kıs.) sec.
- secrete -- gizlemek; (biyol.) salgılamak
- section -- kesme; kesilme; kıta; (A.B.D.); yataklı vagonda kompartıman; (geom.) kesit; bir şeyin mikroskopla muayene edilen ince dilimi; kısımlara ayırmak veya bölmek
- sectionalize -- bölgelere ayırmak; bölmek.
- secularize -- layikleştirmek; vakfı mülke çevirme; dini tesirden uzaklaştırma
- secure -- emin; kaygısız; emniyetli; korumak; tehlikeden masun kılmak; sağlamlaştırmak; iyice kapamak; ele geçirmek; sımsıkı secureness sağlamlık
- sedate -- temkinli; uslu
- sediment -- tortu; (jeol.) su dibinde biriken şey
- seduce -- ayartmak; namusuna leke sürmek
- see -- piskoposluk. Holy See Papalık.; (saw; anlamak; bakmak; görüşmek; tecrübesi olmak; geçirmek. see about icabına bakmak; Gördün mü?
- seed -- tohum; çekirdek; asıl; zürriyet; meni; ersuyu; istiridye tarlasına yerleştirilmeye elverişli istiridye yavruları; tohumluk; tohum ekmek; tohumu veya çekirdeği çıkarmak; tohum vermek; kuvvetten düşmek
- seek -- (ought) aramak; çabalamak. seek out arayıp bulmak.
- seem -- görünmek; gibi gelmek. I can
- seep -- sızmak; sızıntı yeri
- seesaw -- tahterevalli; ileri geri hareket; iniş çıkış; aşağı yukarı (hareket); aşağı yukarı sallanmak
- seethe -- haşlamak kaynatmak; sıvıya batırmak; hırslanmak. a seeth'ing crowd karınca gibi kaynaşan bir kalabalık.
- segment -- kesilmiş parça; (geom.) daire kesmesi kesme; (zool.) bölüt; (kıs.)ımlara ayırmak. segment of a circle (geom.) kesme; (biyol.) bir hücrenin birçok hücrelere bölünmesi.
- segregate -- ayırmak; ayrılmış. segrega'tion fark gözetme
- seine -- büyük balık ağı; serpme ile balık avlamak.; Sen nehri.
- seise -- (huk.) müsadere etmek
- seize -- tutmak; zaptetmek; kavramak; (den.) sicim sarıp bağlamak; takılmak
- select -- seçme; seçmesini bilen; seçmek
- self -- (çoğ.) -selves) kişi; kendi; özellik; zati; aynı.
- sell -- (sold) satmak; satışıyle meşgul olmak; satışım artırmak; (k. dili) beğendirmek; (argo) aldatmak; satılmak; satışta rağbet görmek; beğenilmek; hile; (argo) şahsi çıkar için ele vermek; itimatsızlık göstermek; desteklemek. sell up (İng.) borçlunun malını satıp parasını almak.
- semaphore -- semafor; semaforla konuşmak.
- send -- (sent) göndermek; fırlatmak; sağlamak; (A.B.D.); biriyle ıs- marlamak send forth yaymak; sunmak; uğurlamak; dağıtmak; dalga kuvvetiyle hareket etmek; dalga kuvveti
- sensate -- beş duyu ile algılanan.
- sense -- duyu; (gen.) (çoğ.) akıl; şuur; fikir; anlam mana; idrak etmek; (k. dili) anlamak. sense impression duyunun dimağa yaptığı etki; makul olmak. make sense out of mana cıkarmak. out of his senses aklı başından gitmiş
- sensitize -- (foto.) (kağıt; (tıb.) hassas duruma getirmek.
- sentence -- cümle; (huk.) ilâm; mahkum etmek
- separate -- ayırmak; bölmek; arasında bulunmak; aradaki bağlantıyı kesmek; ayrılmak; ayrı bir cisim teşkil etmek; ayrı; (huk.) ayrı yaşama. separatist asıl kiliseden veya siyasi partiden ayrılma taraftarı; krema makinası.
- septuple -- yedi kat; yediyle çarpmak.
- sepulture -- gömme; (eski) kabir.
- sequence -- ardışıklık; ardıllık; sıra; seri; sonuç; (müz.) ardıllık
- sequester -- ayırmak; (huk.) haczetmek; kamulaştırmak. sequestra'tion zapt; inziva
- serenade -- (müz.) serenat; serenat müziği; serenat çalmak veya söylemek.
- serene -- berrak; yüce
- serge -- serj; şayak.
- sermon -- vaız; nasihat
- serpent -- yılan; iblis; yılan gibi hain adam; eskiden kullanılan yılankavi bir nefesli çalgı.
- serpentine -- yılankavi; yılantaşı.
- servant -- hizmetçi; köle; besleme
- serve -- hizmet etmek; yardım etmek; kulluk etmek; tapmak; emrini yerine getirmek; müşteriye bakmak; servis yapmak; işe yaramak; uygun olmak; yetişmek; doldurup ateşlemek (top); tebliğ etmek; müddetini tamamlamak; (hapis cezası) çekmek; (erkek hayvan) çiftleşmek; (spor) servis atmak; tenis oyun başlangıcında topa vurma. serve a summons celpnameyi eline vermek. It serves him right ! Oh olsun ! Yapmayaydı. Önceden düşüneydi. Söz dinleseydi. Ettiğini buldu. serve notice hizmetinden çıkacağını bildirmek. serve out dağıtmak
- service -- bakımını sağlamak; teçhizatını tamamlamak; yardım etmek; (erkek hayvan) çiftleşmek.; hizmet; iş; merasim; askerlik; yarar; çay takımı; (huk.) tebliğ; memuriyet; (spor) servis. service book dua kitabı. service cap asker veya subay kasketi. service court (spor) servis atılırken topun içine düşmesi gereken alan. service line (spor) servis çizgisi. service station benzin istasyonu. service stripe bir asker veya memurun hizmet süresini gösteren kol şeridi
- session -- toplantı süresi; celse; toplantı; bazı kiliselerde idare heyeti.
- set -- duruş; batma; akıntı veya rüzgarın yönü; fide; testere dişlerinin çaprazlanması; meyil; mizanpli; tenis set; (briç) yenilgi. set square gönye. a dead set engel; av köpeğinin avı göstermesi.; takım; seri; (tiyatro) dekor; sin set; televizyon veya radyo alıcısı; (mat.) dizi. a set of teeth diş takımı. dinner set sofra takımıi the fast set hızlı yaşayanlar grubu.; belirli; ayarlanmış; adetlere uygun; yerleşmiş; aynı; verilmiş; değişmez; hazır; düzenli; (set; batmak; kuluçkaya yatırmak; pekiştirmek; dondurmak; kurmak; hazırlamak; doğrultmak; yön vermek; kakma işi yapmak; bahse girişmek; (saç) sarmak; (müz.) bestelemek; tayin etmek; donatmak; bulup yerini göstermek (av köpeği); (matb.) dizmek; dikmek (fidan); pekişmek; yönelmek. set about başlamak; kışkırtmak; ayırmak; lağvetmek; kenara bırakmak. set at ease yatıştırmak; yazmak; alçaltmak; göz koymak. set fire to tutuşturmak; yola koyulmak. set forward ileri koymak; sahile doğru esmek; etkilemek; yola çıkmak; fitillemek; belirginleştirmek; üzerine koymak. set on edge kamaştırmak (diş); sinirlendirmek. set on end dikmek; sınırlarını belirtmek; yaymak; resmetmek; daldırmak (fidan) set out for yola çıkmak. set out on başlamak. set out to e kalkışmak; açmak; tesis etmek; işe başlatmak; yükseltmek (ses); mevkiini yükseltmek; harflerini dizmek; dik durdurmak; kendine getirmek; gerip tam yerine getirmek (yelken) set up a loud noise yaygarayı basmak. set up housekeeping ev açmak. set upon üzerine saldırmak veya saldırtmak.
- setter -- dizici; seter (av köpeği)
- settle -- yerleştirmek; düzeltmek; sakinleştirmek; dibe çökmek; durulmak; (k. dili) hesaplaşmak; karara varmak; ödemek; iskân ve imar etmek; bir karara bağlamak; konmak (kuş); oturmak (temel); katileştirmek. settle accounts hesaplaşmak; (kış) bastırmak. settle on karar vermek; (huk.) (irat; sabit; halledilmiş.
- sever -- ayırmak; koparmak; ayrılmak. severable ayrılabilir; kesilebilir.
- sew -- (sewed veya sewn) dikmek; (k. dili) başarmak
- sewer -- dikici.; Iağım. sewer system kanalizasyon.
- sex -- seks; (önek) altı.
- sextuple -- altı kat; altı ile çarpmak.
- shack -- ABD; bir yaşamak.
- shackle -- pranga; engel; kelepçe; zincirle bağlamak; engel olmak
- shade -- gölge; karanlık; siper; ölünün ruhu; renk tonu; derece; ayırtı; göIgelemek; saklamak; muhafaza etmek; karartmak; resme göIge vermek; rengi derece derece açılmak veya koyulaşmak. shade off fiyatını biraz kırmak; hafif bir değişiklikle bir renk veya anlamdan bir diğerine geçmek. a shade better biraz daha iyi; resimde gölgeler yapma; ayırtı.
- shadow -- göIge; resmin göIgeli yeri; yansı; hayal; birinin peşinden ayrılmayan kimse; gözcü; eser; tayf; gölgelemek; karartmak; göIgesi gibi peşinden ayrılmayarak gizlice gözetlemek. shadow forth ima etmek; gölge gibi.
- shadowbox -- hayali bir rakip ile idman yapmak.
- shaft -- (ok; ok gibi şey; (mak.) mil; sütun gövdesi; dikili taş; maden kuyusu; aydınlık; araba oku; (A.B.D.); (argo.) aldatmak. shaft bearing şaft yatağı. elevator shaft asansör boşluğu. get the shaft (A.B.D.); oklu; milli. shaft'ing (mak.) şaft tertibatı.
- shag -- kaba saç veya tüy; ot kümesi; kaba tüylü kumaş veya bu kumaşın tüyü; ince kıyılmış sert tütün; kaba tüylü ve kıllı hale getirmek; karmakarışık halde kabarmak (saç); (beysbol) topları havada yakalamak.
- shagreen -- telatin denilen sahtiyan
- shake -- (shook; metanetini bozmak; sallanmak; titremek; (müz.) ihtizaz etmek; (argo.) atlatmak; oturtmak; (argo.) para sızdırmak. shake hands el sıkışmak; sarsıntı; titreme; sallanış; silkiş; sesin titremesi; kerestenin yarık veya çatlağı; yersarsıntısı
- shale -- tortulu şist. shale oil şistten elde edilen petrol. shal'y şist gibi; şistli.
- shall -- (should) gelecek zaman kipini teskil eden yardımcı fiil
- shallow -- sığ; sathi; sığ yer; sığlaştırmak. shallow breathing soluma.
- sham -- taklit; hile yapmak
- shame -- utanç; ayıp; utandırmak; gölgede bırakmak. Shame on you! Ayıp! Utan ! Yazıklar olsun! For shame! Ayıp! It is a shame to laugh at her. Onunla alay etmek ayıptır. put to shame utandırmak
- shampoo -- başı sabunlayıp yıkamak; başı ovalayıp yıkama; şampuan.
- shank -- baldır; (den.) demirin gövdesi; bir aletin orta yeri; düğme altındaki madeni halka; çiçek sapı. go shanks' mare yürüyerek gitmek.
- shanty -- kulübe.
- share -- saban demiri.; pay; hisse senedi; taksim etmek; bölüşmek; iştirak etmek; hissesi olmak; hisse veya payına düşeni almak. share and share alike eşit paylarla. go shares paylaşmak. preferred shares imtiyazlı hisseler.
- shark -- köpekbalığı; camgöz; dolandırıcı; (argo.) usta kimse; dolandırıcılıkla geçinmek. angel shark kelerbalığı
- sharp -- (müz.) notayı tizleştirmek; keskin; zeki; istekli; çok dikkatli; pürüzsüz; acı; ekşi; sert; (müz.) diyez; cimri; dokunaklı; (A.B.D.); diyez nota; uzun dikiş iğnesi; (k. dili) dolandırıcı; şiddetle; dakik olarak; keskince. sharp' ness keskinlik; sertlik; zeki oluş.
- sharpen -- bilemek; sertleştirmek; ekşileştirmek; acılaştırmak; şiddetlendirmek; kalemtıraş.
- shatter -- kırmak; dengesini kaybettirmek; parçalanmak; bozmak.
- shawl -- şal
- sheaf -- (çoğ.) sheaves) bağlam; demetlemek.
- shear -- (sheared veya shorn) makasla kesmek; kırpmak; biçmek; kesip koparmak; mahrum etmek; makaslama
- sheath -- kılıf; (biyol.) mahfaza; düz ve dar elbise. sheath knife kınlı büyük bıçak
- sheathe -- kınına veya kılıfına koymak; içine doğru çekmek; bakır levha ile kaplamak (gemi teknesi) sheathe the sword kılıcı kınına sokmak
- sheave -- (mak.) makara dili; disk.; demetlemek.
- shed -- (shed; içine geçirmemek (su); atlatmak. shed blood kan dökmek. shed tears ağlamak; sundurma; baraka; hangar; argaç aralığı; döküntü.
- sheen -- pırıltı; parlak giysi; parlayan; parlamak. sheen'y parlak.
- sheepshank -- margarita bağı.
- sheer -- (den.) rotayı şaşırmak; (den.) borda veya güverte kavsi; yoldan sapma. sheer off (den.) sapmak; çok ince ve şeffaf (kumaş); halis; dimdik; tamamıyle; dimdik olarak. sheer determination sırf irade. sheer drop diklemesine inen yamaç. sheer folly tam delilik. sheer nonsense bütün bütün saçma.
- sheet -- çarşaf; levha; tabaka; gazete; (den.) iskota halatı; (den.); (den.) yelkenin iskotasını çekmek veya takmak. sheet anchor (den.) ocaklık demiri; büyük kurtuluş ümidi. sheet iron saç. sheet lightning her tarafa ışık saçan ve gürültüsü duyulmayan şimşek. sheet music ciltlenmemiş notalar. three sheets in the wind (argo.) kör kütük sarhoş
- shell -- kabuk; baga; istiridye kabuğu; bina iskeleti; ince uzun yarış sandall; mermi kovanı; açık bej rengi. shell game aldatıcı üç kabuk oyunu; üçkâğıtçılık. shell hole merminin patlama sonucu toprakta açtığı çukur. shell ice altından su çekilmiş olan buz tabakası. shell shock (tıb.) savaştan ileri gelen ruhsal çöküntü. sea shell deniz kabuğu. She retired into her shell. Kabuğuna çekildi.; kabuğunu soymak; bombardıman etmek
- shelter -- sığınak; sığınma; muhafazalı yer; muhafaza; koruyan kimse; korumak; sığınmak. shelterless açık
- shelve -- meyletmek; içine raflar yapmak; rafa koymak; tehir etmek; emekliye ayırmak.
- shepherd -- çoban; önder; çobanlık etmek
- sheriff -- kasabada polis şefi.
- sherlock -- (argo.) detektif.
- shield -- kalkan; koruyucu şey; hami: himaye; (ask.) top kalkanı; maden ocaklarında toprağın düşmesini engelleyici duvar; (hane.) kalkan; korumak; siper olmak
- shift -- değişme; değişilen şey; tedbir; hile; çuval elbise; vardiya; (oto.) şanjman.; yer değiştirmek; değiştirmek; vites değiştirmek; uydurmak
- shill -- (argo.) sokak satıcısının veya kumarbazın müşteri çekmek için yanında bulundurduğu işlerini kızıştıran kimse
- shim -- (med; parça koyarak doldurmak veya sıkıştırmak.
- shimmer -- donuk bir halde titremek (ışık); titrek ışık. shimmery titrek.
- shimmy -- (k. dili) kombinezon; titreyerek yapılan bir dans: fazla titreme; çok titremek (otomobil tekerleği)
- shin -- (ned ning) baldırın on (kıs.)mı; (gen.) up ile kol ve bacaklarla tırmanmak.
- shine -- (shone; üstün olmak; çevresine renk katmak; parlatmak; parlaklık; cilâ; (colloq.) ısınma; ABD
- shingle -- iri ve yuvarlak çakıl; çakıllı sahil. shingly çakıllı.; çatı kaplamaya mahsus ince tahta; (k. dili) avukat veya doktor tabelası; alagarson saç; ince tahtalarla kaplamak (çatı); (saçı) (kıs.)a kesmek. hang out one' shingle (k. dili) yazıhane açmak (avukat); muayenehane açmak.
- shinny -- ABD; bir çeşit hokey.
- ship -- (ped; (den.) üç direkli ve her direkte seren ile yan yelkenleri olan gemi; uçak; gemiye yüklemek; göndermek; gemi hizmetine almak; kürek veya dümeni yerine takmak; gemi hizmetine yazılmak; gemiye binmek. ship a sea dalga yemek (gemi) ship broker gemi simsarı; deniz (sig.)ortası acentesi. ship chandler gemi levazımı satan kimse. ship' papers gemi vesikaları. on board ship gemide. take ship gemiye binmek.; (sonek) lik: friendship.
- shipwreck -- deniz kazası; gemi enkazı; harap olma perişanlık; gemiyi parçalamak; kazaya uğramak; harap etmek
- shire -- ingilterede eyalet
- shirk -- hile ile işin içinden sıyrılmak; atlatan kimse
- shirr -- büzme; lastikli şerit; büzmek; (ahçı) ufalanmış ekmek ile yağda pişirmek.
- shirt -- gömlek. shirt front gömleğin önü. shirt sleeve gömlek kolu. dress shirt smokin gömleği. in his shirt sleeves ceketsiz. keep one' shirt on (argo) sinirlerine hâkim olmak
- shit -- (ülem); (ülem) Hay Allah ! Kahrolası!
- shiv -- (argo.) sustalı.
- shivaree -- (A.B.D) teneke gürültüleriyle yapılan alaylı serenat.
- shiver -- (gen) (çoğ.) pare; parçalanmak; titremek; titreme. It gives me the shivers. Tüylerimi ürpertiyor. shivery titrek; tüyler ürpertici.
- shoal -- sığ; sığlık yer; resif; sığlaşmak; sığlaştırmak. shoal'iness sığlık. shoal'y sığlık.; büyük balık sürüsü; büyük kalabalık; sürüler teşkil etmek (balık)
- shock -- taranmamış kabarık saç; sarsmak; şiddetle çarpmak; nefret veya korku vermek; iğrendirmek; elektrik akımına çaptırmak; sadme; sarsma; (tıb.) şok; inme; elektrik çarpması; şiddetli etki. shock absorber (mak.) (oto.) amortisör; utanmak; aşırı derecede üzulmek; başak demetleri kümesi dokurcun; başak demetlerini küme haline getirmek.
- shoe -- (shod; nal; lenger pabucu; tekerlek pabucu; otomobilin dış lastiği; frenin tekerleğe bastığı yer; ayakkabı giydirmek; nallamak; altına pabuç gibi şey koymak. shoe button ayakkabı düğmesi shoe leather kunduralık kösele. be in another' shoes başkasının yerinde olmak. where the shoe pinches insanın dertli olduğu husus; asıl dert. shoe'less yalınayak.
- shoehorn -- çekecek
- shoo -- (ülem); kovmak. shooin (A.B.D); kazanacağı önceden belli olan kimse.
- shook -- fıçı veya sandık yapmak için hazırlanmış malzeme; başak demetleri kümesi; fıçılık tahtaları demet haline getirmek.; (bak.) shake.
- shoot -- (shot shooting) atmak; ateş etmek; (gen) out ile (filiz) sürmek; silâhla öldürmek veya yaralamak; (sekstantla) ölçmek; akıntı ile geçmek; üzerinden hızla geçmek; fotoğraf çekmek; içine başka renk karıştırmak; tüfek kullanmak; çıkmak; fırlamak; zonklamak; atış; av partisi; filiz; geyik boynuzunun filizi; futbolda şut. shoot at nişan alıp ateş etmek; (k. dili) çabalamak. shoot down silâhla vurup düşürmek. shoot off atmak; (k. dili) dürüst davranmak. shoot the works (k. dili) bütün sermayeyi yatırmak; yukarıya fırlamak; ateş altına almak; (A.B.D) (kovboy filmlerinde) rasgele ateş etmek.
- shop -- (ped ping) dükkân; atelye; fabrika; çarşıya gitmek; for ile aramak; (ing)
- shore -- sahil; hudutsuz.; dayanak; up ile payanda ile desteklemek. shoring destekleme; payandalar.
- short -- kısa; kısa boylu; bodur; ters ve kısa (cevap); eksik; satılırken elde bulunmayan (mal); gevrek; çok yağIı; birdenbire; elde bulunmayan malı satmak üzere; tersçe; kısa şey; eksiklik; uzun sözun kısası; (elek) kontak; kısa reklam ve miki filmi; (çoğ.) kırıntı; (çoğ.) kısa pantolon; (dilb.) kısa hece. short and sweet kısa ve yerinde. short circuit (elek) kısa devre; (tıb.) bağırsağın bir parçasını keserek kısaltma ameliyatı. short commons gıda eksikliği. short cut kestirme yol. short of -dan başka. short order çabuk ve kolay hazırlanabilen yemek. short sale (tic.) açıktan satış. short story kısa hikaye. short wave kısa dalga. at short notice hazırlanmak için az zaman bırakan (emir) be short of eksik olmak; erişememek. cut short birden kesmek; muhtasar olarak; kısacası; kâfi gelmemek; kısaca; kabaca; terslikle. shortness kısalık; noksanlık
- shortchange -- (k. dili) eksik para vermek.
- shortcircuit -- kısa devre yapmak.
- shortcut -- kestirmeden gitmek.
- shorten -- kısaltmak; yağ katarak gevrekleştirmek.
- shorthand -- stenografi
- shot -- (ted; tüfek saçması; atış; kurşun menzili; erim; nişancı; top veya tüfek atma; (spor) gülle; (spor) bilyeye vuruş; (k. dili) teşebbüs; tahmin; şans; (tıb.) şırınga; miktar; (k. dili) bir kadeh içki: filimde tek hareket; fotoğraf; gülle veya saçma ile doldurmak. shot metal saçma imalinde kullanılan madde. shot tower saçma imal olunan kule. a long shot güç bir işe teşebbüs etme. a shot in the arm heveslendirme; yanardöner; (argo) kafası dumanlı; (k.dili) mahvolmuş; kullanılmaz hale gelmiş. shot to pieces tamamen bozulmuş
- shotgun -- av tüfeği; zorla yapılan; gelişigüzel.
- should -- (bak.) shall; a) gereklilik. You should visit your sick friend. Hasta arkadaşını ziyaret etmen gerekir b) şarta baglılık: If he should come.. Eğer gelirse c) şaşkınlık. : Who should drop in but.. Kim geldi bil bakalım...başka kim olabilir? d) ümit: I should be back by noon. Öğlene kadar dönebileceğimi ümit ederim e) ABD
- shoulder -- )omuz; destek olan şey; omuza benzer çıkıntı; kürek eti; dağ yamacı; sırt; (ask.) tabya siperinin koltuğu; banket; omuzlamak; sırtına almak; sorumluluğu yüklenmek. Shoulder arms ! Silâh omuza ! shoulder belt omuz kayışı; sorumluluğu yüklenme hassası. cry on one' shoulder merhamet dilenmek
- shout -- bağırmak; haykırmak; bağırma; bağırarak konuşmak. shout down bağırarak bir kimsenin sesini bastırmak. shout out yüksek sesle bağırmak.
- shovel -- (ed; kürek dolusu; kürekle atmak; kürekle boşaltıp temizlemek; kürekle atar gibi atmak. shovel in food atıştırmak
- show -- (eski) veya (Ing) shew (şo) göstermek; ihsan etmek; izhar etmek; içeriye götürmek; anlatmak; söylemek; öğretmek; görünmek; yarışmaya katılmak; yarışta üçüncü gelmek; gösteriş; temsil; gösteri; taklit; saltanat; yarışta üçüncü yer; belirti; (k. dili) fırsat; göstermek. show one' hand kozunu meydana koymak; (iskambil) elini açmak. show one the door bir kimseye kapıyı göstermek; şiddetle karşı koymak. show up beklenilen yere gelmek
- showboat -- içinde temsil verilen vapur.
- showcase -- vitrin
- shower -- sağanak; duş; bol verilen şey; (A.B.D) geline veya bebeğe hediyelerin verildiği parti; yağdırmak
- shred -- (ded; parça; parçalamak
- shrew -- soreks; şirret kadın
- shrill -- pek ince ve tiz (ses); keskin; acı ve tiz sesle bağırmak. shrilly keskin bir sesle
- shrimp -- karides; (argo.) kısa boylu veya çelimsiz kimse; karides tutmak.
- shrine -- azizlerden kalma kemik gibi bakıyelerin muhafaza olunduğu ufak sandık; bir azizin kabri; tahsis ve takdis olunmuş yer; (nad.) kutsal bir yere koymak
- shrink -- çekmek; fire vermek; çekinmek; çektirmek; çekilme; çekinme; (A.B.D); fire. shrink'ingly çekinerek
- shrivel -- (ed veya led
- shroud -- kefen; örtü; (den.); kefenlemek; örtmek
- shrove -- (bak.) shrive.
- shrub -- çalı; şurup; meyva likörü.
- shrug -- (ged; omuz silkme.
- shuck -- zarf; (A.B.D) istiridye veya midye kabuğu; kabuklarını çıkarmak; soymak.
- shudder -- tüyleri ürpermek; korkudan tüylerin diken diken olması; titreme. I shudder to think of it Onu düşünmek bile tüylerimi ürpertiyor. shudderingly tüyleri ürpererek: titreyerek.
- shuffle -- karıştırmak; karmakarışık edip ortadan yok etmek; sürümek (ayak); itip ileri atılmak; iskambil kâğıtlarını karıştırmak; sözü değiştirmek; güçlükle ve acemice ilerlemek; ayakları sürüyerek yürümek; karıştırma; ayak sürüyerek yürüme; bir ayağı sürüyerek yapılan dans figürü. shuffle off üstünden atmak (sorumluluk)
- shun -- (-ned
- shunt -- bir yana döndürmek; yan yola geçirmek (katar veya vagon); (elek.) cereyanın bir (kıs.)mını diğer bir telden geçirmek; bir yana dönmek; başından atmak; bir yana dönüş; (d.y.) yan hat; (elek.) cereyanı ayıran tel
- shush -- susmak; susturmak; sus sesi.
- shut -- (-shut; yasaklamak; yolunu kesmek; kapanmak. shut down işi tatil etmek; bir şeyi indirerek kapamak. shut in kapamak; basmak (karanlık) shut off akıntısını kesmek (gaz); durdurmak; dışta bırakmak. Shut my mouth! Hayret! shut one' eyes to göz yummak; dışarıda bırakmak; oyunda rakibe hiç sayı vermemek. shut up kapamak; susturmak; susmak hapise atmak. Shut your face! (argo) Sus be!; kapalı; kapama; kapama vakti; madenlerin kaynayıp birleştiği yer
- shutter -- kepenk; (foto.) objektif kapağı; kepenk takmak
- shuttle -- mekik; karşılıklı yolcu veya yük taşıma servisi; mekik dokumak; mekik gibi işlemek shuttle race mekik yarışı. shuttlewise mekik gibi
- shuttlecock -- raketle havada uçurulan ucu tüylü mantardan yapılmış top; bu topla oynanan oyun.
- shy -- yandan fırlatmak; atış; (k. dili) alay; deneme; korkak; utangaç; "of" ile tedbirli; az ürün veren (ağaç); (k.dili); mahcubiyet.; ürkmek (at); ürkme. shy away veya shy off çekinmek
- shylock -- Shakespeare'in "Venedik Taciri" adlı piyesindeki kinci Musevi tefeci; (argo) insafsız alacaklı veya tefeci.
- sic -- böyle (aktarılan parçadan sonra "aynen alınmıştır'
- sick -- hasta; bulantılı; bezgin; hasret çeken; "of" ile tiksinmiş; bozuk; hastalıklı; hastaya mahsus; meşum; yarım baş ağrısı. sick joke iğrenç ve ürpertici şaka. sick leave hastalık izni
- sicken -- hastalanmak; hasta etmek
- sickle -- orak; orakla biçmek.
- sickly -- hastaca; hastalık getiren; gönül bulandırıcı; marazi
- side -- yan; taraf; kenar; cihet; etek (dağ); taraftarlar; (den.) kenar; ing.; bilardoda bilyeye vurmak suretiyle hasıl olan dönerek gitme kuvveti; yanda veya yandan olan; ikincil; (gen.) "with" ile taraf tutmak
- sideline -- asıl mesleğinden ayrı meşguliyet sahası; tali hat; sporda kenar çizgisi; sorumlu olmayan bir kimsenin görüşü; oyun dışı edilmek.
- sideslip -- (-ped; (hav.) yan inişi yapmak; yana kayma; yan iniş; ağaç filizi.
- sidestep -- kenara çekilmek; yan çizmek; bertaraf etmek; uzatmak
- sideswipe -- yan tarafa indirilen şiddetli darbe; yandan çarpmak.
- sidetrack -- yan hat; yan hatta geçirmek; bir kimsenin işini veya planını geriye bıraktırmak
- sidle -- yan yan gitmek. sidle up to one birine sokulmak.
- siege -- kuşatma; ısrarla ele geçirmeye uğraşma; (eski) ikamet yeri; (eski) rütbe; uzun hastalık devresi; (nad.) kuşatmak
- siesta -- öğle uykusu
- sieve -- kalbur; boşboğaz kimse; kalburdan geçirmek
- sift -- kalburdan geçirmek; incelemek; ayırmak. sift out kalburdan geçirip ayırmak. siftings (çoğ.) kalbur içinde kalan çerçöp.
- sigh -- iç çekmek; uğuldamak; "for" ile hasret çekmek; ah çeker gibi ses çıkarmak; iç çekme
- sight -- görme; gözlem; muayene; görüş kuvveti; görülen şey; görülecek şey; göz erimi; inceleme fırsatı; fikir; nişangah; (leh.) çok miktar; (k. dili) çirkin bir şey. (sig.)ht draft ibrazında tediye olunacak poliçe. (sig.)ht unseen görmeden(satın almak) a (sig.)ht for sore eyes bir içim su; hoş bir rastlantı. at (sig.)ht ibrazında; (k. dili) son derece yüksek; görmek; bakıp keşfetmek; nişan almak; nişangâhım ayarlamak; gözlemek; belirli bir yere dikkatle bakmak.
- sign -- işaret; tabela; (astr.) on iki burçtan biri; (tıb.) araz. (sig.)n language sağır ve dilsizlerin işaretlerle konuştuklan dil. (sig.)n manual el yazısı imza (bilhassa hükümdarın) (sig.)n painter tabela ressamı. I had a (sig.)n içime doğdu.; imzalamak; işaretlerle ifade etmek; işaret etmek; imza ile kontrata bağlamak; "away"; kütüphaneden kitap alındığını imza ile belirtmek. (sig.)n up kaydetmek
- signal -- (-ed; belirten herhangi bir şey; işaretle verilen emir; parola; saik: işaret vermek; işaretlerle bildirmek. (sig.)nal box (d.y.) içinde işaret cihazı bulunan kulübe. Signal Corps (ask.) işaret alayı. storm (sig.)nal fırtına çıkacağını bildiren işaret.; dikkate şayan
- signalize -- mümtaz hale getirmek; dikkatle göstermek.
- signify -- işaretle anlatmak; delalet etmek; anlam vermek; anlamı olmak.
- signpost -- işaret direği; kılavuz.
- silence -- sessizlik; zikretmeyiş; ketumiyet; sükunet; (müz.) es; susturmak; (ask.) bastırmak; yatıştırmak. Silence gives consent Sükut ikrardan gelir.
- silhouette -- gölge resim; gölge şeklinde resim yapmak
- silicify -- taşlaştırarak çakmaktaş haline getirmek.
- silk -- ipek; ipekli kumaş; ipeğe benzer örümcek ağı teli; ipeğe benzer mısır püskülü. silk cocoon ipek kozası. silk hat silindir şapka. silk mill ipek imalâthanesi veya tezgâhı. silk vine ipek fidanı
- silken -- ipek gibi; parlak ve yumuşacık; nazik; ipekler giymiş
- silo -- silo; siloya doldurmak.
- silt -- suyun getirip biriktirdiği kum veya çamur; up ile böyle kum ve çamurla doldurmak veya dolmak.
- silver -- gümüş; gümüş para; gümüş eşya; gümüş kaplama eşya; gümüşe benzer şey; gümüş rengi; gümüşten yapılmış; gümüşe benzer; berrak (ses) silver anniversary yirmibeşinci evlenme yıldönümü. silver fir beyaz çam ağacı; gümüş kaplamak; gümüşlü civa ile sırlamak (ayna); gümüş gibi parlatmak; (foto.) gümüş nitratla kaplamak; gümüş gibi beyaz ve parlak olmak.
- simmer -- ateşte ağır ağır kaynamak; kaynar hale gelmek; hafif heyecan içinde bulunmak; kaynama derecesinin birkaç derece altında pişirmek; öfke veya coşkunluktan patlar hale gelme; hiddeti zapt etme hali. simmer down (k. dili) yavaş yavaş hafiflemek; ağır ağır kaynayarak azalmak.
- simper -- aptal aptal sırıtmak; aptalca sırıtma . simperingly aptalca sırıtarak.
- simple -- basit; sade; (bot.) yalın (yaprak); (zool.) münferit; adi; kolay; saf; tabii; budala; ahmakça; önemsiz; kolay anlaşılır; ancak yeterli; basit şey; ilâç yapılan ot; budala kimse. simple fraction bayağı kesir. simple fracture basit kırık. simple hearted saf yürekli; kendi halinde; akıl noksan; aptal. Simple Simon saf ve aptal kimse. simpleness sadelik; saflık
- simplify -- basitleştirmek
- simulate -- taklit etmek
- sinecure -- ağır çalışma gerektirmeyen memuriyet; arpalık. sinecurist böyle bir işte çalışan memur.
- sinew -- veter; (gen.) (çoğ.) kuvvet; kuvvet ve kudret verici şey; kirişle kuvvetlendirmek. the sinews of war harp için gerekli olan para ve sair levazım.
- sing -- (sang; çağlamak; ıslık gibi ses çıkarmak; çınlamak (kulak); şiir okumak; ötmek; (argo) suçu açığa vurmak; (k. dili) şarkı söyleme; terennüm; kurşun vızıltısı. sing ones praises birini hararetle methetmek. sing out bağırmak
- single -- tek; bekar; özel; iki tarafta yalnız birer rakip bulunan (oyun); sağlam; sade; bir kat; çiçekleri yalın kat olan; (gen.) (çoğ.) teniste tekler; golfta iki oyuncu ile oynanan oyun; beysbolda vurucuyu birinci kaleye ulaştıran vuruş; krikette bir sayı kazandıran vuruş; tek kişilik oda. single barrel tek namlulu (tüfek) . single entry (tic.) basit defter tutma. usulü; bir kerelik giriş. single file birbiri arkasına dizilen sıra; tek sıra. single tax (tic.) tek dereceli vergi. singletrack tek hatlı; tek açıdan değerlendiren.; (gen.) "out" ile seçmek; birer birer almak; (beysbol) vurucuyu birinci kaleye ulaştıran vuruşu vurmak.
- singsong -- aynı tempoda ve cansız bir makamla okuma; aynı tempoda ve cansız.
- singularize -- özelliğini belirtmek.
- sink -- (sank; yıkılmak; irtifa kaybetmek; azaltmak; lavabo: geriz
- sinter -- memba etrafında biriken kireçli veya silisli tortu: ısı ve basınçla yapıştırılmış maden parçaları: maden tozu veya parçalarını yarı yarıya eriterek yapıştırmak: böyle yapıştırılmak.
- sinuate -- yılankavi; (bot.) körfezli
- sip -- (-ped; yudum yudum içme yudum.
- siphon -- sifon; (zool.) sifonluların içine su çektiği veya dışarıya su verdiği boru şeklinde organ: sifon ile su çekmek
- sir -- efendim
- sire -- baba; efendimiz (eskiden herhangi büyük bir kimseye şimdi ise yalnız hükümdarlara hitaben kullanılan bir tabir); memelilerde baba hayvan; baba olmak (özellikle atlarda)
- siren -- (Yu.) (mit.) güzel şarkı söyleyerek denizcileri aldatan deniz perisi; çok cazip ve tehlikeli kadın; siren; bir çeşit su kertenkelesi; denizkızı.
- sissy -- (A.B.D.)
- sister -- kızkardeş; aynı cinsten olan kimse veya şey; rahibe; hemcins; kızkardeş gibi. sisterinlaw görümce
- sit -- (sat; tünemek; kuluçkaya yatmak; filanca tarafta bulunmak; toplantıda üye sıfatı ile oturmak: toplantı yapmak; ressam veya heykeltıraşa modellik etmek; resim çektirmek için poz vermek; binip oturmak (ata); oturtmak. sit at ones feet talebesi olmak . sit by ilgilenmemek sit down oturmak . sit in on misafir sıfatıyle toplantıya katılmak . sit on toplantıda ele almak; (k. dili) susturmak; kral olmak. sit out sonuna kadar oturmak; baloda bir dans esnasında oturmak. sit over (argo) sıkışıp başkasına da yer vermek. sit pretty (A.B.D.); yolunu beklemek; ilgi göstermek. The wind sits in the east Rüzgar doğudan esiyor.
- site -- yer
- situate -- yerleştirmek
- sixth -- altıncı; altıda bir; bir şeyin altıda bir oranındaki kısmı; (müz.) altı nota yukarı veya aşağıda bulunan nota; altı notalık ara; gamda la notası. Sixth day cuma. sixth sense altıncı his. sixthly altıncı olarak.
- size -- büyüklük; beden (elbise); (k.dili) hal; istenilen ebatta kesip biçmek; büyüklüklerine göre ayırmak; büyüklüğünü tahmin etmek. size up ABD. kdili. karşısındakini tartmak; ahar; haşıl; aharlamak (kâğıt); haşıllamak (kumaş); (badanadan önce) tutkallamak. sized çirişli (kumaş) sizeable (bak.) sizable.
- sizzle -- cızırdamak; sıcaktan bunalmak; cızırdama.
- skate -- tırpana; folya balığı. skatefish kırk ambar; paten; patinaj yapmak
- skedaddle -- (k. dili) kaçmak; kaçış .
- skee -- (bak.) ski.
- skeet -- havaya fırlatılan yapma kuşlara nişan alma.
- skein -- çile.
- skeleton -- iskelet; çok zayıf kimse; bina çatısı; iskelete benzer; bir deri bir kemik. skeleton at the feast keyif kaçıran herhangi bir sey . skeleton crew çekirdek tayfa
- skeletonize -- iskeletini hazırlamak; sayıca azaltmak
- sketch -- taslak; kabataslak resim; (kıs.)a tarif; (kıs.)a hikâye veya müzikli gösteri; (k. dili) şakacı kimse; taslak yapmak; kabataslak resmini yapmak; (kıs.)aca tarif etmek.
- skew -- eğri; birbirine paralel olmayan; erilik; bükülme; eğri yoldan gitmek; yan bakmak; eğriltmek; başka anlam vermek.
- skewer -- kebap şişi; şişe benzer herhangi bir şey; saka kılıç; kebap şişine geçirmek; şişe dizmek; şişlemek.
- skid -- (-ded; yana kayma; kızak; tekerlek altına konan takoz; (den.) maliborda tahtası; (den.) filika sehpası; yana doğru kaymak; tekerlek altına takoz koymak. skid chain tekerlek zinciri. skidrow (A.B.D.)
- skiddoo -- (ünlem)
- skiff -- (den.) hafif yelkenli filika
- skill -- hüner
- skillet -- tava.
- skim -- (-med; kaymağını almak; sıyırıp geçmek; gözden geçirmek; suyun yüzünde sektirmek (taş); köpük bağlamak; suyun yüzünde sekmek; kaymağı alınmış (süt); köpüğünü alma; köpüğü alınmış süt; ince tabaka. skim milk
- skimmer -- köpük alacak alet kevgir; deniz kıyılarında yaşayan kırlangıç benzeri bir kuş.
- skimp -- cimrice beslemek veya vermek; baştan savma yapmak; cimrilik etmek; aşın derecede tutumlu olmak: kıt; yarım yamalak
- skin -- deri; hilekar kişi; (argo) cimri kimse. skin diving aletli dalış. skin game hileli kumar oyunu. skin grafting deri aşısı. by the skin of one' teeth kıtı kıtına; aşırı derecede coşmak. only skin and bones bir deri bir kemik; (-ned; kabuğunu soymak: deri ile kaplamak; deri ile örtülmek; (argo) para yolmak; işi becermek. skin down ellerle tutunarak inmek. skin one alive insafsızca parasını yolmak; azarlamak. skin out (den.) kaçıvermek. skin through (k. dili) zar zor geçmek. skin up yalnızca ellerle tırmanmak. Keep your eyes skinned (k. dili) Dikkat et! Ayağını denk al!.
- skink -- skink
- skinny -- sıska
- skip -- (-ped; (gen.) "over" ile atlamak; suyun yüzünde sekmek (taş); atlayıp sıçrama; atlama; görmeden veya okumadan geçme. skip rope atlama ipi. skippingly seke seke
- skipper -- ufak gemi kaptanı; seken sey veya kimse; sekerek yürüyen bir çeşit böcek.
- skirl -- iskoç gayda gibi ses çıkarmak; haykırmak; çığlık; gayda sesi.
- skirmish -- (ask.) hafif çarpışma; çekişme; çatlşmak; çekişmek. skirmish drill (ask.) çarpışma talimi. skirmish line seyrek asker. saffu skirmisher (ask.) avcı.
- skirt -- etek; eteklik; semerin sarkık yan tarafı: kenar; (argo) kız; eteklik ile örtmek; kenarında olmak; kenarından geçip gitmek; baştan savmak
- skit -- hicivli (kıs.)a oyun veya yazı; şaka
- skitter -- hafifçe kayarak veya aceleyle gitmek
- skive -- ince tabakalar halinde yarmak (kösele)
- skiver -- bir cins ince kösele; köseleyi tabaka tabaka kesmeye mahsus bıçak; köseleyi böyle kesen kimse.
- skivvy -- (A.B.D.)
- skoal -- (ünlem) Sıhhatinize! .
- skulk -- sıvışıp gizlenmek; kaytarmak; gizlenen kimse.
- skull -- kafatası; kafa
- skunk -- kokarca; (k. dili) pis herif; (argo) tamamen yenmek. skunk cabbage yılanyastığıgillerden pis kokulu bir bitki
- skylark -- tarlakuşu; gürültü ederek eğlenmek.
- skyline -- ufuk çizgisi; siluet.
- skyrocket -- hava fişeği; birden yükselmek
- slab -- (-bed; kerestenin dış parçası; kütükten tahta biçmek.
- slabber -- (bak.) slobber.
- slack -- gevşek; sarkık; ağır; dikkatsiz; kesat; sıkı olmayan; zayıf; gevşekçe; oldukça ağır; halatın gevşek (kıs.)mı veya sarkık ucu; iş olmayan devre; durgun su; fazlalık. slack water durgun su. keep a slack hand dikkatsizce veya beceriksizce iş görmek. slackly gevşekçe. slackness gevşeklik.
- slag -- (-ged; lavlarla karışık cüruf; cüruf haline gelmek. slaggy cüruflu.
- slake -- gidermek (susuzluk); yatıştırmak; söndürmek (kireç) slaked lime sönmüş kireç.
- slalom -- küçük bayraklarla işaretlenmiş dönemeçli bir inişte yapılan kayak yarışı
- slam -- (-med; hız ve gürültü ile vurmak veya yere çalmak; (argo) sövmek; çarpma; şiddetle kapı kapama gürültüsü; briçte her eli kazanma; (argo) hakaret. slam down gürültü ile yere çarpmak. slam on the brake birden frene basmak. slam the door in one' face kapıyı yüzüne kapamak
- slambang -- gürültü ile; düşüncesizce; gürültü ve şiddetle ilerlemek.
- slander -- sözle iftira; iftira etmek
- slang -- külhanbeyi dili; argo deyim; argo konuşmak; ing. azarlamak.
- slant -- yana yatmak; kendi görüşüne göre anlatmak; eğim; alay; gerçekten ayrılma; cihet; yan bakış; meyilli
- slap -- (slapped; hakaret etmek; gelişi güzel koymak; tokat; hakaret; ansızın; (k. dili) dosdoğru. slap in the face hakaret. slap on yürürlüğe koymak; (cezaya) çarptırmak. slap on the wrist azarlamak.
- slapdash -- aceleci; baştan savma iş veya davranış; dikkat sizce
- slash -- kamçılamak; yarmak; azarlamak; (ormanı) harap etmek; fiyatta büyük indirim yapmak; kılıç ile rasgele şiddetle vurmak; uzun kesik veya yara; yırtmaç; kamçı vuruşu; ormanda harap edilmiş alan; (matb.) eğri çizgi ( / )
- slat -- tiriz; ing.; çarpmak; (den.) çalkanmak.
- slate -- kınamak; azarlamak; Ing. cezalandırmak.; kayağantaş; koyu maviye çalar kurşun rengi; (A.B.D.) adaylar listesi; kayağan taştan yapılmış; kayağantaş rengindeki; taş tahta ile kaplamak; (A.B.D.) belli bir gaye ile planlamak. slate pencil taş kalem .clean slate temiz mazi. slat'ing arduvaz yerleştirme işlemi; arduvaz. slat'y taş tahtaya benzer; kurşun rengindeki.
- slather -- (k. dili); (çoğ.) çok miktar.
- slaughter -- hayvan kesme; katil; katliam; kesmek
- slave -- köle; köle gibi çalışan kimse; köle gibi çalışmak; esir etmek; zoraki yaptırılan iş. slave ship esir gemisi. slave trade esir ticareti. a slave to tobacco tütün kölesi.
- slaver -- esir gemisi; esir taciri.; salya akltmak; salva bulaştırmak; salya.
- slay -- (slew slain) öldürmek
- sleave -- açmak; karıştırılmış bir şey.
- sled -- (-ded; kızakla taşımak veya yolculuk etmek.
- sledge -- özellikle yük taşımaya mahsus büyük kızak; kızakla yolculuk etmek veya taşımak. sledg'ing kızak kullanma.; ağır çekiç; varyosla vurmak. sledgehammer varyos
- sleek -- perdahlı; kaypak tavırlı; besili; düzgün ve parlak hale getirmek; yatıştırmak. sleek'ly kaypak bir tavırla. sleek'ness kaypaklık
- sleep -- uyku. beauty sleep ilk uyku; güzellik uykusu. broken sleep devamlı olmayan uyku; hayvanın canını yakmadan. öldürmek. talk in one' sleep uykuda sayıklamak. walk in one' sleep uykuda gezmek. the sleep of the just vicdan rahatlığından ileri gelen deliksiz uyku.; (slept) uyumak; uyuşuk bir halde olmak; hareketsiz durumda olmak. sleep "away" veya "off" uyuyarak geçirmek. sleep in (hizmetçi) evde yatmak; geç vakte kadar uyumak. sleep like a log veya top ölü gibi uyumak. sleep on istihareye yatmak
- sleeper -- uyuyan kimse; kış uykusuna yatan hayvan; yataklı vagon; demiryolu traversi; (A.B.D.)
- sleet -- sulusepken kar; sulusepken yağmak. sleet'y sulu sepken olan
- sleeve -- elbise kolu; (mak.) gömlek; kol takmak. have a card up one' sleeve icabında kullanılmak üzere gizli veya bir kenarda hazır kozu olmak. roll up one' sleeves kollarını sıvamak; bir işe girişmek. wear one' heart on one' sleeve (bak.) heart sleeved kollu. sleeve'less kolsuz.
- sleigh -- özellikle yolcu taşımaya mahsus büyük kızak. sleigh bell kızağa veya onu çeken ata takılan çıngırak. sleigh'ing kızakla gezme; kızakla gezmeye elverişli karlı ze(min.)
- slenderize -- incelmek
- sleuth -- av köpeği (A.B.D.); avlamak; dedektif rolü oynamak.
- slew -- (bak.) slay.
- slice -- dilim; balıkçılık ve matbaacılıkta kullanılan bir çeşit enli bıçak; golfta topa meyilli vuruşla topun gidişine kıvrıntılı yön verme; bir dilim kesmek; dilimlemek; golfta topa bu şekilde vurmak. slic'er dilim kesici alet; gemi tahtalarını yerlerinden çıkarmaya mahsus alet.
- slick -- düz; yüze gülen; (k. dili) kurnaz; hilekâr; yağlı (saç); gürbüz; (argo) hoş; su yüzünde bulunan yağ tabakası; (A.B.D.); (argo) maharetle; kayganlaştırmak; (k. dili)
- slicker -- (A.B.D.) muşamba yağmurluk; (k. dili) kurnaz ve hilekâr kimse. city slicker taşra halkını aldatan düzenbaz kimse.
- slide -- kayma; kaydırak; üstünden kayılarak gidilen yer; heyelân; projeksiyon makinalannda kullanılan resimli cam; lam; (müz.) kaydırma; herhangi bir aletin kayıcı kısmı. slide bar kapı sürmesi; kılavuz ray.slide projector projeksiyon makinası slide rule sürgülü hesap cetveli. slide valve sürgü valfı.; (slid; hissettirmeden geçmek; kayıp gitmek (gemi); sessizce ortadan kaybolmak; kaydırmak; sokuvermek. sliding door sürme kapı. let slide ihmal etmek; kendi haline bırakmak.
- slight -- önemsiz; cüzi; ince; aklı veya ahlâkı zayıf olan. slight'ly az slight'ness önemsizlik.; önemsememek; yüz vermemek; görmezlikten gelmek; küçümsemek; dikkatsizce yapmak; yüz vermeyiş
- slim -- (-mer; zayıf; yetersiz; (-med
- slime -- yapışkan ve nemli herhangi bir madde; balçık; salgı; salyangoz sümüğü; yapışkan ve ince çamurla kaplamak veya sıvamak; yapışkanlığını temizlemek (balık)
- sling -- (slung) sapan; askı; bir şeyi kaldırmak veya asmak için kullanılan kayış; (den.) izbiro; sapanla atmak; askıya koymak; askı ile kaldırıp çekmek; askı ile asmak; uzun adımlarla yaylanarak yürümek.; (A.B.D.) cin katarak su ve limonla yapılan buzlu bir içki.
- slingshot -- sapan.
- slink -- (slunk) sıvışmak.; yavrusunu düşürmek (hayvan); vakitsiz doğmuş hayvan yavrusu; gelişmeden doğmuş.
- slip -- seramik yapımında kullanılan ince ve sulu kil.; daldırılmak için koparılan dal; ince ve uzunca kâğıt parçası; çok zayıf ve uzun boylu çocuk; daldırmak için dal koparmak.; (slipped; eli veya ayağı kaymak; kaydırmak; serbest bırakmak; yanılmak; kaçmak; çıkmak (kol; gizlice vermek; erken doğurmak (hayvan) slip away sıvışmak; hissettirmeden çıkıp gitmek; ölmek. slip by akıp gitmek (zaman) slip in kayıp içine düşmek; girivermek. slip off sıvışmak; çıkarmak; hissettirmeden gitmek; ağzından kaçmak. slip the cable (den.) lengeri kaldıramayıp gomenasını salıvermek. slip up yanılmak; kayma; yanlışlık; (jeol.) heyelân; kadın iç gömleği; yastık yuzü; (A.B.D.) iki iskele arasındaki dar yer; üzerinden geminin karaya çekildiği kızak; iskele palamar yeri; (kriket) kalenin arkasındaki yer; köpek tasması. slip of the tongue dil sürçmesi. give someone the slip bir kimseden sıvışmak
- slipper -- terlik
- slipslop -- (k. dili) sulu tatsız yemek; dil hatası.
- slipstream -- (hav.) pervane arkasındaki hava cereyanı.
- slit -- (slit; ince ve uzun yarmak; düz ve uzun yarık; dar ve uzun delik; yarık; ince ve dar
- slither -- kaymak; kaydırmak.
- sliver -- kesilmiş veya yırtılmış ince uzun parça; kıymık; ince dilim; yün bükmesi; ince uzun parçalara kesmek veya aylrmak; kıymık saçmak.
- slog -- (slogged; ağır ağır ve zahmetle. yürümek veya çalışmak; şiddetli vuruş; ağır ve zor yürüyüş; uzun gayret.
- slop -- (slopped; yere dökülmüş sulu madde; sulu hayvan yemi; (çoğ.) adi veya fena cins yemek; (çoğ.) bulaşık suyu; dökülmek; sulu çamurda yürümek; dökmek; (A.B.D.) hayvana sulu yem vermek. slop pail çöp kovası. slop over taşmak; taşkınlık yapmak.
- slope -- meyilli yüzey veya hat; bayır yokuş; meyletmek
- slosh -- suda veya çamurda çırpınıp etrafa sıçratmak; suya sokup çalkalamak; çamurlu kar. slosh'y çamurlu.
- slot -- (-ted; delik; (k. dili) yer; dar ve uzun yiv veya delik açmak; yivine veya yerine oturtmak. slot machine içine para konulan otomatik büfe veya oyun makinası.; geyik izi.
- sloth -- tembellik; Amerika'ya mahsus yakalı tembel hayvan
- slouch -- dikkatsizce gevşek oturmak; serserice yürümek; oturduğu yere yayılmak; başın sarkması; ağır hareket eden ve beceriksiz kimse; şapkanın sarkık kenarı. slouch hat kenarı aşağı doğru kıvrılmış şapka. He' no slouch at baseball (k. dili) iyi bir beysbol oyuncusudur. slouch'iness dikkatsizlik; şapşallık. slouch'ingly
- slough -- düşürülen yara kabuğu; canlı dokudan ayrılan veya atılan ölü doku; yılanın değişip atılan derisi; atılmak (ölü doku); kabuk olarak dökülmek; deri değişmek (yılan) slough off; bertaraf etmek; içinde su biriken durgun bataklık; ahlâk bozukluğu. sloughy çamurlu; derin çamurlu yer. slough of despond çaresizlik
- slow -- yavaş; ağır yürür; geri kalmış; güç anlayan; can sıkıcı; hızlı koşmaya elverişli olmayan (koşu yolu); yavaş yavaş; (sık sık) "up" veya "down" ile) hızını eksiltmek; ağırlaşmak
- slub -- (-bed; pamuk ipliğinde kalın yer; çekip azcık bükmek.
- slubber -- dikkatsizce yapmak; çamurda yürümek.
- sludge -- sulu çamur; su yüzündeki buz parçalan; çöp; lağım deliği çamuru. sludgy çamurlu.
- slug -- eskiden tüfeğe doldurulan kesme kurşun; anterlin; linotip makinasının döktüğü bir satır yazı; jeton; sahte jeton.; (k. dili) yumruk; bir yudum saf viski; (çoğ.); yumruk veya sopa ile vurmak.; sümüklüböcek
- sluice -- savak; savaktan akan su; bir yerden bir yere ağaç kütüğü nakletmek veya altın madenini yıkayıp ayırmak için yapılan kanal; savak vasıtasıyla sulamak; bol su ile ıslatmak; savak yoluyle sevketmek (kütük) sluice gate savak kapağı. sluice valve savak valfı. sluiceway savak yatağı.
- slum -- (-med; gecekondu bölgesi; ayaktakımının yaşadığı semt; (meraktan veya vakit geçirmek için) bu semtlerde gezmek. slum clearance böyle semtleri ortadan kaldırıp yeniden inşa etme. slumlord (A.B.D.) kiracısını istismar eden gecekondu ağası. slummy bu semtlere benzer
- slumber -- uyumak; uyuşuk ve hareketsiz halde olmak; pineklemek; uyku
- slump -- çökme; fiyatların birden düşmesi; iş durğunluğu; toprak kayması; kendini bırakmış bir şekilde oturma veya yürüme; birden düşmek veya batmak; yığılmak; kaymak (toprak)
- slur -- (-red; hızlıca ve hafifçe geçmek; gizlemek; sözü ağzında gevelemek; (müz.) iki perdeli notaları kaydırır gibi çalmak veya söylemek; kirletmek; iftira kabilinden zem; (müz.) ses kaydırması; bulanıklık.
- slurp -- (argo) höpürdetmek.
- slurry -- (-ried; sulu çimento yapmak.
- slush -- sulu çamur; yarı erimiş kar; (den.) yağlı yemek artıkları; makina yağlamasında kullanılan yağlı karışım; beyaz kurşunla kireç karışımı makina boyası; abartmalı hissi söz veya yazı; yağlı maddeyle kaplamak; beyaz kurşunla kireç karışımı boya ile boyamak. slush fund (A.B.D.) rüşvet vermek üzere toplanan para; eskiden gemicilerin çöpleri satarak elde ettikleri para. slush up çimento veya harçla doldurmak; (güvertenin) üstüne su atıp yıkamak. slushy yarı erimiş
- slut -- pasaklı ve pis kadın; sürtük kadın; dişi köpek. sluttish pasaklı. sluttishly sürtük bir halde. sluttishness sürtüklük.
- smack -- (A.B.D.); şapırtı; tokat; tokat sesi; şapırtı ile öpmek veya tatmak; tokat atmak.; yelkenli büyük balıkçı kayığı; hafif koku veya lezzet; (gen.) ("of" ile) hafif çeşnisi veya kokusu olmak; imada bulunmak .
- small -- ufak; önemsiz; ahlakça zayıf olan; ince; kuvvetsiz; adi; az; ufak şey; az miktar; bir şeyin ince yeri; hafif hafif; önemsizce. small arms tabanca gibi ufak silahlar; (İng.) ehemmiyetsiz iş veya kimse. small change bozuk para. small craft küçük gemiler. small fry ufak balıklar; önemsiz kimse veya şeyler; küçük çocuklar. small hours gece yarısından sonraki saatler. small letter küçük harf. small of the back sırtın en dar (kıs.)mı. small potatoes (A.B.D.); azıcık. in small numbers azar azar. smallish ufakça. smallness ufaklık.
- smarten -- temiz ve taze hale koymak; giydirip süslemek.
- smash -- ezmek; kırıp parçalamak; mahvetmek; teniste yukarıdan topu şiddetle vurmak; parça parça olmak; çarpmak; iflâs etmek; paramparça olma; mahvolma; (k. dili) birdenbire iflâs etme; buzlu konyak; (k. dili) başarı. smash hit (k. dili) filim veya piyesin tutulması. go to smash (k. dili) mahvolmak
- smatter -- (gen.)("of" ile) sathi olmak; sathi olma. smattering sathi bilgi
- smear -- sürmek; yapışkan veya yağlı bir şeyle sıvamak; lekelemek; (A.B.D.); leke; iftira. smeary yağlı; lekeli.
- smell -- (-ed veya smelt) koklamak; sezmek; kokmak; fena kokmak; koku saçmak; koklama; koku; ima; hava. smell about araştırmak. smell a rat şüphelenmek; (argo) burun. smelly kokulu; pis kokulu
- smelt -- (bak.) smell.; çamuka (balık) sand smelt aterina; madeni tasfiye için eritmek; tasfiye fırını
- smile -- gülümsemek; ("upon" ile) uygun düşürmek; gülmek; gülümseyerek ifade etmek; gülümseme; lütuf; neşe. smilingly gülümseyerek. smilingness tebessüm
- smirch -- bulaştırmak; lekelemek; leke
- smirk -- yılışık yılışık sırıtmak; zorla gülümsemek; sırıtış
- smite -- (smote; şamar atmak; vurup öldürmek; belâ kesilmek; kuvvetle etkilemek; rahatsız etmek
- smith -- demirci. smithy demirhane; nalbanthane.
- smock -- gömlek; iş kıyafeti; iş gömleği giydirmek; elbisede bal peteği şeklinde büzgü yapmak.smock frock iş kıyafeti
- smog -- dumanlı sis. smog'bound dumanlı sis ile kaplanmış.
- smoke -- duman; (k. dili) (sig.)ara; boş laf; tütmek; (sig.)ara içmek; tütün içmek; öfkelenmek; duman gibi toz çıkarmak; tütsülemek. smoke bomb sis bombası. smoke out gizlenmiş bir adam veya işi meydana çıkarmak; (k. dili) tepesi atmak. have a smoke (sig.)ara içmek. like smoke süratle
- smolder -- için için yanmak; içten içe devam etmek; boğucu kesif duman
- smooch -- (A.B.D.); I. öpücük
- smooth -- düzeltmek; kolaylaştırmak; tatlılaştırmak (ses); yatıştırmak; tesviye etmek; kolaylaşmak; düzeltme; düz şey veya yer. smooth away kurtulmak (üzüntüden) smooth down yatıştırmak. smooth one' ruffled feathers sinirini yatıştırmak. smooth over yumuşatmak; düz; perdahlı; engelsiz; kolay; hoş; sakin; akıcı; yağcılık eden; tüysüz; tatlı; sürtünmeyen; aşınmış. smooth breathing eski Yunancada başında bir sesli harf olan kelimenin telaffuzuna "h" harfi ile başlanmaması. smoothly pürüzsüzce. smoothness pürüzsüzlük
- smoothen -- düzeltmek; yatıştırmak.
- smother -- boğucu madde; bozulma hali; baskı altında kalma; boğmak; bastırmak; zaptetmek; gizli tutmak; yemeğin üstü başka bir şeyle kaplanmış olarak pişirmek; boğulmak; örtülüp çıkamamak; bastırılmak; zaptolunmak
- smudge -- is veya toz lekesi; boğucu duman; dumanıyle sivrisinek veya ayazı gidermek için yakılan ateş; is ile kirletmek; isli dumanla tütsülemek.
- smug -- (-ger; şıklık meraklısı; temiz kılıklı.
- smuggle -- kaçakçılık yapmak
- smut -- (ted; yakası açılmadık söz; (bot.) buğday başaklarına arız olan mantar nevinden bir hastalık; is veya kurum ile lekelemek veya kirletmek; kirlenmek; lekelemek
- smutty -- isli; mantar hastalığına tutulmuş; pis laf kabilinden; açık saçık söz söyleyerek. smuttiness kirlilik
- snack -- kısım; pay; lokma; ("on" ile) yemekler arası atıştırmak. snack bar alaminüt yemeklerin yendiği lokanta.
- snaffle -- bir çeşit hafif gem; ağzına gem vurmak; (İng.)
- snag -- (-ged; budak; uzun diş; kırık diş; su dibinde bulunan ve kayıklar için tehlikeli olan kök veya dal; gizli engel; geyik boynuzunun dalı; nehir dibindeki köklere çarpmak (gemi); çengel ile kapmak; nehir dibini kök veya dallardan temizlemek; (k. dili) engel olmak. snaggy budaklı
- snail -- salyangoz; tembel ve uyuşuk kimse. snailpaced çok yavaş yürüyen. climbing snail flower salyangoz
- snake -- yılan; sinsi ve hain kimse; boru temizlemek için bükülebilen tel; yılan gibi sessizce ve sinsi sinsi ilerlemek; (A.B.D.); yılankavi yürüyüşle yapılan dans. snake fence dolambaçlı çit. snake in the grass gizli tehlike veya düşman. grass snake; yılan gibi; kurnaz
- snapshot -- enstantane fotoğraf.
- snare -- tuzak; güçlük veya felâket getiren şey; zırıltılı ses çıkarmak için trampete gerilen kiriş; tuzağa düşürmek. snare drum trampet.
- snarl -- köpek gibi hırlamak; ters veya kaba konuşmak; hırlama; ters laf. snarly hırlamaya hazır; dolaştırmak; karmakarışık hale getirmek; dolaşma; çapraşık düğüm. snarly dolaşık
- snatch -- kapmak; (argo) kaçırmak; kapış; ufak şey veya parça; kısa müddet; (argo) kaçırma. snatch at kapmaya çalışmak. snatch block (den.) bir yanı menteşeli makara tertibatı
- sneer -- hakaretle dudak bükmek; küçümsemek; istihza; hakaret. sneeringly alay ederek
- snell -- balık oltasına bağlanan naylon ip.
- snick -- çentmek; (kriket) topa hafifçe vurup yönünü değiştirmek; çentik; hafif vuruş.
- sniff -- havayı koklamak; istihza ile burun bükmek; koklamak; havayı koklama; burun bükme.
- sniffle -- burnunu çekmek; burun çekme. the sniffles (k. dili) hafif nezle.
- snifter -- yuvarlak likör kadehi; (argo) bir içim
- snigger -- (bak.) snicker.
- sniggle -- (İng.) yılan balığı yuvasına olta atarak avlamak; tuzak kurmak
- snip -- (-ped; çırpma; ufak veya önemsiz parça; (A.B.D.)
- snipe -- pusuya yatarak düşman askerini tüfekle vurmak; karşılıklı kaba söz söylemek; (A.B.D.); tüfekle vurma; hakaret etme. snipe hunt kendisinin yalnız bırakıldığından habersiz olarak avını bekleyen kişiye oynanan oyun.; çulluk; su çulluğu; bu kuşları avlamak. sniper pusuya yatarak ateş eden kimse.
- snitch -- (argo) aşırmak; gammazlamak
- snivel -- burnu akmak; burun çekerek ağlamak; ağlar gibi konuşmak; ağlamsamak; sümük; burun çekerek ağlama.
- snood -- saç filesi; saça file geçirmek.
- snook -- küçümseyici hareket. cock a snook nanik yapmak.
- snoop -- (k.dili) üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmak; burnunu sokan kimse snoopy (k.dili) üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan.
- snoot -- (k.dili) burun; yüz
- snooze -- (k. dili) kestirmek; kısa uyku
- snore -- horlamak; horultu
- snort -- at gibi horuldamak; (k. dili) kahkahalarla gülmek; (argo) koklayarak esrar çekmek; öfke belirten ses; atın horuldaması; kahkaha; (argo) bir yudum içki. snorter horuldayan kimse; şiddetli fırtına; gürültülü patırtılı iş.
- snot -- (kaba) sümük; (argo) alçak herif. snotty (argo) kibirli; alçak; (kaba) sümüklü.
- snout -- hayvanın uzun burnu; böceklerde hortum; su borusunun ağızlığı; (aşağ.)
- snow -- kar; kar gibi şey; kar yağışı; (argo) beyaz zehir; televizyon ekranında kar fırtınası gibi görünen beyaz lekeler; kar yağmak; karla kaplamak; (A.B.D.); karkuşu; çok farkla kaybetmek. It is snowing. Kar yağıyor.
- snowball -- kar topu; kartopu; kar topuna tutmak; artmak
- snowdrop -- kardelen
- snowflake -- kar tanesi.
- snowmobile -- kar arabası
- snowplow -- kar temizleme makinası.
- snub -- (-bed; (den.) halat veya zincirle geminin yolunu kesip durdurmak; (den.) kastanyolaya vurarak zincirin akmasını durdurmak; hiçe sayma; (den.) birden durdurma (halat); küçük ve kalkık (burun) snub-nosed küçük ve kalkık burunlu.
- snuff -- burunotu enfiye; enfiye çekmek. up to snuff (k. dili) umulduğu kadar; kurnaz; mum fitilinin yanık ucunu kesmek; mum fitilinin yanık ucu. snuff out mum makası ile söndürmek; öldürmek. snuf fers mum makası.; buruna çekmek; koklayarak anlamak; koklayarak muayene etmek; buruna çekme.
- snuffle -- burnunu çekmek; sesli nefes almak; burnu tıkanmış gibi konuşmak; burnunu çekme; sesli nefes alma; burnundan konuşma. the snuffles (k. dili) nezle.
- snug -- (-ger; üste oturan (giysi); sıkı (geçme); rahat etmek; kapalı yere sığınmak. snugdown (den.) fırtınaya karşı yelkenlide tedbir almak. snugly rahatça; sıkıca. snugness rahatlık; sıkılık.
- snuggle -- rahat etmek için bir yere sokulup sarınmak; sarınıp yatmak.
- soap -- sabun; (A.B.D.); sabunlamak; süs. soap dish sabunluk. soap opera (A.B.D.); boş; (k. dili) yağcılık.
- soapbox -- sabun sandığı; sokakta nutuk çekenlerin üstüne çıktığı sandık. soap box derby (A.B.D.) çocukların kendi yaptıkları arabalarla yokuş aşağı yarışı. soapboxer (k. dili) sokakta nutuk çeken kimse.
- soapstone -- sabuntaşı.
- soar -- süzülerek yükselmek; hareket etmeden aynı seviyede uçmak; artmak; yücelmek; süzülerek yükselme veya uçuş.
- sob -- (-bed; hıçkırır gibi ses çıkarmak; ağlama hıçkırığı. sob sister (A.B.D.)
- sober -- kendine hâkim; ciddi; içki etkisinde olmayan; gösterişsiz; dizginlemek; ayılmak; uslanmak; ayıklık.
- soccer -- futbol
- socialize -- (İng.) -ise kamulaştırmak; sosyalleştirmek; toplum kurallarına uydurmak. socialization sosyalleştirme; kamulaştırma.
- sock -- (argo) yumruklamak; sille atmak; (argo) yumruk; (kıs.)a çorap
- socket -- içine bir şey geçirilen delik veya oyuk; duy; duy priz; priz; yuva; yuva veya oyuk açmak. socket wrench yuvalı anahtar. light socket lamba duyu. wall socket duvar prizi.
- sod -- (-ded; çimen parçası; çimen parçaları ile kaplamak. under the sod mezarda. the Old Sod İrlanda.
- sodden -- iyice ıslanmış; hamur gibi (ekmek); anlamsız; ayyaş suratlı; iyice ıslatmak veya ıslanmak; donuklaştırmak.
- soften -- yumuşatmak; teskin etmek; yumuşamak; yatışmak. softening of the brain (tıb.) beyin zarının yumuşaması
- soft-soap -- (k. dili) yağlamak
- soil -- toprak; ülke; gelişme ortamı; kirletmek; namusuna leke sürmek; kirlenmek; leke; çirkef; gübre.; hayvanları taze otla beslemek
- sojourn -- kalmak; konukluk
- solace -- teselli; teselli etmek
- solarize -- güneş ışığına maruz bırakmak; (foto.) klişeyi güneş ışığına fazla maruz bırakarak bozmak. solarization güneş ışınlarının etkisi; (foto.) klişeyi güneşe fazla maruz bırakarak bozma.
- solder -- lehim; yapıştırıcı madde; lehimlemek; yapıştırmak. soldering iron havya.
- soldier -- asker; karınca yuvasının bekçiliğini yapan iri karınca; askerlik yapmak; (k. dili) işten kaçınmak; tecrübeli ve bilgili adam. every inch a soldier sapına kadar asker. tin soldier oyuncak asker. soldierlike askere yakışır
- sole -- taban; ayakkabıya pençe vurmak. sole leather taban köselesi.; dilbalığı; tek; (huk.) evlenmemiş
- solemnize -- (İng.) -nise resmen icra etmek; resmi ayin yapmak. solemnization resmen icra.
- sol-fa -- gam notalarını sesle vermek; notaların isimleri.
- solicit -- rica etmek; yalvarmak; davet
- solidify -- katılaştırmak; tahkim etmek
- solo -- (çoğ.)--li) solo; iskambilde iki veya üç ortağa karşı tek başına oynanan oyun; (müz.) tek ses veya çalgı için; tek başına uçak kullanmak (ilk olarak) soloist solist.
- solute -- (kim.) erir madde.
- solution -- eriyik; erime; mahlul; çare; izah; (tıb.) bir hastalığın kriz devresi veya nihayeti; (huk.) borcun tesviyesi; (mat.) çözüm.
- solve -- halletmek; (huk.) tesviye etmek. solvability çözülebilirlik. solvable hallolunur; erir.
- somber -- koyu; kasvetli; kasvetle. somberness loşluk
- something -- bir şey; bir parça şey; olağanüstü bir şey; falan.
- son -- oğul; (b. h.) Hazreti İsa. son of a bitch; Hay Allah !
- sonnet -- (edeb.) sone; sone şeklinde şiir yazmak. sonneteer sone yazan şair; sone yazmak.
- soot -- is; ise bulaştırmak.
- soothe -- yatıştırmak; rahat ettirmek
- soothsay -- (-said
- sooty -- isli
- sop -- (-ped; tirit; yatıştırıcı şey; sus payı; sıvıya batırmak; iyice ıslatmak; ıslanmak
- sophisticate -- masumluğunu kaybettirmek; tecrübelendirmek; (nad.) hile ve safsata karıştırmak; aydınlaştırmak; hile ve safsata öğreterek ahlâkını bozmak. sophisticated bilgiç olan; incelikli; bilmiş; karmaşık; ileri; ukalâ; yapmacık; karmaşıklık; çok bilmişlik.
- soprano -- (çoğ.)- -ni) (müz.) soprano; sopranoya ait.
- sorb -- üvez
- sore -- dokununca acıyan; çok hassas; kederli; (k. dili) kızgın; şiddetli; sinirlendirici; yara; acıyan yer; acı veren şey; (eski) şiddetle; çok
- sorrow -- keder; nedamet; dert; kederlenmek; matem tutmak.
- sort -- çeşit; usul; soy; gücenik; ayırmak; birlik olmak. sortable sınıflandırılabilir.
- sot -- bekri kimse; (leh.) inatçı
- sough -- uğultu; uğuldamak.
- soul -- ruh; zenci müziğinin uyandırdığı heyecan veya his; (fels.) tin; hissiyat; öz; kök; canlılık; şahıs
- sound -- ses; ima; gürültü; ses erimi; ses çıkarmak; yüksek sesle ilân etmek; gibi görünmek; çalınmak; ses çıkarttırmak; açıkça övmek; (tıb.) ses çıkarttırarak muayene etmek. sound and light açık havada tarihi konulu gösteri. sound barrier ses duvarı. sound effects (tiyatro; sağlam; sıhhatli; emin; doğru; iyi; mükemmel; derin (uyku); geçerli; derin derin. soundly derin derin (uyku); mükemmelen; tamamen. soundness sağlamlık; doğruluk; geniş boğaz; solungaç.; iskandil etmek; bir kimsenin fikrini anlamaya çalışmak; (tıb.) sonda ile muayene etmek; çok derine dalmak; mil
- soundproof -- ses geçirmez; ses geçirmez hale koymak.
- soup -- çorba; et suyu; (kim.) temel elemanların karışımı; (foto.) banyo eczası; (argo) yoğun sis; (A.B.D.); koyu sis. soup'y çorba gibi sulu; duygusal.
- sour -- ekşi; ters; (eski) tatsız; asitli (toprak); acı; ekşitmek; kesilmek; ekşi şey; ekşi içki; asit mahlülü ile yıkama. sour cherry vişne. sour cream ekşi krema; değerini kaybetmek; terslik.
- source -- kaynak; pınar; asıl
- souse -- salamura; salamura turşusu; salamuraya bastırma; (argo) ayyaş kimse; tuzlamak; sulu bir şeye batırıp çıkarmak; (argo) kafayı çekmek; (eski); atmaca gibi üstüne atılmak; çullanma; baş aşağı hızla inerek
- south -- güney; güney memleketi; b.h. ("the" ile) (A.B.D.)'nin güneydoğu eyaletleri; güneysel; güneye doğru; güneyde; güneye yönelmek
- souther -- güney fırtınası.
- souvenir -- yadigâr hatıra
- sovereign -- âlâ; şahane; mutlak; hükümdarca; çok tesirli (ilâç); hükümdar; altın ingiliz lirası. sovereignly mutlak surette; hâkimane.
- sow -- dişi domuz; (mad.) erimiş maden oluğu; bu olukta yapılan maden külçesi. sow thistle eşek marulu; (-ed; yaymak
- space -- aralık koymak; aralıklara bölmek.; yer; mesafe; müddet; feza; (matb.) espas; (müz.) ara; (mat.) uzam
- spackle -- çatlakları doldurmada kullanılan alçı.
- spade -- bahçıvan beli; ayıbalığını parçalamak için kullanılan büyük bıçak; (ask.) top arabasının arka tarafında bulunan ve top atılınca geri tepmesine mâni olan kazma şeklindeki demir; bellemek; iskambilde maça.
- spaghetti -- ince makarna; (radyo) tel izolasyonu olarak kullanılan ince plastik boru.
- spall -- ufak taş parçası; kıymık: parçalamak; parçalanmak.
- span -- (-ned; an; süre; kemer veya köprünün ayakları arasındaki açıklık; karışlamak; bir yandan bir yana uzanmak.; (den.) halat; çifte koşulmuş at veya öküz; bağlamak
- spang -- ABD
- spangle -- pul; pullarla süslemek (elbise); madeni pul gibi pırıldamak
- spanish -- ispanyol; İspanyolca. the Spanish İspanya halkı. Spanish brown topraktan yapılan kahverengi bir boya. Spanish chestnut kestane. Spanish fly ispanya sineği; kuduzböceği; şimdi Karayipler Denizi'nin güneyi veya bütünü.
- spank -- kıçına şaplak atmak; çabuk gitmek; şaplak (bilhassa kısa)
- spar -- (red; (min.) ispat.; ağız kavgası etmek; horoz gibi dövüşmek: boks maçı. sparring partner boksta idman arkadaşı.
- spare -- yedek; cimri; sıska; fazla; bowling oyununda iki top atışı ile kukaların hepsini düşürme. spare cash ihtiyat akçesi. spare parts yedek parçalar spare time boş vakit. sparely sıskaca; az olarak. spareness zayıflık; azlık.; kıymamak; kurtarmak; idareli kullanmak; idare yoluna gitmek; esirgemek; vermek; onsuz olmak veya yapmak
- sparge -- dağıtmak; serpme. sparger biracılıkta kullanılan serpme aleti.
- spark -- kıvılcım; elektrik kıvılcımı; elmas; belirti; canlılık; kıvılcım saçmak; harekete geçirmek; elektrik kıvılcımlarını önleyen cihaz. spark coil (elek.) endüksiyon bobini; yakışıklı delikanlı; civelek kız: (erkek) sevgili; sinirli kimse; flört etmek. sparkish hoppa; gösterişli
- sparkle -- kıvılcımlar saçmak; pırıldamak; köpürmek; kıvılcım; pırıltı; şaşaa. sparkler pırıldayan eylayan mücevher; şahsiyeti ve canlılığıyle göze batan kimse
- sparse -- seyrek
- spasm -- (tıb.) spazm
- spat -- (gen.) (çoğ.) (kıs.)a tozluk; (bak.) spit.; (ted; yumurta dökmek (istiridye); ağız dalaşı; yağmur şakırdaması; sille vurmak; ağız kavgası etmek; şakırdamak (yağmur)
- spatter -- serpmek; iftira etmek; serpme; pıtırtı; çamur lekesi
- spatulate -- spatula şeklindeki
- spawn -- yumurta dökmek (balık); meydana getirmek; iç balık yumurtası; hayvan yavrusu; hasılat; istiridye yumurtası; ufak balık; (bot.) mantar tohumu.
- spay -- dişi hayvanı kısır etmek.
- speak -- (spoke; bahsetmek; ses vermek; işaretle konuşmak (gemiler arası) Speak ! Haydi; yaklaşıp laf açmak. speak for lehinde söylemek; istemek. speak ill of aleyhinde söylemek; yüksek sesle söylemek. speak to the point konuya bağlı kalmak; yerinde söz söylemek. speak up çekinmeden açıkça söylemek. so to speak tabir caizse. to speek of bahsetmeye değer
- spear -- kargı; zıpkın; mızrakçı; ot filizi; mızrak veya zıpkınla vurmak; filiz sürmek
- spearfish -- kılıçbalığına benzer bir kaç tür balık
- spearhead -- mızrak ucu; hücuma geçiş; hücuma geçen asker; öncülük etmek.
- special -- özel; bir cinse mahsus; yegâne; ekstra (gazete); herhangi özel bir şey; özellik. special agent özel ajan special case özel durum. special delivery (A.B.D.) ekspres mektup; özel ulak. special edition özel baskı. special pleading (huk.) karşı tarafın iddialarını reddetmeden kanuni itirazlarda bulunma; bir konunun yalnızca olumlu yönlerini sunma. special student özel bir program takip eden öğrenci. specially özellikle
- specialize -- tek bir konu üzerinde durmak; (biyol.) özel bir gaye ile geliştirmek; özel bir amaca kullanmak; ayrıntılara girmek; özellik kazanmak; ihtisas kazanmak
- specify -- tayin etmek; listeye özel bir madde halinde koymak.
- speck -- nokta; ufak parça; nokta nokta lekelemek.
- speckle -- ufak benek veya leke; beneklemek. speckled benekli
- speculate -- düşünmek; (tic.) spekülasyon yapmak.
- speech -- konuşma yeteneği; konuşma; söz; dil; hitabe; konuşma şekli
- speechify -- nutuk paralamak; fazla konuşmak
- speed -- (-ed veya -sped) hız; (eski) uğur; çabuk gitmek; (eski) muvaffak etmek; (eski) uğurlu kılmak; uğurlamak; acele ettirmek; (mak.) belirli bir hıza ayarlamak; sürat belirten; hızlı. speed counter sürat ölçme aleti; (den.) tam yol alarak. at half speed yarım süratle; (den.) yarım yol alarak. with all speed bütün hızı ile.
- speedboat -- sürat motoru.
- speedy -- süratli
- speer -- (İskoç) sormak.
- spell -- (ed veya spelt) hecelemek; söylemek; harflerle kelime meydana getirmek; ayrıntılarıyle açıklamak.; büyü; büyülemek. cast a spell on büyülemek; nöbet; (k. dili) süre; (k. dili) kısa mesafe; (Avustruralya) tatil zamanı; nöbet değiştirme; (A.B.D.); nöbet değiştirerek serbest bırakmak.
- spellbind -- büyü ile bağlamak
- spelt -- kaplıca buğday; kızıl buğday; (bak.) spell.
- spend -- (spent) harcamak; bol bol vermek; israf etmek; kuvvetini azaltmak; geçirmek (zaman) spending money harcanacak para
- sperm -- (biyol.) meni; ispermeçet. sperm sperm oil ispermeçet yağı. sperm whale ispermeçet balinası
- sphacelate -- çürümek
- sphere -- küre; gök; dünya; saha; sınıf; küreler arasına koymak; küre şeklini vermek.
- sphinx -- isfenks; anlaşılması güç ve konuşmayan kimse. sphinx moth bir çeşit pervane. the Sphinx Mısır'da Gizeh sehrinde bulunan büyük isfenks.
- spice -- bahar; baharat gibi güzel kokan şey; lezzet veren şey; tat; cazipleştirmek. spicery baharat; baharatlı oluş.
- spider -- örümcek; (leh.) dökme demir tava; kırılmadan tuzla buz olmak (cam) spider crab uzun ve ince bacaklı bir cins yengeç; örümcek gibi; zarif; örümcekli.
- spiel -- (A.B.D.); konuşmak
- spigot -- musluk; fıçı tapası; tahta musluk tıkacı.
- spike -- ekser; uzun ve ucu sivri şey; kabara; ince ve yüksek topuk; yavru geyiğin boynuzu; uskumru yavrusu; enserle tutturmak; (k. dili) (içeceğe) içki katmak; (ask.) topu körletmek için falya deliğine çivi vurmak; çivi ile delmek veya incitmek; engellemek. spike one' guns bir kimsenin kötü niyetine engel olmak. spiky sivri uçlu; çivili.; başak; (bot.) başakçık.
- spile -- fıçı musluğu; akçaağaçtan öz çekmek için kullanılan boru; kazık; tapa ile tıkamak; kazık çakmak; (fıçıya) musluk takmak spilikin (bak.) spillikin.
- spill -- (ed veya spilt) dökmek saçmak; düşürmek; düşmek; (den.) yelkeni boşaltmak; dökme; düşüş düşme; dökülen şey; denize dökülen petrol. spill the beans kdili. ağzından baklayı çıkarmak.; lamba yakmaya mahsus kâğıt veya tahta parçası; tahta tıkaç
- spin -- (spun; -ning) eğirmek; (ağ) örmek; çevirmek; dönmek; fırıldak gibi dönmek; tornalamak; fırlatmak; (hav.) dikine düşmek. spin a yarn masal okumak; fırıl fırıl dönme; (k. dili) gezme; (hav.) diklemesine düşüş.
- spindle -- eğirmen; iğ mihveri; sığlık veya kayalıklan belirten fener direği; takriben 13800 metrelik iplik uzunluk ölçüsü; boy atmak; delmek; leylek bacaklı.
- spiral -- (-ed; helis; (tıb.) spiral; helezon teşkil etmek. spiral galaxy
- spire -- ince uzun ot sapı; kulenin sivri tepesi; uzun ve ince sap sürmek; sivri kule gibi yükselmek.; helezon; helezoni kabuğun sivri ucu.
- spirit -- ruh can; (fels.) tin; tayf; peri; önder; heves; hava; huy; mana; hayalete ait; ruhlara inanmayla ilgili; ispirto ile çalışan. spirit lamp ispirtoluk; canlandırmak
- spirt -- (bak.) spurt.
- spit -- (-ted; (coğr.) dil; şiş saplamak; meç saplamak.; (spit veya spat; çiselemek; tükürük gibi saçmak; tükürük saçar gibi ses çıkarmak; tükürük; bazı böceklerin salyası; çisenti
- spitball -- çiğnenip top haline getirilen kağıt; (beysbol) bir çeşit top atışı.
- spitchcock -- ortasından yarılıp ızgarada pişirilmiş yılanbalığı; balık veya kuşu ortadan bölüp ızgarada pişirmek.
- spite -- garez; üzüntü; kindarlık etmek; inadına
- spittle -- tükürük
- splash -- (üstüne) çamur veya su sıçratmak; etrafa sıçratarak suya dalmak veya çarpmak; sıçratılmış çamur veya su; leke; su sıçratma sesi; (k. dili) heyecan. make a splash (k. dili) dikkati çekmek; heyecan uyandırmak. splashy ıslak; lekeli; (k. dili) dikkati çeken gösterişli.
- splatter -- su veya çamur sıçratmak; sıçramak.
- splay -- dışa doğru meyletmek; yayılmak; meyilli olmak; atın omuzunu yerinden çıkarmak; yayvanlık; (mim.) (çerçevede) meyilli kısım; geniş ve yayvan; pahlı; kaba; acayip; eğri büğrü.
- spleen -- (biyol.) dalak; terslik; garaz; (eski) melankoli. spleeny ters
- spline -- kama
- splint -- kıymık; (tıb.) kırık kemik sarmaya mahsus ince tahta; at ayağında çıkan nasır; süetçilikte kullanılan ince kamış parçası; ince tahtalarla sarmak
- splinter -- yarıp parçalamak; yarılıp parçalanmak; kıymık; kıymıklı.
- split -- (split; hiziplere ayırmak; dağıtmak: bölmek; paylaşmak; bölünmek; ayrılmak; kopmak. split the difference ortalama bir rakamda anlaşmak. split up bölüştürmek; bozuşmak.; yarık; bozuşma; bölünme; kıymık; sepetçilikte kullanılan ağaç tiriz; küçük şişe (içki); muzla yapılmış dondurmalı tatlı; bir bacağı öne öbürünü arkaya uzatarak yapılan akrobasi hareketi; ayrılmış; kırık; şizofrenik kişi. split pulley birbirinden ayrılabilen iki parçadan ibaret makara. split second an
- splotch -- leke; lekelemek
- splurge -- (k.dili) gösteriş yapma; savurganlık; gösteriş yapmak; müsrifçe para harcamak
- splutter -- cızırdamak; şaşkınlıktan karmakarışık şeyler söylemek; cızırtı; ipe sapa gelmez lakırdı
- spoil -- (-ed veya spoilt) bozmak; azdırmak; bozulmak; azmak. spoil a joke şakanın tadını kaçırmak. a spoiled child şımarık; (gen.) (çoğ.) yağma; (çoğ.)
- spoke -- tekerlek parmağı; seyyar merdiven çubuğu; (den.) dümen dolabı parmaklığı; yokuş aşağı duran atlı araba tekerleğinin dönmesine engel olmak için parmaklığın arasına konulan sırık; tekerleğe parmak takmak; sırık koymak. put a spoke in one' wheel bir kimsenin çanına ot tıkamak.; (bak.) speak.
- spokeshave -- parmaklık rendesi.
- sponge -- sünger; sünger gibi emici şey; (k. dili) asalak; mayalanmış ve dinlenmeye bırakılmış hamur; platin gibi bazı madenlerin sünger hali; (tıb.) tampon; topun içini temizlemeye mahsus uzun saplı yuvarlak fırça; süngerle silmek veya suyunu almak; sünger toplamak. sponge on (k. dili) parasını yemek
- sponson -- (den.) bargarisa
- sponsor -- kefil; vaftiz babası veya anası; bir radyo veya televizyon programının masraflarını karşılayıp reklam yapan firma; kefil olmak; desteklemek; himaye etmek. sponsorship kefalet; himaye
- spoof -- (k. dili) şaka yapmak; şaka
- spook -- (k. dili) hayalet; (A.B.D.); (argo); hayalet halinde görünmek; korkutmak; zıvanadan çıkarmak. spookish; tekinsiz.
- spool -- makara; makara şeklindeki şey; makaraya sarmak.
- spoon -- kaşık; kasık şeklindeki şey; golfta topu vurup havalandırmaya mahsus bir çeşit değnek; kaşıkla almak; kaşık ile balık tutmak; kroket veya golfta topu vurup havalandırmak; (k. dili) oynaşmak
- spoor -- vahşi hayvan izi; (hayvan) izlemek.
- spore -- (bot.)
- sport -- eğlence; neşe; alay; eğlence konusu; oyuncak; kdili. kumarbaz kimse; gösteriş meraklısı kimse; (biyol.) değşinme; oynamak; alay etmek; kdili. gösteriş yapmak; (spor) poor sport mızıkçı sports car spor araba. sport one' oak (İng.)
- spot -- yer; benek; ayıp; gölgebalığı; projektör ışığı; kısa reklam; (İng.) bir miktar (içecek); (argo) güç durum; yerinde olan; peşin; ara sıra rasgele. spot ball siyah benekli beyaz bilye. spot cash peşin para. spot check ara sıra teftiş etme. spot weld elektrikle yapılan nokta kaynağı. hit the high spots (k.dili) yalnız en önemli noktalara değinmek. hit the spot (argo) tam yerinde olmak. in a spot utandırıcı veya müşkül bir durumda. in spots ara sıra. on the spot hemen; hemen oracıkta; sorumlu; tehlikede; (argo) ölüm tehlikesinde. put on the spot hesap vermeye davet etmek; hesaplaşmaya çağırmak. soft spot zaaf; zayıf nokta. ten spot onluk kâğıt para. ten spot of hearts (iskambil) kupanın onlusu. touch a sore spot en hassas noktaya dokunmak. X marks the spot. X olay yerini gösteriyor.; (-ted; kirletmek; bulmak; tanımak; nişanalmak; yer yer dağıtmak: yerleştirmek; atamak; lekelenmek
- spotlight -- projektor ışığı; yaygınlık; ışığa tutmak; üzerine dikkat çekmek.
- spouse -- eş
- spout -- fışkırtmak; heyecanla okumak: fışkırmak; (k. dili) nutuk atar gibi konuşmak; (İng.); içinden sıvı akan ağız veya uç; fışkırma; kasırganın denizden kaldırdığı su sütunu; (argo) rehinci dükkanı. up the spout (argo) harap olmuş
- sprag -- fren takozu.
- sprain -- burkmak; mafsalın burkularak incinmesi
- sprawl -- yayılıp yatmak; yatarken kol ve bacakları yaymak; dağınık olmak; yayılıp yatma
- spray -- yapraklı ve çiçekli ufak dal; püskürtülen ilaç: serpinti; püskürgeç; püskürtmek; üstüne sıvı püskürtmek veya serpmek. spray gun püskürtme tabancası. spraypaint boya püskürtmek.
- spread -- (spread) yaymak; alabildiğine açmak; dağıtmak; sirayet ettirmek; ayırmak; üzerine sermek; sürmek; kurmak (sofra); teferruatıyla meydana koymak veya kaydetmek; uzatmak; yayılmak; dağılmak; şayi olmak; sirayet etmek; birbirinden ayrılmak. spread oneself iyi tesir bırakmaya çalışmak. spread oneself thin kudretinden fazla iş yüklenmek.; yayılma; saha; ortu (sofra veya yatak için); (k. dili) ziyafet; ekmek üzerine sürülen yiyecek; gazetede aynı konuyu ele alan karşılıklı iki sayfa.
- spreadeagle -- kolları ve ayakları gerilmiş vaziyetteki; (A.B.D.)
- spree -- cümbüş; içki âlemi. go on a spree alem yapmak. shopping spree eldeki bütün parayı alış verişe yatırma.
- sprig -- (-ged; delikanlı; budamak; içine başsız çivi çakarak sağlamlaştırmak. spriggy ince dallarla dolu.
- spring -- yay; yaylanma; atlama; geri tepme; atılış fırlayış; ilkbahar bahar; başlangıç; kaynak; memba; (den.) seren veya kerestenin çatlağı veya eğrilmesi. spring balance yaylı terazi veya kantar. spring chicken piliç; (k. dili) taze; duygu veya etkinin en kuvvetli olduğu zaman. spring water memba suyu. springlike bahar gibi; yay gibi.; (sprang veya sprung; sprung) yay gibi fırlamak; ileri atılmak; eğilmek; çıkmak; gelmek; neşet etmek; sürpriz yapmak; (şiir) şafak sökmek; yükselmek; (mim.) kemer halinde çıkmak; yayı boşalmak; fırlatmak; birdenbire meydana çıkarmak; zorlayıp sakatlamak; patlatmak; büküp yerine yerleştirmek; üstünden atlamak; (argo) kefaletle veya kaçırarak hapisten çıkarmak; (av kuşunu) ürkütüp kaçırmak. spring a leak su sızdırmaya başlamak; su etmeye başlamak (gemi) spring at üzerine saldırmak; ileriye atılmak. spring in içeri atılmak. spring out dışarı fırlamak. spring upon üstüne atılmak.
- springboard -- tramplen; başlangıç noktası.
- sprinkle -- serpmek; ekmek saçmak; çiselemek; serpinti; çisenti. sprinkler serpme makinası sprinkler system serpici; bir tutam; bir yerde tek tük bulunan şeyler.
- sprit -- (den.) direkten yelkenin dış kenarı tepesine doğru uzatılan ufak seren açavele gönder. spritsail açavele gönderli yelken.
- sprout -- sürmek; filiz sürdürmek; yeni sürmüş dal veya sürgün
- spruce -- şık; müşkülpesent; (gen.) up ile zarif ve şık giyinmek; düzenlemek; ladin
- spud -- (ded; (k. dili) patates; kalın ve (kıs.)a şey; çapa ile yeri kazmak veya otları sökmek
- spume -- köpük; köpürmek. spumescence köpüklü olma. spumescent
- spunk -- kav; kıvılcım alev; kibrit; (k. dili) azim kuvvet; öfke; öfkeli.
- spur -- (-red; saik; mahmuza benzer sivri odun parçası; bazı çiçeklerde bulunan boru şeklinde çıkıntı; horoz mahmuzu; duvarı destekleyen çıkıntılı (kıs.)ım; payanda; ovaya uzanan dağ burnu; demiryolunun (kıs.)a şube hattı; mahmuzlamak; kışkırtmak; üstüne mahmuz çivileri koymak; hayvana mahmuz vurup gitmek; mahmuzla kesmek. spurgear
- spurgall -- mahmuz yarası.
- spurge -- sütleğen
- spurn -- tekme atıp defetmek; hakaretle reddetmek; hakaret edici davranış; nefretle reddetme.
- spurt -- ani hamle yapmak; ani hamle; kısa müddet için faaliyet artışı.
- sputter -- tükürük saçmak; tükürük saçarak konuşmak; süratle ve anlaşılmaz bir şekilde konuşmak; tükürük saçma; dili dolaşarak laf söyleme; kuru gürültü.
- spy -- casus; casusluk etme; casusluk etmek; uzakta veya gizli olan bir şeyi görmek
- squab -- güvenin yavrusu; bodur kimse; minder; sedir; bodur; kuluçkadan yeni çıkmış. squabbish
- squabble -- kavga etmek; (matb.) bozmak dağıtmak (hurufat); kavga
- squad -- takım; birkaç erden meydana gelen asker grubu
- squall -- hırçın bir çocuk gibi bağırmak; yaygara; bora; (k. dili) karışıklık; fırtına çıkmak. squall line (meteor.) soğuk dalgasının önünde ilerleyen kasırga hattı squally fırtınalı
- squander -- israf etmek; israf
- square -- kare; omuzları enli; doğru; namuslu; tam; açık; (argo) modadan habersiz; (k. dili) doğru; tam yerinde; (den.) dört köşe seren yelkenleri olan; eski âdetlere veya modaya düşkün. get square with hakkından gelmek. squarely kare şeklinde; dürüstçe. squareness kare oluş. squarish karemsi.; şehir içindeki meydan veya küçük park; etrafı dört sokakla sınırlanmış arsa; iki sokak arasında mesafe; (dama tahtasında) hane; (mat.) bir sayının ikinci kuvveti; (argo) yeniliklerden habersiz ve bunlara uymayan kimse; dört köşeli hale getirmek; doğrultmak; uydurmak; uygun kılmak; ödeşmek; (mat.) ikinci kuvvete çıkarmak; (argo) rüşvet ile ağzını kapatmak. square away hazırlamak. square off muşta kavgası için vaziyet almak; imkânsız görünen bir işe teşebbüs etmek. square up tamamlamak. square with uygun gelmek
- squash -- kabak. winter squash helvacıkabağı; ezip pelte yapmak; yürürken suya veya çamura basar gibi ses çıkarmak; bastırmak: sıkıştırmak; ağır ve yumuşak bir şeyin düşmesi; pelte; bina içinde raketle oynanılan bir çeşit top oyunu; "şap" sesi; vıcık vıcık olma sesi; (İng.) meyva suyu ile yapılan içecek. squashy pelte gibi
- squat -- (-ted; izinsiz olarak bir yere yerleşmek; çömeltmek; bodur; çömelmiş; çömelme; izinsiz yerleşme. squat'ty bodur; kısa ve kalın.
- squawk -- acı acı bağırmak; (k. dili) şikâyet etmek; acı ve ince ses; (k. dili) şikâyet.
- squeak -- ciyak ciyak bağırmak; cırlamak; gıcırdamak (kapı; (argo) sırrı açıklayarak ihanet etmek; cırlatmak; gıcırdatmak; ciyak ciyak bağırma; cırlama; gıcırdama. squeak through zar zor başarabilmek. narrow squeak (k. dili) tehlikeyi güçbela atlatma
- squeal -- domuz gibi ses çıkarmak; cıyaklamak; cırtlak veya cızırtılı ses çıkarmak; (argo) suç ortaklarını ele vermek; mırıldanmak; domuz sesi; cıyaklama; haykırış; güvercin yavrusu; ihbarcı.
- squeegee -- ıslak tahta döşeme veya pencereyi silmek için kullanılan kenarı lastikli alet; fotoğrafları kurutmak için kullanılan lastik silindir; lastik süpürge ile fazla suyunu akıtarak kurulamak.
- squeeze -- sıkmak; sıkıştırıp tıkmak; kısmak; sıkıştırıp sızdırmak (para); sıkıştırmak; yaş kağıtla kalıbını çıkarmak; sıkma; yaş kâğıtla çıkarılan kalıp. in a squeeze zor durumda. squeeze bottle sıkıştırılınca içindekiler boşalan plastik şişe. squeeze into sıkışmak
- squelch -- susturmak; (k. dili) ani cevaplarla susturmak; çamurda yürürken ayak sesi çıkarmak; susturucu cevap; çamurda ayak sesi.
- squib -- (-bed; dinamite konulan emniyet fitili; hiciv; fişek atmak; hiciv söylemek veya yazmak.
- squid -- ufak cins mürekkepbalığı; kalamar
- squiggle -- (k. dili) okunması mümkün olmayan kısa elyazısı ibare
- squinch -- (mim.) köşe kemeri.
- squint -- gözlerini (kıs.)arak bakmak; yan bakmak; şaşı olmak; toward (ile) meyletmek; şaşılık; gözlerini (kıs.)ma; dolaylı eğilim; şaşı.
- squire -- şövalye silâhtarı; İngiltere'de şövalyelikten bir derece asağı rütbe; İngiltere'de köy eşrafından olan kimse; Amerika'da avukatlık veya yargıçlık eski ünvanı; büyük bir adamın uşağı; kavalye; refakat etmek. squireling küçük bey.
- squirm -- kıvranmak; kıpır kıpır kıpırdanmak; kıvranış.
- squirrel -- sincap European squirrel sincap
- squirt -- fışkırtmak; fışkırma veya fışkırtma; şırınga; fıskıye; fıskıyeden fışkıran su; (k. dili) kendini beğenmiş çocuk veya genç. squirt gun oyuncak su tabancası; püskürtme şırıngası.
- stab -- (-bed; bıçak veya hançer saplamak; içine girmek; delmek; süngüleme; süngü yarası; söz ile yaralama
- stabilize -- saptamak; istikrar kazandırmak; (hav.) dengesini sağlamak; (mak.) dengelemek. stabilizer stabilizatör; (hav.) uçağın dengesini sağlayan cihaz; dengeleyici
- stable -- ahır; özel bir ahırın atları ve uşakları; (A.B.D.) çalışma grubu; ahıra bağlamak ahırda oturmak veya yatmak.; sabit; baki; azimli
- stack -- büyük yığın; saman veya ot kümesi; muntazam yığın; baca; kitap rafları (özellikle büyük kütüphanelerde); (k. dili) bolluk; yığmak
- staff -- (çoğ.) staffs; direk; uzun sap; bir idarenin bütün memurları; (ask.) kurmay subayları; (müz.) notaların yazıldığı beş çizgili porte. staff notation (müz.) portede kullanılan işaretler sistemi. staff officer erkânı harp zabiti; (mim.) muvakkat binalar için taş yerine kullanılan ve alçıdan yapılan harç.
- stag -- erkek geyik; iğdiş edilmiş domuz; bir ziyafet veya toplantıda kadın arkadaşı olmayan erkek; erkekler için toplantı; yalnız erkeklere mahsus. stag beetle boynuzlu bir böcek
- stage -- sahne; tiyatro; meydan; yolculuğun bir (kıs.)mı; merhale; safha; mertebe; suyun yükseliş derecesi; bir binanın yatay kesiti; mikroskopta bakılacak cismin konulduğu raf; uzay roketinin basamaklı çalışan itme takımlarından her biri; yapı iskelesi; posta arabası. stage business (tiyatro) oyuncuların konuşma dışındaki jest ve mimikleri. stage de(sig.)n sahne dekorasyonu. stage director sahne müdürü. stage door aktörlere ve sahne görevlilerine mahsus tiyatro kapısı. stage fright seyircileri görünce oyuncularda bazen görülen korku. stage manager sahne amiri. stage whisper sahnede aktörün kolayca işitilen fısıltısı. by easy stages derece derece; sahneye koymak; temsil etmek; yürütmek
- stagecoach -- posta arabası
- stagger -- sendelemek; tereddüt etmek; şaşırtmak; karışık düzenlemek; ayrı saatlere bölüştürmek; kanatları karşı karşıya gelmeyecek şekilde tertip etmek; sendeleme; sersemleşme; (çoğ.) hayvanlara mahsus damla illeti. stag geringly sendeleyerek; şaşırtıcı derecede.
- stagnate -- durgun olmak; atıl veya hareketsiz olmak; bitki gibi yaşamak. stagnation durgunluk.
- stain -- lekelemek; tahtaya renk vermek; leke sürmek (şeref; lekelenmek; boyanmak; leke; boya; benek. stained glass renkli cam.
- staircase -- binanın merdiven kısmı
- stake -- kazık; kazığa bağlayıp yakarak öldürme; kumarda ortaya konan para: (sık sık) (çoğ.) yarışmada ödül; şansa bağlı olan şey; kazığa bağlamak; kazıklarla pekiştirmek; (k. dili) kumarda para koymak; tehlikeye atmak. stake a claim sahip çıkmak. stake boat kayık yarışında menzil işareti olarak bir yere bağlanan sandal. stake horse müşterek bahis tutulan yarışlarda koşturulan cins at. stake out; hudutlarını göstermek. be at stake tehlikede bulunmak
- stale -- bayat; adi; yıpranmış; bayatlatmak; bayağılaştırmak. staleness bayatlık.; kaşanmak; at veya sığır sidiği veya kaşanması.
- stalemate -- satranç oyununda şahın kiş denmemiş fakat nereye oynarsa kiş denecek vaziyette olması; iki taraftan her biri kımıldanamaz halde olma; faaliyetsizlik; satrançta şah demeden hareket edemez hale getirmek; kımıldanamaz hale koymak.
- stalk -- sap; sezdirmeden ava yaklaşmak; azametle yürümek; azametli yürüyüş; sezdirmeden ava yaklaşma.
- stall -- ahır; ahırda tek at için yapılmış bölme; küçük dükkân; (hav.) hız kaybedip bocalama: Oto. motorun durması; orkestra üyelerinin veya kilise korosunun oturduğu kısmen kapalı yer; araba park edecek yer; yaralı parmak sargısı; (k. dili) oyun; ahırda kalmak; ahıra kapayıp beslemek; istemeyerek stop etmek; (hav.) hızını kaybedip düşmek üzere olmak; çamur veya kara saplanıp durmak; durdurmak; (k. dili) soruşturmadan kaçınmak; tehir etmek
- stallfeed -- ahırda semirtmek.
- stammer -- pepelemek; kekemelik. stammerer kekeme kimse
- stamp -- ayağını yere vurmak; basmak; damga vurmak; üzerinde silinmez izler bırakmak; yerleşmek; kalıpla vurup kesmek; ezmek; sikke darbetmek; imza ile tespit etmek; pul yapıştırmak; ıstampa; damgalama; damga; pul; ayağını yere vurma; kalıp; maden filizini ezmeye mahsus tokmak; alamet; cins; bastırmak; kalıp ile kesmek; ayak patırtısı ile çıkmak. stamp pad ıstampa. stamp tax pul vergisi. stamping ground bir kimsenin sık sık gittiği yer.
- stampede -- atların veya sığırların korkarak dağılıp kaçmaları; coşkun toplu koşuş; panik yaratma; ayaklanma; topluca koşuşmak; kaçıştırmak
- stance -- duruş; tutum; golfta topu çelerken bacakların aldığı vaziyet.
- stanchion -- direk; ahırdaki hayvanları muhafaza için hayvanların boyunlarının iki tarafına konulan direk; (den.) puntal; hayvanların boyunlarının iki yanına direk koyarak çıkmalarına engel olmak.
- stand -- (stood) ayakta durmak; durmak; kalmak; sebat etmek; sabit olmak; inat etmek; olmak; uymak; (İng.) aday olmak; (den.) gitmek; belirli bir ölçü uzunluğunda olmak; kalkmak; muteber kalmak; durdurmak; yön göstermek; (k. dili) ziyafet masraflarını ödemek. stand a chance ihtimali olmak. stand aside bir kenara çekilmek. stand back geriye çekilmek. stand by hazır beklemek; yakınında durmak; arka çıkmak; (sözüne) sadık kalmak; karışmamak; (den.) hazır olmak; yerine geçmek; müsamaha etmek. stand in awe of korkmak; bir kimseye karşı korkuyla karışık saygı duymak. stand in for vekaleten vazifesini görmek. stand in with araları iyi olmak. stand off uzak durmak; razı olmamak. stand on de temel tutmak; üzerinde ısrar etmek; (den.) yoluna devam etmek. stand ones ground davasından vaz geçmemek; göze çarpmak; karşı durmakta inat etmek. stand over dikkatle izlemek; tehir edilmek. stand pat değişikliğe karşı olmak; (kullanılışında) dayanmak; doğru çıkmak; (k. dili) randevuya gelmeyerek (birini) boşa bekletmek. stand up for bir kimsenin tarafını tutmak; duruş; durak; durum; saksı koymaya mahsus sehpa veya ayaklık; portmanto; satış tezgâhı veya masası; satıcının durduğu yer; tribün; mahkemede şahit yeri; bir kimsenin bulunduğu yer; işlemez durum; turnedeki tiyatro ekibinin kısa bir zaman kaldığı şehir; ormanda yetişen ağaçlar; belirli bir tarlada bulunan ekin; (İskoç.) takım. be at a stand duraklamak. take a stand fikrini açığa vurmak; taraf tutmak. take the stand davada şahitlik yapmak.
- standardize -- belirli bir ölçüye uydurmak
- standby -- (çoğ.) -bys) yedekte bulunan kimse veya tertibat.
- stank -- (bak.) stink.
- staple -- bir yerin ürettiği başlıca mahsul; esaslı yemek maddelerinden biri; hammadde; elyaf; unsur; içerik; satış yeri; ambar; devamlı üretilen veya satılan; ana; piyasayı tutmuş; (yün elyafı) uzunluğuna göre tasnif etmek stapler yün tasnifçisi; yün ve elyaf satıcısı.; tel; iki başlı çivi; zımbalamak
- star -- yıldız; yıldız şekli; yıldız işareti; (tiyatro); mümtaz şahsiyet; talih. star apple meyvası elmaya benzer ve Antiller'de yetişen bir ağaç; gizlice ve istediği gibi hareket eden herhangi bir mahkeme. star drift küme halindeki yıldız gruplarının müşterek hareketi. star grass nergis zambağına benzer ufak bir ot; ABD'nin milli marşı. have stars in one' eyes gözleri parıldamak. make one see stars (k. dili) gözünde şimşekler çaktırmak. north star Kutupyıldızı; (-red; yıldız koyarak işaret etmek; yıldız yapmak; başrolde oynamak; başrolde göstermek.; ünlü; yıldıza ait; yıldızla işaretli.
- starboard -- geminin sancak tarafı; buna ait
- starch -- nişasta; kola; resmiyet; (A.B.D.) canlılık; kolalamak. starchiness sertlik; resmiyet. starch'y nişastalı; kolalı; resmiyete meyilli
- stare -- gözünü dikip bakmak; dik durmak (saç); uzun ve küstahca bakış; bakışların bir noktaya takılıp kalması. stare at dik dik bakmak . stare down yüzüne dik dik bakıp şaşırtmak veya utandırmak. stare one in the face önünde olmak; yakında gelmesi kesin olmak (istenilmeyen durum) .
- starfish -- beşparmak
- stargaze -- yıldızlara bakmak; hayallere dalmak. star gazer yıldızlara bakan kimse; dalgın kimse.
- stark -- süssüz; bütün bütün; katı; şiddetli; suratsız; anadan doğma; tamamen. stark naked anadan doğma
- start -- geyik boynuzunun ucu; kuş kuyruğu biçiminde parça.; başlamak; harekete geçirmek; kalkmak; ürküp sıçramak; irkilmek; dışarı uğramak; gevşemek; çatmak; kurmak; uçurmak (av kuşları) start in başlamak; birden belirmek to. start with ilk iş olarak; başlangıç; yola çıkma; gelip geçici gayret; sıçrama; öncelik; mühlet; evvelden başlama; başlangıçta bir işe verilen kuvvet ve yardım; geminin tahtalarında çatlaklık.
- startle -- ürkmek; ürkütüp sıçratmak; korkutup şaşırtmak.
- stash -- (k. dili) saklamak. stash away saklamak.
- state -- ifade etmek; tayin etmek; hal; debdebe; devlet; hükümet; eyalet; memleket; devlete ait; resmi; siyasi. state bank (A.B.D.) bir eyaletin müsaadesi altında çalışan banka; devlet bankası. state college eyalet üniversitesi. state' evidence (huk.) devlet lehine şahitlik; suçunu ikrar ederek kendi suç arkadaşları aleyhine sahadet eden kimse. turn state' evidence suçunu ikrar ederek devlet lehine şahitlik etmek. State House hükümet binası; meclis binası. state of siege örfi idare; (A.B.D.) bir eyalete mahsus ağır ceza hapis hanesi. state socialism sosyalizm
- statement -- ifade; takrir; rapor; hesap raporu.
- station -- durak; merkez; bir kimsenin bulunduğu yer; memuriyet; hizmet; yer; sosyal durum; ordu veya donanmanın özel bir görevle gönderildiği yer; istasyon (radyo; bir yere tayin etmek veya yerleştirmek. station break radyo ve televizyonda istasyon ismi ve yerinin verildiği zaman . station house polis karakolu. station wagon kaptıkaçtı
- statue -- heykel statuette ufak heykel .
- staunch -- sadık; sabit; kuvvetli; (bak.) stanch staunchly sebatla; sadakatla; sağlamca. staunchness sebat; sadakat.
- stave -- (-d veya stove) (sandalda; kabuğunu kırarak parçalamak; vurarak delik açmak; fıçı tahtalarıyle donatmak: parçalanıp açılmak. stave off savmak; meydana gelmesini önlemek.; çomak; çubuk; fıçı tahtası; portatif merdiven basamağı; (şiir) beyit; (müz.) porte.
- stay -- durmak; kalmak; geçici olarak ikamet etmek; beklemek; durdurmak; yaptırmamak; doyurmak; ertelemek; (k. dili) dayanmak; (den.) istralya; istralya ile takviye etmek; tiramola etmek; dayamak; desteklemek; dayanak; balina stays (çoğ.); kalma; durma; ziyaret muddeti; ikamet; durdurma; dayanma
- stead -- başkasının yeri; ( eski) yararlı olmak. stand in good stead yararlı olmak
- steady -- (ünlem) sabit; şaşmaz; sağlam; ılımlı; düzenli; sürekli; (den.) yerinde duran; (argo) devamlı flört edilen arkadaş; sabit kılmak; sabit durmak; (ünlem)
- steak -- külbastı
- steal -- (stole; çaktırmadan almak; gizlice yapmak; gizlice hareket etmek; gizlice ve yavaş yavaş gitmek; (beysbol) bir kaleden diğerine ustalıkla koşmak; hırsızlık etmek; çalma; çalınmış şey; (beysbol) ustalıkla başka bir kaleye ulaşma; (argo) kelepir; hileli alışveriş. steal a look çaktırmadan bakmak. steal a march on one başkasından evvel bir hedefe gizlice ulaşmak. steal away yavaşça savuşmak
- stealth -- gizli iş veya teşebbüs; gizlilik. by stealth gizlice.
- steam -- buhar; (k. dili) kuvvet; (k. dili) hidde.t steam boiler buhar kazanı. steam engine buhar makinası; lokomotif. steam hammer buharlı varyos .steam heat buharlı kalorifer sistemi. steam shovel istimli ekskavatör. steam table lokantada yemekleri sıcak tutan buharlı tezgâh. steam turbine buharlı turbin. at full steam; hiddetlenip içini dökmek. dry steam kuru buhar get up steam bir teşebbüs için kuvvetini toplamak. work off steam islim salıvermek; birikmiş enerjiyi sarfetmek.; buhar salıvermek; buğulamak: buharda pişirmek; buğusu çıkmak; vapurla yolculuk yapmak. steam up buğulamak; güçlendirmek; coşturmak.
- steamboat -- vapur.
- steamer -- vapur; buharla yemek pişirmeye veya eşya yıkamaya mahsus kap; buğulaması yapılan tarak. steamer trunk (den.) ranza altına sığacak büyüklükte eşya sandığı.
- steamroller -- yol işlerinde kullanılan silindir; ezici güç; zor kullanma; silindir ile düzletmek; basmak; zorla elde etmek; ezici.
- steel -- çelik; çelikten yapılan alet; çakmak; çelik gibi güç; çelik kaplamak veya katmak; hissizleştirmek; çelikten yapılmış; çelik gibi; azimli; katı; hakkedilmiş çelik levha ile basılan resim. steel wool bulaşık teli; işinin ehli; zahmetine değer.
- steep -- dik; (k. dili) fazla; dik yokuş; hızla. steepness sarplık; suya bastırmak; demlendirmek; (fig.) doldurmak; demlenmek; iyice ıslanmak; demlenme; iyice ıslatma veya ıslanma; içinde bir şey ıslatılan sıvı veya kap. He is steeped in Near East history Yakın Doğu tarihi konusunda çok bilgilidir .
- steeple -- kilise kulesi; çok kuleli..
- steer -- dümen kullanmak; idare etmek; doğrultmak; (den.) dümen dinlemek; sevk ve idare olunmak. steer clear of sakınmak; dümen dolabı .; iğdiş edilmiş boğa; kasaplık öküz.
- steeve -- (den.) cıvadrası belirli bir meyilde bulunmak; cıvadraya belirli bir meyil vermek; cıvadranın meyil açısı.; (den.) ambarda yük yerleştirmeye mahsus dikme; dikme ile yük yerleştirmek.
- stem -- sap; ağaç gövdesi; sap gibi şey; muz hevengi; kadeh ayağı; kol saati kurgusu; silsile; harfin yukarı uzantısı; (dilb.) gövde; (müz.) nota kuyruğu; saplarını koparmak; sap takmak; çıkmak; (den.) geminin baş bodoslaması; pruva; (den.) baş verip gitmek; set çekmek; baştan aşağı.; durdurmak; (tıb.) akmasını önlemek.
- stench -- kötü koku
- stencil -- madeni levhadan kesilmiş resim veya marka kalıbı; böyle bir kalıpla basılan şekil veya marka; şablon; mumlu kâğıt; delikli kalıpla kopya etmek veya işaret etmek steno (önek) dar
- stenograph -- stenografi; steno ile yazmak. stenograph'ic(al) stenografiye ait. stenographically steno.
- stenotype -- steno işareti; stenotip.
- step -- ayak basmak; adım atmak; suratle hareket etmek veya davranmak; bir adımda ulaşmak; (den.) oturtmak; adımlarla ölçmek; basamaklar halinde düzenlemek. step down inmek; elektrik gücünü azaltmak; istifa etmek. step in müdahale etmek; bastırmak. Step on it (k. dili) çabuk davran. step out dışarı çıkmak; (k. dili) eğlenceye gitmek. step up çıkmak; elektrik gücünü artırmak; kuvvetlendirmek .; adım; birkaç adımlık yer; basamak; eşik; kademe; hareket; ilerleme; derece; yürüyüş tarzı; ayak sesi; ayak izi; (çoğ.) tedbirler; (müz.) portenin bir çizgisi veya aralığı; (den.) ıskaça. step by step adım adım; uygun; aynı ayarda. out of step adımları birbirine uymayan; başkalarına ayak uyduramayan .take a step adım atmak; (önek) üvey.
- stereo -- stereo (teyp; (önek) katı
- stereotype -- sayfa halinde baskı klişesi; stereotipi; basma kalıp söz; stereotip klişesi yapmak; saptamak
- sterilize -- ( (İng.) -ise sterilize etmek; (kıs.)ırlaştırmak; sterilizator.
- stet -- (matb.) Kalsın.
- stethoscope -- (tıb.) göğus dinleme cihazı
- stevedore -- (den.) yükleme veya boşaltma işçisi
- stew -- hafif ateşte kaynatmak; kaynamak; (k. dili) endişe etmek; türlü; (k. dili) kuruntu
- steward -- vekilharç; ambar memuru; erkek hostes; işçi temsilcisi.
- stick -- tahta parçası; (matb.) tertip cetveli; (argo) içeceğe katılan alkollü içki; (k. dili) gemi direği; orkestra şefinin değneği; (ask.) zincirleme atılan bombalar; (hav.) manevra kolu; (k. dili) taşra get on the stick işe başlamak; (stuck) saplamak; delmek; koymak; sokmak; çakmak; saplanıp kalmak; yapıştırmak; bıçaklamak; batmak (iğne; (k.dili) şaşırtmak; (argo) aldatmak; ( (argo) mesuliyet yüklemek; (matb.) harfleri dizmek; sadık kalmak. stick around civarında dolaşmak; oyalanmak. stick at sakınmak; itirazda bulunmak; çekinmek; direnmek. stick to yapışmak. stick by sadık kalmak; civarında kalmak. Sticken up ! Eller yukarı ! stick in one' craw hazmedilmesi zor olmak (söz veya durum) stick it out dayanmak; aşikâr olmak. stick together birbirine yapışmak; dayanışmak
- sticker -- etiket; yapıştıran kimse; (k. dili) şaşırtıcı şey; diken; yapışkan ot.
- stickle -- püruz çıkarmak; ince eleyip sık dokumak; tereddüt etmek
- sticky -- yapışkan; sıcak ve nemli; (İng.)
- stiff -- katı; pekişmiş; eğrilmez; dik; koyu; sıkı; tutulmuş; gergin; zorlanmış; akıcı olmayan; resmi; inatçı; alkolü çok; sarp; (den.) rüzgâra dayanıklı; zor; değişmeyen; (İskoç.); yüksek; (argo) ceset; (argo) baş belası; (argo) herif; (argo) suç ortağı; (argo) kurban; (argo) sahte kâğıt para. keep a stiff upper lip cesaretini kaybetmemek
- stiffen -- sertleştirmek; pekiştirmek
- stifle -- boğmak; bastırmak; boğulmak; stifle joint at veya köpeğin incik kemiği ile but kemiği arasındaki mafsal.
- stigmatize -- rezil etmek; leke sürmek; damgalanma; vücutta doğaüstü alametler belirmesi.
- stile -- araziyi bölen setin iki tarafında bulunan basamak; turnike; (mim.) kapı veya pencere çerçevesinin iki yanındaki uzun kenar tahtalarından biri .
- stiletto -- ufak hançer; biz; hançerlemek .
- still -- (bağlaç) sessiz; hareketsiz; asude; köpürmez; ölü; (şiir) sükut; fotoğraf; hala; daima; durdurmak; sükun bulmak; (bağlaç) mamafih; imbik; rakı fabrikası; imbikten çekmek
- stilt -- yere basmadan yürümek için kullanılan ortası basamaklı sırık; sütun; uzunbacak; ayaklık üstünde yürümek.
- stimulate -- uyarmak; tembih etmek; elektrik kuvvetiyle veya alkollü içki ile harekete geçirmek.stimulation uyarım
- sting -- (stung) arı gibi sokmak; iğne gibi acıtmak; canını yakmak; tahrik etmek; acımak; (argo) kazıklamak; arı iğnesi; ısırgan tüyü; sokma: diken yarası; batma; dürtu; iğneli söz; acı; iğnesiz; etkisiz.
- stink -- (stank veya stunk; stunk) pis kokmak; (k. dili) kötü olmak; pis koku. stink out kötü koku ile kaçırmak. stink up kokutmak; hadise çıkarmak
- stint -- kayıt koymak; dar tutmak; belirli bir iş yaptırmak; cimrilik etmek; had; iş
- stipend -- burs; ücret
- stipple -- noktalarla hakketmek veya resmetmek.
- stipulate -- şart koşmak; söz vermek; anlaşmak. stipulation şart; şart koyma
- stir -- (argo) hapishane; (-red; harekete geçirmek; yerini değiştirmek; tahrik etmek; canlandırmak; harekete geçmek kımıldamak; canlanmak; karışıklık; gürültü; hareket
- stitch -- dikiş; örgüde ilmik; dikiş çeşidi; (k. dili) elbise; (k. dili) en küçük parça; sırt veya böğüre saplanan şiddetli ve ani sancı; dikmek
- stock -- stok; mevcut mal; satılacak mal; bir çiftlikte bulunan hayvanlar; sermaye hisseleri; ağaç gövdesi; ırk; dil ailesi; menşe; asıl; çorba için hazırlanan et suyu; hammadde; tüfek veya tabanca kundağı; top arabasının ana dingili; sap; (mak.) yiv kesen aletin kolu; üzerine aşı yapılan dal; aşı budağının alındığı dal; (iskambil) oyunculara dağıtılmayan kâğıtlar; tiyatro trupu ve repertuvarı. stocks (eski) tomruk (ceza); gemi inşaat kızağı. stock boy satılacak malları dükkânda tanzim eden kimse. stock car yarış için gerekli değişiklikler yapılmış araba. stock company hisse senetleri çıkaran şirket; tiyatro trupu. stock dove yabani güvercin; hisse senetleri fiyatlarının inip çıkması. stock taking malın mevcudunu sayma; önem vermek; inanmak.; stok yapmak; mal ile doldurmak; filiz sürmek.; alelade; beklenen; stok olarak elde tutulan; her vakit kullanılmaya hazır; tamamen; şebboy; kırmızı şebboy
- stockade -- (ask.) şarampol; şarampolla çevirmek veya muhafaza etmek.
- stockpile -- stok edilmiş mal; mal alıp stok etmek.
- stodge -- oburcasına yedirmek.
- stoke -- ateşi karıştırmak; ateşe kömür atan cihaz.
- stomach -- mide; iştah; istek; sindirmek; tahammül etmek
- stomp -- ağırlığını vererek basmak
- stone -- taş; taştan yapılmış şey; taşa benzer şey; (tıb.) mesane taşı; (anat.) haya; meyva çekirdeği; (matb.) mürettip masası; (İng.) 14 librelik ağırlık ölçüsü; taştan yapılmış; taş kıran işçi. stone fruit sert çekirdekli meyva. stone pine fıstık çamı; taş atmak; meyvanın çekirdeğini çıkarmak; taş duvar örmek; hadım etmek
- stonewall -- krikette puan kazanmaktansa kaybetmemek için oynamak; (Avustralya) mecliste zorluk çıkararak muhalefet etmek.
- stooge -- (k. dili) yardakçı: komedi oyuncusuna seyircilerin arasında laf atıp espri yapmasını sağlayan ikinci plandaki oyuncu.
- stook -- başak demetleri; büyük mısır demeti; demetleri kümelemek .
- stool -- iskemle; ayak taburesi; oturak; dışkı; çığırtkan kuş; (bot.) yeni filiz veren (eski) kök veya kütük; yeni filiz; yeni filiz vermek; çığırtkanlık yapmak; dışkı defetmek; (A.B.D.); (argo) gammaz kimse. fall between two stools iki işi birden yapmaya çalışırken hiç birini başaramamak.
- stoop -- eğilmek; kamburunu çıkarmak; tenezzül etmek; üstüne atılmak; eğmek; eğilme; kambur duruş; tenezzül; üstüne atılma (kuş); (A.B.D.) ufak veranda.
- stop -- (-ped; mola vermek; durmak; kalmak; stop etmek; fren yapmak; kesmek; tıkamak; kapamak; tıpalamak; yenmek; (müz.) çalgıda ses perdesini değiştirmek için tele veya deliğe basmak; noktalamak. stop a gap bir boşluğu doldurmak.. stop dead birdenbire durmak; birden durdurmak. stop down (mercek) perdesini küçültmek. stop off geçici olarak durmak; çekin tediyesini durdurmak. stop press gazete basılırken son dakikada ilâve edilen parça. stop short birdenbire durmak. stop the mouth susturmak; durma: duruş; durak yeri; mâni; (müz.) ses perdesini değiştirmek için çalgının tel veya deliğine basma; (müz.) jödorg; (İng.) nokta
- stope -- maden tabakalarını birer birer çıkarmak için yapılan kazı; böyle kazı yapmak.
- stopper -- tapa; durduran kimse veya şey; tapa ile tıkamak.
- stopple -- tıkaç; tapa ile tıkamak .
- storage -- depoya koyma veya doldurma; depolama; ardiyede muhafaza etme; depo; ardiye ücreti; kompütörde bilgi saklama kısmı. storage battery akümülator.
- store -- (A.B.D.) mağaza; biriktirilmiş şey; hazne; (çoğ.) levazım; bolluk; saklamak; biriktirmek; levazımını tedarik etmek .store away biriktirip saklamak. store up biriktirmek; depo etmek; ilerisi için saklanmış. set great store by çok kıymet vermek.
- storehouse -- ambar
- storm -- fırtına; şiddetli öfke veya heyecan; (ask.) müstahkem bir yere hücum; (alkış) tufan; fırtına patlamak; fırtınalı geçmek; hiddetten köpürmek; (ask.) müstahkem yere hücum etmek. storm and stress buhran devresi
- story -- hikaye; tarih; rivayet; makale; masal; kısa roman; roman taslağı; (k. dili) yalan; hikaye anlatmak: tarihi tablolarla süslemek. story hour masal saati. story writer romancı
- stove -- soba; fırın; (bak.) stave. stovein zorla kırılıp delinmiş.
- stovepipe -- soba borusu. stovepipe hat (A.B.D.)
- stow -- istif etmek; saklamak; densarmak (yelkeni); (argo) durdurmak; dinmek. stow away saklamak; kaçak seyahat etmek için vapur veya uçak içinde saklanmak; ambara yerleştirmek.
- straddle -- bacaklarını açıp durmak veya yürümek apışıp durmak; bacaklarını ayırıp oturmak; (k.dili) taraf tutmamak; apışarak bir şeyin üstünde durmak veya oturmak; iki tarafı birden idare etmek; (ask.) hedefin hem önüne hem arkasına vurmak; apışma; apışık vaziyette bacaklar arasındaki mesafe. straddle a guestion münakaşada iki tarafı birden tutmak.
- strafe -- uçaktan makinalı tüfekle ateş açmak; hücum etmek; bombardıman etmek; (argo) cezalandırmak; bombardıman.
- straggle -- yoldan sapmak: sürü veya bölükten ayrılıp dağınık gitmek; dağınık olmak. straggler arkada kalan kimse. straggly dağınık.
- straight -- doğru; namuslu; (k. dili) güvenilir; düzenli; şaşmaz; halis; (k. dili) sapık olmayan; (müz.) içten geldiği gibi söylenmiş; doğru çizgi; "the" ile koşuda son dönemeçle hedef arasındaki mesafe; pokerde beş kartlı bir seri; dosdoğru; namuslu bir şekilde. straight and narrow doğru ve dürüst. straight from the shoulder hiç kaçınılmadan. straight man (A.B.D.)
- straighten -- doğrultmak; doğrulmak; dik durmak; dürüst yola dönmek
- strain -- nesil; hayvanlarda soy; (bahç.) ıslah edilmiş bitki cinsi; ırk veya millet özelliği; eser; cüzt şey; ifade; mizaç; nağme; şiir parçası; fazla gayret etmek; fazla germek; burkmak; süzgeçten geçirmek; zorlayarak eğmek veya şeklini bozmak; kendini zorlamak; bağrına basmak; kucaklamak; germe; aşırı zihni veya duygusal gerginlik; burkulup incinme; (mak.) şeklen bozulma. strain after an effect iyi tesir bırakmak için kendini lüzumundan fazla yormak. strain a point özel muamele yapmak. strain at çok uğraşmak; vicdanen çekinmek. strain the meaning kendi çıkarına göre yorumlamak.
- strait -- dar yer; (eski) dar. straits (çoğ.) boğaz; zor durum. the Straits İstanbul ve Çanakkale Boğazları.
- straiten -- daraltmak; sıkıntıya düşürmek. in straitened circumstances çok muhtaç vaziyette
- strake -- (den.) bir sıra borda kaplaması; tekerlek çemberi.
- strand -- kenar; karaya oturmak; karaya oturtmak; zor durumda kalmak. be stranded karaya oturtulmak; yolda kalmak; parasız kalmak.; halatın bir kolu; iplik teli; halatın bir kolunu koparmak; telleri birleştirerek iplik yapmak.
- strange -- görülmemiş; başka yerden gelmiş; yeni; tuhaf; yabancı; utangaç; acemi; acayip bir şekilde. strange look ing. tuhaf görünüşlü. strange'ly tuhaf tuhaf garip bir şekilde; yabancılık.
- stranger -- yabancı; dışarıdan gelen kimse; tanınmamış kimse; bir işin yabancısı veya acemisi; (huk.) hakkı olmadan bir işe karışan kimse.
- strangle -- boğmak; bastırmak; boğulmak. strangle hold güreşte boğma vaziyeti; boğucu hakimiyet.
- strangulate -- boğmak; (tıb.) düğümlemek (bağırsak); düğümlenme.
- strap -- (-ped; şerit; dar ve uzun kumaş parçası; berber kayışı; (otobüs veya trende) tutunma kayışı; kayış veya çemberle tutturmak; kayışla dövmek; sıkıntıya sokmak; kayışla bilemek. strap'hanger otobüste kayışa tutunup ayakta duran yolcu. strap iron çember demiri. strapped çemberli; meteliksiz. strapping kayışla dövme; çember.
- strappado -- işkence olarak bileklerinden iple yukarıya çekip tekrar bırakıvererek düşürme cezası; bu şekilde cezalandırmak.
- stratify -- (jeol.) tabakalar halinde tertip etmek. stratifica'tion kat kat veya tabaka tabaka oluşum.
- straw -- saman; tahılların kuru sapı; zerre; kukla; hayali düşman; yalancı şahit. straw vote nabız yoklama oyu. clutch at a straw ümitsizlik isinde her çareye baş vurmak. drinking straw kamış. straw in the wind ilk belirti. the straw that broke the camel' back bardağı taşıran son damla. That
- stray -- sürüden ayrılıp yoldan çıkmak; doğru yoldan ayrılmak; yanlış yola sapmak; sürüden ayrımış hayvan; başıboş ve aylak kimse; evden kaçmış çocuk; (çoğ.); başıboş; doğru yoldan sapmış; tesadüfe bağlı. stray bullet serseri kurşun.
- streak -- yol; bir madeni ovalayarak elde edilen tozun rengi; damar; süre; çizgileşmek; hızla geçmek; çırıl çıplak soyunarak herkesin önünde hızla koşup kaybolmak. like a streak (k. dili) çok çabuk
- stream -- akarsu; akıntı; akım; gidiş; akmak; akar gibi girmek veya geçmek; dalgalanmak (bayrak); uzanmak; akıtmak. stream of abuse küfür yağmuru. stream of cars araba seli. stream of consciousness bilinç akımı. stream tin akarsu kenarındaki toprakta bulunan kalay filizi. against the stream akıntıya karşı. down the stream akıntı yönünde. on stream tam üretimde (petrol rafinerisi) go with the stream; dere gibi.
- streamline -- akış çizgisi biçimi vermek; kolay ve elverişli duruma getirmek; muntazam akıntı; su veya hava direncini azaltmak için hızlı giden bir şeye verilen sekil; (bak.) streamlined.
- street -- sokak; (k. dili) mahalle halkı. street Arab serseri çocuk
- strength -- kuvvet; sertlik; mukavemet gücü; şiddet; tesir derecesi; askeri kuvvet; kuvvet kaynağı; metanet
- strengthen -- takviye etmek; kuvvet vermek; kuvvetini artırmak.
- stress -- şiddet; itina; (mak.) iç mukavemet; basınç; tahammül; gerginlik; (dilb.) vurgu; baskı yapmak; önem vermek; vurgulamak. stress accent vurgulama.
- stretcher -- geren şey veya kimse; duvar boyunca enine konulan taş veya tuğla; hatıl; iki çatı direğini bağlayan direk; hasta veya ölü taşımaya mahsus teskere
- strew -- (strewed: strewed veya strewn) saçmak; yayarak kaplamak; dağıtmak; dağılmak
- strickle -- dolu zahire ölçüsünü düz silmeye mahsus tahta; orak bilemeye mahsus alet.
- stride -- (strode; üzerine binmek; uzun adımlarla yürüme; uzun adım. hit one' stride normal seyrini veya hızını bulmak. make rapid strides hızla ilerlemek; büyük terakki göstermek. take in one' stride temposunu bozmadan bir engeli atlamak; umumi gidişini değiştirmeden hayatın güçlüklerini yenmek
- stridulate -- cırlamak. stridula'tion tiz ses
- strike -- (struck; struck veya (nad.); yumruk atmak; çakmak; çatmak; basmak; çalmak (saat); gelmek; dolu zahire ölçüsünü bir tahta parçasıyla silip düzeltmek; akdetmek; zihninde yer etmek; (den.) indirmek; poz almak; ilerlemek; birdenbire bulmak; grev yapmak; kök sürmek; aciz bırakmak. strike dumb şaşırtmak. strike hands pazarlık şartlarını kabul ederek el sıkışmak. strike home etkilemek; işe koyulmak; (beysbol) üç kere topa vuramayınca oyun harici olmak. strike the set sahne donatımım boşaltmak. strike up çalmaya başlamak. strike up a friendship dostluk kurmak. It strikes me Bana öyle geliyor ki.; vurma; grev; umulmadık bir yerde zengin maden filizi bulma; dolu kilenin üstünü silip düzeltecek alet; üstünlük; doluluk; (jeol.) bir tabakanın yatay yönü; bir defada darbedilen sikke miktarı; (k. dili) anı başarı; bowling oyununda ilk vuruşta bütün kukaları devirme; (beysbol) topa vuramayış; çarpma (balık) strike'breaker grev bozguncusu. strike three (beysbol) üçüncü vuramayış; başarısızlık .general strike genel grev on strike grev halinde. sympathy strike sempati grevi.
- string -- ip sicim; şart; tahdit; boncuk dizisi; dizi; (A.B.D.); kiriş tel; lif; (çoğ.) yaylı sazlar. string bag file string band yaylı sazlar orkestrası. string bean çalı fasulyesi; (k. dili) uzun ve sıska kimse; baskı veya kontrol altında. on the string peşinde. pull strings başkalarının faaliyetini gizlice idare etmek; başkalarına gizlice tesir etmek; piston kullanmak.; (strung) tel takmak; akort etmek; germek; ipliğe dizmek; kılçıklarını çıkarmak (taze fasulye); iple bağlamak veya asmak; tel tel olmak; sıra veya dizi halinde gitmek. string along aldatmak; ayak uydurmak. string along with (k. dili) beraberinde gitmek
- strip -- (-ped; derisini veya kabuğunu soymak; vidanın dişlerini çıkarmak; ineğin sütünü son damlasına kadar sağmak; tütün yaprağının orta damarını çıkarmak; soyunmak; soyulmak. strip mining madenin üstünü kazarak kömür çıkarma metodu. strip off elinden almak; mahrum etmek; soymak.; uzun ve dar parça; sınır; şerit; dar arazi; resimli hikaye serisi; şeritler halinde kesmek.
- stripe -- çubuk; çizgili kumaş; (çoğ.) tutuklu kıyafeti; başka renkten tahları ensiz ve uzun parça; biçim; cins; yol yol etmek; kamçının darbe yeri; kamçı vuruşu.
- striptease -- striptiz.
- strive -- (strove; çekişmek; uğraşmak.
- strobe -- (bak.) stroboscope. strobe light foto; hızla tekrarlanan elektronik flaş.
- stroke -- vuruş; vuruş tesiri; darbe tesiri yapan şey; inme; ani bir gayretle yapılan şey; vuruş sesi; çarpma; kürek çekme tarzı; hamlacı; bölme işareti; kalem vuruşu; okşama; (psik.) manevi okşama; yüzme çeşidi; okşamak; kürekçilere hareket işareti vermek; vurmak. strokesman stroke oar hamlacı. stokingly okşayarak.
- stroll -- gezinmek; gezme; gezici aktör; portatif bebek arabası.
- strongarm -- (k. dili) zor kullanmak; zor kullanan.
- strop -- (-ped; usturayı kayışa sürterek bilemek
- structure -- yapı; inşaat; bünye; bütünüyle planlamak; bir bütün olarak düşünmek. structured plânlanmış
- struggle -- çabalamak; canını dişine takarak çatışmak; çabalama; mücadele
- strum -- (-med; yaylı sazı tıngırdatma; tellere vurarak çalma.
- strumpet -- fahişe
- strut -- (-ted; desteklemek; azametli yürüyüş; (mim.) göğüsleme; payanda.
- stub -- (-bed; mum dibi; sigara izmariti; kurşun kalemin kullanıldıktan sonra kalan parçası; (A.B.D.) dip koçanı; küt uçlu şey; kökünden sökmek; kökünü çıkarmak; (ayağı) taşa çarpmak. stubby güdük; küt; kısa ve sert kıllı; kısa ve kalın; tıknaz; ağaç kütükleri çok.
- stud -- (-ded; zincir baklasının lokması; gömleğin eğreti düğmesi; bağdadî duvarı tutan direk; iri başlı çiviler çakmak; düğme ile süslemek. stud bolt saplama cıvata; odanın yüksekliği.; at ahırı; damızlık atların beslendiği yer; aygır; damızlık erkek hayvan; damızlık.
- study -- çalışma; inceleme; gayret; düşünme; dalgınlık; araştırma konusu veya sahası; kalem tecrübesi; (müz.); yazıhane; çalışma odası; (k. dili) rol ezberleyen kimse. study group araştırma grubu. study hall mütalaa salonu; çalışma saati. His face was a study yüzü görülecek bir haldeydi. in a brown study başka şeylere dikkat etmeyecek derecede düşünceye dalmış. make a study of öğrenmeye veya anlamaya çalışmak.; okumak; düşünmek; incelemek; gayret etmek; tahsil etmek. study up on için ders çalışmak.
- stuff -- madde; asıl; (k. dili) eşya; boş laf; kumaş; ilâç; (k. dili) şey; (argo) hüner; (argo) görev; (argo) para; tıka basa doldurmak; doldurmak; dolma yapmak; tıkamak; tıkıştırmak; çok laf ile kafa şişirmek; (seçim sandığını) sahte oylarla doldurmak; dolgunluk vermek; çok yedirmek; tıka basa yemek; incir çekirdeğini doldurmayacak şey. Stuff it! (argo) Kes be!. stuffed shirt (k. dili) resmiyete önem veren kibirli kimse. house hold stuff ev eşyası. That' the stuffl Bravol Aferin!. stuff'ing doldurma; vatka; fodra; dolmalık iç
- stultify -- aptallaştırmak; ket vurmak. stultifica'tion aptallaştırma; ket vurma.
- stum -- (-med; içine şıra katarak şarabı tazelemek.
- stumble -- düşecek gibi olmak; sendeleyerek yürümek; dili sürçmek; günaha girmek; hataya düşmek; sürçme; yanlışlık
- stump -- çotuk; kesilen uzvun geri kalan parçası; (çoğ.); (kriket) üç hedef sopasından her biri; karakalem resimde kullanılan meşin kalem; siyasi hatiplere mahsus platform; (k. dili) meydan okuma; kesip kökünü bırakmak; bir şeye çarpmak; (k. dili) meydan okumak; (k. dili) şaşırtmak; bir yerden bir yere dolaşarak siyasi nutuklar vermek; (kriket) hedefi vurarak birini oyun dışı etmek; topallayarak yürümek. be up a stump âciz olmak; şaşkın bir halde olmak; şaşırıp kalmak. (fig.) apışıp kalmak. take the stump başkası hesabına nutuklar söylemek. stir one' stumps (şaka) yürümek
- stun -- (-ned; şaşırtmak; şaşkına çevirmek; sersemletici darbe; şok; sersemleme; (k. dili) akıllara durgunluk veren kimse veya sey
- stunt -- büyümesini önlemek; büyümede duraklama; bodur hayvan veya bitki.; (A.B.D.); maharetli iş; hüner gösterisi yapmak. stunt flier hüner gösterisi yapan pilot. stunt man tehlikeli sahnelerde oynayan dublör.
- stupe -- (argo) budala kimse.; (tıb.) yaraya konulan ilâçlı sıcak bez.
- stupefy -- hissizleştirmek; sersemletmek
- stupor -- uyuşukluk
- stutter -- pepelemek; kekemelik
- sty -- domuz ahırı; çok pis oda veya ev; domuz ahırına kapamak.
- style -- tarz; tip; moda; tavır; mil; (matb.) tertip usulü; unvan; takvim usulü; (bot.) çiçeğin dişilik uzvunun sapı; demek; (matb.) tutarlı kılmak; model çizmek
- sub -- (k. dili) sub ile başlayan bazı kelimelerin (kıs.)ası: subaltern
- subclass -- (biyol.) altsınıf.
- subculture -- (biyol.) bir başka besi yerinden nakledilmiş kültür; (sosyol.) toplum içinde davranışlarıyla farklı bir unsur meydana getiren grup.
- subdivide -- tekrar bölmek; parsellemek. subdivision parsellenmiş arazi; alt bölüm.
- subdue -- zorla itaat ettirmek; baskı altında tutmak; hafifletmek; toprağı tarıma elverişli kılmak. subdu'al boyun eğme
- subgroup -- bir grubun bölümü; (biyol.) alttakım.
- subirrigate -- yeraltı borularıyla sulamak. subirriga'tion toprağın altını sulama.
- subject -- hükmü altına almak; mahkum etmek mecbur tutmak; tabi kılmak.; uyruk; kul; maruz olan kimse; denek; konu; ders; neden; dürtü; (gram.) özne; (müz.) esas perde esas makam; (fels.) özne. subject matter konu; buyruk altındaki. subject to idaresi altında; bağlı; maruz
- subjoin -- ilave etmek
- subjugate -- boyun eğdirmek; zapt etmek; maruz bırakmak. subjuga'tion boyun eğdirme.
- sublease -- kiracının bir başkasını kiracı olarak alması; kiracının malın bir kısmım kiraya vermesi.; kiracının kiracısı olmak; kiraya vermek (asıl kiracı tarafından)
- sublet -- (-let; devretmek.
- sublimate -- arınmış; yükseltilmiş; yüceltilmiş; (kim.) süblime; (kim.) sublimleşmek; arıtmak; (psik.) bilinçaltına itilmiş yasak güdüleri toplumca kabul edilir şekle yöneltmek; arıtma; yüceltme
- sublime -- yüce; heybetli; son derece güzel; asilâne.; yükseltmek; (kim.) süblimleşmek; arıtmak
- submarine -- denizaltı; denizaltında yetişen; denizalı (gemi) submarine chaser denizaltı avcı botu. submarine mine denizaltı mayını.
- submerge -- batırmak; su ile kaplamak; örtmek; batmak. submergence batma
- submerse -- suya batırmak; su ile kaplamak. submersible su altında kalabilir. submersion su altında bırakma
- submit -- (-ted; reyine veya onamasına sunmak; arz etmek ileri sürmek; teslim olmak; itaat etmek. submittal teslim olma; sunuş.
- subordinate -- aşağı alt; tabi; (gram.) bağlı; ast; ikinci derecede memur. subordinate clause (gram.) bağımlı cümlecik.; ikinci dereceye koymak; birinin emri altına koymak; tabi kılmak. subordina'tion ikinci derecede veya planda olma; itaat
- suborn -- aklını çelmek; (huk.) yalan yere yemin etmeye teşvik etmek. subornation yalancı tanıklığa teşvik.
- subplot -- piyes veya romanda ikinci derecedeki olaylar zinciri.
- subrogate -- başkasının (bilhassa alacaklının) yerine geçirmek. subroga'tion bir kimsenin yerine geçirme veya geçme; (huk.) alacaklıya olan borcu ödeyerek borçlunun alacaklısı yerine geçme
- subscribe -- bir yazının altına yazmak; imzalayarak onaylamak; teberru etmek; taahhüt etmek; abone olmak. subscribe to abone olmak; imzalayarak onaylamak.
- subscript -- satırın altına yazılmış harf veya rakam.
- subserve -- yaramak; ilerlemesinde yardımcı olmak.
- subside -- sakinleşmek; çökelmek; inmek; dibe çökmek
- subsist -- geçinmek; mevcut olmak; yaşamak. subsist in kapsamak
- subsoil -- toprakaltı.
- substance -- madde; töz; esas; hulâsa; kuvvet; servet; özet olarak.
- substantiate -- gerçeklemek; gerçekleşmek; gerçekleştirmek
- substantive -- mevcudiyet ifade eden; bağımsız; dayanıklı; sabit; tözel; (gram.) isim.
- substitute -- bedel; vekil; vekil tayin etmek; bedel olarak koymak; vekâlet etmek; yerine geçmek.
- substrate -- alt tabaka; (biyokim.) mayadan etkilenmiş madde.
- subsume -- sınıflandırmak; kapsamak
- subtenant -- kiracının kiracısı. subtenancy kiracının bir diğerine kiralaması.
- subtend -- (geom.) karşısında bulunarak iki ucunu birbirine raptetmek (kavis veteri); (bot.) taşımak (tomurcuk) subter- (önek) altında.
- subtilize -- inceltmek; ince farklarını gözetmek.
- subtitle -- ikincil başlık; sin altyazı.
- subtract -- çıkarmak; (mat.) eksi işareti olan.
- subvene -- desteklemek; araya girmek.
- subvention -- imdadına yetişme; devletten alınan tahsisat.
- subvert -- altüst etmek; devirmek; bozmak
- subway -- (A.B.D.) metro; tünel.
- succeed -- başarmak; izlemek; halefi olmak; halef selef olmak; vâris olmak; tahta vâris olmak.
- succumb -- yenilmek; ölmek.
- succuss -- şiddetle sarsmak; (tıb.) göğsünde su olup olmadığını anlamak için sarsmak. succussion
- suck -- emmek; içine çekmek; sorumak; içmek; emer gibi içine çekmek; (argo) yetmemek; emme; emilen şey; yudum; ana sütü; anafor. give suck emzirmek.
- sucker -- emen şey veya kimse; meme emen çocuk veya hayvan; sazana benzer tatlı su balığı; (zool.) emici uzuv; tulumba pistonu; emici boru; kökten ayrılarak kendi başına büyüyen fidan; (A.B.D.); emilerek yenen çubuklu şeker; piçleri budamak; kökün yanından filiz sürmek.
- suckle -- emzirmek; meme emmek. suckling memede olan çocuk veya hayvan.
- suction -- emme. suction pump adi tulumba
- suds -- (çoğ.) köpüklü sabun suyu; köpük; (argo) bira. suds'y köpüklü.
- sue -- (huk.) dava açmak; talep etmek; yalvarmak
- suede -- suet
- suffer -- ıstırap çekmek; tutulmuş olmak; cezasını çekmek; idam olunmak; cefa çekmek; (eski) katlanmak; müsaade etmek
- suffice -- kafi gelmek
- suffix -- (gram.) (sonek); bir kelimenin sonuna ek koymak.
- suffocate -- boğmak; bastırarak söndürmek; boğulmak
- suffumigate -- aşağıdan tütsülemek. suffumigation alttan tütsüleme.
- suffuse -- etrafa yayılmak; boya vermek; kızartı.
- sugar -- şeker; tatlı söz; (argo) şekerim; şeker katmak; tatlı sözlerle yumuşatmak veya hafifletmek; (A.B.D.) akça ağaçtan şeker çıkarmak; şekerlenmek. sugar beet şeker pancarı (bot.) Beta saccharifera. sugar bowl şekerlik; konik tepe. sugarmaple; bu işin yapılması için tertiplenen ziyafet. burnt sugar yakılmış şeker. castor sugar ing. tozşeker. lump sugar kesme şeker.
- sugarcoat -- şekerle kaplamak; ballandırmak.
- suggest -- öne sürmek ileri sürmek; hatıra getirmek; ima ve ihtar suretiyle bildirmek veya söylemek; telkin etmek; fikir vermek; imada bulunmak
- suicide -- kendini öldürme; kendi emel veya gayelerini yıkma; intihar eden kimse; (k. dili) intihar etmek. suicide seat otomobilde şöförün yanındaki yer.
- suit -- takım elbise tayyör; mayo; dava hukuk davası; iskambilde takım; kur; uydurmak; uygun gelmek; işini görmek; uymak olmak; birinin işine gelmek. follow suit iskambilde takıma uymak. pay suit kur yapmak. press one' suit sevgisini belirtmek.
- suitcase -- valiz bavul.
- suitor -- âşık; (huk.) davacı.
- sulfate -- (kim.) sulfat.
- sulfuret -- (-ed; -ted; sülfid. sulfuretted hydrogen kükürtlü hidrojen.
- sulfurize -- kükürt katmak
- sulk -- somurtmak; (gen.); küskünlük; somurtkanlık.
- sulphur -- (bak.) sülfür.
- sum -- (-med; problem; en fazla miktar; doruk; özet; toplamak; hüküm vermek. a good round sum büyük bir meblâğ. a lump sum toptan para. a sum of money bir miktar para. good at sums iyi hesap bilir
- summer -- yaz; yazı geçirmek; yaz esnasında bakmak veya beslemek; yazlık. summer school yaz okulu. summer squash kabak. summer theater (A.B.D.) yazın sayfiyede oynayan tiyatro. summer time yaz saati. Indian summer pastırma yazı. summery yaza mahsus
- summit -- tepe
- summon -- çağırmak; düşmanı teslim olmaya davet etmek. summon up toplamak (kuvvet); teşvik etmek.
- summons -- (çoğ.)-es) resmi emirle davet; çağrı; (ask.) teslim çağrısı.
- sump -- maden ocağının dibinde su birikintisine mahsus kuyu; lağım çukuru; bir kazıya başlamadan evvel tecrübe veya yoklama kabilinden kazılan tünel; (oto.) yağ karteri.
- sun -- (-ned; güneş ışığı; güneşli yer; gün; (şiir) yıl; şaşaalı şey; peykleri olan yıldız; güneşlendirmek; güneşlenmek. sun bath güneş banyosu. sun compass kutuplarda kullanılan ve güneş ışınlarıyla işleyen pusula. sun dance yaz başında güneşe tapma dansı. sun deck güneş banyosu yapmaya elverişli güverte veya balkon. sun disk güneş kursu. sun god güneş tanrısı. sun lamp morötesi ışınları veren elektrik lambası; sin çok kuvvetli lamba. sun parlor cam duvarlı ve güneşli oda. sun roof güneş banyosu yapmaya elverişli dam; arabanın güneşli havalarda açılabilir üst kısmı. sun tan güneşte bronzlaşma. sun tans (ask.) yazlık hâki üniforma. sun worshiper güneşe tapan kimse. a place in the sun uluslararası politikada söz sahibi olma; tanınma. under the sun dünyada
- sunburn -- güneş yanığı; güneşten yanmak.
- sunder -- ayırmak; kopmak; ayırma; kopma. cut in sunder
- sundown -- güneş batması; geniş kenarlı kadın şapkası.
- sun-dry -- güneşte kurutmak.
- sunlight -- güneş ışığı.
- sunscald -- bitkilerde görülen fazla güneşten ileri gelen hastalık.
- sunset -- günbatımı; akşam; günbatımında gök renkleri; çöküş devri
- sup -- (-ped; yudum.; (kıs.) above
- super -- (önek) üstün; (argo) tiyatroda önemsiz rollere çıkan oyuncu.; üstün kalite; mücellithanede kullanılan pamuk takviye bezi; (tic.) âlâ derece; (argo) üstün.
- superabound -- fazlasıyla bulunmak
- superadd -- daha da ilave etmek
- superannuate -- yaşlılık veya yetersizlik sebebiyle işten çıkarmak; geçersiz diye çıkarmak. superannuated emekli; eskimiş; kullanılmaz hale gelmiş; modası geçmiş. superannua'tion emeklilik; emekli maaşı.
- supercharge -- kompresörle güçlendirmek; fazla yüklemek; fazla yük.
- supercool -- (bir sıvıyı) donma derecesinin altında dondurmadan soğutmak.
- supererogate -- görevinden fazla iş görmek. supereroga'tion vazife dışında iş yapma; lüzumsuz
- superfuse -- bir şeyin üzerine dökmek; dökülmek.
- superheat -- fazla ısıtmak; ısıtıp sabit olmayan bir hale getirmek.
- superimpose -- bir şeyin üzerine koymak; bir şeye ilave etmek. superimposi'tion bir şeyin üzerine koyma veya ilâve etme.
- superinduce -- başka bir şeye ilaveten meydana getirmek
- superintend -- bakmak; yönetim.
- superpose -- üstüne koymak; (geom.) üst üste gelecek şekilde koymak. superposi'tion üstüne koyma.
- superscribe -- üstüne yazmak; zarf üstüne adres yazmak. su'perscript üste yazılan; satırın üstüne yazılan küçük harf veya rakam; (mat.) satır yukarısına yazılı kuvvet veya türev gösteren işaret. süperscrip'tion bir şeyin üstündeki yazı; serlevha; kitabe; üstüne yazma; (ecza.) reçetenin başındaki "alınız'' yazılı (kıs.)ım.
- supersede -- yerine geçmek; yerine başkasını koymak; yerine başka bir şey koyarak iptal etmek.
- superstruct -- bir şeyin üzerine bina etmek.
- supervene -- takip etmek; sonra meydana gelmek.
- supervise -- denetlemek; idare etmek; idare. supervisor müfettiş; denetimsel; denetleyici
- supinate -- (anat.) el ayasını yukarıya döndürmek. supina'tion el ayasını yukarıya döndürme. supinator (anat.) supinator
- supper -- akşam yemeği; yemekli gece toplantısı.
- supplant -- ayağını kaydırıp yerine geçmek
- supple -- yumuşak; uysal; yumuşatmak. suppleness esneklik
- supplement -- ilâve; zeyil; (mat.) bütünler açı; ilâve etmek; doldurmak. supplemen'tal; (mat.) bütünleyen
- supplicate -- rica ve niyaz etmek; dua ederek yakarmak. supplicatingly yalvararak. supplica'tion yalvarış; niyaz eden.
- supply -- sağlamak; ihtiyacı karşılamak; tatmin etmek; telafi etmek; bir makamı işgal etmek; tedarik; mevcut; (gen.) (çoğ.) erzak; vekil. cut off the supplies gerekli ihtiyaç maddelerini kesmek. in short supply kıt; esnek olarak
- support -- desteklemek; tahammül etmek; kuvvet vermek; beslemek; masrafını vermek; devam ettirmek; ispat etmek; savunmak; yardım etmek; düşürmemek; sabretmek; (tiyatro) yardımcı rolde oynamak; destekleme; destek olan kimse veya şey; destek; geçim.
- suppose -- zannetmek; doğru olduğunu kabul etmek; tasavvur etmek; tahmin etmek. Suppose he doesn't come. Farz edelim ki gelmedi. Ya gelmezse? Suppose we change the subject. Konuyu değiştirsek nasıl olur? He is supposed to be rich. Zengin olduğu zannediliyor. He is supposed to come. Gelmesi lâzım. I suppose so. Herhalde. The ship is supposed to arrive today. Geminin bugün gelmesi bekleniyor. Where' that road supposed to go? Acaba o yol nereye çıkar? You're not supposed to do that! Bunu yapmamalısınız. supposed sözde
- suppress -- bastırmak; önlemek; zapt etmek; örtbas etmek; gizli tutmak; durdurmak; zapt etme; bastırma; bastıran
- suppurate -- cerahat toplamak; işlemek (yara) suppura'tion cerahat
- supreme -- en yüksek; hakim; en yüksek mertebede; en yüksek derecede; son. Supreme Being Hak Taalâ
- surbase -- (mim.) temel üzerine yapılan pervaz. surbase'ment böyle pervaz bulunma.
- surcease -- (eski) bitme; bitmek; nefes almak
- surcharge -- taşıyabileceğinden fazla yüklemek; fazla fiyat istemek; bir krediyi deftere kaydetmemek; posta pulunun üzerine yeni fiyat bastırmak; fazla ağır yük; (d.y.) fazla navlun alma; krediyi deftere kaydetmeyiş; posta pulları üzerine bastırılan yeni fiyat; yeni fiyatlı posta pulu
- surcingle -- palan kolanı; (kil.) papaz cüppesinin kuşağı; kolan veya kuşakla bağlamak.
- surf -- kıyıda kırılan köpüklü dalgalar; (spor)dalgalar üstünde tahta ile kıyıya doğru kaymak.
- surface -- yüz; (mat.) yüzey; bir şeyle kaplamak; dua yapmak; cilâlamak; üstündeki toprağı kaldırıp maden ocağı işletmek; su dibinden yüzeye çıkmak; yüzeysel; görünüşteki. surface current düzey akıntısı. surface impressions dış izlenimler; görünüşte.
- surfboard -- "surfing" denilen sporda kullanılan uzun tahta.
- surfeit -- yiyip içmede aşırılık; çatlayacak derecede yemek yeme hastalığı; tokluk; aşırı derecede yemek yemekten ileri gelen bulantı; çatlayacak derecede yedirmek veya yemek.
- surge -- kabarıp yuvarlanmak; dalgalanmak; (elek.) kabarmak; (den.) birden kayıvermek; (den.) çok baş kıç vurmak (demirli gemi); akın etmek; birden kabarıvermek; büyük dalga; büyük dalga gibi sürükleme; elektrik akım veya gücünün süratle artması veya yükselip düşmesi; (den.) ırgatın daralan kısmı.
- surmise -- zan; sanmak; ipucu çıkarmak.
- surmount -- üstün gelmek
- surname -- soyadı; aile ismi; lakap; soyadı koymak; soyadı ile tanınmak.
- surpass -- geçmek; (şiir) fevkalade. surpassingly hepsinden üstün surette
- surprise -- sürpriz; birden karşısına çıkış; hayret; hayrete düşürmek; birden karşısına çıkarmak; beklenilmedik bir anda yakalamak. surprise package içinden umulmadık bir şey çıkan paket. surprise party sürpriz partisi. surprise visit habersiz ziyaret. be surprised by one birisi tarafından gafil avlanmak; hayret ettirmek. They surprised me into telling my secret. Beni üç kâğıda alıp sırrımı öğrendiler. I'm surprised at you. Yaptığın harekete şaştım.
- surrender -- teslim etmek veya olmak; kendini bırakmak; herhangi bir duygu ve fikrin esiri olmak; teslim
- surrogate -- naip; yerine geçen kimse veya şey; özellikle evlenme izinnamelerini veren memur; (huk.) vasiyetname şartlarını yerine getirmeye memur kimse; vekil tayin etmek.
- surround -- kuşatmak ihata etmek; (ask.) muhasara etmek
- surtax -- ek vergi; ek vergi koymak.
- survey -- bakmak; yoklamak; düşünmek; teftiş etmek; haritasını çıkarmak; gümrük müfettişi.; mesaha; mülâhaza; harita veya plan yapma.
- survive -- baki kalmak
- suspect -- şüphelenmek; hakkında kötü düşünmek.; şüpheli; sanık
- suspend -- geçici olarak durdurmak veya iptal etmek; tatil etmek; ertelemek; muallâkta bırakmak; makamından geçici olarak mahrum etmek; asmak; okuldan geçici olarak tart etmek. suspend payment tediyatı durdurmak. suspended animation geçici olarak canlılığını kaybetme.
- suspicion -- şüphe; ima; (k. dili) gayet az miktar. above suspicion her türlü şüphenin dışında
- suspire -- (şiir) içini çekmek
- sustain -- tutmak; tahammül etmek; çekmek; teselli etmek; muhafaza etmek; tedarik etmek; besleyip kuvvet vermek; doğruluğunu teslim etmek; ispat etmek
- suture -- dikiş; dikiş yeri; (tıb.) yara kenarlarının dikiş ile birleştirilmesi; bu kenarları birleştiren dikiş; kafatası kemiklerinin dikişe benzeyen ek yerleri; (bot.) sutur; dikişle birleştirmek.
- swab -- (-bed; ilâç veya yağ sürmeye veya yara temizlemeye mahsus sünger parçası; tüfek namlusunu temizlemeye mahsus harbinin ucundaki paçavra parçası; (argo) herif; tahta bezi ile silmek. swab the decks (den.) güverteyi ucu paçavralı tahta parçası ile temizlemek. swabber tahta bezi ile yeri silen kimse; elinden ancak adi işler gelen kimse.
- swaddle -- kundağa sarmak (çocuk); kundak. swaddling band kundak bağı. swaddling clothes kundak takımı; bebeklik çağı.
- swag -- (argo) yağma
- swage -- madeni eşyaya çekiçle vurarak biçim vermekte kullanılan kalıp; böyle bir kalıpla şekil vermek.
- swagger -- kasılarak yürümek; kabadayılık etmek; kabadayılık; şık
- swallow -- yutmak; içine çekmek; (k. dili) herhangi bir sözün gerçek olup olmadığını araştırmadan kabul etmek; geri almak (söylediği sözü); tahammül etmek; yutma; (den.) makara yivi. swallow a camel yutulmaz bir şeyi yutmak; kırlangıç
- swamp -- batak; bataklığa batırmak; içine su doldurup batırmak; yağdırmak; batağa saplanmak veya batmak; müşkül vaziyette bırakmak; içine su dolup batmak; silip süpürmek. swamp boat az su çeken uçak pervaneli dibi düz sandal. swamp fever sıtma. swamped with work işi başından aşmış. swampy bataklık.
- swan -- kuğu; tatlı sesli şarkıcı veya şair. swan dive başı geriye kolları suya doğru uzatarak yapılan dalış. swan' down kuğunun ufak ve yumuşak tüyü. swan maiden efsanelerde istediği zaman kuğu şekline girebilen güzel kız. swan song efsaneye göre kuğunun ölmeden evvelki son ve güzel ötüşü; bir şairin son eseri; son gösteriş; (A.B.D.)
- swank -- (argo) gösteriş; caka satmak
- sward -- çimen; çimenle kaplamak veya kaplanmak.
- swarm -- arı veya böcek oğlu; hareket halindeki böcek sürüsü; küme; ana kovanından ayrılıp başka yere gitmek; sürü halinde toplanmak; kaynaşmak.; ip veya ağaca tırmanmak.
- swart -- (şiir) esmer.
- swash -- çalkantı; dar gelgit yatağı; çalkantı sesi ile kıyıyı yalamak; caka satmak.
- swat -- (-ted
- swatch -- örnek kumaş parçası.
- swathe -- sargı ile sarmak; çevrelemek; sargı.
- swatter -- vuran kimse veya şey; sineklik.
- sway -- sallamak; eğmek; etkilemek; idare etmek; (den.) bedenin ağırlığını vererek hisa etmek; eğilmek; taraftar olmak; dönüp gitmek; iki yana veya ileri geri sallanmak; hakim olmak; hüküm; dalgalanma; etki; ağırlık. sway-backed çökük sırtlı (at)
- swear -- (swore; yemin ettirmek; yeminle vaat etmek; yemin etmek; (huk.) yeminle ifade vermek; küfretmek; tam manasıyla güvenmek (bir kimseye veya şeye) swear in yeminle işe başlatmak. swear off (k. dili) bir şeyden vazgeçeceğine dair yemin etmek. swear out a warrant yeminle bir kimsenin suçunu tasdik ederek tevkif emri çıkarttırmak. swear word küfür.
- sweat -- ter; terletici iş; herhangi bir cisimden ifraz olunan ter gibi sıvı; terlemek; ter gibi madde ifraz etmek; mayalamak (tütün yaprağı); (k. dili) ağır iş görmek; terletmek; ter ile ıslatmak; eritip arasına akıtmak (kalay); (k. dili) çok az para karşılığında fazla çalıştırmak; (argo) merak etmek; (argo) suçluyu konuşturmak için işkence yapmak. sweat blood sıkı çalışmak; (k. dili) acele ile. No sweat (A.B.D.)
- swede -- İsveçli; (k. h.)
- sweep -- (swept) süpürmek; sürüklenmek; yayılmak; süpürge gibi sürümek; süpürge sürter gibi sürtmek; her tarafına dikkatle bakmak; taramak; salınarak hızla geçmek; azametle yürüyüp geçmek; süpürür gibi üzerinden geçmek; silip süpürmek; süpürme; dikkatle her tarafı gözden geçirme; süpürmeye benzer hareket; dönemeç; büyük kürek; baca temizleyicisi; parayı silip süpürme; büyük başarı; alan; meyil; kuyu çıkrığı; (çoğ.) kuyumcu işi kırpıntısı. sweep all before one tamamen başarmak. sweep along süpürüp getirmek; azametle yürüyüp geçmek. sweep away süpürüp temizlemek. sweep down yukarıdan aşağıya doğru süpürmek. sweep off bir şeyin üstünden süpürmek. sweep one off one' feet üstüne fazla düşmek. sweep out of the room odadan azametle çıkmak. sweep out the room odayı baştan aşağı süpürmek. sweep past süratle veya azametle geçmek. sweep the ground yerleri süpürmek (etek) sweep the seas of one' enemies düşmanlarından paçayı kurtarmak. sweep up the room odayı süpürüp temizlemek. A wave of protest swept the opposition party into power. Direnme hareketi muhalefet partisini iktidara getirdi. chimney sweep baca temizleyicisi. Everything she had saved was swept away overnight. Bir gece içinde her şeyini kaybetti. Fire swept the business district. Yangın iş yerlerini mahvetti. He swept the books off the desk. Sıradaki kitapları fırlattı. make a clean sweep of bütün bütün temizlemek. The bandits swept down on the village. Eşkiyalar köyü yağma etti. The horses swept around the corner. Atlar köşeyi hızla döndü. The tornado swept over the city. Kasırga şehri altüst etti.
- sweet -- tatlı; taze; hoş; sevimli; mülâyim; (mak.) sessiz; verimli; sert olmayan (şarap); tatlı şey; (çoğ.) bonbon; güzel ve hoş kokulu şey; sevgili; (şiir) tatlılıkla. sweet alyssum deliotu. sweet basil fesleğen; (A.B.D.)
- sweeten -- tatlılaştırmak; (k. dili) daha cazip bir hale getirmek; tatlı olmak. sweetener
- swell -- (-ed; -ed veya swollen) şişmek; büyümek; göğsü kabarmak; (k. dili) kurulmak; büyütmek; (müz.) crescendo ve takiben diminuendo yapmak; kabarış; dalga; tümsek yer; (müz.) crescendo ve takiben diminuendo; orgda perdelerin yükselmesini kontrol eden cihaz; (argo) züppe; (k. dili) şık; (argo) güzel. swell out dışa doğru şişmek. swell pedal orgda boru mahfazasını açıp kapayan pedal. swell up şişmek
- swelter -- ter dökmek; sıcaktan bayılacak hale gelmek; (k. dili) hararet basması; sıcaklık duyma. sweltering boğucu sıcak.
- swerve -- doğru yoldan sapmak; yoldan çıkmak; direksiyonu kırmak; doğru yoldan saptırmak; doğru yoldan sapma
- swig -- (-ged; bir yudumda dikmek; bir içim; içme
- swill -- çok içmek; domuz yemi; sulu yem; çerçöp; (argo) bir yudumda içilen içki.
- swim -- (swam; batmamak; (gen.) "in" ile taşmak; boğulmak; yüzdürmek; yüzerek geçmek; yüzme; yüzme hareketi. swim against the stream olaylara karşı koymak. swim bladder balıkta hava kesesi. in the swim aşina; başı dönmek
- swindle -- dolandırmak; dolandırıcılık
- swing -- (swung) sallanmak; eksen veya reze üzerinde dönmek; salınarak ilerlemek (asker yürüyüşü); (k. dili) asılmak darağacına asılmak; (sık sık) "up" ile sallandırmak asmak: salıncakta sallamak; (k. dili) idare etmek; becermek; (argo) eslerini paylaşmak (çiftler); sallanış; rakkasın sallama mesafesi; şiirde hareket veya canlılık; hareket serbestisi; hareket sahası; devre; salıncak; salıncak gibi olan şey; vakitle dönen değişim; bir çeşit dans
- swingle -- keten tokmağı; tokmakla dövmek (keten)
- swipe -- (k.dili) kuvvetli bir darbe indirmek; (slang) aşırmak; çalmak; tulumba kolu; kuvvetli darbe.
- swirl -- girdap gibi dönmek veya döndürmek; girdap gibi dönme; girdap.
- swish -- havada hareket ederken ıslık gibi ses çıkarmak; hışırdamak (ipekli kumaş); hışırtı; (argo) homoseksüel kimse; ing.
- swiss -- İsviçreli; (tek. ve (çoğ.) İsviçreli kimse
- switch -- ince ağaç dalı; inek kuyruğunun ucu; ilâve saç; demiryolu makası; (elek.) devre anahtarı; şalter; çubukla vurmak; sallamak (kamçı); (d.y.) makastan geçirmek; elektrik düğmesini çevirmek; değiş tokuş etmek. switch over çevirmek. switch (sig.)nal demiryolu makasının açık veya kapalı olduğunu gösteren işaret cihazı. switched on (argo) narkotik ilaç tesirinde olan.
- switchback -- viraj
- switchblade -- sustalı bıçak.
- swivel -- (-ed; (den.) fırdöndü; mil veya mihver üzerinde döndürmek veya dönmek. swivel block (den.) milli makara. swivel chair vidalı döner iskemle. swivel gun mil üzerinde dönen top.
- swizzle -- romla yapılan bir içki. swizzle stick içki karıştırmak için kullanılan çubuk.
- swob -- (bak.) swab.
- swoon -- bayılmak; bayılma
- swoop -- kapmak için üstüne çullanmak (çaylak); üstüne çullanma; ani saldırış. swoop up kapmak. with one fell swoop bir hamlede
- swop -- (bak.) swap.
- swordfish -- kılıçbalığı
- swot -- (-ted; çok çalışan talebe; çok çalışma
- sycophant -- dalkavuk
- syllable -- .hece; en ufak ayrıntı; hecelere ayırmak
- syllogize -- tasım yoluyla bilinenden bilinmeyeni çıkarmak; kıyasla muhakeme etmek.
- symbol -- sembol
- symbolize -- sembolü olmak; simgelerle ifade etmek; mecazi yönden kullanmak.
- symmetrize -- bakışım sağlamak
- sympathize -- başkalarının hislerine katılmak; yakınlık duymak; aynı şeyi hissetmek; başsağlığı dilemek.
- synapse -- biyot. iki nevronun birleştiği yer.
- synchronize -- ing nise aynı zamanda vaki olmak; ayarlarını birbirine uy durmak (saatler); aynı tarihe tesadüf ettirmek synchronized shifting (bak.) synchromesh
- syncopate -- (dilb.) kelimeyi ortasından kısaltmak; (müz.) sinkop yapmak. syncopa'tion (müz.) sinkop; (dilb.) ortadan kısaltma.
- syndicate -- sendika; yazıları gazetelere satan ajan; (bir yazı veya seriyi) toptan gazete veya mecmualara satmak; sendika teşkil etmek; sendika vasıtasıyla idare etmek.
- synthesize -- (İng.) -sise sentezle birleştirmek; sentez usulü ile husule getirmek.
- syntonize -- (elek.) (frekans bakımından) birbirine uydurma. syntony (elek.) (iki tertibat) birbirine uyma; seselim.
- sypher -- yivli tahtaları kenar kenara bindirip düz bir yüzey meydana getirmek.
- syphon -- (bak.) siphon.
- syringe -- şırınga; şırınga etmek
- tab -- brit; klapa; kayış; kundura bağı ucundaki madeni parça; etiket; ufak çıkıntı; (hav.) kanatçık panjuru; kdili hesap; işaret etmek ear tabs şapka kulaklıkları keep tab; hesap tutmak pick up the tab kdili parayı çekmek
- tabby -- sokak kedisi; (k. dili) dedikoducu kocamış kız; bir çeşit tafta; benekli; tekir; ipekli kumaşa benekli veya çizgili şekil vermek.
- taber -- (bak.) tabor.
- tabernacle -- çadır; mesken; taşınabilen tapınak; tapmak; (den.) indirilen direğin Iskaçası; barınmak
- table -- masa; sofra; sofraya oturanların hepsi; düz tepe; özet; tablo; tablet; masaya koymak; tehir etmek; (nad.) listeye geçirmek; ing (tasarıyı) müzakereye sunmak. table linen sofra örtüsü ile peçete takımı. table talk sofra sohbeti. table tennis masa tenisi; (tasarıyı) tehir etmek. turn the tables on one durumu aleyhine çevirmek. under the table gizli; küfelik.
- tablet -- yazı kâğıdı destesi; tablet; yassı hap; parça
- tabu -- (bak.) taboo.
- tabulate -- cetvel haline koymak; üstü düz; tabaka halindeki. tabula'tion cetvel haline koyma. tabulator cetvel haline koyan kimse veya alet: cetvelleyici
- tacet -- (Lat.)
- tack -- (den.) yiyecek; ufak çivi; (den.) kuntra; karula yakası; bir geminin yelkenlerinin vaziyetine göre gittiği yol; yelkenli geminin rüzgâr sebebiyle yol değiştirmesi; dengi diş; tedbir; teyel; çivi ile iliştirmek veya pekiştirmek; iliştirmek; (den.) orsa etmek. tack on (den.) gemiyi çevirmek; ilave etmek. get down to brass tacks asıl konuya dönmek. port tack (den.) kuntralar iskeleden seyir. starboard tack kuntralar sancaktan seyir.
- tackle -- palanga; tutma; Amerikan futbolunda belirli yerde oynayan iki oyuncudan her biri; (den.) halat takımı; tutmak; Amerikan futbolunda topu taşıyan hasmı tutup durdurmak; başarmak; uğraşmak
- tact -- incelik; nezaket; dokunma duyusu; vakit ve halin icabına göre hareket.
- tag -- (-ged; yafta; piyes veya kitapta gereksiz ilâve; şeridi kuvvetlendirmek için ucuna takılan maden parçası; meşhur söz; köpeğe takılan künye; püskül; rozet; saç perçemi; artık; ceza kâğıdı; üzerine etiket iliştirmek; peşi sıra gitmek. tag after tag along peşini bırakmamak. tag day hayır işi için rozet takılan gün. tag end sarkık uç; bir şeyin son ve adi kısmı; artık. tag line şüpheli noktayı açığa kavuşturan veya dramatik etki yaratmak için yapılan açıklama; fazla tekrardan dolayı kişinin özelliği olan söz; slogan. rag tag; bu oyunda birinin arkasından koşup dokunmak; seçmek.
- tail -- (huk.) şarta bağlı tasarruf; (huk.) mahdut; kuyruk; eskiden paşalık alameti olan at kuyruğu; tuğ; kuyruğa benzer şey; ceket ucu veya kuyruğu; arka; (çoğ.) (k.dili) parada resimsiz taraf; saç örgüsü; uçağın kuyruğu; (çoğ.) (k.dili) frak; (k.dili) iz; (k.dili) kıç; sayfa altımdaki boşluk; son; takibenden; peşinden gelen; kuyruk takmak veya yapmak; kuyruğunu kesmek veya koparmak; ucuna takılmak; (mim.) ucunu duvara yerleştirmek; (den.) kıç taraftan dönmek; kıç taraftan karaya oturmak; (k.dili) gizlice takip etmek; peşinden gitmek. tail away geride kalmak; son. tail off yavaş yavaş bitmek
- tailgate -- (A.B.D.)
- tailor -- terzi; terzilik yapmak; uydurmak. tailor' tack bol teyel. tailor' twist terzilerin kullandıkları sağlam ibrişim. merchant tailor tüccar terzi.
- taint -- leke; ayıp; lekelemek; bozmak; zehirlemek; pis kokutmak; ahlakını bozmak; bozulmak.
- take -- (took; götürmek; kapmak; yakalamak; tuzağa düşürmek; kazanmak; seçmek; satın almak; kiralamak; olmak; abone olmak; çıkarmak; uğramak; karşılamak; farz etmek; anlamak; yapmak; faydalanmak; ile gitmek; duymak; tutmak; da yanmak; (argo) aldatmak; kenetlenmek; sin çevirmek. take aback şaşırtmak. take a beating dayak yemek; bozguna uğramak. take about gezdirmek. take a bow tebrikleri kabul etmek. take a breath nefes almak; (den.) belirli bir yönde gitmek. take a dare meydan okumaya aldırış etmemek; meydan okuyana karşı koymak. take advantage of faydalanmak; istismar etmek. take affront alınmak; darılmak. take an examination sınava girmek. take apart ayırmak; soruşturmak. take a picture resim çekmek. take a powder (argo) toz olmak; resim çekmek .take at one' word sözüne inanmak. take away alıp götürmek. take back geri almak .take care dikkat etmek; rüşvet alarak halletmek; (argo) öldürmek. take caution against bir şeye karşı tedbir almak. take charge idaresini üzerine almak. take counsel danışmak; ölçünmek. take cover sığınmak. take dictation dikte almak. take down indirmek; sökmek; kibrini kırmak; yazmak; tesir etmek. take fire tutuşmak; çıkarmak. take from the table ertelenmiş bir tasarıyı yeniden ele almak. take heart yüreklenmek; daraltmak; yelken sarmak; kapsamak; (k. dili) aldatmak; (A.B.D.); yol göstermek. take in vain küfür etmek. take issue with aksi tarafı tutmak. take it anlamak; katlanmak; dayanmak. Take it or leave it ister al; indirmek; ölümüne sebep olmak; (k. dili) taklit etmek; (uçak) havalanmak; (k. dili) kalkmak. take office göreve başlamak. take on ele almak; üstüne almak; vazife vermek; (k. dili) sızlanmak. take one' fancy hoşuna gitmek. take one' life in one' hands kellesini koltuğuna almak. take out çıkarmak; çıkartmak; eşlik etmek. take over teslim almak; idareyi elinde tutmak. take pains with çok uğraşmak; hesaplamak. take the chair başkan olmak .take the field bir sahaya atılmak; savaşa başlamak. take the stage dikkati üzerine çekmek. take the veil rahibe olmak. take the wind out of one' sails (k. dili) öfkesini yatıştırmak; alışmak; hoşlanmak. take to heart etkilenmek. take to one' heels tabanları kaldırmak; üzerine almak; poliçeyi ödemek; almak; (kıs.)altmak; başlamak; ele almak; kabul etmek .take up arms silâha sarılmak. take up the gauntlet meydan okumasını kabul etmek .take up with (k. dili) arkadaşlık kur- (mak.) take walks dolaşmak; alma; tutma; sin çekim; bir seferlik av miktarı; (çalınan) parti; (İng.) kiralanmış arazi; (ası) tutma; kavrama.
- talc -- talk.
- tale -- hikaye; dedikodu; yalan; (eski) sayı
- talk -- konuşmak; lakırdı etmek; müzakere etmek; (A.B.D.); (k. dili) hükmü geçmek; konuşma; laf; söz konusu: boş laf; müzakere; ağız; (hav.) konuşma yoluyla kör iniş yaptırmak. talk down to hor görmek. talk nonsense boş laf etmek; konuşulacak şeyleri tüketmek. talk over bir mesele hakkında konuşmak. talk sense makul konuşmak. talk shop sohbet esnasında iş konularına dönmek .talk through etraflıca konuşmak. talk through one' hat (argo) atmak
- tallage -- eski İngiltere'de bir çeşit vergi.
- tallow -- donyağı; mum yağı; mum yağı ile yağlamak. tallowy yaglı; mum yağına benzer
- tally -- çetele; çetele ile hesap tutma; çentik; seri numarası; etiket; çeteleye yazmak veya işaret etmek; uydurmak; uymak; sayım yapmak.
- tallyho -- (ünlem); "Yallah !" diyerek köpekleri koşturmak.
- tambour -- trampet; kasnak; kasnak işi; kasnağa gerip işlemek.
- tame -- evcilleştirilmiş; uysal; zararsız; tatsız; ehlileştirmek; uysallaştırmak; yumuşatmak; uysallık .
- tamp -- bastırıp sıkıştırmak .
- tamper -- with ile birinin işine karışmak; dokunmak; değiştirip bozmak; kurcalamak; hile karıştırmaki; hafifçe vurarak bastıran kimse veya alet
- tampon -- (tıb.) tampon; tampon ile tıkamak.
- tan -- (-ned; güneşe göstererek karartmak; (k.dili) kamçılamak; güneşte yanıp esmerleşmek; sarımsı kahverengi; güneşte yanmış ten rengi; tanen; açık kahverengi; sepicilikte kullanılan. tan pit; (kıs.) tangent.
- tang -- madeni ses çıkarmak; madeni ses; acı tat veya koku; bir çeşit su yosunu.; bıçağın sapa giren kuyruğu
- tangle -- .yenilebilen bir çeşit su yosunu; dolaştırmak; başına iş açmak; karışık vaziyete düşmek; girişmek; tartışmak; karmakarışık şey; karışıklık; deniz dibindeki hayvanlar tarayarak yakalama aleti. a tangle of weeds sarmaşık örgüsü
- tango -- tango.
- tank -- sarnıç; depo; havuz; (ask.) tank; sarnıca koymak. tank town (A.B.D.); yakıt almak.
- tanker -- tanker.
- tantamount -- to ile eşit
- tantivy -- .av narası; acele; hızla; dörtnala.
- tantrum -- huysuzluk nöbeti
- tap -- (-ped; tıkaç; fıçı tapası; fıçıdan alınmış içki; (İng.); kılavuz; elektrik bağlantısı; delip sıvıyı akıtmak; kaçak veya gizli bağlantı kurmak; kılavuzla vida yuvası açmak; bağlantı kurmak; (argo) sızdırmak. on tap fıçıdan alınıp satılmaya hazır; (k. dili) hazır .; hafifçe vurmak; tıkırdatmak; pençe vurmak (ayakkabı); hafif vuruş; tıkırtı; pençe; ayakkabı demiri. tap on the shoulder seçmek; omzuna hafifçe vurmak. tap dance ayak uçlarını veya topuklan yere vurarak yapılan bir dans.
- tape -- bant; metre şeridi; . şeritle bağlamak; şeritle ölçmek; banda almak. tape deck; içyüzünü bilmek; banda almak.
- taper -- çok ince mum; gittikçe incelen şey; gittikçe incelen; gittikçe incelmek veya inceltmek; azalmak
- tapestry -- goblen
- tapis -- goblen örtü. on the tapis müzakere halinde.
- tar -- (-red; katranlamak; (k. dili) gemici.
- tardy -- yavaş hareket eden; geç kalan veya gelen
- tare -- dara; darasını düşmek .; delice; burçak cinsinden bir ot
- target -- hedef; nişangâh; tenkide hedef olan kimse; demiryolu makası üzerinde hattın açık veya kapalı olduğunu gösteren işaret; yuvarlak kalkan. on target hedefe yöneltilmiş. target date hedef edinilen tarih.
- tariff -- ithalât veya ihracat üzerine hükümetin koyduğu vergi; tarife; gümrük tarifesi yapmak; vergi koymak. preferential tariff dost memleketlere uygulanan indirimli gümrük tarifesi.
- tarnish -- kirletmek; lekelenmek; donuklaştırmak; kararmak; leke; kararma
- tarp -- (k. dili) katranlı muşamba tente.
- tarry -- oyalamak; geç kalmak; kalmak; bekleme; katran kaplı
- tart -- ekşi; ters; ekşice .tart'ness ekşilik; keskinlik.; turta; (argo) fahişe
- tartan -- kareli ve yünlü İskoç kumaşı; bu kumaştan yapılan.; Latin yelkeni olan tek direkli ve Akdeniz'e mahsus bir gemi.
- task -- iş; ödev; hizmet; külfet; iş vermek; külfet yüklemek; itham etmek
- tassel -- püskül; püsküllerle süslemek; püskül vermek
- taste -- .tatmak; denemek; tadı olmak. taste blood galip gelmekten büyük bir zevk almak. taste of tatmak; lezzet; tat alma duyusu; uyum; üslûp; az miktarda şey; yudumluk; tatma a taste for hoşlanma
- tat -- (-ted
- tatter -- çaput; (çoğ.) yıpranmış giysi; parçalayıp paçavra haline koymak; parçalanmak.
- tattle -- fitlemek; gevezelik etmek; boşboğazlık; bebeğin gevelediği sözler. tattler fitneci kimse; çullukgillerden Amerika'ya özgü bir kuş .
- tattletale -- fitneci kimse; açığa vuran. tattletale gray gri beyaz
- tattoo -- (ask.) koğuş borusu veya trampeti. beat a tattoo trampet çalmak; vücuda dövme yapmak; dövme.
- taunt -- alay etmek; azarlamak; alay; iğneli söz; meydan okuma. taunt'ingly alayla; sataşarak.
- tauten -- sıkılaştırmak; (den.) aganta etmek.
- taw -- bilye oyunu; bilye; bu oyun için başlangıç çizgisi.; tanen yerine şap ve tuz kullanmak suretiyle kösele yapmak; (ing.) Leh. dövmek.
- tax -- vergi; külfet; vergi koymak; mahkeme masrafım tayin etmek; isnat etmek; külfet olmak
- taxidermy -- hayvan postunu doldurma sanatı. taxider'mic hayvan postunu doldurmayla ilgili. taxidermist hayvan postunu dolduran sanatçı.
- tea -- çay fidanı; kuru çay yaprağı; çay; demli içecek; çay ziyafeti; (İng.) akşam kahvaltısı; çay içmek: çay vermek. tea bag çay yapmak için içinde çay yapraklan bulunan kâğıt torba. tea ball içine çay yaprakları konulup kaynar suya batırılan delikli yuvarlak. top tea caddy çay kutusu. tea ceremony Japonlara özgü resmi çay servisi. tea chest içi kurşun kaplı çay sandığı. tea cosy çaydanlık külâhı
- teach -- (taught) öğretmek; göstermek; ders vermek
- team -- çift hayvan takımı; oyuncu takımı; takım atlatı sürmek; takım kurmak; grup meydana getirmek
- tear -- .gözyaşı; gözyaşına benzer şey; damla; (çoğ.) keder. tear bomb göz yaşartıcı bomba. tear gas göz yaşartıcı gaz. in tears ağlamakta .weep bitter tears acı acı ağlamak .tear'y gözyaşları ile ıslanan; (-tore; yarmak; koparmak; çok hırpalamak; kopmak; yırtılmak; çılgın gibi koşmak; yırtık; (argo) cümbüş; çılgınca hareket. tear down (k.dili) yıkmak; yırtmak. wear and tear yıpranmış olma.
- tease -- kızdırmak; durmadan rica etmek; takılmak; önce yüz verip sonra sırt çevirmek; ditmek; (saç) kabartmak; mikroskopla muayene için liflere ayırmak; takılmayı seven kimse; takılma; canını sıkma; önce yüz verip sonra sırt çeviren genç kız.
- ted -- (-ded
- tee -- (T.) harfi; (T.) şeklinde şey; (T.) şeklinde boru. tee shirt (bak.) (T.)-shirt.; bazı oyunlarda hedef; golf her deliğe gidecek topa ilk vuruşun yapıldığı belirli yer; vurulmak üzere topu üzerine koydukları küçük kum yığını veya tahta çubuk; golf topunu kum yığını üstüne koymak .tee off golf topu kum yığınının üstünden vurarak oyuna başlamak. teed off kızgın
- teem -- çok olmak; kaynamak; verimli olmak; dolu olmak; doğurmak; bereketli; .çok yağmak (yağmur) .
- teeter -- sendeleyerek yürümek; düşmek üzere olmak sallanmak; kararsız olmak.
- teetertotter -- tahterevalli.
- teeth -- (bak.) tooth.
- teethe -- diş çıkarmak. teeth'ing çocuğun diş çıkarması veya diş çıkarma zamanı. teething ring bebeklerin dişlerini kaşıması için plastik halka.
- telecast -- (-cast veya -ed) televizyonla yaymak; televizyon yayını .
- telegram -- telgraf
- telegraph -- telgraf makinası; telgraf sistemi; telgraf çekmek . telegraph board at yarışı meydanımda yüksek bir yere konulup at ve binicilerin isimlerini gösteren levha. telegraph cable telgraf kablosu. telegraph key telgraf anahtarı
- telemark -- kayakta dönmek veya çabucak durabilmek için ağırlığı öndeki kayağa verip ucunu içe doğru çevirerek yapılan dönüş .
- telemeter -- telemetre.
- telephone -- telefon; telefon etmek
- telephotograph -- uzak mesafeden çekilen fotoğraf. telephotograph'ic bu usule ait .telephotog'raphy .telefotografi.
- telescope -- .dürbün; iç içe geçmek: kısaltmak: birbirinin içine girmek. reflecting telescope aynalı dürbün. refracting telescope iki ucunda merceği olan teleskop. telescopy dürbün kullanma usulü.
- teletype -- tel ile bağlanan otomatik yazı makina sistemi.
- televise -- televizyonla yaymak.
- television -- televizyon
- tell -- (ark.) höyük.; (told) söylemek; ifade etmek; saymak; emretmek; keşfetmek; temin etmek; itiraf etmek; tesiri olmak; haber vermek; gerçeği anlatmak. tell off sayıp ayırmak; (k. dili) yüzüne vurmak; (k. dili) birini ele vermek; sır söylemek; zamanı göstermek. Every blow tells Her darbenin tesiri var. all told bütünüyle
- telpher -- teleferik. telpherage teleferikle eşya nakletme sistemi.
- temp -- (kıs.) in the time of
- temper -- yumuşatmak; su karıştırıp yoğurmak (balçık); çeliğe su vermek; (müz.) çalgıyı gam dizisine göre akort etmek. temper justice with mercy adalete merhamet katmak.; .terslik; mizaç; kıvam; tav; bir şeyin aslını değiştirmek için karıştırılan şey. lose one' temper hiddetlenmek.
- temperate -- mutedil; perhiz yapan. Temperate Zone (çoğ.) ılıman bölge
- tempest -- .fırtına
- temple -- şakak.; mabet; eski Kudüs'te Yahudi tapınağı; Mormonların ayinlerine mahsus kilise. templed .tapmak veya kiliseleri olan; tapmak içinde muhafaza edilen.; kumaşı tezgâhta gergin tutmaya mahsus ağaç parçası.
- temporize -- zamana uymak; başkalarının fikrine uymak; savsaklamak; uzlaşmak. temporiza'tion zamana uyma
- tempt -- baştan çıkarmak; kandırmak; çekici olmak; teşvik etmek; öfkelendirmek; eskidenemek. tempt fate kadere meydan okumak. tempt to (şeytan) dürtmek.
- tenant -- (huk.) kullanım hakkı olan kimse; kiracı; sakin; kira ile tutmak; içinde oturmak. tenant farmer kira ile çiftlik işleten çiftçi; bir mülkün bütün kiracıları.
- tend -- (gen.) to veya toward ile meyilli olmak; vesile olmak; yönelmek .red tending to purple mora çalan kırmızı.; hazır bulunmak; (den.) halatın dolaşmasını önlemek için gözetlemek. tend on veya upon hizmet etmek .tend to (k. dili) bakmak
- tender -- (den.) yardımcı gemi; gemiye ait olup yolcuları sahile getirip götüren kayık; lokomotife bağlı kömür ve su taşıyan vagon; bakan veya hizmet eden kimse.; arz ve teklif etmek; (huk.) kira veya borç vermeyi teklif etmek; (huk.) borç karşılığında para teklifi; teklif olunan şey. tender one' re(sig.)nation istifasını vermek. tender one' services hizmet teklif etmek. legal tender geçerli para.; nazik; ufak şeyden etkilenir; zayıf; müşfik; dokunaklı; ince; sevgi dolu; dikkatli; körpe
- tenderize -- yumuşatmak (et) tenderizer eti yumuşatıcı bir madde.
- tenfold -- .on kat
- tennis -- tenis. tennis arm
- tenon -- doğramacılıkta erkek geçme parçası; erkek geçme parçasını kesmek; böyle parça ile birleştirmek. tenon auger erkek geçme parçasını kesme aleti. tenon saw zıvana testeresi.
- tense -- gergin; sinirli; nazik; germek; (gram.) fiil zamanı
- tension -- germe; gerginlik; zihin yorgunluğu; (mak.) germe veya gerilme kuvveti; germe cihazı; (elek.) gerilim
- tensor -- (anat.) bir organı geren kas; (mat.) üçten fazla elemana dayanarak tanımlanabilen vektör niceliği.
- tent -- çadır; çadır kurup oturmak. tent bed çadır gibi tavanı olan yatak. tent caterpillar ağaçlar üzerinde çadır şeklinde yuva yapan tırtıl. tent fly çadırın bezden yapılmış kapısı. tent peg çadır kazığı. bell tent ortası direkli konik çadır. pup tent tek kişilik dam biçiminde çadır.; (tıb.) yara fitili; cerrah mili; cerrah mili ile yoklamak; fitil ile yarayı işletmek.; bir çeşit siyah İspanya şarabı.
- tenter -- kumaşı gerip kurutmaya mahsus kancalı çerçeve; kancalı serçeveye germek.; (İng.) fabrikada makinalara bakan kimse.
- tenth -- onuncu; onda bir; onda bir (kıs.)ım; onuncu gelen şey; ondalık; (müz.) on notalık mesafe. tenth'ly onuncu olarak.
- tenure -- işinde kalabilme hakkı; memuriyet veya kullanım süresi; imtiyaz
- tepefy -- ılık yapmak; ılıklaşmak
- tergiversate -- kaçamaklı söz söylemek; din veya parti değiştirmek. tergiversa'tion değişkenlik
- term -- isim vermek; bilim ve sanat kavramlarından birini anlatan kelime; söz; (çoğ.); şart; (çoğ.) iki şahıs veya iki şey arasındaki ilişkiler; (mat.) eksi veya artı işaretleri ile birleşmiş bir ifadenin (kıs.)ım larından biri; bir kesrin pay veya paydası; (geom.) had; bir önermede konu ile yüklemden her biri; müddet; mahkemenin açık olduğu süre; öğretim yılının ayrıldığı sömestr; iki dönemden her biri; dönem; (tıb.) doğum zamanı. term insurance belirli bir süre sonunda biten hayat (sig.)ortası. term of office hizmet veya memuriyet süresi. term of three years üç yıllık süre. term paper öğretim yılının bir dönemi süresinde yazılması gereken tez. terms of the letter mektubun içindekiler. according to the terms of the treaty anlaşma şartları gereğince. at term belli bir zaman sonunda. be on speaking terms with konuşma durumunda olmak. bring to terms kabul ettirmek; taksitle; uygun şartlarla. set a term to müddet tayin etmek. term' less süresiz
- terminal -- uçta veya sonda olan veya bunlara ait; (bot.) dal veya sapın ucunda bulunan; demiryolunun başına ait; belirli zamanlarda meydana gelen; ölümle sonuçlanan; uç; terminal; (elek.) kutup; demiryolu başı ile ona bağlı makas ile istasyon ve depolar; (mim.) tırabzan başında bulunan süs; kompütöre bağlı yazı makinası ve benzeri. terminal illness öIümle sonuçlanan hastalık. terminal leave terhisten evvel verilen son izin. terminally ölümcül derecede.
- terminate -- bitirmek; sınırlamak; bitmek; sınırlanmış; sona eren.
- termite -- beyaz karınca
- terrace -- satıhtan yüksek yer; bayır üstünde sıra evler veya sokak; İspanyol veya (ark.) evlerine özgü düz ve yassı dam; set yapmak
- terrify -- çok korkutmak
- tessellate -- mozaik taş veya parçalarla donatmak
- test -- (zool.) deniz kestanesi gibi hayvanların sert kabuğu.; imtihan; ölçü; (fiz.); maden arıtmada kullanılan pota; (kim.) çözümleme; tahlil için kullanılan ecza; tasfiye etmek; mihenge vurmak; imtihan etmek; denemek; prova etmek; çözümlemek; deney kâğıdı; okul imtihan kağıdı. test pilot deney pilotu. test tube kimyasal deneylerde kullanılan bir ucu kapalı cam tüp; (huk.) vasiyet edilebilen.
- testify -- şahadet etmek; delil olmak; açığa vurmak.
- testimony -- şahadet; kanıt; (leh.) veya aleyhte tanıtlama.
- tether -- hayvanı bağlama ipi; bağlayıcı şey; sınır; iple belirli bir yere bağlamak. be at the end of one' tether kuvvet veya sabrının son haddinde olmak.
- tetter -- mayasıl ve uçuk gibi kabarcıklı bir cilt hastalığı.
- text -- metin; bahis konusu; asıl kitap veya yazı. text hand büyücek ve düzgün el yazısı. text writer ders kitabı yazarı. corrupt text değişirilmiş metin. stick to one' text metne bağlı kalmak.
- texture -- dokum; kumaş; teşekkül
- thank -- teşekkür etmek; mesul tutmak. Thank goodness
- thatch -- dam örtüsü olarak kullanılan saz veya saman; yaprakları dam örtüsü olarak kullanılan birkaç çeşit hurma ağacı; saz veya yapraklarla dam kaplamak. thatching damı sazla kaplama; bu iş için kullanılan malzeme.
- thaw -- erimek; Isınmak; eritmek; erime; havanın buzları eritecek derecede ısınması; samimileşme; ısınma.
- the -- (eski ye) bir; ne kadar
- thee -- (zam.); sen.
- theme -- mevzu; öğrenciye verilen yazı ödevi; (dilb.) kök; (müz.) tema; (tar.) Bizans imparatorluğunda idari bölge. theme song bir dans orkestrasının kendisini belirtmek için kullandığı müzik parçası.
- theorem -- teorem
- therapy -- tedavi
- thermal -- sıcağa ait; termal; yükselen sıcak hava kitlesi. thermal radiation ısı ışınları. thermal spring kaplıca
- thew -- adale; (çoğ.) adali kuvvet
- thick -- kalın; kalınlığındaki; sık; koyu; kesif; ahmak; dil tutulur gibi telaffuz olunan; boğuk; (k. dili) sıkı; ing.; kalınlık; bir şeyin en yoğun yeri veya zamanı; kalınca; koyu bir halde. thick as thieves aralarından su sızmaz. Blows came thick and fast Yumruklar birbiri ardı sıra indi. He felt it was a bit thick to be fired Haksız yere kovulduğunu düşündü. in the thick of the fight mücadelenin en şiddetli yerinde. lay it on thick (k. dili) abartmak; dalkavukluk etmek. through thick and thin her güçlüğe katlanarak; sıklık.
- thicken -- kalınlaştırmak; bulandırmak; sıklaştırmak; şiddet lendirmek; kalınlaşmak; bu lanıklaşmak; sıklaşmak; çoğalmak; yoğunlaşmak; yoğunlaştırmak. thickening kalınlaştırma; koyulaştuma; koyulaştırıcı şey; kalınlaşmış yer veya kısım.
- thieve -- hırsızlık etmek
- thimblerig -- bir nohut ve üç yüksükle yapılan üçkâğıtçılık.
- thin -- (-ned; seyrekleştirmek; zayıflatmak; (-ner; seyrek; hafif; soluk; zayıf; cılız; eksik; toz olmak. out of thin air hiç yoktan; zayıflık.
- thing -- şey; mevcudiyet; cansız şey veya madde; mahluk; (çoğ.) pılı pırtı; (çoğ.) giyecekler. do one' thing (argo) kendi istediğini yapmak. first thing hemen; tabii. the thing moda
- think -- (thought; düşünüp taşınmak; zannetmek; kurmak; tasavvur etmek; hatırlamak; addetmek; bir fikirde olmak. think aloud düşündüğünü söylemek. think better of fikrini değiştirmek; daha iyi saymak; kolay görmek. think of hatırlamak; düşünmek; saymak. think out düşünüp çıkarmak; çok sevmek. think through düşünüp netice çıkarmak. think twice iyi düşünmek. think up düşünüp bulmak. To think that man should go to the moon! insanoğlunun aya gideceği kimin aklına gelirdi? Well; düşünme; fikir.
- thinktank -- beyin takımı
- third -- üçüncü; üçte bir; (müz.) üçlü; (çoğ.); üçüncü olarak. third class üçüncü sınıf; üçüncü mevki; adi
- thirst -- susuzluk; iştiyak; susamak; hasret çekmek
- thorn -- içdiken; üzüntü cefa; dikeni çok bitki; (eski) İngilizce'de th sesini gösteren harfin adıö thorn apple alıç (bot.) Crataegus azarolus; tatula; belâlı
- thou -- (zam.)
- thrall -- esir; kölelik
- thrash -- dövmek; kamçılamak; harman dövmek; (den.) fırtınalı rüzgârda denize karşı seyretmek. thrash out tartışarak halletmek. thrash over tekrar tekrar tartışmak.
- thread -- iplik; tel; ince çizgi; yiv; sıra; düşünüş tarzı; iplik geçirmek; ipliğe dizmek; yol bulup geçmek; (mak.) vidaya yiv açmak; kaşıktan iplik gibi akmak (kaynamış şurup) thread of life hayat bağı. His life hangs by a thread. Hayatı pamuk ipliğine bağlı. the thread of the argument fikir silsilesi. thread'y iplik gibi; tel tel.
- threat -- tehdit; tehlike.
- threaten -- tehdit etmek; kötü bir şeye alâmet olmak; yıldırmak. It is threatening snow. Kar yağacağa benziyor. threateningly tehdit ederek.
- thresh -- harman dövmek. thresh'ing floor harman yeri. thresh'er harman dövme makinası; sapanbalığı
- thrift -- idare; gürlük; kuduzotu
- thrill -- heyecan vermek; müteessir olmak; heyecan veya teessürle titremek; heyecan; lerze; (tıb.) titreşim. thrill'ingly heyecanla.
- thrive -- (-d; veya throve; kuvvet bularak büyümek; zenginleşmek; mamur olmak
- throat -- boğaz; dar geçit. cut one' own throat (k. dili) kendi kendine zarar vermek; yüreğinin yağı erimek. have a sore throat boğazı ağrımak. jump down one' throat (k. dili) boğazına sarılmak; haşlamak. ram something down one' throat (k. dili) zorla kabul ettirmek
- throb -- (-bed; zonklamak; titreşmek; nabız vurması; çarpıntı; titreşme. throb'bingly titreşerek; zonklayarak.
- throe -- şiddetli ağrı; elem; (çoğ.) doğum veya ölüm sancısı; (çoğ.) çabalama. be in the throes of death can çekişmek.
- throne -- taht; hâkimiyet; tahtta oturan kimse; (argo) alafranga tuvalette oturacak yer; tahta çıkmak; toplanmak
- throttle -- kısma valfi; boğmak; bastırmak; (mak.) kısmak. throttle valve istim kısma valfı; (oto.) kelebek.
- throw -- (threw; ipeği büküp ibrişim yapmak; düşürmek; giyivermek; (hayvan) yavrulamak; (zar) atmak; (mak.) kolu çevirerek açmak veya kapamak (makas); (güreşte) yere atmak; (çömlek) şekillendirmek; (argo) (parti) vermek; etkilenmesine sebep olmak; aniden yönünü değiştirmek; oy ver mek; atış; tehlikeye atılma; atlı; atım; (mak.) makas kolunun açılıp kapandığı mesafe. throw a game oyunda şike yapmak. throw a kiss el ile öpücük göndermek. throw a sop to önüne kemik atmak. throw away atmak; vaz geçmek; kaçırmak; ziyan etmek. throw away a line (tiyatro) duyulmayacak bir söz söylemek. throw back ilerlemesini engellemek; atavizme dönmek. throw cold water on ümidini kırmak. throw dust in one' eyes aldatmak; ilâve etmek; -(den.) kurtulmak; saçmak; çabucak yapıvermek; karıştırmak; tavla oyununda pul almak. throw one; za'fından faydalanmak. throw open açmak; bütün engelleri ortadan kaldırmak. throw out dışarı atmak; işinden atmak; laf atmak; ışık yaymak; altüst etmek. throw over vaz geçmek; devretmek. throw overboard atmak; paylamak. throw the lock sürgülemek. throw together yapıvermek; bir araya getirmek. throw up yukarı atmak; kusmak; acele bina etmek
- thrum -- (-med; patırdatmak; monoton bir söylenişle tekrarlamak; çalgı tıngırtısı.; bez kesildikten sonra tezgâhta kalan iplik uçları; saçak yapmak veya takmak.
- thrust -- (thrust) itmek; süngülemek; lafı kesmek; dürtme; hamle; bıçak sokma; (mim.) kemer veya kubbenin duvar üzerine tazyiki; (mak.) itme kuvveti. thrust at someone kılıçla hamlede bulunmak. thrust away itip defetmek. thrust fault (jeol.) fayların birbiri üzerine binmesi. thrust forward ilerletmek. thrust of his remarks sözlerinin etkisi. thrust out a hand el uzatmak. thrust through bir yandan sokup öbür yandan çıkarmak
- thud -- (-ded; gümbürtü; güm diye ses çıkaran vuruş; güm diye ses çıkarmak.
- thug -- katil; eskiden Hindistan'da adam öldürüp soyarak geçinen bir mezhep. thug'gee eşkıyalık. thug'gery eşkıyalık
- thumb -- başparmak; eldiven baş parmağı; kitap yapraklarını başparmakla tuta tuta eskitmek ve kirletmek. thumb a ride otostop yapmak. thumb index sözlük ve fihrist kenarında harflere göre kesilen parmak yeri. thumb mark başparmakla kirlenmiş yer
- thumbnail -- başparmak tırnağı; tırnak kadar şey; başparmak tırnağı kadar; kısa.
- thumbtack -- raptiye.
- thump -- güm güm vurmak; dövmek; gümbürdemek; muşta vuruşu; ağır düşüş; ağır düşme sesi. thumper vurucu. thumping vuran; (k. dili) iri
- thunder -- gök gürlemesi; gümbürdemek; ağır söz veya tehdit savurmak; şiddetle söylemek
- thunderclap -- gök gürlemesi.
- thunk -- (leh.)
- thwack -- pat küt vurmak; pat küt vurma.
- thwart -- çapraz; filika oturaklarından biri; karşı gelmek; işini bozmak
- tick -- (İng.); borç veresiye alışveriş. buy on tick veresiye almak.; tıklamak; (İng.) çetele çekmek; tıkırında götürmek; tıkırtı; dikkat işareti. tick off tık tık vurarak saymak; işaretleyerek saymak; kılıf; sakırga
- ticket -- bilet; etiket; (A.B.D.) bir partinin seçim namzetleri listesi; (k. dili) trafik suçunu cezalandırmak için verilen karakol davetiyesi; ehliyet; etiket yapıştırmak; bilet vermek. ticket agent bilet satan memur. ticket of leave (İng.); (A.B.D.) dönüş bileti. round trip ticket (A.B.D.) gidiş dönüş bileti. season ticket bütün mevsim için geçerli bilet. just the ticket (argo) tam iş
- tickle -- gıcıklamak; (k. dili) eğlendirmek; hafif hafif dokunmak; gıdıklanmak; gıdıklama
- tide -- gelgit; met ve cezir; akıntı; zaman; mevsim; akış; gelgit gibi yükselip alçalmak; akıntı ile gitmek; gelgit yardımı ile limana girmek veya çıkmak. tide gate havuzun gelgit kapısı; gelgit akıntısının kuvvetli olduğu yer. tide lock gelgit etkisi altında olan limandaki gemi havuzunu inmeden koruyan kapı. tide over geçici olarak yardım etmek. The tide has turned. Artık işler yoluna girdi. Time and tide wait for no man. Fırsat elden gidince bir daha bulunmaz. We have enough oil to tide us through the winter. Kışı çıkaracak kadar yakıtımız var. The tide is coming in. Deniz yükseliyor. The tide is going out. Deniz alçalıyor.
- tidy -- üstü başı temiz; temiz giyimli; muntazam; (k. dili) oldukça; sandalye arkasına konan dantela örtü; ("up" ile) düzeltmek
- tie -- in with (k. dili) ile ilişkisi olmak. tie into hızla sarılmak; (argo) haşlamak; tutmak. tie one on (argo) sarhoş olmak. tie one' tongue susmak; bağlayıp kapamak; meşgul olmak; bağlantılı olmak; bitirmek; bağ; fiyonga; kravat; rabıta; berabere kalma; bir binanın (kıs.)ımlarını tutan lata veya demir kuşak; demiryolu traversi; (müz.) bağlı nota işareti; (çoğ.) bağlı alçak ayakkabı. tie beam duvar latası. tie clasp; (-d; düğümlemek; birleştirmek; (k. dili) izdivaçla bağlamak; (müz.) bağlamak; berabere kalmak. tie a can to (argo) kovmak. tie by the leg engel olmak. tie down kayıt altına almak
- tier -- sıra; amfide yükselen sıra.
- tiff -- gücenme; gücenmek
- tiffin -- (İng.) kahvaltı
- tight -- sıkı; akmaz; dar; sıkışık; (k. dili) eli sıkı; (k. dili) müşkül; zorluk çeken; tıkanmış; ucu ucuna; sıkı gerilmiş (ip); kesat; (argo) sarhoş; tedariki güç; (kıs.)altılmış (üslup); sımsıkı. tightly sıkıca tightness sıkılık.
- tighten -- sıkıştırmak; sıkışmak; gerginleşmek. tighten one' belt kemeri sıkmak.
- tile -- kiremit; yassı tuğla; duvar cinisi; çatı üzerine kiremit yerine konan demir veya taş parçası; (k. dili) silindir şapka; kiremit kaplamak; mason locasında kapıcılık etmek; birisine sır saklayacağına dair yemin ettirmek; gizli tutmak.
- till -- (edat); para çekmecesi; çift sürmek; (jeol.) buzulların taşıyıp yığdığı çakıl veya kum ile karışık balçık.
- tiller -- toprağı işleyen kimse veya alet.; kök filiz; sürgün; fidan; kökten filiz sürmek.; dümen yekesi.
- tilt -- araba veya kayık tentesi.; eğilmek; eğmek; at üzerinde mızrakla hamle etmek; arkaya yatırmak veya eğmek; saldırmak için mızrağı doğrultmak; fabrika çekici ile dövmek; meyil; tilt oyununda hile; hile ikazı; atta mızraklı hamle oyunu; atışma; tahterevalli; fabrika çekici tilt at saldırmak; itiraz etmek. tilt at wind mills hayali düşmanlara saldırmak. tilt hammer şahmerdan. tilt over devirmek. tilt up kalkmak
- timber -- (ülem) kereste; kereste ormanı; işlenmiş iri kereste parçası; madde; yetenek; (den.) gemi kaburgası; (ülem) Dikkat; ahşap. timbering kereste.
- timbrel -- eskiden kullanılan zilli tef.
- time -- ayarlamak; uydurmak; saat tutmak; tempo tutmak.; vakit; süre; devir; mühlet; saat; (mat.) kere; kat; müziğin tem posu; doğurma vakti; ölüm vakti; ileri gitmek (saat) good times iyi günler; nihayet; uygun tempoda. keep time tempo tutmak. lose time vakit kaybetmek; geri kalmak (saat) make time geç kalınan zamanı kapatmak; belirli vakte yetiştirmek. make time with isteğini kabul ettirmeye çalışmak. on time tam zamanında. out of time temposuz; bir kerede yedi tane. take one' time with bir işi itinayla yapmak. tell the time saatin kaç olduğunu söylemek. tell time saati okuyabilmek .this time tomorrow yarın bu saatte. Time is up Vakit bitti. Time will tell Zaman gösterir. It' about time! Artık zamanı! What a time I've had of it! Neler çektim What time is it? Saat kaç?
- times -- (edat) günler; (edat) kere.
- timetable -- tren veya vapur tarifesi.
- tin -- (-ned; teneke; (İng.) teneke kutu; (argo) para; kalaylamak; teneke kaplamak; teneke kutulara doldurmak; tenekeden yapılmış. tin god tanrı gibi ululanan değersiz kimse. tin hat askerlere mahsus çelik başlık. tin lizzie (A.B.D.); bunların oturduğu semt. tin plate teneke kaplı çelik
- tinct -- hafif renk vermek.
- tincture -- hafif renk; (ecza.) mahlul; başka şeye katılmış cüzi şey; hafif renk vermek; içine katmak; hafifçe etkilenmek.
- tinder -- kav
- tine -- çatal dişi; geyik boynuzunun çatalı. tined çatallı
- tinfoil -- kalay yaprağı
- ting -- çınlama sesi; çınlamak. tingaling ufak zil sesi.
- tinge -- hafifçe boyamak; içine başka şey karıştırmak; hafif renk; cüzi şey.
- tingle -- (tokat; yanıp aclma; karıncalanma.
- tinker -- seyyar tenekeci veya lehimci; tamirci; tamircilik; bir seşit uskumru; teneke kapları tamir etmek; kabaca tamir etmek; tamircilik yapmak. He doesn't give a tinker' dam veya damn Aldırış etmez. It' not worth a tinker' damn. Beş para etmez .
- tinkle -- çınlamak; (ç. dili) işemek; çıngırtı.
- tinsel -- (-ed; gösterişli ve cicili bicili sey; ipekli veya gümüş telli kumaş; gelin teline benzer; cicili bicili; gelin teli ile süslemek; cicili bicili yapmak.
- tint -- hafif renk; renk çeşidi; (matb.) zemin rengi; hafif renk vermek
- tip -- (-ped; hafif vuruş; tepe; uç yapmak; ucunu kapamak; şapkayla selam vermek; hafifçe vurmak; bir yana yatmak veya eğilmek; meyil; (İng.) çöplük. tip over devirmek; etkilemek.; ima; tavsiye; bahşiş vermek. tip off (k. dili) sır vermek; tavsiye etmek. tipping bahşis verme usulu.
- tipple -- içki içmeyi adet haline getirmek; içki. tippler akşamcı.
- tiptoe -- ayak parmağmın ucu; ayak parmağının ucuna basarak yürumek; sessizce yürümek; ayak ucunda yürüyen veya danseden; meraklı.
- tirade -- tirad; azarlama kabilinden uzun sert söz; (müz.) sere.
- tire -- yorulmak; bitkin olmak; usanmak; yormak; usandırmak; yorgunluk
- tissue -- kumaş; kağıt mendil; dokunmus şey; seri; (biyol.) doku; ince kağıt; dokumak. tissue culture (biyol.) hayvan veya bitki dokularının organizma dışındaki bir ortam için de yaşatılması veya yetiştirilmesi
- tit -- vuruş; yumruk. tit for tat yumruğa yumruk; meme baş.; baştankara
- tithe -- ondalık; onda bir; ufak kısım; aşar vergisi; gelirin onda birini kiliseye vermek; aşar vergisini vermek; onda bir nispetinde vergi koymak. tithefree aşardan muaf. tithepayer aşar vergisi veya ondalık veren kimse. tith'ing aşar vergisi koyma veya verme.
- titillate -- gıcıklamak; hisleri okşamak. titilla'tion gıdılklama; geçici tatlı his.
- titivate -- (k. dili) şıklaştırmak; süslenmek.
- title -- başlık; lakap; rütbe ismi; (huk.) tasarruf hakkı; (huk.) tasarruf se nedi; lakap veya ünvan vermek; kitaba ad koymak. title deed tapu senedi; alma veya malik olma hakkı. titled asalet unvanı olan isimlendirilmiş.
- titrate -- (kim.) titre etmek titra'tion titre
- titter -- kıkır kıkır gülmek; kıkır kıkır gü1üş.
- tittle -- harf üzerine konulan işaret; zerre
- toad -- kara kurbağa; iğrenç kimse.
- toady -- dalkavuk; dalkavukluk etmek
- toast -- kızartılmış ekmek (dilimi); ekmek kızartmak; ateşe tutup iyice ısıtmak; kızarmak (ekmek); çok ısınmak; sıhhatine içme; sıhhatine veya şerefine içerken kadeh tokuşturma; sıhhatine içilen kimse; sıhhatine içmek.
- tobacco -- tütün; tömbeki. tobacco box tütun kutusu. tobacco heart (tıb.) çok tütün içmekten ileri gelen kalp hastalığı. tobacco pipe pipo
- toboggan -- ayaksız ve ucu kalkık alçak kızak; böyle kızakla kaymak veya gitmek. toboggan slide böyle kızakların kayması için yapılmış ve çoğunlukla setlerle çevrilmiş dönüşlü yokuş.
- tod -- çalı; 13 kiloluk eski yün tartısı.
- toddle -- çocuk gibi sendeleyerek yürümek; gitmek; çocuk gibi sendeleyerek yürüme. toddler yeni yürümeye başlayan çocuk.
- toe -- ayak parmağı; ayak ucu; kundura burnu; ayak parmakları ile vurmak; çiviyi meyilli çakmak. toe dance ayak ucunda dans. toe in paytak yürümek. toe out ayak uçlarını dışa doğru çevirerek yürümek. toe the mark koşuda başlangıç çizgisinin üzerinde hazır vaziyette durmak; vazifesini yapmaya hazır bulunmak; kurallara uymakı be on one' toes tetikte olmak. tread on someones toes kırmak
- toenail -- ayak tırnağı.
- tog -- (-ged; (çoğ.) elbise; out (veya) up (ile) en iyi elbisesini giymek.
- toggle -- (den.) kasa çeliği; kasa çeliği ile bağlamak. toggle harpoon; (mak.) mafsallı kol
- toil -- çalışmak; zorlukla ilerlemek; zahmet; zahmetli iş; uğraş.
- toilet -- (A.B.D.) tuvalet odası; tuvalet; tuvalet masası; giyinip kuşanma
- toke -- (A.B.D.)
- token -- belirti; hatıra; hususiyet; jeton; göstermek; sembolü olmak. token money itibari para
- tolerate -- tahammül etmek; (tıb.) bir ilaç veya sarsıntının tesirine dayanmak.
- toll -- çanı ağır ağır çalmak; (saat) çalmak; çan çalarak çağırmak; avı cezbedecek hareketler yapmak; cenaze çanı çalınmak; ağır çan sesi.; resim; köprü veya yol parası; geçiş resmi; duhuliye resmi; geçiş parası alma hakkı; değirmen payı veya hakkı; şehirlerarası telefon ücreti; zorla alma. death toll ölü sayısı. toll bridge geçiş ücreti alınan köprü. toll call şehirlerarası telefon konuşması. toll collector köprü geçiş ücretini toplayan kimse. toll line şehirlerarası telefon hattı. toll road geçiş ücreti alınan yol. The fire took a heavy toll Yangın çok sayıda can ve mal kaybına sebep oldu. The three recent deaths in his family took a heavy toll on him. Ailesindeki üç ölüm ona darbe gibi indi.
- tom -- çeşitli hayvanların erkeği; (b. h.) Thomas adının kısası tom turkey baba hindi. Tom
- tomahawk -- Kuzey Amerika kızılderililerinin bir çeşit savaş baltası; bu balta ile vurup ölüdürmek. bury the tomahawk savaştan vazgeçmek
- tomato -- (çoğ.) -es) domates; domates fidanı; (A.B.D.)
- tomb -- mezar; türbe.
- tombstone -- mezar taşı.
- tomcat -- erkek kedi.
- tomfool -- (k. dili) çok ahmak adam.
- tommy -- İngiliz ordusunda er; (İng.); bir işçiye ücret yerine verilen eşya; ücret yerine eşya alma.
- tone -- nitelik; müzik sesi; (müz.) aralık; ses rengi; ton; (tıb.) vücudun veya uzvun sıhhatli hali; fikir hali; (güz. san.) renk tonu; tarz; bıkkınlık ifade eden.; (foto.) kimyasal banyo ile rengini değiştirmek; renk almak; rengi uygun düşmek. tone down mülayimleştirmek; donuklaştırmak
- tong -- eskiden Amerika Birleşik Devletleri'nde faaliyet gösteren gizli Çin örgütü; (A.B.D.) aile
- tongue -- (müz.) dil vuruşu yapmak; tahtalara geçme kenar yapmak; (k. dili) konuşmak.; dil; lisan; dil şeklinde şey; söz; konuşma tarzı; konuşulan dil; araba oku; broş iğnesi; denize uzanan sivri burun
- tonsure -- Katolik papazlarının tıraş olunan tepe kısmı; başın tepesini tıraş etme; Katolik papazının tepesini tıraş etmek.
- tool -- alet; (çoğ.) takım; herhangi bir işi görmek için gerekli olan vasıta; herkesin oyuncağı olan kimse; (argo) penis; aletle şekil vermek veya yapmak; kalıp gibi aletle süslemek; (argo) arabaya binip sürmek. tool box takım kutusu. tool'ing çizgili olarak taş yontma; sıcak kalıpla kitap kapağına süs yapma.
- toot -- boru çalmak; boru sesi; düdük sesi; (argo) içki alemi.
- tooth -- (çoğ.) teeth) diş; diş gibi çıkıntı; diş gibi kesen şey; belirli bir yemeğe olan aşırı düşkünlük; (çoğ.) keskin ve içine işleyen şey; diş diş etmek
- toothbrush -- diş fırçası. tooth brush tree misvak agacı
- toothpick -- kürdan
- tootle -- nefesli sazlarda yavaş ve devamlı ses çıkarmak.
- top -- topaç. sleep like a top külçe gibi uyumak.; üst; zirve; baş; başın tepesinde bulunan saç tutamı; (çoğ.) bitkinin toprak üstünde kalan (kıs.)mı; en yüksek derece; (den.) çanaklık; (spor) topun tepesine vuruş; en yüksek; âlâ; belden yukarısı çıplak. top'most en üstteki. at the top of his lungs bar bar; çıldırmak. go over the top siperden çıkıp saldırmak; beklenilenden daha çoğunu elde etmek. off one' top kafadan çatlak; başta; başarılı. on top of en tepede; üstünde; ilâveten; az kalsın; (-ped; üstünü kapamak; kapak yerine geçmek; tepesine çıkmak; tepeye varmak; geçmek; üstesinden gelmek; (kim.) damıtarak en uçucu (kıs.)mını ayırmak; (spor) topun tepesine vurmak top off bitirmek; tepeleme doldurmak. Can you top this? Bundan daha iyisini uydurabilir misiniz?
- tope -- çok içki içmek; ufak kubbeli Buda tapınağı.; camgöz
- topple -- devirmek; devrilmek; itip yuvarlamak
- torch -- meşale; asetilen lambası; (İng.) cep feneri; (argo) yangın çıkarma delisi. torch race eski Yunanlılarda koşucuların elde tuttukları meşaleleri birbirine vererek yaptıkları menzil yarışı. torch singer melankolik aşk şarkıları söyleyen kimse. torch song melankolik bir aşk şar(kıs.)ı. carry a torch for (argo) karşılık görmeksizin sevmek. hand on the torch ilim ışığını devam ettirmek.
- torment -- işkence etmek; canını sıkmak; kızdırmak. tormentingly işkence edercesine. tormentor eziyetçi kimse; işkence aleti; sahne içindeki yan perde.; işkence; cehennem.
- torpedo -- (çoğ.) -does; demiryolu üzerine konulup işaret olarak tekerlekler altında patlatılan fişek; eğlence için taş üzerine atılıp patlatılan fişek; uyuşturanbalığı; torpillemek
- torrent -- sel; sel gibi akan veya zorlu şey.
- torture -- işkence; işkence etmek; biçimini bozmak
- tosh -- (İng.)
- toss -- atmak; havaya fırlatmak; (başı) arkaya doğru silkmek; öteye beriye çarpmak; çalkalamak; çalkanmak; bir yandan öbür yana atılmak; silkinmek; karıştırmak; tartışmak; yazı tura için parayı havaya atmak; fırlatma; atılma; (başı) arkaya silkme; yazı tura için para atma; bahis. tossed salad hafifçe altüst edilmiş salata. toss down içivermek; yapıvermek. toss up yazı tura için para atmak; hazırlayıvermek win the toss yazı turada kazanmak. I tossed and turned all night. Bütün gece kıpır kıpır döndüm.
- tot -- (-ted; ufak çocuk; azıcık içki.
- total -- (-ed; top yekun; toplam; top; toplamak; tutmak; (argo) tamamen harap etmek. total abstinence alkolden kaçınma; (astr.) ay veya gün tutulmasının tam olduğu süre. totally tamamen bütün bütün.
- totalize -- toplamak totaliza'tion toplama totalizer. totalizator at yarışlarında müşterek bahisleri kaydedip toplayan hesap makinası.
- tote -- (A.B.D.); taşıma; yük. tote bag kadınların büyük el çantası.
- totter -- sendelemek; sallantıda olan.
- touch -- dokunmak; temas etmek; bitişik olmak; erişmek; yaklaşmak; tesir etmek; düzeltmek; mütehassıs olmak; (argo) para koparmak; (İng.); sözünü etmek; yemek; (müz.) çalmak; (mat.) teğet geçmek; (fiyat) çok düşmek; (ümit) suya düşmek. touch down inmek. touch off patlatmak; dokunma; bitişik olma; dokunum; hisleri uyandırma kuvveti; koku; iz; üslup; (argo) kendisinden kolayca para koparılan kimse; (argo) para isteme; (müz.) tuşlayış; tuşların direnci; (spor) taç touch and go tehlikeli durum; (konuya) şöyle bir dokunma. touch football özel teçhizatsız oynanan bir çeşit Amerikan futbolu. touch needle ayar iğnesi; mihenk veya altın ayar iğnesi. a soft touch ken disinden kolayca para koparılan kimse. finishing touches tamamlayıcı düzeltmeler
- tough -- kopmaz; sert; kart; güç; kuvvetli; direşken; belâlı; külhanbeyi. tough spot çıkmaz. That' tough. Tough luck. Geçmiş olsun. Vah; pişkince; kartça; güççe. tough'ly güçlükle. tough'ness dayanıklılık; güçlük.
- toughen -- katılaşmak; güçlüklere alıştırmak.
- tour -- devir; gezi; dünya seyahati; turne; nöbet; seyahat etmek; turneye çıkmak. tour of duty tayin edilen bir yerde çalışma süresi. tour the Continent Avrupa'yı dolaşmak. the grand tour tahsilin tam olması için aristokrat çocuklarının Avrupa'yı dolaşması. touring car büyük açık otomobil.
- tourney -- turnuva; turnuvaya katılmak; mızrak oyununa katılmak.
- tousle -- arap saçına çevirmek
- tout -- (k. dili) müşteri aramak; oy toplamak; yarış taliminde atları gizlice gözetlemek; bahis tutan kimseye atlar hakkında önceden bilgi vermek; yarış taliminde atları gözetleyip bahisçilere önceden bilgi veren kimse; simsar
- tow -- yedeğe alıp çekmek; çekmek; yedekte çekme veya çekilme; yedekte çekilen duba; çekme halatı. have in tow yedekte bulundurmak; peşine takıp gezdirmek. take in tow yedeğe almak; himaye altına almak. tow'age yedekte çekme; yedek ücreti.; kıtık.
- towel -- havlu; havlu ile kurulamak veya kurulanmak. Turkish towel kaliteli havlu. towel(l)ing havluluk bez throw in the towel; (k.dili) pes demek.
- tower -- kule; başkalarından yüksek olmak; dikine havalanmak (kuş) tower over bir diğerinden daha yüksek olmak. a tower of strength insana manevi kuvvet veren kimse. the Tower Londra'nın eski kalesi. water tower yüksek su deposu.
- toy -- oyuncak; oyuncak gibi ufak şey; eğlenmek
- trace -- iz; izlemek: izini araştırıp bulmak; ayrıntıları ile tanımlayarak aslını göstermek: çizmek: dikkatle çizmek veya yazmak: şeffaf kağıt üzerinden kopya etmek; oymak; arabanın koşum kayışı; (mak.) hareket aktarmak için iki parçayı birleştirip işleten çubuk. kick over the traces gemi azıya almak.
- track -- iz; ayak veya tekerlek izi: yol: koşu yolu: (spor) atletizm; izlemek; izini aramak: geçmek; iz bırakmak veya yapmak; iki tekerlek arasında uzanmak (mesafe) track down izleyerek bulmak. track man (spor) koşucu; yoldan sapmak; ilişkiyi devam ettirmek. lose track of bağlantıyı kaybetmek; konudan ayrılmış. on the track konuyla ilgili on the right track doğru yolda. in his tracks peşinde
- tract -- dinsel veya törel risale; broşür.; saha; (anat.) nahiye
- traction -- çekme; (fiz.) çekiş gücü traction engine yük çekme lokomotifi veya traktörü. traction wheel lokomotiften kuvvet alan tekerlek. in traction (tıb.) askıda. tractional çekme kuvvetine ait. tractive çekici.
- tractor -- traktör; kamyonun şoför mahalli.
- trade -- alışveriş; ticaret: iş; esnaf: pazarlık: değiş tokuş; ticaret yapmak; iş yapmak. trade agreement ticari anlaşma. trade discount toptancı indirimi. trade in eskisini yenisine fiyat farkıyle değiştirmek. trade journal mesleki mecmua. trade mark alâmeti farika
- tradition -- anane; sünnet; hadis.
- traduce -- iftira etmek
- traffic -- gidişgeliş; alışveriş; yük miktarı; yolcu adedi; iş; (-ficked; karanlık işlerle uğraşmak. traffic with ile ilişkide bulunmak.
- trail -- sürüklemek; izlemek; geriden izlemek; ayakla çiğneyerek yol yapmak; sürünmek; sürüklenmek; iz bırakmak; bitki gibi yerde uzamak; izleyerek avlamak; iz; peten; (bir) sürü; top arabasının kundak kuyruğu; patika
- trailer -- yerde surüklenen şey veya kimse; sürüngen sap; diğer bir arabanın çektiği araba; römork; otomobilin çektiği ve içinde ev tertibatı olan araba; sin gelecek programa ait filim parçası. fragman trailer court ev römorku park yeri.
- train -- tren; saf; refakatçiler; yerde sürünen uzun etek; silsile; sıra halinde barut; hayvanı tuzağa çekmek için sıralanmış yem; alıştırmak; ehlileştirmek; dalları kazık veya duvara bağlayıp istenilen biçime getirmek (ağaç veya fidan); nişan almak (top); talim etmek; idare etmek; pehriz ile yarışa hazırlanmak; talim görmek. train dispatcher tren hareket memuru. train down zayıflama rejimi yap (mak.) train oil balinadan alınan yağ. train shed vagonların muhafaza edildiği depo. train up yetiştirmek
- traipse -- (k. dili) dolaşmak
- traitor -- hain kimse
- tram -- (İng.); maden ocaklarında raylar üzerinde işleyen sandık şeklinde araba; böyle arabada taşımak.; ibrişim; (-med; doğru ayarlamak.
- trammel -- (-ed; balık tutmak için ağ; ata rahvan yürümesini öğretmek için kullanılan bukağı; ocakta tencere askısı; (mak.) kollu pergel; engel olmak; tuzağa düşürmek.
- tramp -- serserice dolaşmak; ağır adımlarla yürümek; yaya olarak yolculuk etmek; çiğnemek; derbeder ve serseri kimse; avare gezme; ağır adım ve sesi; uzun yaya gezintisi; (den.) tarifesiz işleyen yük vapuru. tramp on (upon; kötü veya insafsızca muamele etmek. on the tramp yerden yere dolaşmakta
- trample -- ayak altında çiğnemek; ayakla çiğneme; ayakla çiğneme sesi.
- trampoline -- tramplen.
- trance -- dalınç; kendinden geçme; ruhun yücelmesi; vecit haline koymak; teshir etmek
- transact -- yapıp bitirmek
- transcend -- üstüne çıkmak; geçmek; üstün gelmek. transcendence
- transcribe -- kopya etmek; (müz.) uyarlamak.
- transect -- çaprazvari kesmek transec'tion kesit.
- transfer -- (-red; devretmek; baskı ile kopya etmek; aktarma yapmak. transferable nakli mümkün; nakil; devir; naklolunan veya geçirilen şey; çıkartma; telgraf havalesi; aktarma bileti.
- transfigure -- şeklini değiştirmek; yüceltmek. transfigura'tion suret veya şekil değişmesi; (b. h.) dağda Hazreti İsa'nın suretinin değişmesi
- transfix -- mıhlamak; sivri uçla delmek; kazıklamak; hayretten dondurmak.
- transform -- biçimini değiştirmek; başka kalıba sokmak; (mat.) dönüştürmek.
- transfuse -- sıvıyı bir kaptan başka bir kaba boşaltmak
- transgress -- bozmak; kanuna itaatsizlik etmek; günah işlemek; hududunu aşmak
- tranship -- (bak.) transship.
- transilluminate -- (tıb.) arkasından ışık vererek aydınlatmak.
- transit -- geçme; geçiş; transit; (astr.) gökcisminin teleskop sahasından geçmesi; (astr.) ufak bir gökcisminin büyük bir gökcismi ile dünyanın arasından geçmesi; yatay ve düşey açıları ölçmeye mahsus yüzölçümü aleti; geçmek; teleskop sahasından ge çirmek veya geçmek. transit circle
- transition -- geçiş; geçiş yeri veya müddeti; bağlantı; (müz.)
- translate -- çevirmek; nakletmek; bir insanı ölmeden göğe nakletmek; dönüştürmek; tercümanlık yapmak; tercüme edilmek; telgrafı alarak tekrar başka yere aynen göndermek (otomatik cihaz) translatable tercümesi mümkün; dönüştürülebilir.
- transliterate -- başka dilin alfabesiyle yazmak. translitera'tion transkripsiyon.
- transmigrate -- bir memleketten başka bir memlekete göç etmek; tenasüh etmek
- transmit -- (ted; göndermek; geçmesine müsaade etmek. transmitter radyo veya televizyon verici istasyonu; nakledici cihaz; geçiren kimse; iletken şey.
- transmogrify -- şeklini değiştirmek
- transmute -- aslını veya şeklini değiştirmek.
- transpierce -- sivri aletle delmek
- transpire -- vaki olmak; beden veya bitki gözeneklerinden dışarı çıkmak; terlemek; nefes vermek; meydana çıkmak
- transplant -- bir yerden çıkarıp başka yere dikmek (fidan); başka yere yerleştirmek; (tıb.) aşılama için doku eklemek; nakletme; başka yere yerleştirilen şey; başka yere yerleştirme. heart transplant kalp nakli. transplanta'tion doku nakli.
- transport -- askeri vasıta; kendinden geçme; nakil; sürgün olmuş kimse. Ministry of Transport Ulaştırma Bakanlığı.; yerden yere götürmek; kendinden geçirmek; sürgüne göndermek; taşınabilir.
- transpose -- ters çevirip yerini değiştirmek; sırasını değiştirmek; (mat.) işaretini değiştirerek denklemin bir tarafından öbür tarafma geçirmek; (müz.) aktarmak
- transposition -- yerini degiştirme; takdim ve tehir; (mat.) işaretini degiştirerek denklemin bir tarafından öbür tarafına geçirme; tıbı bir uzvun olağandışı bir yerde bulunması; (tıb.) bir doku parçasını yerinden tamamen ayırmadan kesip başka bir yere yapıştırma ameliyatı; (müz.) aktarma.
- transship -- (-ped
- transubstantiate -- başka bir cisme deiğştirmek; Hazreti İsa'nın et ve kanına değiştirmek. (Aşai Rabbani'de kullanılan ekmek ve Sarabı) transubstantia'tion Katolik ve Ortodoks kiliselerinin inanışına göre Aşai Rabbani ayininde kullanılan ekmek ve şarabın Hazreti İsa'nın et ve kanına değiştirilmesi.
- transude -- sızmak
- transverse -- karşıdan karşıya; çapraz şey; (mat.) hiperbolde enine mihver. transverse ligament (anat.) çaprazvari bağ. transversely çapraz olarak.
- trap -- bir çeşit volkanik kara taş. trappean volkanik kara taş benzeri.; (-ped; (çoğ.); hile; koku veya gaz çıkmasın diye borudaki S şeklinde kıvrım; iki tekerlekli tek atlı hafif araba; (argo) ağız; (çoğ.) dans orkestrasında vurma çalgılar; tuzağa düşürmek; kapanca ile tutmak; engel olmak; tuzak hazırlamak; apteshane küngüne kapak koymak. trap door tavanda veya yerde bulunan kapak şeklinde kapı. set a trap for tuzak kurmak. trapdoor spider toprakta açılır kapanır kapaklı yuvası olan örümcek. trap'shooting kuş gibi havaya fırlatılan şeyi havada vurma talimi.
- trapeze -- trapez
- trash -- çerçöp; çalı çırpı; çöplük; değersiz bayağı adam; avam; değersiz şey; artık; saçma; özü çıkarılmış şeker kamışı. çerçöpünü temizlemek; çalısını çırpısını ayırmak; luzumsuz diye atmak
- travail -- ağrı çekmek; zahmet ve meşakkat çekmek; doğum ağrısı; zahmet ve meşakkat
- travel -- (-ed; geçmek; (mak.) hareket etmek; (A.B.D.); seyahat etme; (çoğ.) yolculuk; (çoğ.) seyahatname; hareket; (mak.) muntazam hareket; milin hareket mesafesi. travel agency seyahat acentesi. traveling salesman seyahat eden satış elamanı.
- traverse -- aykırı; kat eden kısım; çapraz kısım; travers; (mim.) galeri; bölen şey; çapraz çizgi; karşıdan karşıya geçme; geçiş yolu; makina kısmının yana doğru hareket sahası; (huk.) resmi red; geminin volta seyri; kestirme mesafe; kayanın yüzeyinden enlemesine geçiş; bir yandan öbür yana geçirmek veya geçmek; öne arkaya hareket etmek; mil etrafında dönmek; dikkatle incelemek; karşı gelmek; sağa sola çevirmek; (huk.) iddiayı reddetmek; dönmek. traverse board (den.) geminin rotasını göstermek için kullanılan delikli tahta; yüzölçümü işlerinde kullanılan bir çeşit cetvel; (d. y.) lokomotifi bir hattan paralel başka bir hatta yanlarmasına nakleden sürgü.
- travesty -- gülünç etmek maksadı ile taklit etmek; hicvetmek; gülünç surette taklit veya tebdil
- trawl -- tarak ağı ile balık tutmak; torba şeklinde ağ ile deniz dibini taramak; kayık arkasından çekilen çok çengelli olta; deniz dibini taramaya mahsus torba şeklinde ağ. trawler torba şeklinde ağ ile ballk tutmak için kullanılan gemi; bu şekilde balık tutan balıkçı.
- tray -- tepsi; tabla; sandık bölmesi.
- treacle -- (İng.) şeker pekmezi; (eski) tiryak
- tread -- (trod; yürümek; ayak altında çiğnemek; dans figürü yapmak; çiftleşmek (erkek kuş); ayak basışı; yürüyüş; merdiven basamağının döşeme tahtası; tekerleğin veya ayakkabının yere temas eden kısmı; yumurtada iç göbek. tread down ayak altında çiğnemek. tread on üstüne basmak; başkasının hakkına tecavüz etmek. tread out ayakla ezip özünü çıkarmak. tread the boards
- treadle -- pedal; basarık ile makina işletmek.
- treasure -- hazine; biriktirilmiş şey; değerli şey; hazine yığmak; çok kıymetli tutmak. treasure city hazinenin bulunduğu şehir; erzak depoları ve mağazalar şehri. treasure house hazine dairesi. treasure hunt saklanmış bir şeyi bulma oyunu. treasure up aklında tutmak.
- treat -- davranmak; kimyevi bir tesire maruz bırakmak; tahlil etmek; tedavi etmek; konu etmek; işlemden geçirmek; ikram etmek; anlaşma koşullarını görüşmek; zevk; ikram. treat of bahsetmek. treat some thing as a joke işi şakaya vurmak. treat something seriously işi ciddiye almak. treat with müzakereye girişmek; birine ikram etmek. I treated myself to a new dress Paraya kıyıp kendime yeni bir elbise aldım.
- treble -- üç misli; (müz.) tiz; en tiz sese ait; (müz.) soprano ses; soprano sesli çalgı veya kimse; üç kat etmek
- tree -- ağaç; (eski) darağacı; ağaca çıkarmak; (k. dili) çıkmaza sokmak; korkudan ağaca sığınmaya mecbur etmek. tree creeper orman tırmaşık kuşu
- trek -- (-ked; Güney Afrika'da öküz arabası ile göç etmek; güçlükle gitmek; öküz arabası ile hicret veya seyahat; bir günlük menzil.
- trellis -- bahçede veya evin dış tarafında bulunan kafes işi; kafes işi yapmak; dallarını kafese sarmak.
- tremble -- titremek; ürpermek; titreme; ürperme. tremble for üzerine titremek
- tremor -- titreme; ürperme; sarsıntı.
- trench -- içine veya etrafına hendek veya siper kazmak; kirizma yapmak; siper kazmak; tecavüz etmek; çukur; siper. trench coat trençkot. trench foot soğuktan ve rutubetten hâsıl olup kangrene yol açan ayak rahatsızlığı. trench mouth (tıb.) toprak basilinden meydana gelen ağız hastalığı. trench on tecavüz etmek; yakın gelmek. trench warfare siper harbi.
- trend -- yönelmek; temayül; yön. trendy en son modayı izleyen.
- trepan -- (-ned; kuyu delme burgusu; cerrah testeresi ile kafatasını delmek; (mak.) burgu ile delik açmak.
- trephine -- (tıb.) yuvarlak cerrah testeresi; bu testere ile delmek.
- trespass -- tecavüz etmek; başkasının mülküne haksız olarak ayak basmak; ihla1 etmek; bozmak; günah işlemek; başkasının hakkına tecavüz; kanuna karşı gelme; günah
- tress -- saç lülesi; uzun saç; saça benzer örgü. tressed örgülü
- triangulate -- üçgenlerle bölünmüş; üçgen; üçgen yapmak; üçgenlere bölmek; nirengi yapmak.
- tribe -- kabile; aynı sınıftan veya aynı sanattan kimseler; biyolı takım; dişi hayvandan gelen zürriyet. tribes'man kabileye mensup fert.
- tribute -- övme; hediye: haraç; haraç verme mecburiyeti.
- trice -- (gen.) up (ile) kaldırıp baglamak; hisa etmek.; lahza
- trick -- hile; marifet; hokkabazlık; adet; garip taraf; huy; (briç) bir devirde oynanılan kağıtlar; (den.) nöbet; aldatmak; eldeki imkânlar. play a trick on oyun oynamak
- trickle -- damla damla akmak veya akıtmak; azar azar gelmek; damlama; damla damla akan şey.
- tricycle -- üç tekerlekli velespit; üç tekerlekli velespite binmek.
- trifle -- önemsiz şey; az miktar; ucuz ve adi süs eşyası; pandispanya ve meyvalardan yapılan bir çeşit tatlı; kalay ve kurşun alaşımı; oynamak; boşuna harcamak; boş şeyler konuşmak; oyalamak; şaka yapmak. trifle with önem vermemek. a trifle biraz. He is not a man to trifle with. O hafiften alınacak bir kimse değildir. Don't trifle with your health. Sıhhatinizle oynamayın.
- trig -- (-ged; sağlam dayanıklı sıkı; güvenilir; canlı cıvıl cıvıl; out veya up (ile) şıklaştırmak; güzelleştirmek.; altına takoz koyarak hareketine mâni olmak; frenlemek.
- trigger -- tüfek tetiği; (mak.) zembereği serbest bırakmaya mahsus cihaz; dürtü; başlatmak. trigger man (A.B.D.); hazırcevap
- trill -- sesi titremek veya titretmek; titrek ses ile söylemek veya terennüm etmek; sesin titremesi; (müz.) titrek ses; ''r'' sesinin titretilerek söylenmesi.
- trim -- (-mer; budamak; süslemek; temizleyip nizama koymak; (den.) yükü düzgün istif ederek gemiyi denk etmek; yelkenleri rüzgâra göre düzeltmek; (hav.) ayar etmek; (k. dili) yenmek; aldatmak; azarlamak; (den.) denk olmak; iki parti arasında her ikisine de taraftar görünmek; nizam intizam; hal; süs; artık; (den.) geminin dengi; kıyafet; (mim.) .binanın iç tarafında bulunan süve gibi hafif tahtalar. trim by the bow (den.) gemiyi başı kıçından daha fazla suya batacak şekilde denkleştirmek. trim one' sails ayağını denk almak. in good trim iyi halde veya vaziyette; denk; idmansız; dengi bozuk (gemi
- trine -- üç kat uçlü; üçlü takım; (b. h.) teslis.
- trinket -- yüzük veya duğme gibi ufak sus; kıymetsiz şey
- trip -- kısa seyahat veya yolculuk; tur; sürçme; seğirtme; (mak.) kastanyola; hata; (argo) uyuşturucu madde kullanma ve bunun tesiri. trip hammer otomatik demir çekici. round trip gidiş dönüş. take a trip seyahat etmek; (argo) uyuşturucu madde kullanmak.; (-ped; hafif hafif veya sekerek yürümek; yanılmak; (mak.) açılmak; (nad.) yolculuk etmek; hatasını ortaya çıkarmak; (eski) havada gezer gibi dans etmek; (den.) dipten ayırmak; (argo) uyuşturucu madde tesirinde olmak. trip up çelme takmak; yalanını yakalamak trip the light fantastic dans etmek.
- triple -- üç kat; üç misli yapmak veya olmak; (beysbol) üç kalelik bir top vuruşu. Triple Alliance. Üçler ittifakı. tripleexpansion engine üç genişlemeli makina. triple measure
- triplex -- üç kısımdan mürekkep; üç daireli ev.
- triplicate -- üç kat etmek; üç kopyasını çıkarmak. triplica'tion üç kat etme veya olma.; üç kat; üç kopyadan ibaret; üçlü kopya; aynı cinsten üç şey. in triplicate üç kopya olarak.
- tripod -- üç ayaklı sehpa; fotoğraf sehpası. tripodal sehpaya benzer.
- trisect -- üç kısma bölmek; (geom.) üç eşit kısma ayırmak. trisec'tion (geom.) üç eşit kısma ayırma.
- triturate -- ezip toz etmek; dövmek; ezilip toz haline getirilmiş madde. triturable ezilip toz haline getirilir. tritura'tion ince öğütme; toz haline getirilmiş madde.
- triumph -- zafer alayı; zafer; zafer sevinci; zafer kazanmak muzaffer olmak; iftihar etmek; zafer merasimi yapmak.
- trojan -- Truva şehrine veya ahalisine ait; Truvalı. Trojan horse Truva atı. Trojan War Truva savaşçı. like a Trojan çok çahşkan; yiğit ve cesur.
- troll -- su içinde olta sürükleyerek balık tutmak; birbirini takip eden birkaç sesle şarkı söylemek; yüksek sesle veya serbestçe şarkı okumak; döndürmek; bir işi tekrar tekrar yapma; birbirini takip eden seslerle söylenen sarkı; olta iğnesine yakın takılıp fırıldak gibi dönen yem.; magaralarda veya tepelerde bulunduğu farzolunan dev veya cüce.
- trollop -- pasaklı kadın; fahişe orospu.
- trombone -- (müz.) trombon.
- troop -- küme; bölük; cemaat; süvari bölüğü; sürü halinde toplanmak; ileri yürüyüşü yapmak; küme veya sürü halinde toplamak. troop away yürüyüş yapmak
- trooper -- süvari askeri veya atlı; asker gemisi; atlı polis; il jandarması. swear like a trooper çok ağır sözlerle sövüp saymak
- trope -- kon san mecaz; metne ilave .
- trophy -- hatıra; kupa; ganimet; (mim.) bir silâh takımını gösteren bina süsü.
- trot -- (-ted; koşmak; hızlı yürümek: tırıs: hızlı gidiş; (k. dili) paça.
- troth -- sadakat bağlılık: hakikat
- trouble -- rahatsız etmek; karıştırmak; zahmet etmek; üstünde durmak; üzülmek; zahmet; sıkıntılı şey; rahatsızlık; (k. dili) evlenmeden gebe kalmış. take trouble zahmete katlanmak
- trough -- tekne; uçurum. low pressure trough alçak basınçlı dar ve uzun hava sahası.
- trounce -- dövmek; (k. dili) yenilgiye uğratmak.
- troupe -- trup. trou'per trup uyesi; tecrübeli oyuncu.
- trout -- alabalık
- trow -- (eski) zannetmek; düşünmek; inanmak
- trowel -- mala; fidanları sökmeye veya dikmeye mahsus el küreği; mala ile sıvamak
- truant -- okul kaçağı; kaçak; aylak; okul veya vazifeden kaçmak
- truck -- kamyon; domuz arabası; iki tekerlekli el arabası; ağır yük vagonu; (İng.) tablalı yük vagonu; tekerlekli çerçeve; el arabası veya kamyon ile yük taşımak; kamyon kullanmak; (A.B.D.); mübadele etmek; mübadele; (k. dili) süprüntü; (A.B.D.) bostanda yetiştirilen meyva ve sebze; (k. dili) ilişki. truck farm bostan. truck farming bostancılık.
- truckle -- to (ile) kendini alçaltıp tabi olmak; ufak tekerlek; (leh.) açılır kapanır karyolanın altına itilen tekerlekli yatak.
- trudge -- zahmetle yürümek; zahmetli yürüyüş.
- trump -- (şiir) boru; boru sesi.; koz; (k. dili) iyi adam: koz oynamak: koz oynayarak almak. trump card koz. trump up uydurmak
- trumpet -- (müz.) boru; borazan; boru sesi; boru çalarak ilân etmek; ilan etmek; boru gibi ses çıkarmak. trumpet call boru sesi ile çağırma. trumpet creeper borulu hanımeli
- truncate -- ucunu veya tepesini kesmek; tepesi kesik; (bot.) tepesi kesik gibi (yaprak); kesik şey.
- truncheon -- kısa ve kalın sopa; asa; (İng.) cop; sopa ile dövmek
- trundle -- ufak tekerlek; tekerlek sesi; domuz arabası ile taşımak; yuvarlamak (çember) trundle bed açılır kapanır karyolanın altına itilebilen tekerlekli yatak.
- trunk -- gövde; sandık; otomobil bagajı; ana hat; (zool.) hortum: madeni veya ağaç oluk veya künk; (den.) yolcu kamarasının güverteden yüksek kısmı; (çoğ.) erkek mayosu; (mim.) sütun bedeni; demiryolu veya telgraf ana hattına ait. trunk call şehirlerarası telefon. trunk engine pistonu boru şeklinde olan istim makinası. trunk hose eski zamanlarda giyilen bir çeşit şalvar. trunk line demir yolu veya telgraf ana hattı. trunk nail iri ve süslü başlı çivi. trunk road ana yol. trunk room sandık odası.
- truss -- fıtık bağı; kiriş; kuru ot veya saman demeti; bağlam; (den.) büyük serenin orta yerini direğe bağlayan demir çember; tavuğu pişirmeden önce kanadını kırıp bağlamak; destek koymak; sıkıca bağlamak. truss bridge makas kirişleriyle desteklenen köprü. truss up bağlamak
- trust -- itimat; tevekkül; ümit; güvenilen şahıs veya şey; emanet; kredi; mutemetlik; tröst; güvenmek itimat etmek emniyet etmek: güvenerek vermek; kredi vermek. trust company tröst şirketi. trust deed (huk.) vekâletname. trust fund tesis parası; itimat etmek; emanet etmek. trust with emanet etmek
- trustee -- vekil; mutemede mal teslim etmek. trusteeship vekillik; Birleşmiş Milletler adına bir bölgenin idaresi.
- truth -- hakikat; hak; sadakat; aslına uygunluk; dürüstlük. gospel truth mutlak hakikat. in truth hakikaten
- try -- uğraşmak; teşebbüs etmek; denemek; araştırmak; (huk.) yargılamak; yormak; eritmek; arıtmak; tasfiye etmek; çalışma; deneme
- tryst -- buluşma sözü; buluşma yeri.
- tub -- (-bed; bir yayığın alabildiği miktar; banyo küveti; (k. dili) tekne; fıçı içine dikmek veya koymak; teknede yıkamak. tub'bable yıkanabilir. tub'ful tekne dolusu.
- tube -- boru; (bot.) çiçeğin boru gibi olan kısmı; boru eklinde şey; yeraltı demiryolu veya tüneli; (argo) televizyon; boru koymak; boru içine koymak. bronchial tubes bronşlar. pneumatic tube tazyikli hava ile içinden mektup gönderilen boru. tube pan içi borulu pasta tenceresi.
- tuck -- içine tıkmak; kat kat edip küçültmek; sıkıştrıvermek; üstünü örtüp etrafını tıkmak; kat yapmak; elbise kırması; geminin kıç kuruzu; (İng.); plise makinası; eski zaman kadınlarının giydiği dantel veya muslin yelek; omuz atkısı
- tucker -- (k. dili) yormak. tucker out yormak
- tuft -- küme; tepe; püskül; kümelemek; tepeli. tuft'y perçem gibi püskül püskül veya küme küme olan
- tug -- . kuvvetle çekmek; çekmek; kuvvetli çekiş; römorkör; koşum kayışı. tug boat römorkör. tug of war halat çekme oyunu; şiddetli rekabet.
- tumble -- düşmek; yuvarlanmak; acele ve dikkatsizce yürümek; takla atmak; karıştırmak; örselemek; yıkmak; cila makinasında yuvarlayıp temizlemek; düşüş; taklak; (A.B.D.); yatağa girmek. tumble out of bed yataktan fırlamak. tumble to (k. dili) anlamak. tumble up çabucak güverteye çıkmak. all in a tumble tamamen altüst.
- tumefy -- şişmek; kabarmak; şişme
- tumult -- gürültü; heyecan. tumultuary gürültülü
- tun -- (-ned; takriben 950 litrelik sıvı ölçüsü; biracılann mayalama teknesi; fıçılamak
- tune -- beste; ahenk; akort; hal; akort etmek; ahenkle çalmak; düzen vermek; ahenkli olmak; ayarlamak. change one' tune ağız değiştirmek. in tune akortlu. out of tune akortsuz; ahenksiz; meblağına kadar.
- tunnel -- (-ed; yeraltı maden ocağının yatay yolu; tünel açmak; yeraltında yol veya geçit açmak. tunnel diode (elek.) transistör gibi amplifikatör. tunnel disease (bak.) bends.
- tup -- (-ped; balyozun kazık başını döven yüzü; çiftleşmek (koç); tos vurmak.
- turf -- çimen; turba; (A.B.D.); kesekle veya çimle kaplamak; at yarışı meydanı; keseğe benzer şey. turf'man at yarışı meraklısı. turf'y kesekle kaplı
- turmoil -- gürültü; telâş.
- turn -- dönüş devir; sapış; sapak; viraj; oyun sırası; korkutma; gezme; gidip gelme; muamele; sıra; kabiliyet; biçim; yön; tarz; (k. dili) sarsıntı; kısa piyes; büklüm; dönüm; iş fırsatı; (müz.) grupetto; döndürmek; devrettirmek; torna tezgâhında biçim vermek; tersyüz etmek; burkmak; biçimini değiştirmek; kıvırmak; körletmek; uygulamak; etmek yapmak; doğrultmak; havale etmek; ekşitmek; tercüme etmek; bulandırmak; geri çevirmek; dönmek; yönelmek; geçmek; dönüşmek; kesilmek; bulanmak; geçmek doldurmak; sapmak; döneklik etmek; bozulmak; (den.) tiramola etmek. turn about öbür tarafa dönmek; evirip çevirmek. turn a deaf ear to işitmezlikten gelmek; saptırmak; kovmak; dönüp gitmek; vaz geçmek. turn back geri çevirmek; geri dönmek. turn color renk değiştirmek. turn down kıvırmak bükmek; reddetmek; yüzünü aşağı çevirmek (iskambil kâğıtları); kısmak. turn in içine kıvırmak; yatmak. turn inside out içini dışına çevirmek; kesmek; lafa boğmak; (İng.) yol vermek; (argo) ilgisini kaybetmek. turn on açmak; (argo) heyecanlandırmak; (argo) esrar kullanmak; bağlı olmak; düşman olmak. turn one' back on sırt çevirmek. turn on one' heels dönüp gitmek. turn out tersyüz etmek; dışarı atmak; otlatmak için dışarıya çıkarmak (hayvan); dışına dönmek; yapmak; söndürmek; katılmak; (k. dili) yataktan kalkmak; çıkmak. turn over çevirmek; zihninde evirip çevirmek; altüst olmak; alıp satmak (mal) turn over a new leaf yeni bir hayata başlamak. turn round çevirmek; krizi geçirmek; altüst etmek. turn the trick işi halletmek. turn thumbs down on reddetmek.. turn to müracaat etmek; işe koyulmak; (belirli bir sayfayı) açmak. turn traitor hain olmak; açmak; yüzünü yukarı çevirmek; ortaya çıkmak; gelmek; devrilmek.
- turnip -- şalgam
- turnkey -- zindancı; anahtar teslim usuluyle yapılan. turn-key job tamamlayıp teslim etmek üzere kontrat yapılan iş.
- turnpike -- geçiş parası alınan yol.
- turntable -- pikapta plağın altındaki döner tabla; demiryollarında vagonları bir hattan diğerine geçiren veya lokomotifin yönünü değiştiren döner platform
- turpentine -- neftyağı
- turtle -- kaplumbağa
- tush -- (ünlem) Sus! Vaz geç!
- tussle -- güreşme; itişme; uğraşma; mücadele etmek
- tut -- (ünlem) Sus! Adam sen de! Tut
- tutor -- hususi öğretmen; (İng.) öğretmen; (huk.) veli; özel ders vermek; hususi hocalık etmek; hususi hocadan ders almak. tutorage hususi hocalık. tuto'rial her öğrenciyle bir öğretmenin meşgul olduğu ders sistemine ait. tutorship hususi hocalık; vesayet.
- twaddle -- boş laf etmek; boş laf; geveze adam.
- twain -- (eski) iki; iki kimse veya şey; (su derinliği) iki kulaç
- twang -- yay kirişi gibi ses çıkarmak; genizden konuşmak veya ses çıkarmak; yay kirişinin sesi; genizden çıkan ses.
- twangle -- tıngırdamak; tıngırtı.
- tweak -- çimdikleyip çekmek; çimdik.
- tweedle -- gelişigüzel şarkı söylemek veya ıslık çalmak; çalmak (çalgı); kemanınkini andıran ses. tweedledum and tweedledee birbirine tıpatıp benzeyen iki şey.
- tween -- (kıs.) between.
- tweeze -- (k. dili) cımbızla almak.
- twiddle -- döndürerek oynatmak; önemsiz şeylerle meşgul olmak; hafifçe döndürme. twiddle one' thumbs parmaklarıyle oynamak.
- twig -- ince dal; ince dalları çok.; (-ged; incelemek
- twill -- (kıs.); kabarık ve çapraz dokunmuş kumaş; böyle kumaş dokumak.
- twin -- (-ned; çift; ikiz doğurmak; ikiz olarak doğmak; ikiz gibi kılmak. twin'born ikiz olarak doğmuş. Siamese twins birbirine yapışık olarak doğmuş ikiz kardeşler. the Twins ikizler burcu.
- twine -- sicim; sarma; sarılış; ipliğin karışıp dolaşması; bükmek; sarılmak
- twinge -- birdenbire sancı vermek; birden gelen şiddetli sancı; azap
- twinkle -- göz kırpıştırmak; pırıldamak; çabuk çabuk görünüp kaybolmak; biduziye yanıp sönmek; göz kırpıştırma; pırıldama; bir göz açıp kapama müddeti.
- twirl -- dönmek; fırıldatmak; çevirmek; burmak; çevriliş; kıvrım
- twist -- bükmek; sarmak; burmak; burkmak; ters anlam vermek; bükülmek; sarılmak; burulmak; şaşırtmak; helezoni döndürmek; kıvrımlar meydana getirmek; dolambaçlı yönde çevirmek; bozmak; bükülme; sarılma; burma; burkulma; ibrişim; burmalı ekmek; bükme; düğüm; dönme; dönüş; topun havada dönerek gitmesi; kötülüğe meyil; bükme kuvveti; twist dansı; değişiklik. twist around one' finger parmağının ucunda oynatmak. twist off büküp koparmak. twist one' arm zorlamak; şaşırtılmış; yuvarlanarak giden top; kasırga
- twit -- (-ted; takılmak; takılma.
- twitch -- birdenbire kapıp çekmek; seğirmek; çekip koparma; bir kasın gayri ihtiyari oynaması
- twitter -- cıvıldamak; (kıs.) (kıs.) gülmek; yüreği çarpmak; cıvıldar gibi söylemek; cıvıltı; heyecan.
- type -- çeşit; tip; remiz; numune; en âlâ cinsten numune; (matb.) basma harf veya harfler; kopyasını veya nümunesini çıkarmak; daktiloda yazı yazmak; önceden göstermek veya haber vermek; belirli bir kategoriye ayırmak. type bar linotip makinası- nın döktüğü bir satırlık harf. type high matbaa harfi yüksekliğinde. type metal matbaa harfi dökmeye mahsus maden halitası
- typewrite -- daktiloda yazı yazmak.
- typhoon -- şiddetli kasırga.
- typify -- simge veya ima veya misal ile göstermek; simgesi veya misali olmak
- tyrannize -- (gen.) ("over "ile) zalimlik etmek
- tyrant -- zalim; tiran
- tyre -- (bak.) tire.; Lübnan'da Sur şehri. Tyrian eski Sur şehrine ait; koyu mor renkte olan; eski Sur şehri ahalisinden biri. Tyrian dye
- uglify -- çirkinleştirmek.
- ugly -- çirkin; iğrenç; korkunç; (k. dili) ters; nahoş; fırtınalı. ugliness çirkin veya iğrenç olma. ugly duckling küçüklüğünde çirkin olan fakat sonra gelişip güzelleşen kimse.
- ulcer -- ülser; ahlâki bozukluk.
- ulcerate -- ülser olmak; ülsere sebep olmak. ulcera'tion ülserleşme; ülser. ulcerative ülsere ait.
- ullage -- fıçıdaki boş kalan kısım; çuvaldan zayolan kısım (un)
- ultimate -- son; esas; müfrit; en büyük; sonuç. ultimate reality son gerçek. ultimate weapon herkesi öldürecek olan silâh. ultimately eninde sonunda
- ultracentrifuge -- çok yüksek süratle çalışan santrifüj makinası; böyle bir makinanın tesiri altında bırakmak.
- ululate -- ulumak; ötmek (baykuş); feryat etmek. ulula'tion uluma.
- umber -- kırmızı veya koyu kahverengi manganezli aşıboyası; bu boyaya ait; ombra ile boyamak veya koyulaştırmak.
- umbrage -- gücenme; gölge yapan şey (ağaç) give umbrage gücendirmek. take umbrage gücenmek
- umbrella -- şemsiye; denizanasının şemsiye şeklinde yüzme uzvu; şümullü
- umlaut -- bazı kelimelerin kip yapımında görülen ünlü değişikliği; bilhassa Almancada üzeri çift noktalı a veya ö veya ü harfi veya bunların temsil ettiği ses; bu harflerin üstune konulan çift nokta; kelimenin sesli harfini değiştirmek; a veya o veya u üstüne çift nokta koymak.
- umpire -- hakem; hakemlik yapmak.
- unable -- yapamaz; beceriksiz.
- unarm -- silâhtan tecrit etmek. unarmed silahsız; koruyucu tabakası olmayan.
- unbalance -- dengesini bozmak.
- unbar -- sürgüsünü açmak; kilidini açmak.
- unbelt -- kuşağını çıkarmak; kemeri açarak çıkarmak (kılıç)
- unbend -- eğri olan şeyi düzeltmek; gevşemek; dinlenmek.
- unbind -- (-bound) bağını çözmek; çözmek; gevşetmek.
- unbolt -- sürmesini açmak
- unbosom -- ifşa etmek
- unbrace -- bağlarını çıkarmak; çözmek; gevşetmek; zayıflatmak.
- unbraid -- örgüsünü açmak.
- unbuckle -- tokasını çözmek.
- unbuild -- (-built) yıkmak; yerle bir etmek. unbuilt inşa edilmemiş.
- unburden -- yükten kurtarmak; derdini dökmek.
- unbutton -- düğmelerini çözmek.
- uncage -- kafesten çıkarmak
- uncap -- (-ped; kapağını açmak.
- uncertain -- tahmin olunamaz; güvenilemez; kararsız; değişken; kararsızca. uncertainty şüphe; kesinsizlik.
- unchain -- serbest bırakmak
- unchristian -- Hıristiyan olmayan; Hıristiyanlığa aykırı; merhametsiz; nazik olmayan
- unchurch -- kiliseden tardetmek
- unclasp -- bırakmak (sıkılan eli); açmak (toka)
- uncle -- amca; yaşlı adam; (argo) tefeci. Uncle Sam (A.B.D.)'nin sembolik ismi. Uncle Tom (A.B.D.)
- uncloak -- örtüsünü kaldırmak; meydana çıkarmak
- unclog -- (tıkanmış boruyu) açmak.
- unclose -- açmak; açılmak.
- unclothe -- elbiselerini çıkarmak
- uncoil -- kangalını açmak; (den.) (halatın) rodasını açmak; çözülmek
- uncork -- tapasını çıkarmak.
- uncouple -- ayırmak; bağlantıyı çözmek.
- uncover -- örtüsünü kaldırmak; örtüsünü açarak göz önüne sermek; açığa çıkarmak; hürmetle şapkasını çıkarmak. uncovered açık; karşılamayan.
- uncrown -- taçtan mahrum etmek; resmi sıfatı olmayan.
- undeceive -- aldanmış halden veya hatadan kurtarmak
- underarm -- koltuk altı; koltuk altında olan. underarm pitch yerden atış.
- underbid -- (-bid; (briç) eldeki değeri söylememek. underbidder aşağı fiyat teklif eden kimse.
- underbrush -- orman veya koruda büyük ağaçların altında bulunan çalılık.
- underbuy -- (-bought) düşük fiyata satın almak.
- undercharge -- hakkından az ücret istemek; yeteri kadar patlayıcı madde koymamak; hakkından az ücret.
- undercoat -- astar; iç ceketi.
- undercover -- gizli
- undercurrent -- alt cereyan veya akıntı; gizli cereyan.
- undercut -- (-cut; fiyat kırmak; otoritesini baltalamak; alttan kesme; sığır filetosu; alttan kesilmiş kısım.
- underdevelop -- (foto.) eksik develope etmek; güdük yıkamak.
- underdo -- (-did; gerektiğinden az pişirmek.
- underestimate -- değerinin altında paha biçmek; değerinin altında paha biçme.
- underexpose -- fotoğrafı karanlık çıkarmak; güdük ışığa tutmak. underexposure fotoğrafı karanlık çıkarma.
- underfoot -- ayaklar altında; yolda.
- undergird -- (-girt veya -girded) alttan desteklemek.
- underglaze -- çinicilikte sırlanmadan önce çizilmiş (desen) veya konulmuş (boya)
- undergo -- (-went; olmak; geçirmek; uğramak; muptela olmak.
- underground -- yeraltında; gizli olarak; yeraltında olan; gizli; yeraltı; yeraltı geçidi; (gen.) (İng.) yeraltı treni; hükümet veya işgal kuvvetlerine karşı faaliyette bulunan gizli teşkilât; yeraltı örgütü.
- underhand -- el altından; (beysbol
- underlay -- (-laid); dibini kaplamak; (matb.) altına destek koymak; (matb.) destakleyici kâğıt.
- underlie -- (-lay; temelini teşkil etmek; daha evvel mevcut olmak.
- underline -- altını çizmek; önemini belirtmek.
- undermine -- altını kazmak; el altından mahvına çalışmak; ayağını kaydırmak; zayıflatmak.
- underpay -- hak ettigi maaştan az vermek. underpaid hakkından az para alan.
- underpin -- alttan takmak veya desteklemek; (k. dili) ayaklar.
- underplay -- incelikle oynamak; bir rolü eksik oynamak; ehemmiyet vermemek.
- underrate -- hakkı olan kıymeti vermemek.
- underscore -- (önemini belirtmek için) altına çizgi çizmek; üstünde durmak; bir kelimenin altına çizilmiş çizgi.
- undersell -- (-sold) fiyat kırarak satmak.
- undershoot -- (-shot) hedefe isabet ettirememek; uçağı normal inişinden önce piste temas ettirerek tekrar havalandırmak.
- understand -- (-stood) anlamak; kestirmek; öğrenmek; kavramak; haberdar olmak; mana vermek; şart kabul etmek; farz etmek; tahmin etmek; anlayışlı olmak; hemfikir olmak; danışıklı döğüşte bulunmak.
- understate -- olduğundan eksik veya hafif göstermek. understatement bir şeyi olduğundan hafif gösteren ifade.
- understudy -- başka aktörün rolunü almaya hazır olan aktör; başka aktörün yerini alabilmek için onun rolünü ezberlemek.
- undertake -- (-took; taahhüt etmek.
- undertax -- hakkından az vergi almak.
- undertone -- alçak ses tonu; donuk veya mat renk; ima edilen fikir.
- undertow -- deniz yüzündeki akıntıya ters giden dip akıntısı
- undervalue -- değerinden aşağı değer vermek; hafifsemek. undervalua'tion değerinden az gösterme.
- underwater -- su altında olan veya kullanılan; geminin su hattından aşağıda olan; su seviyesinin altında olan kısım; suyun altında.
- underweight -- normalden az ağırlığı olan; zayıf; normalden az olan ağırlık.
- underwhelm -- ilgi uyandıramamak
- underwrite -- (-wrote; sigorta etmek; bir teşebbüsün masrafını ödemeyi taahhüt etmek; sağlama bağlamak.. underwriter sigortacı.
- undo -- (-did; çözmek; mahvetmek. undo the harm that has been done yapılan zaran telâfi etmek. What' done can't be undone Olan oldu. leave nothing undone yapılmamış hiç bir şey bırak- mamak.
- undouble -- .kıvrımlarını açmak
- undress -- elbiselerini çıkarmak; bağlarını çıkarmak; soyunmak; resmi olmayan; sivil elbise; çıplaklık.
- undulate -- dalgalandırmak; dalgalanmak; dalgalı.
- unearth -- yeri eşip çıkarmak; kazı ile meydana çıkarmak; meydana çıkarmak
- unfair -- haksız; hileli. unfairly adalete aykırı olarak
- unfasten -- çözmek; çözülmek
- unfetter -- kısıtlayıcı bağlardan kurtarmak.
- unfit -- (-ted.- ting) uygunsuz; uymaz; intibak etmez; ehliyetsiz; ehliyetsizleştirmek
- unfix -- sökmek; kararsız kılmak.
- unfold -- kıvrımlannı açmak; göz önüne sermek; gelişmek; açılmak.
- unfrock -- papaz rütbesinden mahrum etmek; elbisesini çıkarmak.
- unfurl -- (yelken
- ungird -- kuşağını gevşetmek
- unglue -- açmak (zamkla yapıştırılmış şeyi) come unglued açılmak (zamkla yapıştırılmış şey); (argo) bozulmak (iş)
- unhair -- kıllarını çıkarmak; işlemek (kösele)
- unhand -- bırakmak koyvermek.
- unharness -- (beygirden) koşum takımını çıkarmak.
- unhinge -- menteşelerden çıkarmak; yerinden oynatmak; kararslzlığa düşürmek; oynatmak (akıl)
- unhitch -- çözmek; yerinden; yuları çözmek.
- unhook -- çengelden çıkarmak; çengelini çıkarmak; çengelden çıkmak.
- unhorse -- attan düşürmek; atın. almak; düşürmek
- unhusk -- kabuklarını çıkarmak; teşhir etmek.
- unicycle -- tek tekerlekli sirk aracı.
- uniform -- değişmez şekilli; muntazam; yaknesak; ünifotma; üniforma giydirmek; birbirine benzer şekle sokmak.out of uniform üniforması eksik.naval uniform bahriye elbisesi.military uniform asker elbisesi. uniformly daima aynı tarzda.uniformness aynılık
- unify -- birleştirmek.
- union -- Amerikan iç savaşı zamanmda Kuzey hükümetine bağlı olan; (the) ile Amerika Birleşik Devletleri; (eski) Güney Afrika Birliği.; birleşme; birlik; sendika; bir bayragın köşesinde bulunan birliğe mensubiyet belirtisi. union card sendika kartı. union down imdat isteme belirtisi olan başaşağa edilmiş bayrak. Union Jack İngiliz bayrağı. union label sendika üyeleri tarafmdan yapıldığını gösteren giyim eşyası etiketi. union shop yalnlz işçi sen- dikası üyelerine veya belirli bir zaman içinde sendikaya üye olmayı taahhüt edenlere iş veren sınai bir kuruluş. union suit birbirine bitisik gömlek ve külottan ibaret iç çamaşırı. trade union sendika.
- unionize -- birlik haline getirmek; sendikalaştırmak . Union of Soviet Socialist Republics Sovyet- ler Birliği
- unite -- birleştirmek ittifak ettirmek; birleşmek; bitişmek; nikahlanmak.
- unkennel -- kulübesinden çıkarmak veya çıkmak (köpek); keşfetmek
- unknit -- . (-ted
- unlace -- bağını gevşetmek
- unlade -- yükünü boşaltmak (gemi)
- unlash -- bağını çözmek.
- unlatch -- mandalını açmak
- unlay -- (-laid) (den.) iplerini ayırmak (halat) örgüsünü açmak.
- unlearn -- (learned veya learnt) öğrendiğini unutmak; aksini öğrenmek.
- unleash -- serbest bırakmak.
- unlike -- (edat) birbirine benzemeyen; ( edat) benzemeyen
- unlimber -- top arabasının koşum parçasını çıkararak hazırlamak; işe hazırlanmak.
- unlink -- halkalarını çözmek veya ayırmak .
- unlive -- geçmişi unutacak sekilde yaşamak.
- unload -- yükünü boşaltmak; yükunu kaldırmak; boşaltmak (silâh); derdini dökmek; eldeki malı satarak elden çıkarmak.
- unlock -- kilidi açmak; (kapı) açmak; çözmek; meydana çıkarmak.
- unloose -- çözmek; serbest bırakmak.
- unloosen -- çözmek; gevşetmek; serbest bırakmak.
- unmake -- (made) bozmak; eski haline getirmek; değiştirmek; parçalamak
- unman -- (-ned; kuvvetten mahrum etmek; erkeklikten çıkarmak; adamsız bırakmak.
- unmask -- maskesini çıkartmak; açmak
- unmew -- serbest bırakmak.
- unmoor -- (den.) (çift demirde) demirin birini vira etmek; rıhtımdan fora etmek.
- unmortise -- ayırmak; zıvanasından çıkarmak.
- unmuffle -- açmak; susturucuyu çıkarmak.
- unmuzzle -- burun salığını çıkarmak.
- unnail -- çivilerini sökmek.
- unnerve -- cesaretini kırmak
- unpack -- açmak (bavul)
- unpeg -- . (-qed; askısını çıkarmak; çivisini çıkararak açmak.
- unpeople -- nüfusunu azaltmak.
- unperson -- gözden düşmuş kimse.
- unpile -- yığından ayırmak veya ayrılmak.
- unpin -- (ned; açmak
- unquiet -- rahatsız; huzursuzluk yaratan.
- unquote -- aktarılan parçanın sonuna tırnak işareti koymak
- unravel -- (-ed; sökülmek
- unread -- cahil; okunmamış.
- unready -- hazır olmayan; tetik olmayan
- unreason -- mantıksızlık; manasızlık
- unreel -- (makaraya sarılı şeyi) çözmek.
- unreeve -- (den.) halatın bir ucunu delikten veya makaradan çıkarmak.
- unriddle -- halletmek
- unrig -- (-ged
- unrip -- (-ped; yırtıp ayırmak.
- unrobe -- elbisesini çıkarmak; soyunmak.
- unroll -- (tomar) açmak; göz önüne sermek; açılmak.
- unroof -- çatısını açmak
- unroot -- kökünden sökmek veya kazımak.
- unsaddle -- eyerini çıkarmak; eyerden düşürmek
- unsay -- (said) sözunü geri almak.
- unscramble -- (k. dili) karmakarışık halden çıkarmak
- unscrew -- vidalarını çıkarmak
- unseal -- mührunü bozmak veya çıkarmak; açmak.
- unseam -- dikişlerini sökmek
- unseat -- mevkiinden atmak; attan
- unsettle -- yerinden çıkarmak; tedirgin etmek; düzenini bozmak; yerinden çıkmak; tedirgin olmak.
- unsew -- (-ed
- unsex -- cinsiyetinden yoksun kılmak; kadınlıktan çıkarmak.
- unshackle -- zincirlerini çıkarmak.
- unsheathe -- kınından çıkarmak.
- unship -- (-ped; (den.) yerinden çıkarmak
- unsling -- (slung) askıdan indirmek; (den.) izbirosunu çıkarmak.
- unsnap -- (-ped; açmak (çıtçıt)
- unsnarl -- .dolaşık şeyi açmak
- unsolder -- lehimini çıkarmak; eritmek
- unsphere -- yerinden ayırmak.
- unstable -- sabit veya sağlam olmayan; kararsız; (kim.) çabuk eriyen veya değişen; değişken. unstableness; kararsızlık; değişkenlik. unstably kararsızca; sabit olmayarak.
- unsteady -- sabit olmayan; titrek; düzensiz; değişken; kararsız. unsteadiness kararsızlık; sabit olmayış.
- unsteel -- silâhları bıraktırmak; yumuşatmak.
- unstep -- (-ped
- unstick -- (stuck) koparmak; (argo) boşa çıkmak.
- unstop -- (-ped; açmak
- unstrap -- (-ped
- unstring -- (strung) tellerini çıkarmak; gevşetmek; zayıflatmak; sinirleri bozuk sinirli.
- unswathe -- bağını çözmek
- unswear -- (swore
- untangle -- karışık şeyi acmak
- unteach -- (taught) bildigini unutturmak; aksini öğretmek.
- unthink -- (thought) zihninden çıkarmak; fikrini değiştirmek. unthinkable düşünülemez
- unthread -- ipliğini çıkarmak; yolunu bulmak.
- unthrone -- tahttan indirmek
- untidy -- düzensiz
- untie -- çözmek; halletmek; çözülmek.
- untread -- (trod
- untruss -- bağını çözmek.
- untuck -- büzgüsünü açmak; altından çıkarmak.
- untwine -- (dolaşık veya sarılmış şeyi) açmak; çözülmek
- untwist -- bükümünü açmak
- unveil -- peçesini açmak; göz önüne koymak; kendini meydana koymak.
- unweave -- (wove
- unwelcome -- nahoş
- unwind -- (wound) sarılmış şeyi çözmek; gevşetmek; gevşemek
- unwish -- dileğinden vazgeçmek; olmamasını dilemek.
- unwrap -- (-ped; çözülmek
- unwreathe -- bükülmüş seyi açmak; çelengi çıkarmak.
- unwrinkle -- kırışıklarını gidermek.
- unyoke -- boyunduruğunu çıkarmak; boyunduruktan kurtarmak veya kurtulmak; ayırmak.
- unzip -- fermuarı açmak.
- up -- (edat); yükseğe; (müz.) tize doğru; ileriye; -e kadar; öne; tamamen (Konuşma dilinde çoğunlukla anlamı değiştirmeden fiillere eklenir); yükselmiş; kalkmış; kaldırılmış; yüksek; ilerlemiş; hazır; (edat) yukarıya; ileride; içeriye; yükselme. be up kalkmak; (İng.) oturuma son vermek. be up against (k. dili) karşılaşmak; (k. dili) yükselmekte olmak .be up in (veya) on (k. dili) hazır olmak; bilgili olmak; haberdar olmak. be up to kabiliyetli olmak; far- kında olmak; yapmakta olmak; alakası olmak; karışmış bulunmak; mesuliyetli olmak. up and about veya around (k. dili) hastalıktan kurtulmuş; (kumaşın) dokunuş yönu; baştan aşağı; çağa uygun; (-upped; (k. dili) vermek. The girl up and slapped him Kız onu tokatlayıverdi.; (önek) yukarıya; ayağa; tamamen.
- upbraid -- azarlamak
- upcast -- yukarıya çevrilmiş veya atılmış; yukarıya çevirme veya çevrilme; yukarıya çevrilmiş veya atılmış şey; (mad.) hava bacası.
- update -- günümüze uygun şekle sokmak; düzeltme ve eklemeler yapmak.
- upend -- dikine çevirmek; (kadeh) dikmek; baş aşağı etmek; boca etmek .
- upgrade -- yokuş; kalitesini yükseltmek; rüt- besini yükseltmek; yokuş yukarı. on the upgrade iyileşmekte; artmakta .
- upheave -- zorla yukan kaldırmak. upheaval yukarı kaldırma; karışıklık; (jeol.) yeryüzü kabuğunun kabarması.
- uphold -- (held) yukarı kaldırmak; tutmak; onaylamak
- upholster -- döşemek; donatmak. upholsterer döşemeci. upholstery döşemecilik; döşemelik eşya.
- upkeep -- bakım; bakım masrafı
- uplift -- arazi çıkıntısı; (jeol.) yeryüzü kabuğunun kabarması; yüceltme; iyileştirme.; yükseltmek; yüceltmek.
- uppercut -- boksta aşağıdan yukarıya doğru vuruş.
- upraise -- yukarı kaldırmak.
- upright -- doğru; dürüst; dikine; .direk; dimdik duran şey; dik piyano; (futbol) kale. uprightly dürüstçe.
- uprise -- (rose; kabarmak; ayaklanmak. uprising kalkma; ayaklanma
- uproar -- gürültü
- uproot -- kökünden sökmek; yok etmek.
- upset -- (-set; altüst etmek; keyfini bozmak; bozguna uğratmak; sinirlendirmek; midesini bozmak; (mak.) demir parçasını kızdırıp çekiçle ucuna vurarak kısaltmak ve kalınlaştırmak; devrilmek; altüst olmak; hükümsuz kılmak. upsetting machine dövme makinası.; devrilmiş; düzeni bozulmuş; üzüntülü; dikine çevrilmiş; devrilme; altüst olma; (k. dili) surprizli yenilgi; bozulma . upset price müzayedede satıcının koyduğu asgari fiyat.
- upstage -- sahnenin arka kısmmdaki; sahnenin arka kısmında; seyircilere arkasını döndürmek (bir aktörün diğerini); dikkati kendine çekerek başkasının rolünü çalmak; (k. dili) kibirli davranmak.
- upstart -- birden zengin olan kimse; türedi
- upstream -- akıntıya karşı; ırmağın yukan kısmına doru; ırmagın yukarısındaki.
- upsurge -- kabarmak; kabarma; dalga.
- upsweep -- tepe topuzu. upswept tepede toplanmış (saç)
- upswing -- yukanya sallanış; ilerleme
- uptake -- kaldırma; kazandan bacaya giden boru; (mad.) hava bacası. quick on the uptake (k. dili) hazırcevap
- upthrow -- (jeol.) yer kabarması; yukarıya atılış.
- upthrust -- (jeol.) yeryüzü kabuğunun kabarması.
- uptrend -- ilerleme
- upturn -- yukanya çevirmek veya çevrilmek.; yukanya dönme; iyileşme.
- urbanize -- şehirleştirmek .
- urge -- sevketmek; dürtmek; sıkıştımak; ısrar etmek; ısrarla anlatmak; kışkırtmak; zorlamak; dürtü; zorlama; kışkırtma.
- urinate -- idrar çıkarmak
- urine -- idrar
- urn -- ayaklı kavanoz veya vazo; kap; ceset külü koyacağı: semaver
- urticate -- (diken gibi) batmak
- use -- kullanmak: davranmak: alışmak: kullanma: kullanılır durumda olma; amaç; âdet; (huk.) kullanma; (k. dili) aşağı görmek. have the use of kullanma hakkı olmak. make use of kullanmak out of use geçersiz
- usher -- teşrifatçı; kilise veya tiyatroda yer gösteren kimse; ing. yardımcı öğretmen: içeri getirmek; yerini gostermek; öncü olmak.
- usufruct -- (huk.) intifa hakkı
- usurp -- gasbetmek
- utter -- bütün butun; son derece; kesin; (ağızdan) çıkarmak; söylemek; (huk.) piyasaya sürmek (sahte şey) utterable ağıza alınır
- vacate -- terketmek; feshetmek
- vacation -- tatil; (huk.) adli tatil. vacation school yaz tatilinde öğrenim yapan okul. summer vacation yaz tatili. vacationist tatile çıkan kimse
- vaccinate -- aşılamak; çiçek aşısı yapmak.
- vacillate -- iki yana sallanmak; tereddüt etmek; sendeleme. vacillating tereddüt eden
- vacuum -- (çoğ.) - vacua) boşluk; elektrik süpürgesi; boşlukla ilgili; elektrik süpürgesi kullanmak. vacuum bottle termos. vacuum brake vakum freni. vacuum cleaner elektrik süpürgesi. vacuumpacked içindeki hava boşaltılıp kapatılmış (teneke kutu) vacuum pump boşluk pompası
- vagabond -- serseri
- vague -- muphem
- vail -- (eski) hürmetle çıkarmak (şapka); (eski) çıkar; bahşiş; (eski) işe yaramak
- valance -- saçak; sayvan. valanced saçaklı
- valet -- I.
- validate -- muteber kılmak; tasdik etmek
- valuate -- kıymet biçmek
- value -- kıymet; itibar; gerçek değer; kesin anlam; (müz.) değer; resimde renk tonu; para eden şey; değerini ölçmek; iabar etmek; kadrini bilmek; paha biçmek; değerine göre kıymet verme. The value of the dollar has gone up this month Doların değeri bu ay yükseldi. This dress is a good value for its price Bu elbise fiyatına göre kalitelidir. valuer bilirkişi
- valve -- valf; (zool.) midyede kabuğun bir kanadı; (bot.) çenet; kapı; (anat.) kapacık; ing. radyo lambası. valve chest valf mahfazası. valve gear buhar makinasının valflarını işleten cihaz. valve-in-head engine valfları silindir üstünde olan motor. inlet valve (mak.) emme supapı; (anat.) kalp kapaçığına ait.
- vamoose -- vamose (ünlem); (ünlem) Çek arabanı! Toz ol! Defol!
- vamp -- saya; yamalık; (müz.) basit ve notasız eşlik; kunduraya yüz takmak; yamalamak; (müz.) eşlik etmek.; (A.B.D.); (k. dili) (erkeği) ayartmak.
- vampire -- vampir; kan emici bir çeşit büyük yarasa. vampire bat vampir; kan emici. vam'pirism vampire inanma; kan emicilik; cadılık.
- van -- ileri kollar; öncüler.; üstü kapalı yük arabası; ing. furgon; yük arabası veya vagon ile taşımak.
- vandyke -- Felemenk'li ressam Van Dyck'ın eseri; Van Dyck'ın resimlerinde görülen modaya göre yaka veya pelerin veya sakal; Van Dyck tarzına ait .Vandyke beard keçisakal. Vandyke brown koyu kahverengi.
- vang -- (den.) gizin ablisi iskota halatı.
- vanish -- kaybolmak; uçmak; zail olmak; (mat.) sıfıra eşitlemek; (dilb.) diftongun daha zayıf telaffuz olunan ikinci kısmı. vanishing cream az yağlı krem. vanislning fraction sıfıra eşit olan kesir. vanishing point birleşme noktası
- vanquish -- yenmek
- vantage -- üstünlük; (tenis) düsten sonra gelen puvan. avantaj vantage ground üstünlük sağlayan alan. coign of vantage iş veya gözleme elverişli yer veya saha.
- vaporize -- buharlaştırmak
- variate -- değişken şey.
- variegate -- renk renk yapmak; değişiklik katmak; çeşitli. variega'tion renklilik; çeşitlilik.
- varnish -- vernik; yapmacık; cilalamak; görünüşte süslemek
- vary -- değişmek; değiştirmek; baş kalaştırmak; (müz.) çeşitlemek; almaşık olmak; (biyol.) değişime uğramak. vary from (den.) ayrılmak (den.) sapmak.
- vaseline -- (tic.) mark vazelin.
- vassal -- vasal; tebaa; kul; köle gibi. vassalage vasallık; derebeylik sistemi; kölelik; tımar zeamet; vasallar.
- vat -- tekne; gerdel; boya fıçısı; sarnıç; tekneye koymak; teknede ıslatmak.; (kıs.)
- vaticinate -- kehanette bulunmak. vaticinal kehanet kabilinden. vaticina'tion kehanet.
- vault -- atlama; sırıkla yüksek atlama; atın sıçraması; atlamak; tonoz; gök; mahzen; kasa; yeraltında kemerli kabir; kemer yapmak; kemer yapma sanatı.
- vaunt -- övünmek; övmek; övünme. vaunt'ingly övünerek.
- vector -- (mat.) vektör; (biyol.) taşıyıcı.
- veer -- (den.) laçka etmek. veer away halatı laçka etmek. veer and haul laçka ve vira etmek.; (den.) yön değiştirmek; saat yel kovanı doğrultusunda yön değiştirmek; dönmek; değişmek; çevirmek
- vegetate -- bitki gibi büyümek; bitki gibi yaşamak; (tıb.) fazla büyümek; bitkisel; bitek; bitkinin üremeyle ilgisi olmayan kısımlarına ait; bitki gibi yaşayan; fizyol. otonom.
- veil -- peçe; tül; bahane; cenin zarı; peçe ile örtmek; üstünü kapamak
- vein -- (anat.) damar; ebru; huy; oluk; damar teşkil etmek; damarlarla kaplamak; ebrulamak. vein'ing damar ağı. vein'y çok damarlı; ebrulu.
- vellicate -- seğirmek; seğirtmek.
- velocipede -- velespit
- velure -- kadife; kadifeye benzer kumaş; kadife fırça; kadife fırça ile fırçalamak.
- velvet -- kadife; yeni büyüyen boynuzu örten kadifemsi deri; kadifemsi şey; (argo) cabadan kazanç; kadife gibi; yumuşak. velvet grass kadifeotu; yumuşak.
- vend -- satmak; ilân etmek; satıcılık yapmak; satılmak. vender
- veneer -- kaplamak; (fig.) cilâlamak; kaplama tahtası; gösteriş
- venerate -- çok muhterem tutmak
- venom -- yılan veya akrep zehiri; kötülük
- vent -- delik; menfez; nefeslik; (zool.) hayvan kıçı; (ask.) top falyası; mahreç; yarık; dışarı salıvermek; ifade etmek
- ventilate -- hava vermek; açığa vurmak
- venture -- risk; cesaret edip girişmek: cüret etmek: tehlikeli işe atılmak
- verb -- (gram.) fiil. active verb etken fiil. auxiliary verb yardımcı fiil. complex verb katışık fiil. compound verb bileşik fiil. impersonal verb şahıssız fiil. intransitive verb geçişsiz fiil. neuter verb geçişsiz fiil. passive verb edilgen fiil. reciprocal verb işteşlik fiili. reflexive verb dönüşlü fiil. transitive verb geçişli fiil.
- verbal -- söze ait; sözlü; kelimesi kelimesine; (gram.) fiile ait; sözlü çeviri. verbally ağızdan
- verbalize -- sözle ifade etmek; açıklamak; fiil şekline koymak.
- verbigerate -- (psik.) arka arkaya manasız kelimeler sıralamak
- verdigris -- jengâr
- verdure -- yeşillik; bitki yeşilliği; çimen. verdurous yeşil çimen kaplı.
- verge -- sınır; eşik; halka daire; değnek; yönelmek; "on" ile yaklaşmak; meyletmek; sınırlamak. on the verge of eşiğinde
- verify -- gerçeklemek; doğruluğunu ispat etmek; (huk.) tahkik etmek tetkik etmek. verifiable gerçekliği ispat edilebilir; tahkiki mümkün.
- vermilion -- al renk; zincifre; al; zincifre veya sülüğen sürmek.
- veronica -- yavşanotu
- verse -- mısra; şiir; koşuk; beyit; ayet.
- versify -- şiir haline koymak; şiir ile ifade etmek; şiir yazmak. versifica'tion şiir yazma sanatı.
- version -- belirli bir görüşe dayanan açıklama veya tanımlama; çeviri; uyarlama
- vesicate -- (tıb.) kabarcık meydana getirmek. vesicant
- vesiculate -- kabarcıklarla kaplamak veya dolmak; kabarcıklı; keseli. vesicula'tion kabarcıklarla kaplanma.
- vessel -- kap; (anat.) damar; alet. blood vessel kan damarı.
- vest -- yelek; (gen.) "with" veya "in" ile yetki vermek; hak vermek; (cuppe) giydirmek. vested interest kazanılmış hak; çıkar; alâkadar menfaat; coğ. çıkar çevreleri.
- vestibule -- giriş; trende vagonlar arasındaki kapalı geçit; (anat.) kanal; dehliz; antre veya dehliz yapmak; vagonlan kapalı geçitlerle birleştirmek. vestibuled kapalı geçitleri olan.
- vesture -- (eski) kıyafet; elbise; örtü; (eski) giydirmek
- vet -- veteriner; t. tedavi etmek; ing. dikkatle incelemek.; (kıs.) veteran
- veto -- (çoğ.) -toes) veto; yasak; veto etmek
- vex -- canını sıkmak; darıltmak; tartışmak.
- vial -- ufak şişe.
- vibrate -- titremek; sallanmak; duraksamak; titretmek
- vice -- vise.; (edat) yerine.; ayıp; kötü alışkanlık; (at) kötü oyun. vice squad fuhuş ve kumar kontrolü ile görevli polis ekibi.; muavin; vekil; rektör yardımcısı. vice consul viskonsül
- victimize -- hile ile soymak
- victory -- zafer; başarı.
- victual -- (-ed; (gen.) (çoğ.) yemek; yiyecek tedarik etmek; (nad.) yemek yemek. victual(l)er erzak veren kimse; lokantacı; erzak gemisi.
- vide -- bakın
- video -- televizyonla resim nakline ait .video tape görüntü ve ses kaydeden televizyon bandı.
- vie -- (-vied
- view -- bakış; görüş; göz ayrımı; görüş alanı; manzara; maksat; görmek; yoklamak; mütalaa etmek; sergide. point of view görüş noktası; umidiyle. view'less manzarasız; fikirsiz; gözükmez.
- vignette -- nükteli kısa hikâye; asmadalı şeklinde süs; kitabın başlık sayfasına veya bölüm başlarına konulan ufak süs; süslemek; kısa hikâye yazmak.
- vilify -- alçaltmak; iftira etmek; aleyhinde bulunmak vilification. iftira
- vilipend -- hakir görmek; iftira etmek.
- villain -- hain veya cani kimse; edebi eserde kötü adam; çapkın adam; problem yaratan durum. villainy alçaklık
- vindicate -- hakkını korumak; tarafını tutup haklı ve suçsuz olduğunu iddia ve ispat etmek; (eski) öç almak. vindica'tion koruma; öç alan.
- vinegar -- sirke; ekşi olma; kuvvet. vinegar eel sirkede bulunan çok ufak kurt; ekşi; suratsız
- vintage -- bağ bozumu; bir mevsimin bağ mahsulü; bir mevsimde çıkarılan şarap; iyi mevsimden (şarap); kaliteli; (eski); modası geçmiş. vintage year kaliteli şarabın elde edildiği yıl; başarılı sene. vintager üzüm toplayan kimse.
- viol -- (müz.) eski zamanlarda keman cinsinden dört farklı boyda ve altı veya yedi telli saz
- violate -- bozmak; tecavüz etmek; kutsallığını bozmak; ırzına tecavüz etmek. viola; tecavüz . traffic violation trafik düzenini bozma suçu. violator tecavüz eden kimse.
- violence -- zor; tecavüz; zorbalık; bozma; ırza tecavüz. do violence to zorlamak
- violent -- sert; göz alan (renk); zorla yapılan; fena. violent death kaza sonucu ölüm
- violin -- keman; kemancı. violinist kemancı
- virgin -- kız; (b. h.) Hazreti Meryem; (b. h.); baki reye yakışır; kullanılmamış; tabii; el değmemiş
- virginal -- (müz.) virginal; bakireye yakışır
- visa -- (-saed; vize etmek
- visage -- yüz; görünüş. visaged yüzlü; görünüşlü.
- vision -- görüş; görme kuvveti; görme; önsezi; hayal; kuruntu; hayal gibi görmek. visional hayali.
- visit -- ziyaret etmek; resmi ziyarette bulunmak; hastayı muayene için gitmek (doktor); özel bir maksatla gelmek; musallat olmak; ziyaret; doktorun hastaya gitmesi; (k. dili) sohbet; teftiş turnesi. visit with ahbapça konuşmak. right of visit gemiyi muayene veya yoklama hakkı. visitable muayeneye ve yoklamaya tabi; ziyaret edilebilir.
- vista -- manzara; yaygın görünüş; hayal edilen şeyler silsilesi.
- visualize -- gözünde canlandırmak
- vitalize -- hayat vermek
- vitiate -- bozmak; tesirini bozmak; hükümsuz kılmak. vitiated bozulmuş; lekelenmiş; bulaştırılmış. vitia'tion bozma.
- vitrify -- cam haline koymak veya girmek. vitrification camlaştırma.
- vitriol -- (kim.) sülfürik asit; herhangi bir maden sülfatı; iğneleyici söz veya yazı; yakıcı şey. blue vitriol göztaşı. vitriolic zaç yağına ait; acı; iğneleyici; öfkeli (söz)
- vitriolize -- vitriyol haline koymak; zaç yağı ile yakmak.
- vituperate -- sövüp saymak
- viva -- (ünlem) Yaşa ! Çok yaşa !
- vivify -- canlandırmak; daha canlı yapmak. vivifica'tion canlandırma.
- vocalize -- sesli kılmak; sesli harf haline koymak; noktalamak (harf); (müz.) vokallemek; (müz.) vokaliz
- vociferate -- bağırmak
- vogue -- moda; rağbet
- voice -- ses; fikir; sözcü; (gram.) fiilin edilgen ve etken olma hali; söylemek; ilan etmek; (müz.) akort etmek. active voice etken çatı. give voice to ifade etmek. have a voice in söz hakkı olmak. in voice şarkı söylemeye uygun durumda. passive voice edilgen çatı. with one voice hep bir ağızdan.
- void -- hükümsüz; boş; manasız; faydasız; boşluk; vakum; boş yer; hükümsüz kılmak; iptal etmek; boşaltmak; tahliye etmek; ihraç etmek; defetmek. void of -sız; boşaltılabilir.
- volatilize -- uçucu gaz haline koymak veya girmek
- volcanize -- yanardağ ısısının etkisine maruz bırakmak.
- vole -- tarla faresi; bazı iskambil oyunlarında bütün kağıtları kazanma; bir oyunda bütün partiyi kazanmak.
- volley -- yaylım ateş; küfür savurma; (tenis) topun yere değmeden geri vurulması; yaylım ateş etmek; birçok şeyi hep birden atmak; (tenis) topu yere değmeden vurup geri çevirmek
- volplane -- motoru kapatıp uçağı planör gibi kullanmak.
- volume -- kitap cildi; bir cilt kitap; hacim; miktar; (müz.) sesin azlığı veya çokluğu. an odd volume tek cilt. It speaks volumes. Çok manalıdır. Kitaplar doldurur.
- volunteer -- kendi isteği ile bir vazifeye giren kimse; gönüllü asker; (huk.) kendisine karşılıksız olarak mal verilen kimse; ekilmeden büyüyen bitki; gönüllülerden ibaret; kendiliğinden büyüyen; kendi isteği ile bir şeyi teklif etmek veya vermek; gönüllü olmak.
- vomit -- kusmak; ağzından fışkırtmak (yanardağ); kusma; kusturucu ilâç.
- voodoo -- zencilere has bir çeşit büyü; zenci büyücü; zenci büyücülüğüne ait; büyü yapmak. voodooism zenci büyücülüğü.
- vote -- rey; oy hakkı; oyu belirten vasıta; oy toplama suretiyle ifade olunan şey; alınan oyların toplamı; oy vermek; oyla seçmek; oy verir gibi ifade etmek. vote down yenilgiye uğratmak. vote in kazanmasına sebep olmak. vot'er seçmen
- vouch -- yemin ile kefil olmak; yeminle temin etmek. vouch for doğrulamak
- voucher -- kefil; senet
- vouchsafe -- lütfetmek
- vow -- ant; adak; yemin etmek; ahdetmek; adamak; vakfetmek. take vows rahibe olmak. marriage vows evlilik sözü.
- vowelize -- harekelerini koymak
- voyage -- yolculuk; deniz yolculuğu; yolculuk etmek. on the voyage out gemiyle dışarı gidişte. on the voyage home memlekete dönüşte.
- vulcanize -- kükürtle sertleştirmek (kauçuk)
- vulgarize -- adileştirmek
- vulgate -- Kutsal Kitabın dördüncü yüzyıl sonunda Hieronymus tarafından yapılan Latince tercümesi; bu tercümeye ait.; adi; günlük konuşma.
- vulture -- akbaba; haris kimse. bearded vulture uşak kapan
- wabble -- (bak.) wobble.
- wad -- (-ded; tıkaç; tüfek sıkısı; topak; (k. dili) büyük miktar; tıkaç koymak; tomar şekline getirmek. a wad of gum papuç kadar çiklet. bet one' wad (k. dili) eldeki bütün parayı bahse yatırmak. shoot one' wad (k. dili) bütün parayı har vurup harman savurmak.
- waddle -- badi badi yürümek; badi badi yürüyüş. waddly paytak.
- wade -- sığ suda oynamak; sığ su veya çamur içinde yürümek. wade into (k. dili) şiddetle girişmek. wade through (sığ su veya çamur) içinden geçmek; ağır ağır ve güçlükle ilerlemek; zorla tamamlamak. wad'ing suda yürüme. wading boots kalçaya kadar çıkan uzun çizme.
- wafer -- çok ince bisküvit; yufka; kâğıt helvası; üzerinde çok kısımlı elektronik devre bulunan silikon parçası; Katoliklerin Aşai Rabbani ayininde kullandlkları mayasız ince ekmek; eskiden mektupları mühürlemede kullanılan yuvarlak etiket; etiket ile mühürlemek veya yapıştırmak.
- waffle -- (argo) anlamsız konuşmak; kararsız olmak.; kalıpla yapılan bir çeşit gözleme. waffle iron ızgara şeklinde gözleme kalıbı.
- waft -- (den.) rüzgar yönünü belirten flama; (eski) el sallayarak işaret vermek.; yavaş yavaş götürmek; hafif ses veya koku; sürüyüp götürme; hafif esinti.
- wag -- (-ged; çenesi ötmek; hareket etmek; (İng.); sallama. set tongues wagging dile düşürmek. The tail wags the dog dünya tersine dönüyor. the world wags on and we wag with it. Dünya ile birlikte yuvarlanıp gidiyoruz.; şakacı kimse; mizah.
- wage -- (mücadele; ücret; karşılık. wage earner
- wager -- bahis; bahis tutuşmak.
- waggle -- sallanmak; sallamak; sarsılmak; sallayış sallanış. waggly sallanan.
- wagon -- (İng.) waggon dört tekerlekli yük arabası; dört tekerlekli açık oyuncak araba; (k. dili) tevkif edilenleri taşımaya mahsus polis arabası; tekerlekli servis masası; (İng.) yük vagonu; (argo) zırhlı savaş gemisi. on the wagon (k. dili) içkiyi bırakmış durumda. fix someone' wagon (A.B.D.); hakkından gelmek.
- wail -- feryat etmek; hayıflanmak; yas tutmak; figan. Wailing Wall Kudüs'te ağlama duvarı.
- wain -- tarlada kullanılan yük arabası. the Wain (İng.) Büyükayı.
- wainscot -- (-ed; (İng.) doğramacılıkta kullanılan en iyi cins meşe; lambri kaplamak.
- wait -- beklemek; hazır olmak; bekletilmek; (k. dili) ertelemek; ziyaretine gitmek; bağlı olmak; (leh.) beklemek. wait on one hand and foot birinin etrafmda dört dönmek. wait at table servis yapmak. wait up for one birini beklemek için yatmamak. wait tables garsonluk yapmak. Wait a minute! Bir dakika! in waiting refakat eden; bekleme; gecikme; ara; pusu; (İng.) Noel'de sokaklarda çalıp söyleyen müzisyen grubu üyesi. lie in wait pusuya yatmak.
- waive -- iddiadan vaz geçmek; ertelemek tehir etmek; (huk.) hakkından vaz geçmek.
- waiver -- (huk.) hakkından vaz geçme
- wake -- (-d veya woke; uyanık kalmak; canlanmak; uyandırmak; ikaz etmek; canlandırmak; (leh.) ölünün başında beklemek; geceleri ölüyü bekleme; ölüyü beklerken verilen ziyafet; dini merasim için sabahlama.; dümen suyu; (bir şeyin) sonucu olarak; peşinden.
- waken -- uyandırmak; ikaz etmek; harekete getirmek; uyanmak.
- wale -- kamçı izi; kumaş üstünde kabarık çizgi; kamçı ile iz bırakmak; çizgili kumaş dokumak.
- walk -- yürümek; davranmak; yürütmek; beraberinde yürüyüşe çıkmak; öldükten sonra hayalet olarak dünyaya gelmek; adımlamak; ağır bir yükü köşeleri üzerinde yürüterek taşımak; gezme; yürüyüş; tavır; hayat sahası; yürüyecek yer; otlak; (beysbol) topa vurmadan birince kaleye ilerleyebilme hakkı. walk away from rahatlıkla kazanmak; kazadan ucuz kurtulmak. walk away with ön plana geçmek. walk in içeri girmek. Walk in. İçeri buyurun. walk of life hayat yolu; yürüyerek zayıflamak veya ayılmak. walk off with kazanmak; çalmak. walk out (k. dili) grev yapmak. walk out on terk etmek. wolk out with refakat etmek. walk over kolay yenmek; baskın çıkmak. walk the floor adımlamak. walk the streets sokakta sürtmek; sokak sokak dolaşmak. walk the wards viziteye çıkmak. walk through (tiyatro) ilk provaları yapmak. go at a walk yavaş yavaş yürümek. take a walk gezmeye gitmek; sıvışmak. win in a walk kolayca kazanmak.
- wall -- duvar; (çoğ.) kale bedeni; sur; etrafına duvar çekmek. wall creeper duvar tırmaşık kuşu; (mak.) bağlantı levhası. wall plug (elek.) duvar prizi. wall sided (den.) yanları duvar gibi dik. Wall Street New York hisse senedi piyasasının merkezi olan sokak. wall tent yanları dik çadır. the Wall Doğu ve Batı Berlin' ayıran duvar. The walls have ears. Yerin kulağı var. drive "veya" push to the wall duvara kıstırmak
- wallflower -- bahçe şebboyu; sarı şebboy; (k. dili) partide dans edecek kimsesi olmadığı için duvara yakın kalan kadın.
- wallop -- (k. dili) dayak atmak; (k. dili) dayak. wallopinst (k. dili) çok büyük (miktar) pack a wallop çok etkili olmak.
- wallow -- çamur içinde yuvarlanmak; kendini sefahate vermek; sallanmadan dolayı zor ilerlemek; çamurda yuvarlanma; hayvanın yuvarlandığı çamurlu yer.
- waltz -- vals; vals havası; (argo) kolay başanlan iş; vals yapmak. waltz through kolayca başarmak.
- wan -- solgun; hastalık veya üzüntü gösteren
- wand -- değnek; asa.
- wander -- dolaşmak; yolu şaşırarak dolanıp durmak; yoldan çıkmak; konudan ayrılmak; sayıklamak; içinde dolaşmak; dolaşma
- wanderlust -- seyahat tutkusu.
- wane -- azalmak; solmak; batmak; azalış; solma; zeval; ayın on beşinden sonra ayın küçülmesi. on the wane azalmakta.
- wangle -- (k. dili) sızdırmak; hileye baş vurmak; tesir ederek elde etmek; dolaylı yoldan sağlamak.
- want -- istemek; eksiği olmak; aramak; (İng.) muhtaç olmak; yoksul olmak. want for muhtaç olmak; yokluk; eksiklik; lüzum; gerek; sıkıntı; istek
- wanton -- zevk veya sefahat düşkünü; şehvet düşkünü; avare dolaşan; sebepsiz; kötü niyetli; ahlâksız; aklına eseni yapan; şehvet düşkünü kimse; ahlaksız kimse; kayıt altına girmeyen kimse; kendini ahlâksızlığa vermek; çok gelişmek. wantonly şehvetle; sebepsiz yere. wantonness şehvet.
- war -- (-red; düşmanlık etmek; savaş; mücadele; strateji; savaşa özgü; zafer dansı. War Department (A.B.D.) Milli Savunma Bakanlığı. war game savaş tatbikatı. war god savaş tanrısı. war horse savaş atı; tecrübeli asker; bayat eser. war loan harp istikrazı. war of nerves sinir harbi. war paint vahşilerin savaş alameti olarak yüz veya vücutlarına sürdükleri boya; (k. dili) en iyi elbise veya süs; makyaj malzemesi. war whoop kızılderililerin savaş narası. be at war savaş halinde olmak. declare war on birine savaş ilan etmek. wage war with biri ile savaş halinde olmak.
- warble -- kuş gibi ötmek; çağıldamak; terennüm etmek; titrek ses çıkarmak; kuş gibi ötüş; tatlı ses; nağme; sığırsineği sürfesinin hayvanlann sırtında meydana getirdiği çıban. warble fly sığırsineği
- ward -- koğuş; bölge; (huk.) vesayet altında bulunan çocuk; vesayet; kilit dili; emniyetli yerde korumak. ward off savuşturmak
- warden -- bekçi; (A.B.D.) hapishane müdürü; (İng.) kolej müdürü; kilise bina veya emlakini muhafaza eden memur.; kompostoluk bir çeşit armut.
- wardrobe -- bir kimsenin tüm giysileri; gardırop; tiyatro kostümleri.
- ware -- takım (eşya); (çoğ.) emtia; çanak çömlek; (eski) dikkat etmek.
- warehouse -- eşya deposu; ambar; antrepo; toptan satış yeri; mağaza. ware houseman eşya deposu sahibi veya işçisi.
- warfare -- harp; mücadele.
- warm -- ılık; ısıtan; hararetli; canlı; gayretli; heyecanlı; sıcakkanlı; sıkıcı; (güz. san.) sıcak (renk); yeni; saklanan şeye veya gerçeğe yaklaşmış durumda olan. warm front (meteor.) sıcak hava kitlesi. a warm climate ılıman iklim. a warm welcome hararetli kabul; şevkle. warm'ness sıcaklık; ısıtmak; ısınmak; teşvik etmek; yarışmadan önce hafif idman yapmak; motoru ısıtmak için çalıştırmak; konser veya temsilden önce son bir hazırlık yapmak. warming pan yatağı ısıtmaya mahsus saplı ve kapaklı madeni kap.
- warmonger -- savaşa kışkırtan kimse.
- warn -- ikaz etmek; önceden haber vermek; (huk.) ihbar etmek; öğütlemek
- warp -- eğrilmek; eğrilip çarpılmasına sebep olmak; doğru yoldan sapmak veya saptırmak; (den.) bir yere bağlanmış palamarı çekerek yürütmek; (hav.) yesarilenmek. warped eğrilmiş; sapık; eğrilik; dokumacılıkta çözgü; (den.) palamar
- warrant -- temin etmek; teminat vermek; korkusuzca beyan etmek; salahiyet vermek; memur etmek; izin vermek; kefil olmak; hak kazandırmak; her zararını tazmin edeceğine taahhüt etmek. No excuse can warrant this misbehavior. Hiçbir özür bu kötü davranışı mazur gösteremez. Bu kötü davranışa göz yumulamaz. I warrant you. Sizi temin ederim ki. warrantable caiz; garanti edilir. warrantably caiz sayılacak şekilde.; (huk.) tevkif müzekkeresi; arama tezkeresi; kefalet; ruhsat; makbuz; (ask.) tayin emri. warrant for one' arrest tevkif müzekkeresi. warrant officer gedikli erbaş.
- warranty -- (huk.) kefalet; garanti; yetki
- wash -- yıkama; çamaşır; deniz veya nehir suyunun çalkanmasından hasıl olan ses; dalga sesi; dalgaların sahile attığı süprüntü; sulu mutfak artığı; ağıza güzel koku vermek için kullanılan sıvı; losyon; tuvalet suyu; (güz. san.) ince suluboya tabakası; kuru vadi; toprak aşınması; ince tabaka kaplama; yıkanabilir. This tray has a gold wash. Bu tepsi altın suyuna batırılmış.; yıkamak; su ile silmek; yıkanmak; ince boya tabakası ile kaplamak; temizlemek; (min.) toprağı yıkayarak altın filizini ayırmak; yıkanmaya dayanmak (kumaş); hafif hafif çarpmak (dalga); aşınmak. wash away su ile sürüklemek veya sürüklenmek. wash boiler çamaşır kazanı. wash down yıkayıp temizlemek (güverte); su ile yutmayı kolaylaştırmak. wash off yıkayıp temizlemek. wash one' hands of a matter bir işten bıkıp elini çekmek. wash out içini yıkamak; yormak; feshetmek; vaz geçmek; ihtiyacı karşılayamamak; yağmur nedeniyle iptal etmek. wash up yıkanmak; (İng.)
- washboard -- üstünde çamaşır yıkanan oluklu tahta; (den.) dalga girmesin diye kapının önüne veya güverteye konulan siper; girintili çıkıntılı yol.
- washer -- yıkayan şey veya kimse; (mak.) pul; çamaşır makinası; gaz yıkama cihazı.
- wassail -- şerefe içme; içki alemi; işret için içilen baharlı içki; eski bir selâmlama; işret etmek; birinin şerefine içmek.
- waste -- atılmış; bedenden çıkarılmış; boş; çorak; viran; artık; israf; iyi kullanmama; boş arazi; metruk arazi; beyaban; ıssız yer; yıkım; kullanılmadan boşa giden şey; çöp; harap etmek; aşındırmak; harcamak; kaybetmek; (argo) öldürmek; aşınmak; heba olmak; aşırı derecede kilo vermek. waste away zayıflaya zayıflaya eriyip gitmek; ağır ağır azalmak veya telef olmak. wast'ing zayıflatıcı; harap eden.
- wastebasket -- çöp sepeti.
- watch -- bakmak; beklemek; fırsat kollamak; tetikte olmak; gözkulak olmak; bekçilik etmek; gözetmek; gözetlemek; sabahlamak. watch for beklemek; cep veya kol saatı; bekçilik; uyanıklık; nöbetçilik; nöbetçi; devriye; nöbet yeri veya süresi; eskiden gecenin bir kısmı; (den.) nöbet; (den.) aynı vardiyada nöbet tutan tayfalar. watch band kol saatı kayışı. watch chain saat kösteği. watch fire bekçi veya nöbetçinin yaktığı ateş; işaret ateşi. watch glass kol saatı camı; laboratuvarda kullanılan saat camı biçimindeki cam kap. watch guard saat kösteği kaytanı. watch night yılbaşı gecesi yapılan dinsel tören. watch pocket saat cebi. be on the watch tetikte olmak; nöbette olmak. first watch gecenin ilk nöbeti. larboard watch geminin iskele tarafına tayin olunan gece nöbetçisi grubu. officer of the watch nöbetçi subayı. set the watch saatı ayar etmek; bekçi koymak.
- watchdog -- bekçi köpeği; kanunsuz veya umuma zararlı hareketlere karşı tetikte olan kimse veya makam.
- water -- su; deniz; su birikintisi; gölek; elmasın parlaklık ve şeffaflığı; hare; mükemmellik; karşılığı olmadan ilâve olunan sermaye; (çoğ.) kara suları; (çoğ.) sular. water ballet su balesi. water bearer sucu; (b. h.); Saka takımyıldızı. water bed yatak olarak kullanılan içi su dolu büyük plastik torba. water beetle; suluboya resim. water cooler su soğutacak kap veya tertibat. water cure (tıb.) su ile tedavi; (k. dili) fazla su içirerek yapılan işkence. water flea su piresi; subiti; kazandaki suyu ölçme aleti; sodyum silikat; su saatı. water hammer borularda su gürültusü. water hazard golf oyununda su mâniası. water hemlock sığır baldıranı; limanlarda hırsızlık eden serseri. water rights su kullanma hakkı. water snake su yılanı; su kaynakları; su sağlama. water system bütün kollarıyle bir ırmak; su sağlama. water table (mim.) bina yüzündeki alt saçak; (jeol.) su tabakası; çark. water wings yüzme öğrenenler için bir çift sugeçirmez şişirilmiş torba. water witch yeraltı sularının yerini bulabildiğini iddia eden kimse. above water kaygısız; su rezervi; sarnıç; su gücü. high water met; sel; (k. dili) boy atan çocuğa pantolonunun kısa gelmesi. in deep water başı dertte; suların çekilmiş hali. low water mark tam cezri veya suyun fazla çekildiğini belirten işaret. make water su dökmek; sulamak; suvarmak; harelemek (ipek); su katmak; sulanmak; su içmek (hayvan); karşılığı olmadan hisse senetlerini çoğaltmak. water down sulandırmak; hafifletmek
- waterfall -- çağlayan
- watermark -- karada suyun yükseldiği dereceyi gösteren çizgi veya işaret; filigran; filigran basmak.
- waterproof -- su geçirmez; yağmurluk; sugeçirmez hale koymak.
- waterski -- su kayağı yapmak; su kayağı.
- wattle -- dal veya çubuklardan örülmüş yapı; çubuk; hayvanlarda sarkık gerdan; ince çubuklarla çit örmek; ince çubukları hasır gibi örmek.
- wave -- dalgalanmak; sallanmak; sallamak; dalgalandırmak; harelemek; elle işaret etmek. wave farewell el veya mendil sallayarak veda etmek. wave on el işaretiyle ileri gitmesini belirtmek.; dalga; dalgalanma; el işareti; el sallama; hare; dalga gibi kabaran şey; sıcak veya soğuk dalgası. wave band (radyo) dalga. wave front (fiz.) dalga sınırı. wave set mizamplide kullanılan fiksatif. wave theory (fiz.) dalga teorisi; (dilb.) dillerin dalgalar halinde yayıldığı kuramı. wave train bir noktadan çıkan dalgalar dizisi. wave worn dalgalardan aşınmış. cold wave soğuk dalgası. heat wave sıcak dalgası. long wave uzun dalga. make waves (A.B.D.) düzeni bozmak
- waver -- sallanmak; titremek; sendelemek; tereddüt etmek; sallanma; tereddüt
- wawl -- (bak.) waul.
- wax -- (k. dili) plak yapmak; mum; balmumuna benzer herhangi bir madde; parafin; kırmızı balmumu; kulak kiri; (bot.) bitkilerin ifraz ettiği balmumuna benzer madde; kunduracı zifti veya mumu; cilâ; üstüne balmumu sürmek; cilâlamak. wax bean sarı kabuklu fasulye; mumdan yapılmış; soluk; yapışkan; yumuşak ve şekillendirilebilir.; (İng.); artmak
- way -- yol; yön; yer; mesafe; usul; husus; adet; hal; gidiş; çare; (huk.) irtifak hakkı; (çoğ.) gemi kızağı. ways and means mali tedbirler; iyi bir usul. all the way mümkün olduğu kadar; başından beri. a long way off çok uzakta. be in the way engel olmak; her naneyi yemek. go one' way kendi yoluna gitmek; tehlikede; çok hasta. in a way bir bakıma. make one' way ileri gitmek; alışılmışın dışında; zahmette; yerinde olmayan; ortadan; yoldan. pay one' way kendi masraflarını kendi ödemek. the right way doğru yol. under way hareket helinde
- waybill -- manifesto
- waylay -- yolunu kesmek; pusuya yatmak.
- weak -- zayıf; hafif; metanetsiz; sebatsız; akılsız; eksik; hükümsüz; (foto.) silik çıkmış; (dilb.) vurgusuz; düşük. weak sister (k. dili) dayanıksız ve zayıf kimse. weakly hasta; zaaf ile; zayıf surette. weak'ness zaaf; kusur; zaaf duyulan şey.
- weaken -- zayıf düşürmek; zayıflatmak; takatini kesmek; hafifletmek; direnci azalmak.
- weal -- (eski) refah; kamu yararına. in weal or in woe iyi veya kötü günlerde.
- wean -- sütten kesmek; soğutmak
- wear -- dayanıklılık; aşınma; giysi; (wore; göstermek; taşımak; kullanmak; eskitmek; yormak; dayanmak; eskimek; tükenmek. wear away aşındırmak; biteviye geçmek; tükenmek. wear badly dayanıksız olmak; aşındırmak. wear off yavaş yavaş yok olmak. wear on yavaş ilerlemek; can sıkmak. wear out butün bütün eskimek veya eskitmek; tüketmek. wear the trousers reislik etmek. wear well iyi dayanmak; iyi uymak; uygun gelmek; süregelmek. wear'able giyilebilir. wearing apparel elbise
- weary -- yorgun; yorucu; yorgunluk belirten; yormak; usanmak; bezmek; yorgunlukla. weariness bezginlik
- weasel -- sansargillerden herhangi bir hayvan; sinsi kimse; (A.B.D.)
- weather -- hava; kötü hava; ortam; (den.) rüzgâr üstü tarafındaki. weather bureau meteoroloji bürosu. weather eye hava değişikliğini çabuk sezme kabiliyeti. keep one' weather eye open (k. dili) göz kulak olmak. weather map hava haritası; zorluk çıkarmak. under the weather (k. dili) keyifsiz; kafası dumanlı.; havaya göstermek; hava tesiriyle değişmek; atlatmak; (çatıya) meyil vermek; (den.) rüzgar istikametinden geçmek; hava tesirlerine karşı dayanmak. weathering hava etkisiyle meydana gelen değişiklik.
- weatherboard -- bindirme; bindirme tahtalarla kaplamak.
- weathercock -- fırıldak; dönek kimse.
- weatherproof -- her türlü hava şartlarına karşı dayanıklı
- weatherstrip -- tecrit şeridi yapıştırmak.
- weave -- (wove; örmek; kurmak; zikzak yapmak; dokuma; örme.
- web -- (bed; örümcek ağı; ağ gibi karışık şey veya tertip; dokuma; (mak.) örs bogazı; örgü; (anat.); tüy bayrağı; tomar; etrafına ağ örmek; ağ gibi sarmak. webfingered el parmaklarının arası perdeli. webtoed ayak parmaklarının arası perdeli
- wed -- (-ded; -ded veya wed; -ding) nikah ile almak veya varmak: ile evlenmek bağlanmak; evlenmek
- wedding -- nikâh; evlilik yıldönümü. wedding cake düğün pastası. wedding ring nikah yüzüğü. golden wedding evliliğin ellinci yıldönümü. silver wedding evliliğin yirmi beşinci yıldonumü.
- wedge -- kıskı; kıskı şeklinde sey; üçgen şeklinde ilerleyen küme; çivi yazısında çivi şeklindeki işaret; kıskı ile kesmek veya ayırmak; kıskı sokmak; kıskı sokup sıkıştırmak; sıkışmak; sıkıştırmak. wedg'y kıskı gibi.
- wedgie -- (k. dili) topuk girintisi olma yan ve tabanı topuğa doğru yukselen kadın ayakkabısı.
- wedlock -- nikâh
- wee -- (weer; az. wee folk periler
- weed -- matem kolçağı; şapkada matem şeridi; (çoğ.) dul kadınların giydiği matem elbisesi.; yabani ot; değersiz hayvan; ıskarta şey; ot tabakası; (argo) haşiş; yararsız otları çıkarıp temizlemek; zararlı şeyleri defetmek. weed out çıkarmak. the weed (k. dili) tutun
- weekend -- hafta sonu.
- ween -- (eski) zannetmek
- weep -- (wept) ağlamak; sızmak; ağlama; ağlama nöbeti.
- weigh -- tartmak; tetkik etmek; ağırlığında olmak; itibar edilmek. weigh anchor (den.) demir almak; omuzlarını çökertmek; ağırlık koyup bastırmak; bel vermek; kederlenmek. weigh in uçağa binmeden önce bagajı tarttırmak; at yarışı sonunda tartılmak (cokey); boks maçından evvel tartılmak. weigh out tartıp ayırmak; at yarışından önce tartılmak (cokey) weigh one' words sözlerini tartarak konuşmak. weighing ma- chine kantar; yol under weigh harekette
- weight -- ağırlık; tartı; yük; tesir; dirhem; ağır cisim; (istatistik) bağıl değer; gerilme gücü; yüklemek; katmak. weight lifter halterci. by weight tartı ile. carry weight itibarlı olmak; boş ağırlığı; geminin darası. men of weight nüfuzlu adamlar
- weird -- tekinsiz; esrarengiz; sihirbazlıkla ilgili; kadere ait; iskor; kader. the Weird Sisters kader tanrıçaları. weird'ly tekinsizce. weird'ness tekinsizlik.
- welch -- (bak.) Welsh.
- welcome -- (ünlem) iyi karşılamak; nezaket göstermek; samimi karşılama; nezaket gösterme; hoş karşılanan; sevindirici; ( ünlem) Hoş geldiniz! Safa geldiniz! Buyurun! give one a cold welcome soğuk karşılamak. give one a warm welcome hararetle karşılamak; pişman ettirmek. He is welcome to come and go at his pleasure istediği zaman gelip gidebilir .overstay veya wear out one' welcome. fazla kalıp tadını kaçırmak
- weld -- kızdırıp kaynak yapmak; kaynamak; sıkıca birleştirmek; kaynak almak; kaynak yeri; kaynak yaparak birleştirme. weld'able kaynakla eklenebilir; küçük muhabbetçiçeği; kuçük muhabbet çiçeğinden çıkarılan sarı boya.
- welfare -- iyi hal; sıhhat; yoksullara yardım. on welfare ihtiyaç dolayısıyle resmi kuruluştan yardım alan. welfare mother bakacak kimsesi olmayan küçuk çocuklu kadın. welfare state yurttasların bireysel ve toplumsal gereksinmelerini sağlamayı amaçlayan dev let veya politika. welfare work resmi veya özel yardım çalısmaları. welfare worker sosyal yardım uzmanı .
- well -- (better; hakkıyle; çok; tamamen; iyi; sıhhatça iyi; kârlı; (ünlem) Pekâlâ! Ya! Hayret! Olur şey değil! Sahi ! Eh ! Haydi. I Well; (kıs.) we will; kuyu; pınar; hokka; sahanlık; kaynamak
- welsh -- Gal eyaletine ait; Gallilere özgü; Gal dili. the Welsh Gal halkı. Welsh'man Gal'li kimse. Welsh rabbit; (argo) borcunu ödememek; sözünü tutmamak
- welt -- elbisede kenar şeridi; kösele şerit; süsleyici bant; çıta; değnek veya kamçı izi; böyle iz bırakan vuruş; şerit koymak; (k. dili) vurup iz bırakmak.
- welter -- ağnamak; dalga gibi kabarıp yuvarlanmak; yuvarlanma; karışıklık
- wench -- kız; (eski) hizmetçi kız; (eski) fahişe; (eski) fahişe ile münasebette bulunmak
- wend -- Doğu Almanya'daki İslav kavmin biri. Wend'ic; bu kavmin dili.; (şiir) yola koyulmak; katetmek
- were -- (bak.) be.
- west -- batı; batıdaki; batıya doğru olan; batıdan gelen (rüzgâr); çöken; batıya doğru. the West Batı; (A.B.D.) Mississippi ırmağının batısındaki eyaletler. west by north batı kerte karayel. west by south batı kerte lodos. west longitude Greenwich boylamından batıya doğru mesafe. west northwest batı karayel. west southwest batı lodos. westward batıya doğru. go west batıya doğru gitmek; ölmek.
- wester -- batıya yönelmek; batı rüzgârı veya fırtınası.
- wet -- (-ter; yağmurlu; (kim.) .su veya başka sıvı ile yapılan; (k. dili) içki yasağı olmayan (yer); kurumamış; ıslatmak; ıslanmak; işemek; yaşlık; su; yağmur; yağmurlu hava; (A.B.D.) içki yasağı aleyhtarı. all wet (argo) martaval; martavalcı. wet blanket (k. dili) neşeyi kaçıran şey; şevki kıran kimse. wetbulb thermometer üstü ıslak bulundurulan termometre. wet day yağmurlu gün. wet goods fıçı veya şişelerde bulunan sıvı maddeler; (k. dili) alkollü içkiler. wet nurse sütnine. wet rot nemle oluşan çürüme. wet suit ıslak dalış elbisesi. wet to the skin iliklerine kadar ıslanmış. wet'tish yaşça
- wether -- idiş koç.
- whack -- (k. dili) küt diye vurmak; fırlatmak; çarpmak; dövmek; (k. dili) pat; (argo) hisse; derme çatma kurmak. have a whack at (argo) sıra ile de- nemek. out of whack (k. dili) işlemez vazi yette; ayarı bozuk.
- whale -- balina; (k. dili) çok iyi şey; balina avlamak. a whale of a hayli; balina avlanan yer. whale oil balina yağı .whal'er .balina avcısı; balina avlama gemisi. whal'ing balina avı; (argo) kocaman.; (k. dili) dövmek
- wham -- vuruş; küt diye vurmak
- whang -- şaplak vurmak; şaplak.; sırım; (İskoç.) büyük dilim; kırbaçlamak; (İskoç.) fırlatmak; (İskoç.) dilimlemek.
- wharf -- (çoğ.) wharves) rıhtım; iskele veya rıhtım yapmak; rıhtıma getirmek veya çıkarmak. wharf rat bir çeşit büyük fare; (A.B.D.)
- wheal -- sivilce; vücutta meydana gelen kırmızılık veya kabartı.
- wheedle -- yaltaklanarak veya tatlı sözlerle yalvarmak; kandırıp elinden almak; yaltaklanmak
- wheel -- tekerlek; çark; (den.) dümen dolabı; eskiden kullanılan işkence çarkı; (k. dili) bisiklet; çarkıfelek; deveran; (argo) kodaman; (çoğ.) yürüten unsur; çog; en ağır işi yapan ve kolay kolay yorulmayan adam. balance wheel nâzım çark; olayları soğukkanlılıkla karşılayan kimse. fifth wheel yedek tekerlek; yedekte bulunan kimse veya şey; (k. dili) kendini fazlalık olarak gören kimse .mill wheel değirmen çarkı. paddle wheel vapurun yan çarkı. at the wheel direksiyonda; yönetiminde. wheels within wheels bir birine karşılıklı etkide bulunan olaylar .There are wheels within wheels işin içinde iş var. The wheels of social progress turn slowly Toplumdaki ilerleme ağır işler.; tekerlekler üzerinde taşımak; döndürmek; çark gibi çevirmek; el arabası ile götürmek; çark veya tekerlek gibi yuvarlanmak; dönmek; sürmek; sürülmek; yuvarlanıp gitmek. wheel about yönünü değiştirmek. wheeled tekerlekli.
- wheelbarrow -- tekerlekli el arabası.
- wheeze -- hırıltıyla solumak; hırıltılı ses; (k. dili) bayat fıkra. wheez'y hırıltılı .
- whelm -- su basmak; bastırmak
- whelp -- köpek veya yırtcı hayvan yavrusu; enik; it; it herif; eniklemek
- whet -- (-ted; tahrik etmek; açmak (iştah): bileme; iştah açan şey. whet'stone bileğitaşı.
- whew -- (ünlem) Vay! A! Aman! Hay Allah ! Uf be !
- whiff -- esinti; koku getiren esinti; bir nefesle ağızdan çıkarılan duman; tütün dumanım ağızdan çıkarmak. take a whiff bir nefes çekmek
- whiffle -- hafif hafif esmek; tereddüt etmek.
- whig -- Amerikan bağımzızlık savaş taraftarı; 1834-1855 tarihlerindeki bir Amerikan siyasi parti üyesi; İngiltere'de on sekizinci yüzyılda kurulan ve şimdi Liberal Parti olan siyasi parti üyesi.
- while -- vakit; kısa süre; away( ile) (vakit) geçirmek. between whiles zaman zaman
- whim -- saçma arzu; madenlerde kullanılan atlı vinç
- whimper -- inlemek; inleme
- whimsy -- .saçma arzu; mizah.
- whine -- ağlasamak; halinden şikayet etmek; ağlasama sesi; zırıltı; lüzumsuz yere halinden şikayet. whin'ingly sızlanarak
- whinny -- kişnemek; kişneme.
- whip -- . (-ped veyo whipt; döndürmek (topaç); çırpmak (yumurta); fırlatmak; oltayı tekrar tekrar suyun yuzeyine fırlatmak; paylamak; kamçı gibi vurmak; hızlı hareket etmek; (kumaşı) bas- tırmak; (ipin ucunu) çözülmemesi için si- cimle sarmak; (A.B.D.); (k. dili) çabucak hazırlamak.; kamçı; arabacı; avda köpekleri idare eden kimse; parlamentoda parti denetçisi; çırpılmış yumurta ile yapılan yiyecek; değirmen kolu; yumurta teli. whip hand kamçı tutan el; üstünlük
- whiplash -- kamçı ucu; kamçıyı şaklatırken uç kısmının aldığı şekil; araba çarpışmasında kafanın ileri ve geri sarsılması.
- whipstitch -- . (kumaşı) bastırmak.
- whirl -- fırıldanmak; hızla gitmek veya gelmek; dönmek; fırıldatmak; hızla dönüş veya döndürüş; telâş; çevrinti; hela dönen şey; koşuşma; günlük olaylann bir birini hızla takip etmesi. whirl'ing dervish semazen.
- whirlpool -- çevrinti
- whirr -- (bak.) whir.
- whish -- hışırtıyla hareket etmek.
- whisk -- hızlı ve hafif hareketle süpürme: ufak süpürge veya fırça: (İng.) yumurta teli; hafif hafif süpürmek; (İng.) yumurta çırpmak; çalkamak; hızla hareket etmek veya fırlatmak
- whisper -- fısıldamak; kulağna söylemek; gizli konuşmak; fısıltı; fısıltı ile söylenen söz; hışırtı; ima. whisperer fısıldayan kimse; dedikoducu veya iftiracı kimse.
- whist -- (ünlem) sus!; dört kişi ile oynanan bir iskambil
- whistle -- ıslık çalmak; ıslık gibi ötmek; ıslık gibi vızıldayarak geçmek; ıslıkla çağırmak; ıslık; dudük; ıslık gibi ses .whistle for elde edememek. whistle stop (A.B.D.); gammazlık etmek. wet one' whistle (k. dili) boğazını ıslatmak
- white -- ak renk; beyazlık; (biyol.) ak; okçulukta hedefin dış halkası; beyaz derili adam; (çoğ.) beyaz giysi; (çoğ.) en iyi kalite un.; beyaz; renksiz; lepiska; gümüşten yapılmış boş; öfkeden bembeyaz kesilmiş; akkor; beyazlatmak; badana sürmek. white out (matb.) beyaz aralıklar bırakmak. white ant beyaz karınca; fuzull eşya white feather korkaklık belirtisi white flag beyaz bayrak; heyecanın en şiddetli anı the White House Beyaz Saray white lead üstübeç white lie zararsız yalan white light güneş ışığl gibi beyaz ışık white magic iyilik düşüncesiyle yapılan büyü white man beyaz adam white man burden güya beyaz ırka duşen dünyayl uygarlaşnrma gorevi white meat beyaz et white metal bir çeşit katışık beyaz maden; frak veya resml elbise white water (A.B.D.); bütün parasını almak white ness beyazlık; saflık
- whiten -- beyazlatmak
- whitewash -- badana; cilt kremi; (argo) örtbas etme: badanalamak; örtbas etmek; (k. dili) oyunda sayı vermeden yenmek.
- whither -- (baglaç); neye. whithersoever (eski) her nereye.
- whittle -- bıçakla yontmak. whittle down; azar azar eksiltmek. whittle off bıçakla kesmek.
- whiz -- (-zed; cızırdamak; vızlatmak; cızırdatmak; bir çırpıda tamamlamak; cızırtı; vızıltı: (argo) çok usta kimse; yıldırım gibi hızlı olma.
- whoa -- (ünlem) Çüş! Dur!
- wholesale -- toptan yapılan; toptan; toptan satış; toptan satmak.
- whoop -- hayhrmak; boğmaca öksürüğünde olduğu gibi ses çıkarmak: çığlık; baykuş sesi; boğmaca öksürüğü sesi. not worth a whoop (k. dili) beş para etmez. whoop it up (argo) ortalığı heyecana boğmak. whoop up (argo) coşturmak. whooping cough boğmaca öksürüğü.
- whoopee -- (ünlem)
- whore -- fahişe; fahişelik etmek. whor'ish fahişe gibi; fuhşa ait.
- whorl -- halka dizilişli yapraklar; (zool.) helezon şeklindeki kabuğun bir halkası; iğ ucundaki ağırlık; parmak izindeki helezoni kabarıklık. whorled halkadizilişli; helezon şeklindeki.
- wick -- köy; fitil wicked fitilli. wicking fitil maddesi.
- widen -- genişletmek; açılmak
- widow -- dul kadın; bazı iskambil oyunlarında kapalı olarak yere konan kağıtlar; (matb.) sayfa veya kolon başında yarım satır; dul bırakmak; kıymetli bir şeyden mahrum etmek. widow' mite fakir bir kimsenin yaptığı ufak yardım. widows walk deniz gören evlerin damına yapılan parmaklıklı balkon. widower dul erkek. widowhood dulluk.
- wield -- kullanmak.
- wig -- (-ged; ing.; çok heyecanlı olmak. wig'ging ing.
- wiggle -- kıpır kıpır oynamak; kıpırtı. get a wiggle on (argo) acele etmek; sivrisinek larvası veya kurdu.
- wigwag -- (-ged; işaret verme; işaretle verilen haber.
- wigwam -- Kuzey Amerika yerlilerinin çadır veya kulubesi; alacık; (A.B.D.)
- wild -- yabani; çılgın; arsız; hoyrat; zırzop; savruk; dönek; hiddetli; fırtınalı; çok hevesli; hükmedilmemiş; serseri (kurşun); bazı iskambil oyunlarında kıymeti sabit olmayan (kart); "the" ile çorak ve ıssız yer; gözü pek; yabanileşmek. wild'ly vahşice
- wildcat -- yaban kedisi; dağ kedisi; şirret kadın; lokomotif ve tender; rizikolu iş; değeri şüpheli maden ocağı; evvelce verimsiz olan bir sahada bol petrol veren ilk kuyu; çürük; kanun dışı; düzensiz; petrol olduğu bilinmeyen bir yerde petrol kuyusu aramak. wildcat strike sendikanın rızası alınmadan yapılan grev. wildcatter kıymeti şüpheli olan maden ocaklan satıcısı; şansa bağlı petrol kuyuları açan kimse; kanun dışı viski yapan kimse.
- wilder -- (şiir) şaşırtmak
- wildfowl -- av kuşu.
- wile -- oyun; hile yapmak; cezbetmek.
- will -- karar vermek; arzulamak; kastetmek; gerçekleşmesini tahayyul etmek; vasiyet etmek; (would; wouldest; meram; murat; irade; vasiyet; kötü niyet. make ones will vasiyetnamesini yazmak. of ones own free will kendi isteğiyle. with a will azim ve istekle.
- willow -- söğüt; söğüt odunu veya kerestesi; soğut ağacından yapılmış kriket veya beysbol sopası. willow pattern aslında beyaz Çin porselen tabaklarında kullanılan ve içinde söğüt ağacı bulunan mavi renkte bahçeli köşk resmi. osier willow; ince ve zarif.; pamuk veya yün ditme makinası; bu makina ile yün veya pamuk ditmek.
- wilt -- soldurmak; canlılığını yitirmek; isteği veya cesareti kırılmak; mecalsizlik; (eski); istiyorsun.
- wimble -- matkap; burgu ile delmek.
- wimple -- Katolik rahibelerinin kullandığı uzun baş örtüsü; baş ve boyuna dolanan ipek veya keten atkı; böyle atkı örtmek; dalgacıklar meydana getirmek.
- win -- (won; birinci gelmek; ele geçirmek; gönlünü kazanmak; gayesine erişmek; fethetmek; (maden veya kömür) çıkarmak; zafer; kazanç; birinci gelme. win by a head yarışta bir at başı farkı ile kazanmak. win hands down kolayca kazanmak. win one over kendi fikrini kabul ettirmek. win ones spurs kişiliğini kabul ettirmek. win out başarmak. win the day
- wince -- acısı duyulan veya korkulan bir vuruştan ürküp çekinmek; ürkme
- winch -- vinç; vinçle çekmek.
- wind -- (wound) döndürmek; sarmak; çevirmek; kurmak (saat); dolaşmak; geri dönmek; gizli gizli sokulmak; sarılmak; eğrilmek; bükülmek; dönemeç; kurma .wind down yavaslamak; açmak (araba penceresi) .wind its way dolaşıp gitmek. wind off bir çark veya iğden boşaltmak veya diğerine sarmak (iplik) wind up toplayıp sarmak; bitirmek; makara veya vinç ile kaldırmak; kapatmak (araba penceresi); (beysbol) topu atmak için kolu yukarı kaldırmak.; ruzgar; kasırga; havanın estiği yön; havanın getirdiği koku; haber; soluk; boş laf; (çoğ.) orkestrada nefesli çalgılar; bağırsakta gaz. in the wind olmakta; kafası dumanlı; kokusunu almak; üstün durumda olmak. have ones wind up tetik durmak. sail close to the wind hemen hemen rüzgâra karşı gitmek; tehlikeyi göze almak; az parayla geçinmek. wind gap dağ silsilesi içinde akarsuyun geçmediği boğaz. wind gauge tüfekte rüzgar ayarı. wind instrument nefesli çalgı. wind rose rüzgargülü. wind scale ruzgâr cetveli. wind tunnel hava deneme tuneli. an ill wind felâket; dört taraf. trade winds alizeler. It' an ill wind that blows no good Her işde bir hayır var. There is something in the wind Ortalıkta bir şeyler dönüyor.
- winder -- saat kurgusu; sarılgan asma.
- windlass -- bocurgat; ırgatla çekmek.
- windmill -- yeldeğirmeni. fight windmills hayali haksızlıklarla mücadele etmek
- window -- pencere; pencere çerçevesi. window blind güneşlik. window box pencerenin dış tarafına konulup içine çiçek ekilen sandık. window dressing vitrin dekorasyonu; gösteriş; (argo) göbek. dormer window tavan arası penceresi. windowred pencereli.
- windrow -- tarlada sıra sıra yere yatırılmış ekin; rüzgar sürüklemesiyle meydana gelmiş yaprak sırası; tohum ekmek için açılan saban izi; ağaçları rüzgârda devrilmiş arazi; tırmıkla dizi haline getirmek.
- windscreen -- ing.
- windshield -- (oto.) ön cam.
- wine -- şarap; meyva şarabı; şarap içirmek
- wing -- kanat; kol; uçuş; uçuşan şey; kapı kanadı; açıkta oynayan futbolcu; (mim.) binanın yan çıkıntısı; ek bina; (tiyatro) yan oda; (ask.) ve (den.) kol; uçmak; kanat takmak; tüy takmak; uçurmak; uçarak götürmek; uçarak geçmek; yan parçalarını koymak; kanadından yaralamak; (k. dili) yaralamak. wing case (biyol.) böcek kanadının kabuğu. wing chair arkası ve yanları yüksek koltuk. wing collar resmi elbiseyle giyilen gömleğin uçları kıvrık yakası. wing commander ing. hava filosu kumandanı. wing loading kanat yükü. wing nut kelebekli somun. clip one' wings kanatlarını kırpmak; engel olmak . on the wing uçmakta; hareket halinde; gitmek üzere. on the wings of the wind çok hızlı. sprout wings kanatlanmak. take wing kanatlanmak; tez
- wink -- göz kırpmak; göz kırparak işaret etmek; pırıldamak; göz kırpma; göz işareti; bir göz açıp yumma süresi; pırıltı. wink at görmezlikten gelmek. I can't sleep a wink Hiç uyuyamıyorum. forty winks (k. dili) şekerleme
- winkle -- bir çeşit deniz salyangozu.
- winnow -- buğdayı savurup tanelerini ayırmak; inceleyip ayıklamak; elemek; rüzgâr ile dağıtmak; kanatlarını çırpmak; harman savurma küreği
- winter -- kış; soğuk hava; tatsız günler; (şiir) ihtiyarlık; kışı geçirmek; kışlatmak; kışla ilgili; kışla. winter season kış mevsimi. winter sports kış sporları. winter squash balkabağı
- wipe -- silmek; silme; temizleme; (argo) vuruş; (argo) mendil; (argo) alay; yok etmek
- wire -- tel; telgraf teli; telgraf; at yarışı hedefi; tel ile bağlamak; elektrik tesisatı ile donatmak; (k. dili) telgraf göndermek; tele geçirmek; tel tuzakla tutmak; kroke oyununda topu telin arkasına getirerek vurulmasma mâni olmak. wire brush tel fırça . wire cutter tel makası. wire entanglement (ask.) dikenli tel. mânia wire gauze tel örgü. wire glass telli cam. wire record ing. sesi tele alma usulü; tele alınmış ses. wire rope tel halat
- wiredraw -- (-drew; çekip uzatmak; münakaşa veya sözü çok uzatmak.
- wireless -- telsiz; ing. radyo; telsiz telgraf veya telefon; ing. telsiz telgraf çekmek.
- wiretap -- telle gizlice dinlemek; telle gizlice dinleme.
- wis -- (eski) tahmin etmek
- wise -- (sonek) yoluyle; tarzda; -e bağlı olarak.; (argo) haberdar etmek; akıllanmak. Wise up! Sakın ha! Dikkat et! Gözünü aç!; usul; akıllı; tecrübeli; bilgece; mahir; (k. dili) haberli; (A.B.D.)
- wisecrack -- (argo) nükteli söz; nükteli söz söylemek. wisecracker nükteci kimse
- wish -- dilemek; arzu; arzu olunan şey. wish ing. well dilek kuyusu. I wouldn't wish that on anyone Kimsenin başına gelmesini istemem.
- wisp -- tutam; bağlam; hüzme; ufak süpürge; bataklık yakamozu; süpürmek; buruşturmak. wisp'y çok ince; bir tutam.
- wist -- (bak.) wit.
- wit -- akıl; anlayış; duygu; nükte; nükteci kimse; yaratıcılık. a nimble wit keskin zekâ. at one' wit' end çözüm yolu bulamayan; (wist
- witch -- sihirbaz kadın; cadı; büyüleyici güzellikte kadın; yaramaz kız; büyülemek; büyü yapmak. witch doctor büyücü doktor. witch hazel Amerika'da yetişen ve güzün sarı çiçekler açan bir çalı; bu çalının kabuk ve yapraklarından yapılan merhem veya kokulu ispirto. witch hunt (k. dili) düzene baş kaldıranları sindirme avı.
- withdraw -- (-drew; banka hesabından çekmek; çekilmek. withdrawing room içerideki oda. withdrawal; geri alma; davadan vaz geçme. with drawn çekilmiş; içine kapanık
- withe -- söğüt çubuğu; sögüt çubuğundan yapılmış bağ; sazla bağlamak.
- wither -- solmak; sararıp solmak; çürümek; çürütmek; utandırmak; utandıran.
- withstand -- (-stood
- witness -- şahit; şehadet; delil; şehadet etmek; görmek
- wive -- (eski) evlenmek; kadınla evlendirmek.
- wizard -- büyücü; (k. dili) usta kimse; sihirli; cazip
- woad -- çivit otu; çivit otundan elde edilen mavi boya. woaded mavi boyalı.
- wobble -- iki yana sallanmak; titremek; tereddüt etmek; sallanma; bocalama. wobbly sallanan.
- wolf -- (çoğ.) wolves) kurt; yırtıcı ve vahşi adam; (biyol.) kurt; (müz.) sazlarda kusurlu titreşimden meydana gelen akortsuzluk; (argo) zampara; (k. dili) kurt gibi yemek; bir hamlede yiyip yutmak.
- woman -- (çoğ.) women) kadın; kadın cinsi; kadınlık; metres; (k. dili) eş
- womanize -- kadınlaştırmak
- womb -- rahim; menşe.
- won -- (bak.) win.
- wonder -- tansık; acibe; keramet; şaşkınlık; şaşmak; hayran olmak; tereddüt etmek; merak etmek; düşünmek; mucize kabilinden.wonder at şaşmak. wonder if merak etmek. do wonders mucizeler yaratmak. for a wonder hayret. I wonder. Acaba. nine days' wonder gelip geçici heyecan. No wonder! Tabii!
- wont -- (wont; wont veya wonted) alışmış alışkanlık haline getirmiş; adet; alışmak.
- woo -- kur yapmak; kazanmaya çalışmak; korte etmek.
- wood -- tahta; odun; orman; ahşap; ağaçlandırmak; odun tedarik etmek. woods (çoğ.) orman; linyit. wood engraving tahta oymacılığı; tahta kalıptan basılan resim
- woodcraft -- ormancılık; oymacılık.
- woodshed -- odunluk.
- woof -- atkı; dokum; havlama sesi.
- word -- söz; sözcük; lafız; lakırdı; vaad; haber; parola; emir; (gen.) (çoğ.) konuşma; (çoğ.) ağız kavgası; kelam; sözle ifade etmek; açık sözler. a good word övgü; iyi haber. a household word günlük kelime. be as good as one' word sözünü tutmamak. by word of mouth ağızdan; son sözü kendisi söylemek. high words öfkeli sözler. in a word bir kelime ile; sessiz.
- work -- (sonek) ... işi; iş; görev; emek; eser; el işi; çalışma yeri; (çoğ.) fabrika; (çoğ.) mekanizma; (çoğ.); sirke köpüğü; (çoğ.) sevap kazanılacak iş. work force bir yerde çalışan işçilerin tümü. work stoppage işi dudurma; çalışırken. get to work işe koyulmak. give someone the works ( argo) birini öldürmek veya hırpalamak; birine sert davranmak; çalışmak; emek sarfetmek; vazifeli olmak; işlemek; işletmek; yürümek; başarılı olmak; etkilemek; oynamak; mayalanmak; çalıştırmak; çözmek; üstünde çalışmak. work one' way güçlükle ilerlemek. work over bir daha yapmak; değişiklik yapmak; (A.B.D.); heyecanlandırmak; düzenlemek; - amaçlamak; -e varmak. work upon tesir etmek. be worked up about something bir mesele için heyecanlanmak veya hiddetlenmek. It won't work. Olmaz. Yürümez.
- worksheet -- müsvedde; çalışma programı veya saatlerinin kaydedildiği kağıt.
- workshop -- atelye; seminer.
- world -- dünya; evren; arz; insanlar; ömür; ölümlü dünya; dünya nimetleri; toplum; hayat. World Court Milletlerarası Mahkeme. World Series (beysbol) şampiyonluk karşılaşmaları. world soul; her ne pahasına olursa olsun; tıpatıp; tamamen. He is not long for this world. Fazla yaşamaz. in the world yahu; dünyada. I would give the world to know... öğrenmek için her şeyi feda ederdim. out of this world (k. dili) harikulade; (A.B.D.) Avrupa. the way of the world dünya hali
- worm -- kurt; aşağılık kimse; (anat.) apandis; vidanın helezoni kısmı; helezon dişlisi; helezoni boru; (çoğ.) bağırsak solucanı hastalığı. worm eel mırmır balığı; kurt düşürmek; (den.) halatın üzerine sicim sarmak; köpeğin dili altındaki siniri kesmek. worm in (veya) into kurnazlıkla girmek
- wormhole -- solucan deliği
- worry -- üzülmek; eziyet etmek; ısırıp sarsmak(köpek); üzüntü; ıstırap; can sıkıntısı.worrying; can sıkıcı.
- worse -- daha fena; daha hasta; daha fena şey; kötü durum. He got worse. Hastalığı ağırlaştı. It got worse and worse. Gittikçe daha kötü bir hal aldı. It will be the worse for him. Kendisi için kötü olacak. Kendi bilir.
- worsen -- kötüleştirmek; kötüleşmek
- worship -- (-ed; aşırı sevgi veya hürmet; aşırı derecede sevmek veya hürmet etmek
- worst -- en fenası; en fena surette; en kötü şey; yenmek
- worth -- (edat) değer; servet; bedel; (edat) değerinde; layık; sahibi
- worthy -- değerli; layık; değimli; değerli kimse; (çoğ.) kodamanlar; worthily yakışacak şekilde
- wot -- (bak.) wit.
- wound -- (bak.) wind.; (k. dili) Oh! Hayret! (argo) hayret uyandıran kimse veya şey
- wrack -- enkaz; dalgaların sahile attığı yosunlar; yıkılmak
- wrangle -- kavga etmek; münakaşa etmek; (A.B.D.) sığırtmaçlık yapmak; kavga; münakaşa. wrangler kavgacı; sığırtmaç.
- wrap -- (wrapped veya wrapt; bürümek; bükmek; paket yapmak. wrap up sarmak; sarıp saklamak; (argo) bitirmek. Well; -e kendini vermiş; giysi; palto; atkı; sargı; (çoğ.) dış giysiler. keep it under wraps gizli tutmak.
- wrath -- öfke
- wreak -- yapmak. wreak vengeance hınç çıkarmak
- wreath -- çelenk.
- wreathe -- çelenk yapmaak; kaplamak; çelenk gibi olmak
- wreck -- harabe; harap olmuş kimse; kazazede gemi; dalgaların kıyıya attığı enkaz ve mallar; geminin kazaya uğraması; gemiyi karaya oturtmak veya kazaya uğratmak; harap etmek; enkaz haline getirmek; kazaya uğramak; yıkmak. wrecking crew enkaz temizleme ekibi; kurtarma ekibi.
- wrench -- vida somunu anahtarı; İngiliz anahtarı; burkutma; ayrılış acısı; zorla çevirip burmak; burkutarak koparmak; burkutmak; kasten ters anlam vermek. He wrenched his ankle. Ayağını burktu.
- wrest -- zorla çevirerek söküp almak; kasten ters mana vermek; aslından uzak bir anlam vermek; zorla elde etmek; çevirerek söküp alma; piyano veya harp gibi çalgıları akort etme anahtarı. wrest pin akort ayar mandalı.
- wrestle -- güreşmek; uğraşmak; dağlamak için hayvanı yere yatırmak; güreş
- wretch -- sefil kimse; alçak adam
- wriggle -- kıvranmak; solucan gibi kıvrılmak; bir yandan bir yana sallanma
- wright -- işçi
- wring -- (wrung) burup sıkmak; burmak; ellerini oğuşturmak; zorla söküp çıkarmak veya almak; çarpıtmak; çok üzmek; zora getirmek; buruş
- wrinkle -- buruşuk; (k. dili) metot; buruşturmak; buruşmak
- wrist -- bilek; (mak.) krank pini. wrist bone bilek kemiği. wrist joint bilek. wrist watch kol saati.
- write -- (wrote; teklif etmek; kaleme almak; ifade etmek; kaydetmek; kayda geçmek; kaitplik etmek. write down yazmak; oy pusulasına bir adayın ismini yazmak. write-in vote adayların ismlerini yazarak kullanılan oy toplamı. write off hesabı kapatmak; kıymetini sıfıra indirmek; kolayca yazmak; zarara geçmek. write one' own ticket isteğine göre yolunu çizmek. write out yazıya dökmek; tam yazmak. write up hikayesini yazmak; değerini yüksek göstermek. writ large iri harflerle yazılmış; açıkça belirtilmiş
- writhe -- kıvırmak; kıvranmak; debelenmek; kıvrılma; kvıranma.
- wrong -- yanlış; haksız; ters; uygunsuz; usule uygun olmayan; bozuk; makbul olmayan; istenilmeyen; ahlaksız; yanlış şekilde; günah; hata; yalan; haksızlık; gadir; zarar; sapıklık; hakkını yemek veya iptal etmek; zarar vermek; yanlış şekilde göstermek; lekelemek. wrong font (matb.) yanlış takımdan harf. wrong side out tersi yüzüne dönmüş. go wrong yanılmak
- wrote -- (bak.) write.
- wry -- (wrier veya wryr; sapık; yanlış; acı; boyun tutukluğu olan. wryness yüz ekşiliği.
- xerox -- (tic.) mark. elektrostatik usulle kopye çıkaran makina; bu makina ile çıkarılan kopye; bu makina ile kopye çıkrmak.
- xylograph -- tahta resim kalıbı. xylography tahta kalıptan resim basma sanatı
- xylophone -- (müz.) ksilefon.
- yacht -- yat; yat ile gezintiye çıkmak veya yarış etmek. yacth clup yat kulübü. yacth race yat yarışı. yacthing yatçılık
- yackety-yak -- (-ked; gevezelik etmek.
- yahoo -- hayvan gibi insan
- yak -- Tibet yöresine özgü yaban sığırı; (-ked; kahkaha ile gülmek
- yammer -- (k. dili) şikayet etmek; bağırmak; yaygara.
- yang -- Çin felsefesine göre hayatın özünü oluşturan (eril) eleman.
- yank -- birden ve kuvvetle çekiş; hızla ve birden çekmek. yank out birden zorla çıkartmak.
- yap -- havlama; (argo) ağız; gevezelik; kesik kesik ve yüksek sesle havlamak; (argo) fazla konuşmak
- yard -- avlu; odun deposu gibi üstü açık işyeri; istasyon çevresinde tren manevra yeri; kışın ormanda geyiklerin toplandığı yer; avluya koymak; ağıla gütmek.; yarda; (den.) seren. royal yard kuntra babafingo sereni. topsail yard gabya yelkenin sereni.
- yarn -- pamuk veya yün ipliği; (k. dili) hikaye; (k. dili) masal anlatmak.
- yaw -- (gemi) sağa sola sapma; dümeni kötü kullanıp gemiyi sağa sola saptırmak; sapma açısı; rotadan çıkış.
- yawl -- (den.) küçük gemi filikası; yole; fazla olarak kıçtaki küçük direkte yelkeni olan gemi.
- yawn -- esnemek; açık ve dipsiz gibi görünmek (uçurum); esneyerek söylemek; esneyiş. yawn'ing gulf derin ve dibi görünmez uçurum. yawningly esneyerek.
- yawp -- havlamak; (k. dili) esnemek; ing. (k. dili) yaygara etmek; havlama; yaygara; iskoç. kuş çığlığı.
- yean -- kuzulamak; oğlak doğurmak. yean'ling kuzu; oğlak.
- yearn -- hislenmek; müteessir olmak; sevgi beslemek. yearn for arzulamak
- yeast -- maya; coşkunluk; köpük. yeast cake kuru maya somunu.yeast'y mayalı; köpüklü; ehemmiyetsiz
- yell -- acı acı bağırmak; tempo ile bağırarak taraf tutmak; haykırış
- yellow -- sarı renkli; rengi sararmış; (k. dili) korkak; heyacan yaratan (gazete); kıskanç; sarı boya; (çoğ.); (çoğ.)(eski)kıskaçlı; sararmak
- yelp -- kesik kesik ve acı acı havlamak
- yen -- (çoğ.) yen) japon parası.; (k. dili) derin arzu; hasret çekmek.
- yet -- (bağlaç) henüz; hala; bir kat daha; yine; bile; (bağlaç) amma; ve yine; gerçi; bununla beraber. as yet şimdiye kadar. just yet hemen
- yew -- porsuk ağacı
- yield -- vermek; mahsul vermek; teslim etmek; kabul etmek; teslim olmak; dayanamayıp baş eğmek; bel vermek; yol vermek; ürün; (ask.) atom bombasının kiloton ile belirtilen patlama kuvveti.
- yip -- havlamak; havlama.
- yoke -- boyunduruk; sakaların omuz sırığı; bağ; yeke; çatal; nigah rabıtası gibi bağ; hizmet; boyunduruğa koşulmuş çift hayvan; evlendirmek; bağlamak; çalışmak. yoke of oxen bir çift öküz. yoke of a rudder dümenin boyunduruk yekesi. throw off the yoke kölelikten kurtulmak.
- you -- (zam.) siz; seni
- young -- genç; taze; çocuk olan; yavrular. young blood gençlik. with young gebe.
- yowl -- ulumak; ulumak.
- yoyo -- yoyo; ahmak kimse; değişen; değişmek
- yuk -- (-ked; kabaca gülmek.
- zany -- sotarı; aptal kimse; tuhaf
- zap -- (-ped; yenmek; yüzlemek; gidivermek; güç; yüzleşme; (ünlem) Bom!
- zeal -- heves; hararet; coşkunluk.
- zed -- (İng.) Z harfi.
- zee -- deniz( flemenk dilinde); Z harfi
- zephyr -- batıdan esen hafif ve ılık rüzgar; zefir (kumaş)
- zero -- sıfır; hiç; bir ölçek üzerinde başlangıç noktası; en aşağı nokta; hiçlik; aynı zamana rastlamak için ayarlamak. zero in on belirli bir hedefe ayarlamak.zero dimensional (mat.) uzunluğu ve eni olmayan; (k. dili) kritik an. zero potential dünya yüzeyindeki elektrik gerilimi
- zest -- tat; zevk
- zigzag -- yılankavi; zikzak yol; zikzak olarak; zikzak yapmak.
- zinc -- çinko; çinko kaplamak
- zing -- (k. dili) vızıltı; enerji; vızıldamak.
- zip -- (-ped; (k. dili) gayret; fermuarı kapatmak; vızıldıyarak geçmek (kurşun); hızlı gitmek; (k. dili) enerjik olmak. ZIP Code (A.B.D.)'de posta mıntıkası numarası. zip gun (A.B.D.) yapılışı basit fakat sahici tabanca.
- zipper -- fermuar.
- zither -- 30 veya 40 telli kanuna benzer bir çalgı.
- zone -- kuşak; yöre; çevirmek; bölgelere ayırmak. zo'nal kuşağa benzer
- zoom -- vınlamak; (foto.) mesafeyi ayarlamak; ani yükseliş; zoom lens (foto.) mesafeyi ayarlayan mercek.
- zzz -- (ünlem) Horrr!
By The FreeDict Project.